17 Aralık 2018 Pazartesi

Böyle Söyledi Zerdüşt


Günahınız değil – kanaatkârlığınız haykırıyor göklere, günah işlerken bile cimri oluşunuz haykırıyor göklere!

Yaratanları, hasat edenleri, şölen yapanları dost edineceğim kendime: gökkuşağını ve Üstinsanın tüm basamaklarını göstereceğim onlara. Münzevilere söyleyeceğim şarkılarımı ve münzevi çiftlere; işitilmemişi işitmeye hâlâ kulağı olanın yüreğini ağırlaştıracağım mutluluğumla. Kendi hedefime varmak istiyorum, kendi yolumda ilerliyorum; tereddüt edenlerin ve ağırdan alanların üzerinden atlayacağım. Benim yolum, onların batışı olsun!

Onun bilgeliği şu: iyi uyumak için uyanık olmak. Yaşamın bir anlamı olmasaydı da anlamsızlığı seçmek zorunda kalsaydım eğer, anlamsızlıkların arasında en iyi seçenek bu olurdu doğrusu.

Bir sıçrayışta, bir ölüm sıçrayışıyla sona ulaşmak isteyen yorgunluk, yoksul ve cahil bir yorgunluk, daha fazlasını istemek bile istemeyen: o yarattı tüm tanrıları ve ötedünyaları.

Yeni bir istem öğretiyorum insanlara: insanın körlemesine yürüdüğü bu yolu istemeyi, onu uygun görmeyi, hastalar ve ölüm döşeğindekiler gibi ondan kaçmaya çalışmamayı!

Yok olmak istiyor benliğiniz ve bu yüzden bedeni aşağılıyorsunuz siz! Çünkü artık kendinizden öte bir şey yaratacak halde değilsiniz. İşte bu yüzden yaşama ve yeryüzüne öfkeleniyorsunuz şimdi. Haset dolu, bilinçdışı bir kıskançlık var aşağılamanızın şaşı bakışlarında. Ben sizin yolunuzdan yürümüyorum, ey bedeni aşağılayanlar! Siz benim için Üstinsana giden köprü değilsiniz!

İnsan aşılması gereken bir şeydir: işte bu yüzden erdemlerini sevmelisin – çünkü onlarda yok olacaksın.

Artık sizinle ortak değil duyularım: altımda gördüğüm bu bulut, beni güldüren bu siyah ve ağır bulut – işte size fırtınayı getirecek olan bu. Yükselmek istediğiniz zaman yukarıya bakıyorsunuz. Oysa ben, yükselmiş olduğumdan aşağıya bakıyorum. Var mı içinizde hem gülebilen ve hem de yükselmiş birisi? En yüksek dağlara çıkan, güler tüm yas-oyunlarına[7] ve yas ciddiyetlerine.

Cesur, tasasız, alaycı, zorba – böyle olmamızı ister bilgelik: bir dişidir o ve her zaman yalnızca savaşçıyı sever. Diyorsunuz ki, “Taşımak zor yaşamı.” Yoksa neye yarardı sabahları gururlu olup da akşamları teslim oluşunuz? Taşımak zordur yaşamı: ama bu kadar çıtkırıldım olmayın siz de! Hepimiz şirin, dayanıklı eşekleriz, erkeğiyle dişisiyle.

İnanacak olsaydım, dans etmesini bilen bir tanrıya inanırdım. Ve şeytanımı gördüğümde, onu ciddi, sağlam, derin, vakur buldum: ağırlığın ruhuydu o – onun sayesinde düşer tüm şeyler. Öfkeyle

İnanacak olsaydım, dans etmesini bilen bir tanrıya inanırdım. Ve şeytanımı gördüğümde, onu ciddi, sağlam, derin, vakur buldum: ağırlığın ruhuydu o – onun sayesinde düşer tüm şeyler. Öfkeyle değil, gülmeyle öldürür insan. Hadi, öldürelim ağırlığın ruhunu!

Oysa insanlar da ağaç gibidir. Ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse, o kadar kuvvetle toprağın altına inmek ister kökleri, karanlığa, derinliğe – kötülüğe.” “Evet, kötülüğe!” diye bağırdı delikanlı. “Nasıl oluyor da ruhumu keşfedebiliyorsun?” Zerdüşt gülümsedi ve dedi ki: “Kimi ruhlar asla keşfedilemez. Meğerki yeni icat edilmiş olsunlar.” “Evet, kötülüğe!” diye bağırdı delikanlı bir kez daha. “Sen hakikati dile getirdin, Zerdüşt. Yükseğe çıkmak istediğimden beri, ben bile güvenmiyorum artık kendime, hiç kimse güvenmiyor artık bana – peki, nasıl oluyor bu? Hızla değişiyorum: bugünüm dünümle çelişiyor. Yukarı çıkarken sık sık basamakları atlıyorum – hiçbir basamak bağışlamıyor beni. Yukarı vardığımda, hep yalnız buluyorum kendimi. Hiç kimse konuşmuyor benimle, yalnızlığın ayazı titretiyor beni. Ne arıyorum ki yükseklerde?

 

Zerdüşt yanlarındaki ağaca bakıp şöyle söyledi: “Bu ağaç bir başına duruyor bu dağda; insanlardan ve hayvanlardan daha yükseğe uzanmış. Konuşmak isteseydi, kendisini anlayan hiç kimseyi bulamayacaktı: o kadar yükselmiş. Şimdi bekliyor da bekliyor – neyi bekliyor ki? Bulutların yatağına yakın oturuyor: belli ki ilk yıldırımı bekliyor.” Zerdüşt bunu söylediğinde delikanlı heyecanlı el kol hareketleri yaparak bağırdı: “Evet, Zerdüşt, hakikati söylüyorsun. Yükseğe çıkmak istediğimde, batışımdı arzuladığım, ve sensin beklediğim yıldırım! Bak, ne hale geldim senin bize görünmenden beri? Sana duyduğum hasettir mahveden beni!” – Böyle konuştu delikanlı ve acı acı ağlamaya başladı. Ama Zerdüşt kolunu onun boynuna doladı ve onu yanına aldı.

Ama sevgimle ve umudumla sesleniyorum sana: gönlündeki kahramanı fırlatıp atma! Kutsal tut, en yüce umudunu!

Zerdüşt yanlarındaki ağaca bakıp şöyle söyledi: “Bu ağaç bir başına duruyor bu dağda; insanlardan ve hayvanlardan daha yükseğe uzanmış. Konuşmak isteseydi, kendisini anlayan hiç kimseyi bulamayacaktı: o kadar yükselmiş. Şimdi bekliyor da bekliyor – neyi bekliyor ki? Bulutların yatağına yakın oturuyor: belli ki ilk yıldırımı bekliyor.” Zerdüşt bunu söylediğinde delikanlı heyecanlı el kol hareketleri yaparak bağırdı: “Evet, Zerdüşt, hakikati söylüyorsun. Yükseğe çıkmak istediğimde, batışımdı arzuladığım, ve sensin beklediğim yıldırım! Bak, ne hale geldim senin bize görünmenden beri? Sana duyduğum hasettir mahveden beni!” – Böyle konuştu delikanlı ve acı acı ağlamaya başladı. Ama Zerdüşt kolunu onun boynuna doladı ve onu yanına aldı. Bir süre birlikte yürüdükten sonra Zerdüşt şöyle söyledi: Yüreğim paralanıyor. Gözlerin sözlerinden daha iyi anlatıyor bana içinde bulunduğun tehlikeyi. Özgür değilsin henüz, hâlâ özgürlüğü arıyorsun. Uykusuz ve aşırı uyanık kılmış arayışın seni. Özgür yüksekliklere çıkmak istiyorsun, yıldızlara susamış ruhun. Ama kötü dürtülerin de özgürlüğe susamış.

 “Yaşam sadece acı çekmektir” – böyle der diğerleri ve yalan söylemiş de sayılmazlar: o halde siz buna bir son vermeye bakın! O halde sadece acı çekmek olan yaşamı sona erdirmeye bakın! Ve şöyle olmalı erdeminizin öğretisi: “Kendi kendini öldürmelisin! Kendinden kaçıp kurtulmalısın!”

 “Merhamet gereklidir,” – diyor kimileri de. “Alın götürün, neyim varsa. Alın götürün her neysem ben! Bir o kadar az bağlar yaşam beni!” Eğer yürekten merhametli olsalardı, komşularına yaşamı zehir ederlerdi. Kötü olmak – bu onların haklı iyiliği olurdu. Oysa yaşamla bağlarını koparmak istiyorlar: ama zincirleriyle ve armağanlarıyla diğerlerini yaşama daha sıkı bağladıkları umurlarında mı ki? – Ve siz, yaşamı delicesine bir çalışma ve huzursuzluk olarak görenler de: yaşamdan usanmadınız mı? Ölümü vaaz etmenizin zamanı gelmedi mi? Siz hepiniz, delicesine çalışmayı ve hızlı, yeni, yabancı olanı sevenler, – kendinize katlanamıyorsunuz, sizin çalışkanlığınız bir kaçıştır ve kendi kendini unutma istemidir. Yaşama daha fazla inansaydınız, kendinizi ana daha az kaptırırdınız. Ama beklemek için yeterli cevher yok içinizde – hatta tembellik için bile! Dört bir yandan yükseliyor, ölümü vaaz edenlerin sesi: ve yeryüzü dolu bunlarla, ölüm vaaz edilmesi gerekenlerle. Ya da “bengi yaşam” vaaz edilmesi gerekenlerle: hiç fark etmez bence – yeter ki derhal gitsinler oraya!

