2 Haziran 2021 Çarşamba

Sosyal Duruş

Bir şeyin en iyisini kim yapabilir sorusuna vereceğim veya vermem gereken cevap ‘ben’ olmalıdır. Bu, bizim hayata karşı duruşumuzdur en azından. Duruştan, bir çözüm olarak bahsediyorsak eğer ve bu çözümün de lirik olduğundan son derece eminsek duruşu hayatta bir şiar edinmemek için hiçbir sebebimiz olmaz. Bu halde, biz duruşu son derece olumlamış ve duruşa inanmış oluyoruz. Bu noktada kendi sorunlarımız üzerinde, evet, her biri üzerinde tek tek belirli duruşlar geliştirmemiz son derece mantıklı ve aynı zamanda gereklidir. Lirik yaşamın destekleyicisidir duruş çünkü ve biz lirik yaşamayı dünyada en büyük hedef olarak görüyoruz. Bu halde hem lirik olan hem de sosyal olan bir duruş yaratmamız gerekmektedir. Biz sosyalliği her zaman bir duruş eksikliği olarak değerlendirmiştik bundan önce, bunun altında elbette kendi fikirlerine olan inancın sönmüş olması ve buna benzeyen önemli durumlar da yatıyordu ama en nihayetinde ortada olan şey, sosyalliğin duruşumuzu bozduğu inancıydı. Bu yazımızda ise sosyal bir duruş inşa ederek, sosyalliğin duruşumuzu bozmasını imkansız hale getireceğiz ve böylece sosyalleşmek konusundaki tüm sıkıntılarımızı da ortadan kaldıracağız. İşte başlıyoruz, öncelikle sosyal olmanın son derece zevkli olduğunu belirtelim, sosyallik bir tür içkidir insan için ve sosyalliğe de ancak içkiye karşı olduğumuz kadar karşı çıkabiliriz. İçki kullanmanın kötü sonuçları olabileceği gibi harika sonuçları da olabilir insan için, aynı şekilde sosyalliğin de insan için iyi veya kötü sonuçları olabilir ve tüm bu sonuçların temel noktası, bunları uygularken bir duruşumuzun olup olmamasıdır. Örneğin içki kullanımı konusunda bir duruşa sahip olmak, içkinin rezalet içeren tüm sonuçlarını ortadan kaldırır, bu durumu başka insanlar maalesef ‘içki adabı’ veya ‘kiminle içtiğini bileceksin’ gibi laflarla aslında kullanıyorlar, ancak tüm bu ‘içki adabı’ muhabbetlerinin hepsini tek kelimeyle anlatmamız mümkündür, bu kelime de duruştur. Şimdi aynı şekilde sosyallik için de bir duruş inşa ettiğimiz zaman, sosyalliğin adabı üzerine de bir değil binlerce kalıbı, hiç zorlanmadan ve aptal gibi binlerce cümleyi ezberlemeden, hatta cümleye bile ihtiyacımız kalmadan tek bir kelime ile öğrenmiş ve benimsemiş olacağız. İşte başlıyoruz. Öncelikle sosyal bir insan olmanın eğlenceli olduğunu biliyoruz, birisiyle konuşmak ve espri yapmak elbette ki suratsız bir şekilde durmaktan daha eğlencelidir. Bunun doğruluğunu, ne kadar aksini iddia etsek bile kendimizi her zaman güldüğümüz durumların içinde olma isteğimizden çıkartabiliriz. Etrafta eğlenceli bir sohbet duyduğumuzda istemsiz olarak dikkatimiz oraya doğru çevrilir. Ancak bir sohbet eğlenceli olmasa bile ortada bir sohbetin veya konuşmanın olması bile, o konuşmayı dinlememize sebep olur. İşte bu noktada türümüzde böyle bir gerçeğin olduğunu kabul etmek durumunda kalırız. Bir insan karşımıza geçip konuşmaya başladığı zaman, onu dinleriz, dinlemek istemesek bile onun söylediklerini anlarız ve bunları o anda düşünürüz, çünkü konuşmak direkt olarak akıldan ortaya çıkmış sözcüklerle oluşmuştur. Bu sebeple, dünyada kurulmuş en aptalca cümle bile bir düşünmenin ürünüdür. Yani asla, sözcükleri düşünceden bağımsız olarak düşünemeyiz.