Gözleri daima bir düşmanı arayanlardan olun – kendi düşmanını. Ve kimileriniz ilk bakışta nefret edenlerdendir. Kendi düşmanınızı aramalısınız ve kendi düşünceleriniz uğruna kendi savaşınızı vermelisiniz! Kendi düşünceniz yenilse bile, dürüstlüğünüz zafer çığlıkları atmalı! Barışı sevmelisiniz yeni savaşların aracı niyetine. Ve kısa süren barışı uzunundan daha çok sevmelisiniz.

İyi bir dava, savaşı bile kutsallaştırandır diyorsunuz öyle mi? Ben de diyorum ki size: iyi bir savaş her davayı kutsallaştırır.

 “İyi nedir?” diye soruyorsunuz. Cesur olmak iyidir. Bırakın küçük kızlar: “Aynı zamanda hem güzel, hem de dokunaklı olmak iyidir,” desinler. Kalpsiz diyorlar size: ama sahicidir sizin kalbiniz ve ben utangaçlığını seviyorum sizin içtenliğinizin. Siz yüreğinizin taşmasından utanıyorsunuz ve başkaları yüreklerinin kurumasından utanıyorlar. Çirkin misiniz? Pekâlâ, kardeşlerim! Yüce olanı alın üstünüze, çirkinliğin hırkasını!

Sadece nefret edilesi düşmanlarınız olmalı, aşağılanası düşmanlarınız olmamalı. Gurur duymalısınız düşmanlarınızla: çünkü düşmanlarınızın başarıları sizin de başarılarınızdır.

İyi bir savaşçının kulağına “yapmalısın” sözü “istiyo-rum”dan daha hoş gelir. Ve hoşunuza giden her şeyin önce kendinize emredilmesini sağlayın. Yaşama duyduğunuz sevgi en yüce umudunuza beslediğiniz sevgi olsun: ve sizin en yüce umudunuz yaşamın en yüce düşüncesi olsun! Ancak, ben buyurmalıyım size yüce düşüncenizi – işte bu düşünceyi: insan aşılması gereken bir şeydir. Böyle yaşayın, itaat ve savaş yaşamınızı! Uzun-yaşamak da ne ki! Hangi savaşçı esirgenmek ister!

İyi bir savaşçının kulağına “yapmalısın” sözü “istiyo-rum”dan daha hoş gelir. Ve hoşunuza giden her şeyin önce kendinize emredilmesini sağlayın. Yaşama duyduğunuz sevgi en yüce umudunuza beslediğiniz sevgi olsun: ve sizin en yüce umudunuz yaşamın en yüce düşüncesi olsun! Ancak, ben buyurmalıyım size yüce düşüncenizi – işte bu düşünceyi: insan aşılması gereken bir şeydir. Böyle yaşayın, itaat ve savaş yaşamınızı! Uzun-yaşamak da ne ki! Hangi savaşçı esirgenmek ister! Sizi esirgemiyorum, sizi yürekten seviyorum savaştaki kardeşlerim!

Devlet diyorum, herkesin, iyilerin ve kötülerin zehir içtiği o yere: devlet, herkesin iyilerin ve kötülerin kendini kaybettiği yer: devlet herkesin yavaş yavaş intihar etmesine – “yaşam” adı verilen yer.

Büyük ruhlar için özgür bir yaşam açık duruyor önlerinde hâlâ. Sahiden, kim az şeye sahipse başkaları da ona daha az sahip olur: şan olsun küçük yoksulluğa!

Pazaryerinin ve ünün öbür tarafında yer alır büyük olan ne varsa: çarşının ve ünün öbür tarafında yaşamıştır daima, yeni değerler yaratan kim varsa. Kaç dostum, yalnızlığına kaç: zehirli sineklerin soktuğunu görüyorum seni. Kaç, rüzgârın sert ve şiddetli estiği yere! Kaç yalnızlığına! Küçüklere ve sefillere fazla yakın yaşıyordun. Kaç onların görünmez intikamından! Sana karşı, intikamdan başka bir şey değildir onlar. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar ve senin kaderin bir sineklik olmak değildir.

Tüm erdemlerin yüzünden cezalandırırlar seni. İçtenlikle bağışladıkları yalnızca – hatalarındır.

İşte, dostum, vicdan azabısın sen komşuların için: çünkü değersizdir onlar senin yanında. Bu yüzden nefret ederler senden ve can atarlar kanını emmeye. Komşuların her zaman zehirli sinekler olacak; senin büyüklüğün, – daha da zehirli kılar onları ve daha da sinekleştirir. Kaç dostum, yalnızlığına ve sert, şiddetli bir havanın estiği yere. Senin kaderin değil sineklik olmak.

Kızışmış bir kadının rüyalarına girmektense, bir katilin eline düşmek daha iyi değil mi? Bakın şu adamlara: gözlerinden belli – bir kadının yanında yatmaktan daha iyi bir şey bildikleri yok yeryüzünde. Çamur var onların ruhlarının temelinde; eyvah, bir de hâlâ tin varsa çamurlarında!

Dostu en iyi düşmanı olmalı insanın. Ona karşı çıktığında onun yüreğine en yakın sen olmalısın.

Kendini gizlemeyen, öfkelendirir: bu kadar çok nedeniniz var çıplaklıktan korkmak için! Evet, birer tanrı olsaydınız, utanabilirdiniz giysilerinizden!

Sezmekte ve susmakta usta olmalı dost: her şeyi görmek istememelisin. Rüyaların bildirmeli sana dostunun uyanıkken neler yaptığını. Sezmek olsun senin merhametin: merhamet istiyor mu dostun, önce bunu bilesin diye? Belki de ışıltılı gözlerini ve gözlerindeki sonsuzluk bakışını seviyor sende. Dostuna merhametin sert bir kabuğun altına gizlensin, bir dişini kırmalısın bu kabuk yüzünden. Ancak böyle incelik ve lezzet kazanır o. Temiz hava ve yalnızlık ve ekmek ve ilaç mısın dostun için? Kimileri çözemez kendi zincirlerini, ama yine de kurtarıcıdır bir dost için. Bir köle misin? O halde bir dost olamazsın. Bir tiran mısın? O halde dostların olamaz. Çok uzun süredir bir köle ve bir tiran gizliydi kadında. Bu yüzden kadın henüz yatkın değildir dostluğa: sadece aşkı bilir o. Sevmediği her şeye karşı adaletsizlik ve körlük vardır kadının aşkında. Kadının bilinçli aşkında bile hâlâ fırtına ve yıldırım ve gece vardır, ışığın yanı başında. Kadın henüz yatkın değildir dostluğa: kadın hâlâ kedidir, kuştur. Ya da olsa olsa inektir. Kadın henüz yatkın değildir dostluğa. Ama söyleyin bana siz erkekler, hanginiz yatkınsınız ki dostluğa? Ah erkekler, sizin yoksulluğunuz ve ruhunuzun cimriliği! Sizin dostlarınıza verdiğiniz kadarını ben düşmanıma veririm ve yoksul da düşmem bu yüzden. Arkadaşlık var: dostluk olsun!

Çok ülkeler gördü Zerdüşt, sayısız halklar gördü: böylece birçok halkın iyisini ve kötüsünü keşfetti. İyi ve kötüden daha büyük bir güç bulamadı Zerdüşt şu yeryüzünde. Önce değer biçmeden yaşayamazdı hiçbir halk; ama varlığını sürdürmek istiyorsa, komşusununkinden farklı olmalıydı değerleri. Bir halkın iyi dediği birçok şeyi hakaret ve rezalet sayar bir başkası: bunu da gördüm. Bir yerde kötü denilen birçok şeyin bir başka yerde asalet payeleriyle donatıldığını da gördüm.

İyiliklerinin[8] yazılı olduğu bir levha asılıdır her halkın üzerinde. Bak, onun zaferlerinin levhasıdır bu; bak, onun güç isteminin sesidir bu. Övülmeye değerdir ona zor gelen her şey; kaçınılmaz ve zor olan her şeye iyi denir; ve en büyük sıkıntıdan kurtaran, ender ve en zor olan – kutsal diye övülür onlar. Egemen olmasını, zafer kazanmasını ve parıldamasını sağlayan, komşusunda korku ve haset uyandıran ne varsa: yücedir, ilktir, belirleyicidir, tüm şeylerin anlamıdır onun gözünde.

Nice memleketler gördü Zerdüşt, nice halklar: sevenlerin eserlerinden daha büyük bir güç bulamadı yeryüzünde Zerdüşt: “iyi” ve “kötü” adları verilmişti bu eserlere. Sahiden, bir canavardır bu övgü ve yerginin gücü. Söyleyin, kim alt edecek onu benim için, kardeşlerim? Söyleyin kim fırlatacak zinciri bu hayvanın bin boynuna? Bin hedef vardı şimdiye dek, çünkü bin halk vardı. Şimdi bin boynun zinciri eksik hâlâ, tam da o hedef eksik, insanlığın hâlâ bir hedefi yok. Ama söyleyin bana, kardeşlerim: insanlığın hedefi hâlâ eksikse, eksik değil midir – kendisi de? –

Komşunuzun etrafına üşüşüyorsunuz ve güzel de sözcükleriniz var buna. Oysa ben diyorum ki size: sizin komşu sevginiz kendinize duyduğunuz kötü sevgidir. Kendi kendinizden komşunuza kaçıyorsunuz ve bundan bir erdem yaratmak istiyorsunuz: ama ben görüyorum, “kendinizden vazgeçmenizin” içyüzünü.

Kendinize tahammülünüz yok ve kendinizi yeterince sevmiyorsunuz: şimdi komşunuzu sevgiye ayartmak ve onun yanılgısıyla kendinizi yaldızlamak istiyorsunuz. İsterdim ki tahammül etmeyesiniz tüm komşularınıza ve onların komşularına; böylece dostunuzu ve onun kabarıp coşan yüreğini kendi içinizden yaratmak zorunda kalırdınız. Kendinizden iyi söz edilmesini istediğinizde bir şahit çağırıyorsunuz kendinize; ve onu hakkınızda iyi şeyler düşünmesi için ayarttığınızda, siz de iyi şeyler düşünüyorsunuz kendiniz hakkında.