Bunun altında, konuşmanın, bizim türümüze özgü olduğu gerçeğinin yattığını düşünüyorum. Bizim türümüzün, diğer türlerden ayırt edilmesini sağlayan şey, konuşmaktır. Bizim türümüz dışında hiçbir türde bu görülmez. İşte bu sebeple konuşmak, türümüzün ayırt edici özelliğidir ve türün ayırt edici özellikleri, o tür için öne çıkmıştır ve değerlidir. Bu yüzden, dünyanın en aptalca düşüncelerinden oluşan bir konuşmayı bile dinleyen ve etkileyici bulan insanlar her zaman çıkacaktır çünkü konuşmanın dinlenilmesini sağlayan tek şey içindeki deha değil, sadece ve sadece konuşmanın kendisidir. Konuşmak, türün ayırt edici özelliği olduğu için, içeriğinden bağımsız olarak tüm insanlar için dinlenilmeye değer olarak algılanır. Bunu, harika yeleleri ile tanınan aslanlarda görebiliriz, en güzel yeleye sahip olan aslan elbette ki en çok değer gören olacaktır ancak en çirkin yeleye sahip olan bir kedinin bile yelesi dikkat çekicidir. Ancak, yelesi olmayan bir aslanın, aslanlar arasında nasıl hor görüleceğini tahmin edebiliriz, yelesi olmadığı için aslan olduğundan bile şüpheye düşülebilir. İşte bu sebeple de insanın konuşması değerlidir, bunu Platon’un şu sözlerinden çıkarabiliriz: “İnsan, düşünebilen hayvandır.” İşte bu cümle ile türümüzün ayırt edici özelliği olan düşünmenin değerini görürüz. Günlük hayatımızda, düşünmenin bir dış görünüşe yani bir yeleye dönüşmesi için en etkili yöntem de konuşmaktır. İşte bu sebeple söyledikleri ne kadar aptalca olursa olsun konuşan bir insan, çirkin bir yelesi olan bir aslan gibidir, belki yelesi çirkindir ancak ne kadar kötü bir yeleye sahip olsa bile o bir aslandır. İşte konuşan kişiyi değerli yapan durum da tam olarak budur.

Şimdi sosyalliğin temel elementi olan konuşmaya da verilmesi gereken değeri verdikten sonra sosyallik duruşunu oturtmaya başlayabiliriz. Yukarıda bahsettiğim realiteden çıkarabileceğimiz en temel sonuç şudur: “Kötü konuşan bir insan bile hiç konuşmayan insandan kat be kat değerli olarak görülür.” Sosyalleşmek için yapmamız gereken ilk şey de dolayısıyla ne kadar aptalca olsa bile konuşmaktır. Elbette iyi konuşmak her zaman daha iyidir ancak hiç konuşmamak yerine aptalca da olsa bir şeyler söylemek gereklidir. Etraftaki insanların bizim aptal olduğumuzu düşünmeleri bile sosyalliğimiz açısından konuşmamamızdan daha iyidir. Çünkü yelesi olmayan bir aslan, aslanlar arasında tanımlayamadıkları bir ‘yaratık’ olarak gözükecekken, en kötü yeleye sahip bir aslan ise ‘kötü yeleli’ bir ‘aslan’ olarak gözükecektir. İşte bizde yelenin karşılığı olan konuşmak da diğer insanlar arasında ‘insan’ olarak tanımlanmamızı sağlayacaktır. Hiçbir aslan, yelesi olmayan bir yaratık ile arkadaş olmayacaktır, bunun yanında çok çirkin yeleli bir aslanın ise birden çok aslan arkadaşı olacaktır.  

Elbette biz, insanlara en kötü yeleyi, yani aptalca konuşmayı vaat etmiyoruz. Bu eblehlik olurdu, bu bölümde yaptığımız sadece ve sadece konuşmanın ne demek olduğunu gerçek manada kavramamız ve bunun diğer insanlar üzerinde olan etkisinin de ortaya konmasıydı. Ancak yine de “bana bu kadar bilgi yeterli” diyerek sadece bu söylediklerimizi tatbik edecek olan tembel insanların bile bu temel bilgi ile eski durumundan çok daha üst bir noktaya taşınacağını da kesinlikle söyleyebiliriz.