Adaletsiz davranır ve çamur atarlar onlar yalnız kişiye: ama bu yüzden daha az aydınlatmamalısın onları kardeşim, bir yıldız olmak istiyorsan eğer! İyi ve adil olandan koru kendini! Seve seve çarmıha gerer onlar, kendi erdemlerini kendisi bulanları – nefret ederler yalnız olandan.

Sevgi nöbetlerinden de koru kendini! Yalnız kişi çabucak uzatır elini karşısına çıkana. Kimi insanlara elini değil, pençeni uzatmalısın sadece: ve isterim ki, tırnakları olsun senin pençenin de! Ama karşına çıkabilecek en kötü düşman her zaman sen kendin olacaksın; sen kendin pusuda bekleyeceksin kendini mağaralarda ve ormanlarda. Yalnız kişi, kendin gidiyorsun kendine giden yolda! Ve senden geçiyor yolun ve senin yedi şeytanından! Kendine karşı bir zındık olacaksın, bir cadı, bir kâhin, bir deli, bir kuşkucu, bir uğursuz ve bir alçak olacaksın. Kendini yakmak istemelisin kendi ateşinde: nasıl yeniden doğmak isteyebilirsin ki önce kül olmadan? Yalnız kişi, yaratanın yolundan gidiyorsun: bir tanrı yaratmak istiyorsun kendine kendi yedi şeytanından! Yalnız kişi, sevenin yolundan gidiyorsun: kendini seviyorsun sen ve bu yüzden aşağılıyorsun kendini, ancak sevenlerin aşağılayabildiği gibi. Yaratmak ister seven kişi, aşağıladığı için! Sevdiğini aşağılamak zorunda olmayan ne anlar ki aşktan? Aşkınla git yalnızlaşmana ve yaratışınla git, kardeşim; adalet ancak çok sonra aksayarak gelecektir arkandan. Benim gözyaşlarımla git yalnızlaşmana, kardeşim. Severim kendinin ötesindekini yaratmak isteyeni ve böylece yok olanı.

Erkek bir araçtır kadın için: amaç her zaman çocuktur. Peki kadın nedir erkek için? İki şey ister gerçek bir erkek: tehlike ve oyun. Bu yüzden ister kadını, en tehlikeli oyuncak olarak.

Çok tatlı meyveler – bunlardan hoşlanmaz savaşçı. Bu yüzden hoşlanır kadından; acıdır hâlâ en tatlı kadın bile. Bir kadın bir erkekten daha iyi anlar çocukları; ama bir erkek daha çocuksudur bir kadından.

En çok kimden nefret eder kadın? – Demir şunu söyledi mıknatısa: “En çok senden nefret ediyorum, çektiğin için, ama kendine çekecek kadar da güçlü olmadığın için.” Erkeğin mutluluğu şudur: istiyorum. Kadının mutluluğuysa: erkek istiyor. “Bak, dünya mükemmel şimdi!” – böyle düşünür her bir kadın tam bir aşkla itaat ettiğinde.

Burada karşı çıktı bana yaşlı kadıncağız: “Çok ince sözler söyledi Zerdüşt ve özellikle de bu sözler için yeterince genç olanlara. Ne tuhaf ki Zerdüşt pek tanımıyor kadınları, ama yine de haklı onlar üzerine söylediklerinde! Kadınlarda hiçbir şey imkânsız değildir, acaba ondan mı? Ve şimdi küçük bir hakikat sana, teşekkür niyetine! Bu hakikati söylemek için yeterince yaşlıyım ben! Sarıp sarmala onu ve kapat ağzını: yoksa öyle bir bağırır ki, bu küçük hakikat.” “Ver bana kadın, küçük hakikatini!” dedim. Ve şunları söyledi yaşlı kadıncağız: “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!”

Ahlakı yok edenler benim gözümde iyiler ve adillerdir: ahlak içermez benim öyküm. Bir düşmanınız varsa, iyilikle karşılık vermeyin onun kötülüğüne: çünkü bu tavrınız onu utandırır. Aksine, onun da size iyi bir şey yapmış olduğunu kanıtlayın. Utandıracağınıza öfkelenin! Ve birisi size küfür ettiğinde hoşuma gitmez onun için dua etmeniz. Siz de küfür edin biraz, daha iyi! Size büyük bir haksızlık yapıldığında derhal beş küçük haksızlık da siz yapın! Korkunçtur haksızlığın altında yalnız ezileni görmek.

Ama nasıl yürekten adil olmak isterim ki? Nasıl herkese kendi hakkına düşeni verebilirim! Bu kadarı yetsin bana: herkese kendi hakkıma düşeni veriyorum. Son olarak da, kardeşlerim, münzevilere haksızlık etmekten sakının! Nasıl unutabilir ki bir münzevi? Nasıl intikam alabilir ki? Derin bir kuyu gibidir bir münzevi, içine bir taş atmak kolaydır, ama taş kuyunun dibine düşünce, söyleyin onu kim çıkarır? Bir münzeviyi incitmekten sakının! Ola ki bunu yaptıysanız bir kere, o zaman onu öldürün de!

Muzaffer misin, kendi kendine boyun eğdiren misin, duyularına hükmeden misin, erdemlerinin efendisi misin? Bunu da soruyorum sana. Yoksa arzularında dile gelen, hayvan ve ihtiyaç mı? Yoksa yalnızlaşma mı? Yoksa kendinle barışık olmaman mı? İsterim ki, zaferin ve özgürlüğün olsun bir çocuğu özleyen. Canlı anıtlar inşa etmelisin zaferine ve özgürleşmene. Kendinin üzerinde inşa etmelisin. Ama önce sen kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla. Sürdürmekle kalmamalısın neslini, yükseltmelisin de! Bunun için yardımcı olur sana evliliğin bahçesi! Daha yüce bir beden yaratmalısın, bir ilk hareket, kendi kendine dönen bir çark, – bir yaratıcı yaratmalısın. Evlilik: İki kişinin onu yaratanlardan daha fazla olan birini yaratma istemine evlilik derim ben. Böyle bir istemin sahipleri olarak birbirlerine saygı duymalarına derim ben evlilik diye. Bu olsun evliliğinin anlamı ve hakikati.

Çokları pek geç ölür ve kimileri de pek erken. “Tam zamanında öl!” diyen öğreti, kulağa henüz tuhaf geliyor. Tam zamanında öl: bunu öğretiyor Zerdüşt. Elbette, hiç tam zamanında yaşamayan, nasıl tam zamanında ölsün ki? Keşke hiç doğmamış olsalardı! – Bunu öğütlerim lüzumsuzlara.

Kendi ölümümü övüyorum size, kendi rızamla ölümü, ben istediğim için bana gelen ölümü. Peki ne zaman isteyeceğim ölümü? – Bir hedefi ve bir mirası olan, hedefi ve mirası için uygun zamanda ister ölümünü. Ve hedefine ve mirasına duyduğu saygıdan ötürü kuru çelenkler asmaz artık yaşamın kutsallığına.

Sahiden, pek erken öldü yavaş yavaş ölmeyi vaaz edenlerin saygı duyduğu o İbrani: ve o zamandan beri bir felaket oldu çoklarına onun erken ölümü. Oysa sadece bir İbraninin gözyaşlarını ve hüznünü biliyordu, iyilerin ve adillerin nefretiyle birlikte, – İbrani İsa: ansızın ölüm özlemine kapıldı. Çölde kalsaydı da, iyilerden ve adillerden uzak dursaydı ya! Belki öğrenirdi yaşamayı ve yeryüzünü sevmeyi – ve gülmeyi de! İnanın bana, kardeşlerim! Çok erken öldü o; benim yaşıma gelseydi, kendisi çürütürdü kendi öğretisini! Yeterince asildi çürütmek için!

Ölümünüz insanı ve yeryüzünü karalamak olmasın, dostlarım: bunu istiyorum ruhunuzun balından. Ölümünüzde ruhunuz ve erdeminiz ışıldasın hâlâ, tıpkı yeryüzünü saran bir akşam kızıllığı gibi: aksi halde, ölümünüz size yaramamış demektir. Bu yüzden ben de ölmek istiyorum, siz dostlarım benim sayemde yeryüzünü daha çok sevesiniz diye; ve toprak olacağım yeniden, beni doğuranın bağrında huzur bulmak için. Sahiden, bir hedefi vardı Zerdüşt’ün, fırlattı topunu: şimdi siz dostlar, mirasçısı olun hedefimin, size atıyorum altın topu. Her şeyden çok istediğim, sizi altın topu atarken görmektir, dostlarım! Ve bu yüzden biraz daha oyalanıyorum yeryüzünde: Bağışlayın beni![10]

Rahat olanı ve yumuşak döşeği aşağıladığınızda, yufka yüreklilerden mümkün olduğu kadar uzaklaştığınızda: işte oradadır erdeminizin kaynağı. Tek bir isteme sahip olarak, tüm ihtiyaçlara sırt çevirmek size gerekli göründüğünde: işte oradadır erdeminizin kaynağı. Sahiden, yeni bir iyi ve kötüdür o! Sahiden, yeni bir derin uğultudur, yeni bir kaynağın sesidir o! Güç’tür, bu yeni erdem; egemen bir düşüncedir o ve akıllı bir ruh sarmıştır onu: altın bir güneş ve güneşe sarılmış bilgi yılanı.

Yalnız gidiyorum şimdi, havarilerim! Siz de yalnız uzaklaşın buradan! Böyle istiyorum ben. Sahiden, öğüdüm olsun size: uzaklaşın benden ve koruyun kendinizi Zerdüşt’ten! En iyisi, utanın ondan! Belki de aldattı sizi. İdrak eden insan düşmanlarını sevmekle kalmamalı, dostlarından da nefret edebilmeli. Her zaman sadece öğrenci olarak kalırsa insan, öğretmeninin hakkını vermemiş olur. Neden yolmak istemiyorsunuz başımdaki çelengi?