Şimdi biz, bu konu hakkında gerçekten de etkili olacak bir şeyler öne sürmenin derdine düşeceğiz, ayrıca bu söyleyeceklerimin Aristoteles’in Retorik’inden çok daha faydalı olacağını kolay bir şekilde iddia edebilirim çünkü Aristoteles’in bir reçete sunmadığını, ilgili kitabı okuyan herkes rahatlıkla görecektir. Bizim yapacağımız şey ise bir duruş oluşturmak ve reçeteye bile ihtiyaç duymadan sağlığa kavuşmak olacaktır. Sağlıklı beslenip düzenli spor yapan bir insanın her zaman fit ve sağlıklı olacağını biliriz ancak sadece bir reçete ile fit olmak için uğraşan insanların genellikle hayal kırıklığına uğradığını veya nadiren de olsa sadece bir süre için fit olup daha sonra tekrardan eski sağlıksız hallerine geri döndüklerini de görürüz. İşte bu yüzden söylediklerimiz reçete olmayan bir reçetedir. Nasıl ki fit olmakla ilgilenmeyen ama sürekli olarak spor yapan ve sağlıklı beslenen bir insan fit olarak kalıyorsa, biz de aynı şekilde sosyal olmakla ilgilenmesek bile sosyal olarak kalacağız.

Şimdi duruşumuzu temellendirmeye başlayabiliriz. Öncelikle sosyalliğin zorunlu olarak konuşmayı gerektirdiğini söylemiştik. Konuşmayı birinci sıraya koyuyoruz ve konuşma konusunda söylediklerimizin bir önemi olmadığını da söylemiştik bu sebeple ne hakkında konuştuğumuzun bir önemi de kalmıyor. Bir diğer mesele de kendimizin sosyal bir insan olduğunu kabul etmemizdir, bu kabulün bize sağlayacağı fayda, hangi durumda olursak olalım konuşmamızın önündeki engeli kaldırmasıdır, yani normalde konuşmayacağımız bir ortamdayken bile “Ben sosyal bir insanım, bu yüzden konuşabilirim” diyebileceğiz ve konuşmaya başlayacağız. Bu lafı söyleyebilmek için ise ihtiyacımız olan şey sosyal olmak kavramını net bir zemine oturtup bir duruş ile temellendirmektir. İnsanların bir ortamda hiçbir şey konuşmamaları bizi rahatsız eder çünkü konuşmamak bir baskı ve tedirginlik yaratır üzerimizde. Örneğin bir anda bizimle konuşmayı kesen sevgilimizi gördüğümüzde geriliriz ve “kesin bir şeyler olmuş” diye düşünürüz. Bu durum, birbirini tanımayan insanlar arasında da geçerlidir ancak sadece yoğunluğu ve derecesi daha düşüktür. İşte biz nasıl ki bizimle konuşmayan sevgilimize bir şeyler söyleyerek bizimle konuşmasını sağlıyorsak, diğer insanlarla olan iletişimimizde de bir şeyler söyleyebiliriz ve bunu sadece ve sadece karşımızdaki insanı rahat ettirmek için yapmış oluruz.