Zerdüşt’e inandığınızı söylüyorsunuz, öyle mi? Ne önemi var ki Zerdüşt’ün? Siz benim müminlerimsiniz: ama ne önemi var ki, tüm müminlerin? Henüz kendinizi aramamıştınız: bu sırada beni buldunuz. Böyle yapar tüm müminler; bu yüzden değersizdir tüm inanışlar. Şimdi beni kaybetmenizi ve kendinizi bulmanızı istiyorum sizden; ve ancak hepiniz beni yadsıdığınızda yeniden döneceğim aranıza. Sahiden, kardeşlerim, o zaman başka gözlerle arayacağım kaybolan çocuklarımı; başka bir sevgiyle seveceğim o zaman sizi.

Bunun üzerine Zerdüşt yeniden dağlara ve mağarasının yalnızlığına döndü ve insanlardan uzaklaştı: tohumlarını serpmiş bir çiftçi gibi beklemeye koyuldu. Oysa ruhu sevdiklerine duyduğu sabırsızlık ve arzuyla doluydu: çünkü onlara verecek daha çok şeyi vardı. Çünkü en zor iştir açık bir eli sevgiden dolayı kapatmak ve armağan eden birisi olarak utancını korumak.

Mutluluğumdan yaralandım ben: tüm acı çekenler hekim olsun bana!

Bir haykırış ve bir sevinç çığlığı gibi geçeceğim geniş denizlerin üzerinden, dostlarımın bulunduğu mutlu adaları buluncaya dek: – Ve düşmanlarım da var aralarında! Nasıl da seviyorum şimdi, hitap edebildiğim herkesi! Düşmanlarım da mutluluğumun bir parçası şimdi.

Ve şimdi en yabanıl atıma binmek istediğimde mızrağım her zaman yardımcı olur yükselmeme: ayağımın her daim hazır bekleyen uşağıdır o: – Düşmanlarıma fırlattığım bu mızrak! Nasıl da şükran borçluyum düşmanlarıma, sonunda fırlatabileceğim için mızrağımı!

Bir tanrı yaratabilir misiniz? – Öyleyse tanrılar hakkında tek söz söylemeyin bana! Oysa pekâlâ yaratabilirsiniz Üstinsanı. Belki kendi kendiniz değil kardeşlerim! Ama Üstinsanın babalarını ve atalarını yaratabilirsiniz kendinizden: en iyi yaratınız olsun bu!

Hisseden her şey acı çeker ve zindan içindedir bende: ama benim istemim hep benim kurtarıcım ve sevinç kaynağım olarak gelir bana. İstemek özgürleştirir: budur istemin ve özgürlüğün gerçek öğretisi – böyle öğretiyor size Zerdüşt.

Ve bir dostun kötülük yaparsa sana, de ki: “Bağışlıyorum seni bana yaptığından ötürü; ama kendine yaptığını – nasıl bağışlayabilirdim ki bunu?”

Ve bir dostun kötülük yaparsa sana, de ki: “Bağışlıyorum seni bana yaptığından ötürü; ama kendine yaptığını – nasıl bağışlayabilirdim ki bunu?” Böyle dile gelir tüm büyük sevdalar: bağışlamayı ve merhameti de aşar onlar.

Bir defasında şöyle demişti şeytan bana: “Tanrının da var kendi cehennemi: insanlara duyduğu sevgi.” Ve geçenlerde şöyle dediğini işittim şeytanın: “Tanrı öldü; insanlara duyduğu merhamet yüzünden öldü tanrı.”

Büyük iyilikler şükran borcu değil, intikam duygusu yaratırlar; ve küçük bir iyilik unutulmadığında kurt gibi kemirmeye başlar iyilik görenin içini.

İçim parçalanıyor şu rahiplere. Hiç de hazzetmiyorum onlardan; ama insanlar arasında olduğumdan beri, en önemsiz şey bu benim için. Oysa ben acı çektim ve çekiyorum onlarla birlikte: tutsaktırlar onlar benim gözümde, damgalıdırlar. Onların kurtarıcı dedikleri kişi sıkı sıkıya zincirlemiş onları: – Sahte değerlerin ve kuruntu-sözlerin zincirleriyle! Ah, birisi de kurtarıcılarından kurtarsaydı onları!

Kendileriyle çelişen ve onlara acı veren şeye tanrı dediler: sahiden, kahramanlara özgü çok yön vardı tapınışlarında! Ve insanı çarmıha gerdiklerinde bilmiyorlardı tanrıyı sevmenin başka bir yolunu! Cesetler olarak yaşamaktı niyetleri, simsiyah süslediler cesetlerini; sözlerinden bile hâlâ ölüm odalarının pis kokusu geliyor burnuma.

Onların kurtarıcılarına inanabilmem için daha güzel şarkılar söylemeliydiler bana: kurtulmuş görünmeliydi bu kurtarıcının havarileri bana!

Size güldü bugün güzelliğim, ey erdemliler. Ve şöyle ulaştı sesi bana: “Bir de istiyorlar ki – ücret ödensin onlara!” Bir de ücret ödensin istiyorsunuz, siz erdemliler! Erdem için ücret, yeryüzü için cennet ve bugününüz için sonsuzluk mu istiyorsunuz? Ve ne ücret, ne de veznedar var diye öğrettiğim için öfkeleniyor musunuz bana şimdi de? Ve sahiden, erdem kendi kendisinin ödülüdür diye bile öğretmiyorum ben. Ah, budur benim üzüntüm: şeylerin temeline ödülü ve cezayı soktular yalanla dolanla – ve ey erdemliler, hatta ruhlarınızın temeline de!

Erdeminizi seviyorsunuz annenin çocuğunu sevmesi gibi; ama nerede duyulmuş ki, bir annenin çocuğunu seviyor diye ücret istediği?

Erdeminizi seviyorsunuz annenin çocuğunu sevmesi gibi; ama nerede duyulmuş ki, bir annenin çocuğunu seviyor diye ücret istediği? Sizin en sevgili benliğinizdir erdeminiz.

Böylelikle neredeyse herkes, erdeme sahip olduğuna inanır; ve herkes en azından “iyi” ve “kötü” hakkında uzman olmak ister. Oysa Zerdüşt tüm bu yalancılara ve delilere: “Ne anlarsınız ki siz erdemden? Nereden bileceksiniz ki siz erdemi!” demek için gelmedi. – Aksine, dostlarım, delilerden ve yalancılardan öğrendiğiniz eski sözcüklerden usanasınız diye geldi Zerdüşt: “Ödül”, “kısasa kısas”, “ceza”, “adil intikam” gibi sözcüklerden usanasınız diye – “Bir eylemin iyiliği, bencilce yapılmayışındandır,” gibi sözler söylemekten usanasınız diye geldi. Ah, dostlarım! Annenin çocukta oluşu gibi, sizin benliğinizin eylemin içinde oluşu: bu olsun sizin erdem sözünüz! Sahiden, yüzlerce sözcüğü ve erdeminizin en sevgili oyuncaklarını aldım elinizden; şimdi çocuklar gibi öfkeleniyorsunuz bana. Deniz kıyısında oynuyorlardı, – sonra dalga geldi ve oyuncaklarını ellerinden alıp derinlere çekti: şimdi ağlıyorlar. Oysa aynı dalga yeni oyuncaklar getirecek onlara ve rengârenk yeni deniz kabukları yığacak önlerine! Böyle teselli bulacaklar; siz de dostlarım, onlar gibi, bulacaksınız kendi tesellinizi – ve rengârenk yeni deniz kabuklarını!

Sahiden, güçlü bir rüzgârdır Zerdüşt, tüm alçak yerlerde; ve şunu öğütler düşmanlarına ve tüküren herkese: “Sakın ha tükürmeyin rüzgâra karşı!”

İntikam yatar ruhunda: neyi ısırırsan, siyah bir kabuk bağlar; senin zehrin intikamla sersemletir ruhu! Böyle, benzetmelerle konuşuyorum sizinle, siz ruhları sersemletenler, siz eşitlik vaaz edenlerle! Zehirli örümceklersiniz siz ve sinsi intikam düşkünleri! Ama sizin gizlendiğiniz yerleri açığa çıkartacağım; bu yüzden gülüyorum yüzünüze dorukların kahkahasıyla. Bu yüzden parçalıyorum ağlarınızı, öfkeniz sizi yalan-mağaranızdan çıkartsın diye ve intikamınız “adalet” sözcüğünüzün arkasından çıkıp öne fırlasın diye.

Babanın söylemediği, oğulda dile geliyor; ve oğlun babanın açığa çıkmış sırrı olduğunu görüyorum çoğu kez.

Bu yüzden benden size nasihat, dostlarım: cezalandırma dürtüsü güçlü olan hiç kimseye güvenmeyin!

Güvenmeyin kendi adaletinden çok sık söz eden hiç kimseye! Sahiden, onların ruhlarında eksik olan bal değildir sadece. Ve kendilerine, “İyiler ve adiller” deseler bile, unutmayın onların Ferisiler[14] olmak için tek eksiklerinin güç olduğunu.

Bu eşitlik vaazcılarıyla bir araya getirilmek ve karıştırılmak istemiyorum. Çünkü şöyle sesleniyor bana adalet: “İnsanlar eşit değildir.” Eşit olmamalılar da! Başka türlü konuşsaydım, Üstinsana duyduğum sevginin ne anlamı kalırdı? Binlerce köprü ve geçit üzerinden koşmalılar geleceğe, hep daha çok savaş ve eşitsizlik olmalı aralarında: büyük sevgim söyletiyor bunları bana!

İyi ve kötü, zengin ve yoksul, yüksek ve alçak ve tüm değerlerin adları: birer silah olmalıdır bunlar ve yaşamın kendini her zaman yeniden aşması gerektiğinin göze, kulağa çarpan belirtileri olmalıdır bunlar!

Burada nasıl da tanrılar gibi güreşe tutuşuyor kemerler ve tonozlar: nasıl da ışık ve gölgeyle karşı koyuyorlar birbirlerine tanrısal bir çatışma içinde olan bu taşlar. – Bu yüzden onlar gibi güvenli ve güzel, düşman olalım, dostlarım! Tanrısal bir biçimde çatışalım birbirimizle! –

Aman! Isırdı beni zehirli örümcek, eski düşmanım! Tanrısal bir güven ve güzellikle ısırdı parmağımı! “Ceza ve adalet olmalı” – böyle düşünüyor o: “düşmanlığın şerefine boşuna şarkılar söylemiş olmasın burada!” Evet, aldı intikamını! Vay halime! Şimdi intikamla benim başımı da döndürecek! Dönmeyeyim diye, sıkı sıkıya bağlayın beni bu sütuna, dostlarım! İntikam kasırgası olmaktansa, bir sütun – ermişi olmayı yeğlerim! Sahiden, baş döndüren bir rüzgâr ve kasırga değildir Zerdüşt; ve eğer bir dansçıysa da, bir örümcek-dansçı asla!

Yüz katlı aynayla yakaladım bakışlarını, ağzı kapalıyken: gözleri konuşsun diye benimle. Ve gözleri konuştu benimle. Ama nerede bir canlı buldumsa, orada itaat hakkında konuşulduğunu da duydum. Her canlı bir itaat edendir. Ve şuydu ikinci duyduğum: kendi kendine itaat edemeyene emredilir. Böyledir canlıların doğası.

Üçüncü olarak da şunu duydum: emretmek daha zordur itaat etmekten. Ve emredenin tüm itaat edenlerin yükünü taşıması ve bu yükün onu kolayca ezmesi değildir bunun tek nedeni: – Bir çaba ve bir cesaret göründü gözüme tüm emirlerde; emreden kişi her emrettiğinde kendi kendini tehlikeye sokar. Ve kendi kendine emir verdiğinde de: o zaman da ödemelidir kendi emrinin bedelini. Kendi yasasının yargıcı ve celladı ve kurbanı olmak zorundadır.

Nerede bir canlı gördüysem, orada güç istemini gördüm; ve hizmet edenin isteminde bile efendi olma istemini gördüm.

Nasıl ki küçük en küçükten zevk alsın ve onun üstünde güç sahibi olsun diye, kendini daha büyüğe feda ediyorsa: en büyük de fedakârlık eder ve güç uğruna – yaşamı koyar ortaya.

Kötü olsa da söz edelim bundan, ey en bilgeler. Susmak daha kötüdür; suskunlukla geçiştirilmiş tüm hakikatler zehirlenir. Parçalanabilecek ne varsa, bırakın parçalansın hakikatlerimize çarpıp da! İnşa edilecek pek çok ev var hâlâ!

Hakikati gözünden vurmak için ‘var olma istemi’ lafını ortaya atan, isabet ettiremedi şüphesiz: böyle bir istem – yok çünkü. Çünkü: var olmayan isteyemez de; ama var olan nasıl bir de var olmayı ister ki! Sadece yaşamın olduğu yerde vardır istem de: ama yaşama istemi değil, aksine – böyle öğretiyorum sana – güç istemi! Yaşayanlar birçok şeye yaşamdan daha çok değer verirler; ama tam da değer biçmekte dile gelir – güç istemi!”

Sahiden, ne çok gülmüşümdür, keskin pençeleri olmadığı için kendilerini iyi zanneden zayıflara!

 “Neden mi?” dedi Zerdüşt. “Nedenini soruyorsun demek. Ben nedenleri sorulabilenlerden değilim. Dün mü yaşadım bunları? Çok zaman geçti görüşlerimin nedenlerini yaşamamın üzerinden. Bir bellek fıçısı olup çıkmaz mıydım, nedenlerimi de saklasaydım kendimde? Çok geliyor bana görüşlerimi kendimde saklamak bile; kimi kuşlar da uçup gitti.

Yükseklik değil: uçurumdur korkunç olan! Bakışın aşağıya düştüğü ve elin yukarıya uzandığı uçurum. Başı döner yüreğin orada bu ikili isteminden. Ah, dostlarım, anlayabildiniz mi benim yüreğimin ikili istemini? İşte budur benim uçurumum ve tehlikem: bakışlarımın yukarıya düşmesi ve ellerimin tutunmak ve dayanmak istemesidir – derinliğe! İnsanlara kenetlenir istemim, zincirlerle bağlarım kendimi insanlara, çünkü yukarı çekilirim, Üstinsana: oraya gitmek ister öteki istemim

Sık sık şöyle teselli ederim kendimi: “Pekâlâ! Hadi bakalım! Yaşlı yürek! Bir felaket geldi başına: tadını çıkar onun – mutluluğun gibi!”

Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Ne önemi var ki onların alay etmesinin! Sen itaat etmeyi unutmuş birisin: şimdi emretmen gerekiyor! Bilmiyor musun yoksa, herkesin en çok kimi gereksindiğini? Büyük emirler vereni. Büyük işler başarmak zordur: ama daha da zoru, büyük emirler vermektir. En bağışlanamaz yanın bu işte: gücün var ve hükmetmek istemiyorsun.” – Ben de şu yanıtı verdim: “Aslanın sesi eksik bende, herkese emretmek için.” Bunun üzerine yine bir fısıltı gibi konuştu benimle: “En sessiz sözcüklerdir fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı. Ey Zerdüşt, gelmesi gerekenin bir gölgesi olarak gideceksin: böyle emredeceksin ve emrederek önden gideceksin.” – Ben de dedim ki: “Utanıyorum.” Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Bir çocuk olmalısın daha, utanç nedir bilmeyen. Gençliğin gururu var henüz üstünde, gençliğe geç ulaştın sen: ama gençliğini de aşmalıdır çocuk olmak isteyen.” – Uzun süre düşündüm ve titredim. Ama sonunda ilk söylediğimi söyledim: “İstemiyorum.” Bunun üzerine bir kahkaha koptu etrafımda. Ah, nasıl da parçaladı içimi ve söktü yüreğimi bu kahkaha! Ve son bir defa konuştu benimle: “Ey Zerdüşt, meyvelerin olgun, ama sen olgun değilsin meyvelerin için! Bu yüzden yeniden dönmelisin yalnızlığına: çünkü daha

Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Ne önemi var ki onların alay etmesinin! Sen itaat etmeyi unutmuş birisin: şimdi emretmen gerekiyor! Bilmiyor musun yoksa, herkesin en çok kimi gereksindiğini? Büyük emirler vereni. Büyük işler başarmak zordur: ama daha da zoru, büyük emirler vermektir. En bağışlanamaz yanın bu işte: gücün var ve hükmetmek istemiyorsun.” – Ben de şu yanıtı verdim: “Aslanın sesi eksik bende, herkese emretmek için.” Bunun üzerine yine bir fısıltı gibi konuştu benimle: “En sessiz sözcüklerdir fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı. Ey Zerdüşt, gelmesi gerekenin bir gölgesi olarak gideceksin: böyle emredeceksin ve emrederek önden gideceksin.” – Ben de dedim ki: “Utanıyorum.” Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Bir çocuk olmalısın daha, utanç nedir bilmeyen. Gençliğin gururu var henüz üstünde, gençliğe geç ulaştın sen: ama gençliğini de aşmalıdır çocuk olmak isteyen.” – Uzun süre düşündüm ve titredim. Ama sonunda ilk söylediğimi söyledim: “İstemiyorum.” Bunun üzerine bir kahkaha koptu etrafımda. Ah, nasıl da parçaladı içimi ve söktü yüreğimi bu kahkaha! Ve son bir defa konuştu benimle: “Ey Zerdüşt, meyvelerin olgun, ama sen olgun değilsin meyvelerin için! Bu yüzden yeniden dönmelisin yalnızlığına: çünkü daha

Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Ne önemi var ki onların alay etmesinin! Sen itaat etmeyi unutmuş birisin: şimdi emretmen gerekiyor! Bilmiyor musun yoksa, herkesin en çok kimi gereksindiğini? Büyük emirler vereni. Büyük işler başarmak zordur: ama daha da zoru, büyük emirler vermektir. En bağışlanamaz yanın bu işte: gücün var ve hükmetmek istemiyorsun.” – Ben de şu yanıtı verdim: “Aslanın sesi eksik bende, herkese emretmek için.” Bunun üzerine yine bir fısıltı gibi konuştu benimle: “En sessiz sözcüklerdir fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı. Ey Zerdüşt, gelmesi gerekenin bir gölgesi olarak gideceksin: böyle emredeceksin ve emrederek önden gideceksin.” – Ben de dedim ki: “Utanıyorum.” Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Bir çocuk olmalısın daha, utanç nedir bilmeyen. Gençliğin gururu var henüz üstünde, gençliğe geç ulaştın sen: ama gençliğini de aşmalıdır çocuk olmak isteyen.” – Uzun süre düşündüm ve titredim. Ama sonunda ilk söylediğimi söyledim: “İstemiyorum.” Bunun üzerine bir kahkaha koptu etrafımda. Ah, nasıl da parçaladı içimi ve söktü yüreğimi bu kahkaha! Ve son bir defa konuştu benimle: “Ey Zerdüşt, meyvelerin olgun, ama sen olgun değilsin meyvelerin için! Bu yüzden yeniden dönmelisin yalnızlığına: çünkü daha yumuşamalısın.”