Karşımızdaki insan daha rahat olsun diye düşünerek yaptığımız bir hareket için ise hiçbir durumda suçlu olmayız. Bunu neden yaptın diye soran biri olursa cevabımız açık ve nettir çünkü, “İnsanlar birbirleriyle konuştukları zaman kendilerini daha rahat hissederler ve ben de karşımdaki insanların daha rahat hissetmelerini istiyorum”. Karşısındaki insanı rahat hissettirmek, aslında adabı muaşeret kuralları denilen olgunun temelidir. Bunun kanıtlarını Bira İçelim’in ilgili konu ile düşüncelerinde görebiliriz. Yani aslında biz, karşımızdaki insanlar ile konuştuğumuzda aslında onların daha rahat hissetmelerini sağlıyoruz ve dolayısı ile bu davranışlarımız adabı muaşeret temellerine oturuyor. Elbette böyle bir noktada söylediklerimizin de karşımızdaki insanı rahatsız hissettirecek şeyler olmamasına kesinlikle dikkat etmeliyiz çünkü insanları rahat ettirme temelli bir çalışmanın hiçbir parçası insanları rahatsız hissettirmemelidir. İşte burada devreye bir kumar oyunu devreye giriyor. Karşımızdaki insan, rahat etmek istiyor mu? Burada bunu anlamamız için her kumarda olduğu gibi riskin her zaman var olacağını ve ilk adımımız ile karşımızdaki insanı rahatsız edebileceğimizi ve bununla da temeldeki amacımızın yıkılma ihtimalini göz önüne almamız gerekir. Burada şu örneği verebiliriz, hepimiz bize sürekli “yemekten biraz daha ister misin” sorusunu defalarca soran bir büyükle karşı karşıya gelmişizdir ve bu soruyu defalarca soran insanın karşısında hiç de rahat hissetmez bilakis daha çok geriliriz. Çünkü rahat hissetmenin anahtarı aslında kelimenin kendisinde de açıkça ortada duran “rahat” bırakmadır. Yani karşımızdaki kişiyi rahat ettirmek istiyorsak onu öncelikle rahat bırakmamız gerekir. Karşımızdaki kişiyi rahat bırakmamanın en etkili yolu da yukarıdaki örneğimizde olduğu gibi ısrarcı davranmaktır. Peki yemek bize hiç teklif edilmezse ne hissederiz? Yemekten biraz daha yemek istesek bile, bu kapı bize açılmadığı için kendimizi rahat hissetmeyiz. Bu sebeple de rahat hissettirmek istiyorsak eğer, bir teklifi sadece bir kere açık yüreklilikle ve samimiyetle sunmalı ve bundan sonra bu konuyu tekrardan açmamalıyız. İşte bunu yaptığımız zaman karşımızdaki insan olabilecek en rahat pozisyona çekilmiştir. Yemek örneğinden devam edersek, “yemekten biraz daha ister misin?” sorusunu bir kere sormak, yemekten isteyen bir kişi için gerçekten en rahat nokta olarak kalacaktır. Şimdi de sosyalleşmek noktasına geri dönelim ve tüm bu söylediklerimiz sosyalleşmek üzerinden tekrar konuşalım. Konuşmak, bizim yaptığımız yemektir. Bir insana yemekten ister misin diye sormamız ise onunla olan konuşmayı başlatmamızdır. İşte bu noktada sadece bir kere bunu yapmamız gerekir, sürekli olarak bunu yaparsak karşımızdaki insan rahat hissetmeyecektir. Bu noktada ise “her neyse, iyi günler” diyerek onu rahatsız etmek istemediğimizi belirtmiş oluruz ve konuşmak isterse bunu yapabileceğini de ona söylemiş oluruz.

Bu noktada fazla çekingen insanlar olabilir, yani konuşmayı isteyen ancak bundan çekindiği için sizinle konuşmuyor olabilirler. İşte biz karşımızdaki insanın böyle bir insan olmadığı ön kabulü ile yaklaşmamız gerekir ve maalesef fazla çekingen insanlarla sosyalleşemeyiz. Yine de bizim durumumuzdaki en zararsız kabul budur çünkü fazla çekingen olan insan bizim en azından iyi niyetimizi görür. Ancak zıttı bir kabulle girseydik noktaya, yani karşımızdaki insanın çok çekingen olduğunu düşünerek başlasaydık ve karşımızdaki çekingen bir insan olmasaydı, işte o zaman karşımızdaki insana baskı kurarak onu rahatsız etmiş olurduk. Bizim kabulümüzde ise rahatsız edilen hiç kimse yoktur.