 “İnlemek isteyen, ellerini açıp yalvarmak isteyen tüm korkak şeytanları kovun içinizden,” diye bağırdığımda, “Zerdüşt tanrısızdır,” diye bağırıyorlar. Özellikle de boyun eğmeyi öğretenler bağırıyorlar böyle –; oysa tam da onların kulaklarının içine bağırmayı seviyorum ben: Evet! Benim Zerdüşt, o tanrısız!

Ah, her şeyi yarım istemeyi bırakıp da, eylemde olduğu gibi üşengeçlikte de kararlı olsanız! Ah, şu sözümü anlayabilseniz: “Her zaman istediğinizi yapın, – ama önce isteyebilen birileri olun!” “Her zaman komşunuzu da kendiniz gibi sevin – ama önce, kendini seven birileri olun – – büyük bir sevgiyle seven, büyük bir aşağılamayla seven!” Böyle söylüyor Zerdüşt, o tanrısız. – Oysa ne konuşuyorum ki ben, hiç kimsede bendeki kulakların olmadığı bir yerde!

Sadece sevgiden havalanır benim aşağılamam ve benim uyarıcı kuşum: bataklıktan değil! – Benim maymunum diyorlar sana, ağzı köpüklü deli seni; böğüren domuzum derim ben sana, – böğürmelerinle öldürüyorsun deliliğe övgümü de.

Sana da veda ederken şunu öğreteyim deli: artık sevemediğin yerin – önünden geçip gitmeli!

Oysa bir utançtır dua etmek! Herkes için değil, ama senin benim gibiler için ve kafasının içinde bilinç”[25] olanlar için! Senin için bir utançtır dua etmek! Çok iyi biliyorsun ya; içindeki korkak şeytan, ellerini açmaktan, ellerini kucağında kavuşturmaktan ve rahat etmekten hoşlanır – bu korkak şeytan der ki sana: “Bir tanrı vardır!”

Eski tanrıların işi çok zaman önce bitti: – ve sahiden iyi, neşeli, tanrılara yaraşır bir sonları oldu! “Alacakaranlıkta” sönüp gitmediler onlar, – bunu diyenler yalan söylüyor! Aksine: bir defasında kendilerine ölesiye-güldüler! En tanrıtanımaz sözün bir tanrının ağzından çıkmasıyla gerçekleşti bu: “Tek bir tanrı vardır! Benden başka tanrın olmayacak!” sözüydü bu – – yaşlı, öfkeden sakalları titreyen, kıskanç bir tanrı böyle unuttu kendini: Ve tüm tanrılar güldüler o zaman ve sandalyelerinde kaykılıp bağırdılar: “Tanrının değil de tanrıların olması değil midir tanrılık?”

Kutsamayı öğreten lanet etmeyi de öğretti; dünyada en çok lanet edilen üç şey nedir? Bunları koyacağım teraziye. Şehvet, iktidar düşkünlüğü, bencillik: şimdiye dek en çok lanet edilmiş, adı kötüye çıkmış ve çıkarılmış üç şey bunlardır, – bu üç şeyi insanca bir güzel tartacağım.

İnsan kendini sevmeyi öğrenmeli, – böyle öğretiyorum ben – şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle: insan kendisine katlansın ve orada burada sürtmesin diye. Böyle orada burada sürtmek “komşu sevgisi” adıyla vaftiz eder kendini: bu sözcüklerle şimdiye dek en iyi başarılan şey yalan söylemek ve ikiyüzlülük olmuştur, özellikle de dünyaya ağır gelenlerin tümü tarafından.

İnsan kendini sevmeyi öğrenmeli, – böyle öğretiyorum ben – şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle: insan kendisine katlansın ve orada burada sürtmesin diye. Böyle orada burada sürtmek “komşu sevgisi” adıyla vaftiz eder kendini: bu sözcüklerle şimdiye dek en iyi başarılan şey yalan söylemek ve ikiyüzlülük olmuştur, özellikle de dünyaya ağır gelenlerin tümü tarafından. Ve sahiden, kendini sevmeyi öğrenmek bugünden yarına yerine getirilecek bir buyruk değildir. Daha çok, tüm sanatların içinde en incesi, en kurnazı, en sonuncusu ve en sabırlısıdır.

İnsan kendini sevmeyi öğrenmeli, – böyle öğretiyorum ben – şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle: insan kendisine katlansın ve orada burada sürtmesin diye. Böyle orada burada sürtmek “komşu sevgisi” adıyla vaftiz eder kendini: bu sözcüklerle şimdiye dek en iyi başarılan şey yalan söylemek ve ikiyüzlülük olmuştur, özellikle de dünyaya ağır gelenlerin tümü tarafından. Ve sahiden, kendini sevmeyi öğrenmek bugünden yarına yerine getirilecek bir buyruk değildir. Daha çok, tüm sanatların içinde en incesi, en kurnazı, en sonuncusu ve en sabırlısıdır. Kişinin sahip olduğu her şey çok iyi gizlenmiştir sahibinden; ve tüm hazinelerden en son kendi

İnsan kendini sevmeyi öğrenmeli, – böyle öğretiyorum ben – şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle: insan kendisine katlansın ve orada burada sürtmesin diye. Böyle orada burada sürtmek “komşu sevgisi” adıyla vaftiz eder kendini: bu sözcüklerle şimdiye dek en iyi başarılan şey yalan söylemek ve ikiyüzlülük olmuştur, özellikle de dünyaya ağır gelenlerin tümü tarafından. Ve sahiden, kendini sevmeyi öğrenmek bugünden yarına yerine getirilecek bir buyruk değildir. Daha çok, tüm sanatların içinde en incesi, en kurnazı, en sonuncusu ve en sabırlısıdır. Kişinin sahip olduğu her şey çok iyi gizlenmiştir sahibinden; ve tüm hazinelerden en son kendi hazinesini gün ışığına çıkartır kişi, – böyle gerektirir ağırlığın tini.

İnsanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesiyse en zorudur; çoğu kez tin yalan söyler ruh hakkında. Böyle gerektirir ağırlığın tini. Ama kendisini keşfetmiştir, budur benim iyim ve kötüm diyen kişi: böylece susturmuştur “Herkes için iyi, herkes için kötü,” diyen köstebeği ve cüceyi. Sahiden, her şeye iyi ve üstelik bu dünyaya da en iyi diyenleri de sevmem. Bulduğuyla yetinenler derim bunlara. Bulduğuyla yetinmek, her şeyi tadabilmek: en iyi damak zevki değildir bu! Yemek seçen en inatçı dillere ve midelere saygı duyarım ben, “Ben” ve “Evet” ve “Hayır” demeyi öğrenmişlerdir onlar.

Çok çeşitli yollardan ve yöntemlerden vardım kendi hakikatime; tek bir merdivenin üzerinde çıkmadım yükseğe, gözlerimin kendi uzağıma baktığı yere. Ve hiç sevmedim yol sormayı – hep ters geldi bu beğenime! Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma ve denemeydi benim tüm yürüyüşüm: – sahiden, yanıt vermeyi de öğrenmek gerek böylesi sorulara! Ama budur – benim beğenim: – iyi değildir, kötü değildir, ama benim beğenimdir, ne utanırım, ne de sıkılırım artık ondan. “Budur – işte şimdi benim yolum – sizinki nerede?” diye yanıt verdim bana “yolu” soranlara. Çünkü o yol – yoktur zaten!

Senin yaptığını kimse yapamaz sana. Bak, kısasa kısas yoktur. Kendisine emretmesini bilmeyen itaat etmelidir. Ve kimileri kendisine emredebilir, ama kendisine itaat de etmesi için hâlâ çok yetersizdir!

Budur soylu ruhların isteği: hiçbir şeye bedavadan sahip olmak istemezler, hele yaşama. Ayaktakımından biri bedavadan yaşamak ister; ama biz, yaşamın kendisini verdiği ötekiler, – her zaman düşünürüz ona karşılık ne verebileceğimizi! Ve sahiden, seçkin bir sözdür şu: “Yaşamın bize vaat ettiğini yerine getirmek isteriz biz – yaşam için!” Tat vermediği yerde tat almak istememeli kişi. Ve – tat almak istememeli kişi! Tat ve masumiyet en utangaç şeylerdir: ikisi de aranmak istemez. Onlara sahip olmak gerekir –, ama daha iyisi suçu ve acıyı aramaktır!

Ey kardeşlerim, ilk göz ağrısı olan her zaman kurban edilir. Ama şimdi bizleriz ilk göz ağrıları.

Ama böyledir bizim tarzımız; ve severim kendini korumak istemeyenleri. Yok olanları severim tüm sevgimle: çünkü onlar öteki tarafa geçerler.

Ah şu iyiler! – İyi insanlar asla hakikati söylemez; bu ölçüde iyi olmak bir hastalıktır tin için.

İyilerin kötü dediği her şey bir araya gelmelidir ki, bir hakikat doğsun; ah kardeşlerim, bu hakikat için yeterince kötü müsünüz? Pervasız cesaret, uzun süren güvensizlik, gaddar bir Hayır, bıkkınlık, canlı olana acı vermek – ne kadar ender bir araya gelir bunlar! Oysa böylesi tohumlarla – döllenecektir hakikat! Şimdiye dek tüm bilgi vicdan rahatsızlığının yanı sıra gelişmiştir! Kırın, kırın, siz idrak edenler, şu eski levhaları!

Asaletin olması için pek çok asil kişiye ve pek çok çeşit asil kişiye gerek var! Ya da bir zamanlar benzetmeyle konuştuğum gibi, “Tanrının değil de tanrıların olması; işte budur tanrısallık!”

Nereden geldiğiniz değil, nereye gittiğiniz belirlesin bundan sonra şerefinizi! Sizin ötenize geçmek isteyen isteminiz ve ayaklarınız – bunlar belirlesin şerefinizi!

Atalarınızın çocuğu oluşunuzu kendi çocuklarınızda telafi etmelisiniz: böyle kurtarmalısınız geçmişteki her şeyi! Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize!

 “Niye yaşamalı? Her şey boş! Yaşamak – havanda su dövmektir; yaşamak – kendi kendini yakıp kavurmak ve yine de ısınamamaktır.” – Eski çağlardan kalma bu laflar “bilgelik” sayılıyor hâlâ; ama eski oluşları ve küf kokmaları yüzünden daha da saygı duyuluyor bunlara. Çürümek de asilleştiriyor. – Çocuklar böyle konuşabilir; onlar ateşten ürker ellerini yaktığı için! Çocuksu çok şey vardır eski bilgelik kitaplarında. Her zaman “havanda su döven”lerin ne hakkı vardır harman dövmek üzerine sayıp sövmeye! Çenesini bağlamalı böyle delilerin! Masaya otururlar da bunlar, hiçbir şey getirmezler yanlarında, iyi bir açlık bile: – ve sonra sövüp sayarlar, “Her şey boş!” diye. Ama iyi yiyip iyi içmek, ey kardeşlerim, sahiden de boş bir sanat değildir! Kırın, kırın bu hiçbir zaman hoşnut olmayanların levhalarını!

 “Temizler için her şey temizdir” – böyle söyler halk. Ama ben diyorum ki size: Domuzlara her şey domuzca gelir! Bu yüzden bağnazlar ve süngüsü düşükler – yürekleri de düşüktür onların – vaaz edip dururlar: “Dünya pis bir canavardır,” diye. Çünkü pistir hepsinin tinleri; ama özellikle, ne huzuru ne uykusu olanların, dünyayı arkadan görmedikleri sürece, – ötedünyalıların! Onların yüzüne karşı söylüyorum, çok hoş gelmese de kulağa: dünya bir gerisi olduğu için benzer insana – doğrudur bu kadarı! Fazlasıyla pislik var dünyada; doğrudur bu kadarı: ama henüz bu yüzden pis bir canavar değil ki dünya! Bir bilgelik vardır dünyadaki pek çok şeyin kötü kokmasında: tiksinti de kanatlar ve pınarları sezmeye yarayan kudretler yaratır! En iyi şeyde bile vardır henüz tiksinilecek bir yan; ve en iyi şey bile hâlâ aşılması gereken bir şeydir! – Ah, kardeşlerim, bir bilgelik vardır dünyada çok fazla pislik bulunmasında!

Dindar ötedünyalıların, şöyle sözler söylediklerini duydum vicdanlarına; ve sahiden, yalansız dolansız – dünyada bundan daha yalan dolan şey olmasa bile. “Dünyayı kendi haline bırak! Parmağını bile oynatma!” “Bırak, kim isterse boğsun, bıçaklasın, kessin ve doğrasın insanları: bunun için, parmağını bile oynatma! Böyle öğrenirler dünyadan yüz çevirmeyi.” “Ve kendi aklını – kendin boğmalısın, boğazlamalısın onu; çünkü bu dünyaya ait bir akıldır o – böylece kendin de öğrenirsin bu dünyadan yüz çevirmeyi.” – – Kırın, kırın, ah kardeşlerim, dindarların bu eski levhalarını! Parçalayın dünyaya kara çalanların sözlerini!

 “Çok öğrenen, unutur tüm şiddetli arzuları” – bunu fısıldıyor insanlar kendilerine tüm karanlık sokaklarda. “Bilgelik yorgun düşürür, değmez, değmez – hiçbir şeye; arzu duymamalısın!” – Bu yeni levhayı asılı buldum pazaryerlerinde bile. Kırın, ah kardeşlerim, kırın bu yeni levhayı da! Dünya yorgunları,[34] ölümü vaaz edenler ve eli sopalılar astı onu; çünkü bakın, aynı zamanda bir kölelik vaazıdır bu! – Kötü öğrendikleri ve en iyisini öğrenmedikleri için, her şeyi çok erken ve çok hızlı öğrendikleri için; çok kötü yedikleri için, bu yüzden bozuldu mideleri, – – bozuk bir midedir onların tini: ölümü salık verir bu tin! Çünkü sahiden, kardeşlerim tin bir midedir! Yaşam bir haz pınarıdır: ama kimin içinden dert küpü, bozuk bir mide konuşuyorsa, zehirlidir tüm pınarlar onun için. İdrak: bir hazdır aslan-istemlilere! Ama usanan biri sadece “istemi olan”dır, oyuncağı olur o tüm dalgaların. Hep böyledir zayıf insanların doğası: kendi yollarında kaybederler kendilerini. Ve sonunda yorgunlukları bile sorar: “Niye gidiyorduk ki yollarda! Her şey aynı!” Hoş gelir bunların kulaklarına, “Değmez hiçbir şeye! Hiçbir şey istemeyeceksiniz!” vaazı. Ama bu bir kölelik vaazıdır. Ey kardeşlerim, uğuldayan serin bir rüzgâr gibi geliyor Zerdüşt tüm yol yorgunlarına; hapşırtacak sayısız burnu. Duvarların arasından da esiyor benim özgür soluğum, zindanlara ve esir tinlere de! İstemek özgürleştirir: çünkü istemek yaratmaktır: bunu öğretiyorum ben. Ve sadece yaratmak için öğrenmelisiniz! Öğrenmeyi de önce benden öğrenmelisiniz, iyi öğrenmeyi! – Kulakları olan işitsin!

İşte orada kayık, – öbür tarafa, belki büyük hiçliğe gidiyor. – Kim binmek ister ki bu “belki”ye? İçinizden hiç kimse binmek istemez ölüm kayığına! Peki öyleyse dünya-yorgunu olmak isteyişiniz niye? Dünya yorgunu! Yeryüzünden çekip gitmemişsiniz bile! Her zaman yeryüzünü arzular buldum sizi, sevdalıydınız hâlâ yeryüzü-yorgunluğunuzla! Boş yere sarkmıyor dudaklarınız: – küçük bir yeryüzü dileği duruyor hâlâ kenarında. Ve gözlerinizde – küçük, unutulmamış bir yeryüzü arzusu – bir bulut gibi süzülmüyor mu hâlâ?

İflah olmazlara hekim olunmaz: bunu öğretir Zerdüşt: – bu yüzden geçip gitmelisiniz! Ama bir son vermek için, yeni bir dize yazmaktan daha çok cesaret gereklidir: tüm hekimler ve tüm şairler bunu bilir.

Ey kardeşlerim, zalim miyim ben? Ama derim ki: Düşmekte olanı itmeli bir de! Bugüne ait olan her şey – düşüyor, çürüyor: kim tutmak ister onu! Ama ben – ben itmek istiyorum bir de! Taşları derin vadilere yuvarlamanın şehvetini bilir misiniz? – Günümüzün insanları: bakın, nasıl yuvarlanıyorlar benim derinliklerime! Daha iyi oyuncuların bir ön oyunuyum ben, ey kardeşlerim! Bir örneğiyim! Benim örneğime göre davranın! Eğer uçmayı öğretmiyorsanız – daha hızlı düşmeyi öğretin!

Severim gözü pekleri: ama yeterli değildir kılıç ustası olmak – darbeyi kime vuracağını da bilmeli! Ve çoğu zaman kişinin kendini tutup da, oradan geçip gitmesinde daha büyük bir gözü peklik vardır: böylelikle daha onurlu düşmanlara saklar kendini! Sadece nefret edilesi düşmanlarım olmalı, aşağılanası düşmanlarım değil: düşmanlarınızla övünmelisiniz; bunu öğretmiştim bir kez. Daha layık düşmanlara saklamalısınız kendinizi dostlarım: bu yüzden birçoğunun yanından geçip gitmelisiniz, – – özellikle de, halk ve halklar hakkında yaygara koparan ayaktakımının yanından. Uzak tutun gözlerinizi onların Leh’te ve Aleyh’te olmalarından! Orada çok fazla haklılık, çok fazla haksızlık vardır: oraya bakan öfkelenir. Göz atmak ya da kılıç savurmak – ikisi de bir: bu yüzden ormanlara vurun yollarınızı ve uykuya yatırın kılıçlarınızı! Kendi yolunuzdan gidin! Bırakın halk ve halklar da kendi yollarında gitsinler! – Karanlık yollardır onlarınki, sahiden bir umut bile görünmez artık ufukta!

Ey kardeşlerim! İnsanlığın tüm geleceğindeki en büyük tehlike nerededir? İyilerde ve adillerde değil midir? – – “Biz biliyoruz zaten neyin iyi ve adil olduğunu, üstelik sahibiz de ona; yazık burada onu hâlâ arayana!” diye konuşanlar ve yüreklerinde hissedenlerde değil midir? Kötüler ne kadar zarar verirlerse versinler: iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır! Dünyaya kara çalanlar ne kadar zarar verirlerse versinler: iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır. Ey kardeşlerim, birisi iyilerin ve adillerin yüreğine bakmıştı da demişti ki: “Ferisilerdir bunlar.” Ama kimse anlamamıştı onu. İyiler ve adiller de anlayamazlardı onu: ruhları tutsaktır vicdanlarının rahatlığında. İyilerin budalalığı anlaşılamaz bir biçimde akıllıdır. Ama budur hakikat: iyiler Ferisi olmalıdırlar – başka seçenekleri yoktur! İyiler kendi erdemini kendisi bulan kişiyi çarmıha germek zorundadırlar! Budur hakikat! Ama onların ülkesini, iyilerin ve adillerin ülkesini, yüreğini ve yeryüzü krallığını keşfeden ikinci kişi şöyle soran kişiydi:  çok kimden nefret eder onlar?” Yaratan kişiden nefret ederler en çok: levhaları ve değerleri kıran, yere çalandan – suçlu derler ona. Çünkü iyiler – yaratamazlar: her zaman sonun başlangıcıdır onlar: – – çarmıha gererler yeni değerleri yeni levhalara yazanı, kendilerine kurban ederler geleceği – çarmıha gererler tüm insanlığın geleceğini! İyiler – her zaman sonun başlangıcıydı onlar.

Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl – yaratacaksınız? Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz, – – bin yıllık istemin üzerine madenin üzerine kazır gibi kazımayı, mutluluk olarak görmelisiniz – madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan. Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize; ey kardeşlerim: Sert olun! –

Bir kez uyandığında sonsuza dek uyanık kalmalısın. Benim tarzım değildir büyük büyük nineleri uykudan uyandırmak, söylemek için – uykuya devam etmelerini!

Her ruhun başka bir dünyası vardır; her bir ruh için başka bir ruh ötedünyadır. Görünüş en güzel yalanını tam da birbirine en çok benzeyenler arasında söyler; çünkü en son aşılır en küçük uçurum. Benim için – benim-dışımda bir şey nasıl olabilir? Dışarısı yok! Ama bunu unutuyoruz biz tüm seslerde; ne kadar hoştur unutuyor olmamız!

İkimizden de ne iyilik gelir ne de kötülük, iyinin ve kötünün ötesinde bulduk adacığımızı ve yeşil çayırımızı – sadece ikimiz! Sırf bu yüzden bile iyi geçinmeliyiz! Ve birbirimizi yürekten sevmesek bile –, öfkelenmek mi gerekir, yürekten sevmeyince?

Bundan sonra düşünceli düşünceli bakındı yaşam etrafına ve şunları söyledi usulca: “Ey Zerdüşt, yeterince sadık değilsin bana! Uzun zamandır, söylediğin kadar sevmiyorsun beni; biliyorum, çok geçmeden terk etmeyi düşünüyorsun beni. Eski, ağır mı ağır, homurtulu bir çan vardır: geceleyin senin mağarana kadar çıkar homurtusu: – duyunca bu gece yarısı çanının saati vurduğunu, saat bir ile on iki arasında düşünürsün bunu – – biliyorum, ey Zerdüşt çok geçmeden terk etmeyi düşünüyorsun beni!” – “Evet,” diye yanıt verdim tereddütle, “ama sen de biliyorsun bunu.” – Sonra bir şeyler fısıldadım kulağına, dağınık sarı, budala saç püsküllerinin ortasına. “Demek biliyorsun bunu, ey Zerdüşt? Kimse bilmez bunu.” – – Sonra birbirimize baktık, yeşil çayırı seyrettik, serin akşam çökmek üzereydi üstüne ve ağladık birlikte. – Ama o sırada yaşamı, tüm bilgeliğimi sevdiğimden daha çok seviyordum.

Hiç kimse böyle savaşçı sözler etmemişti şimdiye dek: ‘İyi nedir? Cesur olmak iyidir. İyi bir savaş her davayı kutsallaştırandır.’

Ümitsiz birini gören herkes cesurlaşır. Ümitsiz birine cesaret vermek – bu iş için herkes yeterince güçlü zanneder kendini.

İnsanlara ilk defa gidişimde münzevilere özgü bir budalalık, büyük bir budalalık yaptım: pazaryerine girdim. Ve herkesle konuştuğumda hiç kimseydi aslında konuştuğum. O akşam ip cambazları ve cesetler oldu yoldaşım; bir ceset oluyordum neredeyse kendim de. Ama yeni doğan günle birlikte yeni bir hakikat geldi bana: “Beni ne ilgilendirir ki pazaryeri ve ayaktakımı ve ayaktakımının gürültüsü ve ayaktakımının uzun kulakları!” demesini öğrendim. Siz, daha yüce insanlar, bunu öğrenin benden: pazaryerinde hiç kimse inanmaz daha yüce insana. Orada konuşmak mı istiyorsunuz, pekâlâ! Ama ayaktakımı göz kırpar, “Hepimiz eşitiz,” diye. “Siz daha yüce insanlar,” – böyle göz kırpar ayaktakımı – “daha yüce insan yoktur. Hepimiz eşitiz; insan insandır, tanrının önünde – hepimiz eşitiz!” Tanrının önünde! – Oysa artık bu tanrı öldü. Ama biz ayaktakımının önünde eşit olmak istemiyoruz. Siz daha yüce insanlar, uzaklaşın pazaryerinden!

Pekâlâ! Hadi bakalım! Siz, daha yüce insanlar! İşte şimdi insan geleceğinin dağı doğum sancıları çekiyor. Tanrı öldü: şimdi biz istiyoruz ki, – Üstinsan yaşasın.

En kaygılılar şöyle soruyorlar bugün: “İnsan nasıl korunacak?” Ama ilk defa ve sadece Zerdüşt soruyor: “İnsan nasıl aşılacak?” Üstinsan yatıyor yüreğimde, odur benim ilk göz ağrım ve biriciğim – insan değil: komşu değil, en yoksul değil, en çok acı çeken değil, en iyi insan değil.

Cesaretiniz var mı, ey kardeşlerim? Yürekli misiniz? Tanıklar önündeki cesaret değil, hiçbir tanrının tanıklık etmediği bir münzevi cesareti, bir kartal cesareti gerekli. Soğuk ruhlulara, katırlara, körlere, sarhoşlara yürekli demem ben. Korkuyu bilen, ama korkuyu yenendir, uçurumu gören, ama ona gururla bakandır yürekli kişi. Uçurumu gören, ama uçuruma kartal gözleriyle bakandır, uçurumu kartal pençeleriyle kavrayandır: cesaretli kişi.

Siz yeterince acı çekmiyorsunuz henüz! Çünkü siz kendiniz yüzünden acı çekiyorsunuz, henüz insan yüzünden değil. Başka türlü konuşursanız, yalan söylemiş olursunuz! Benim acı çektiğim şey yüzünden acı çekmiyorsunuz hiçbiriniz.

Ama mutluluktan deli olmak mutsuzluktan deli olmaktan daha iyidir, hantal dans etmek aksak yürümekten daha iyidir. Bu yüzden öğrenin şu bilgelik sözümü: En kötü şeyin bile iki iyi ters yüzü vardır, – – en kötü şeyin bile dans edecek iyi bacakları vardır: bu yüzden, daha yüce insanlar, doğru bacaklar üzerinde durmayı öğrenin! Bu yüzden unutun kederden oflayıp puflamayı ve tüm ayaktakımı üzüntülerini! Ah ne kadar da üzgün görünüyorlar bugün gözüme, ayaktakımının soytarıları! Ama gün ayaktakımının günüdür.

Ey daha yüce insanlar, en kötü yanınız bu sizin: hiçbiriniz gerektiği gibi dans etmesini öğrenmediniz – kendinizi aşarak dans etmesini! Ne önemi var ki, başarısızlık olmanızın! Daha ne çok şey mümkün! Kendinizi aşarak gülmesini öğrenin en azından! Kaldırın yüreklerinizi, ey iyi dansçılar, yükseğe, daha yükseğe! Ve güzel gülmeyi de unutmayın! Bu gülenlerin tacını, bu gül çelengi tacı: size atıyorum, kardeşlerim bu tacı! Gülmeyi kutsadım ben; siz daha yüce insanlar, öğrenin – gülmeyi!

Ama birdenbire irkildi Zerdüşt’ün kulakları; o ana kadar gürültü ve kahkaha dolu olan mağara ansızın ölüm sessizliğine bürünmüştü; yanan çam kozalaklarının kokusu gibi güzel bir duman ve tütsü kokusu geldi burnuna. “Ne oluyor? Ne yapıyorlar?” diye sordu kendine ve usulca yaklaştı mağaranın girişine, onlara fark ettirmeden görebilsin diye misafirlerini. Ama mucize üstüne mucize! Nerdeyse inanamayacaktı gözlerine! “Hepsi yeniden dini bütün oldular, dua ediyorlar, çıldırmışlar!” – diye konuştu ve hayretler içinde kaldı. Ve gerçekten tüm bu daha yüce insanlar, iki kral, hizmet dışı kalmış papa, kötü büyücü, gönüllü dilenci, gezgin ve gölge, yaşlı kâhin, tini vicdanlı ve en çirkin insan; hepsi de çocuklar ve inançlı yaşlı kadınlar gibi dizüstü çökmüşler eşeğe tapınıyorlardı.

Ey siz daha yüce insanlar, sizin sıkıntınızdı, dün sabah o yaşlı kâhinin bana haber verdiği, – – sizin sıkıntınıza ayartmak ve sınamak istiyordu beni: ‘Ey Zerdüşt,’ diye konuştu benimle, ‘seni son günahını işleyesin diye baştan çıkarmak için geliyorum.’ Son günahımı mı?” diye bağırdı Zerdüşt ve güldü öfkeyle kendi sesine: “Ne kaldı ki elimde, son günahımdan başka?” – Ve bir kez daha Zerdüşt iç dünyasına daldı ve yeniden büyük taşın üstüne oturdu ve düşünmeye başladı. Ansızın oturduğu yerden sıçradı,– “Merhamet! Daha yüce insanlara merhamet!” diye bağırdı ve yüzü taş kesildi. “Pekâlâ! Bunun da – zamanı geçti! Acım ve merhametim – ne önemi var ki bunun! Mutluluğu mu arıyorum ben? Kendi eserime varmak istiyorum! Pekâlâ! Aslan geldi, çocuklarım yakında, Zerdüşt olgunlaştı, saatim geldi: – Bu benim sabahım, benim günüm yükseliyor; yüksel şimdi, yüksel, ey büyük öğle!” – – Böyle söyledi Zerdüşt ve mağarasını terk etti, karanlık dağlardan doğan bir sabah güneşi gibi parlak ve güçlü.