Elbette insanları rahat ettirmenin önemli bir parçası da gülümsemektir. Yani gülümseyerek sunulan bir yemeği rahatlıkla kabul edebiliriz ancak çatık bir kaş ile sunulan yemeği kabul etmeyiz. Tamamen ifadesiz bir şekilde sunulan yemek de ise bizi ne rahatsız eder ne de rahat hissettirir. Ancak ortamın gerektirdiği gülümseme seviyesinin üstünde bir gülümseme ile teklif edilen yemek de bizi rahatsız hissettirir. Yani bir insana yemek sunarken kahkaha atmayız, histerik bir şekilde gülmeyiz ve sanki ortada çok komik bir şey varmış gibi davranmayız. Aynı şekilde insanlarla konuşurken de yüzümüzde sadece rahatlık sağlayacak derecede bir gülümseme olmalıdır. Bu gülümseme de karşımızdaki insanı rahat hissettirmek amacıyla oluşturulmuş gülümsemedir. Konuşurken ne kadar gülümseyeceğimizi şaşırmamızın asıl sebebi aslında karşımızdaki insanla hangi amaçla konuştuğumuzu unutmaktır, yani konuşurken aslında yapmak istediğimiz şekilde yani karşımızdakini rahat hissettirmek amaçlı konuştuğumuzu bilerek konuşmalıyız ve bu durumda gereken seviyedeki gülümseme derhal bilinçsizce yüzümüzde belirecektir.

Şimdilik tüm bu noktalardan sonra mükemmelliğe ulaşmanın mümkün olup olmadığı hakkında konuşmamız gerekiyor. Öncelikle mükemmel olmanın ne demek olduğunu tanımlamamız gereklidir. Ancak hepimiz böyle bir tanımı yapmaya çalıştığımızda bu tanımı yapmanın imkânsız olduğunu fark ederiz çünkü mükemmellik, belirli olan kurallara yaklaşmak ve onları tam olarak sağlamaktan gelir, tabii ki insanlar için böyle belirlenmiş kurallar yoktur ve bu yüzden de mükemmel olmak imkansızdır çünkü mükemmel diye bir şey yoktur. Mükemmel diye bir şey olmamasına rağmen mükemmel diye bir terim olması ise bizim avantajımızdır ve biz bu terimi kullanacağız ve kendimiz için bir mükemmellik oluşturacağız. Bunu da kendi oluşturduğumuz belirlenmiş kurallara uyarak başaracağız. Bu kurallara uymak bizi mükemmel kavramına -Böyle bir kavramın gerçekte mümkün olmamasına rağmen- ulaştıracaktır. 

Mükemmel olmak için kendi kurallarımızı kendimiz oluşturacağız. Bu kurallar da basitçe duruşlardan oluşacaktır. Hayatın içindeki her bir duruma uygun olan duruşlar oluşturduğumuz zaman mükemmele ulaşmış oluruz. Şimdi bize kalan şey hayatın içinde bulunabileceğimiz tüm durumları düşünmektir. Mümkün olan tüm durumları düşündükten sonra da bu durumlara uygun duruşları ortaya koymamız gerekmektedir. Bu durumların her birini elbette ki düşünemeyeceğiz çünkü bunların sayısı neredeyse sonsuz olacaktır, biz de bu noktada bizi rahatsız hissettiren durumları düşünerek bu durumlar için uygun duruşlar yaratacağız, yarattığımız durumlar belirli bir sayıya gelince hepsinin altında yatan asıl meselenin aynı olduğunu göreceğiz ve böylece de tamamen yeni bir durumla karşılaştığımızda da diğer duruşlarımızdan aldığımız altyapı ile bu yepyeni duruma göre de bir duruşu anlık olarak oluşturabileceğiz. Bunun yanında, durumların her birine göre özel değil de durumların bizde oluşturduğu duyguları çözümleyerek hissettiğimiz duygulara karşı duruşlar oluşturarak karşılaştığımız durum ne olursa olsun bizde oluşturduğu etkiye karşı bir duruş koyacağımız için böylece yeni durumların bizim için hiçbir önemi olmayacak ve derhal duruşumuzu açığa çıkartabileceğiz. Bu bahsettiğimiz duruş oluşturmaları elbette tüm hayat için de belirleyebiliriz ve hatta belirlemeliyiz de zira duruşu olmayan bir insanın ne için yaşadığı, gerçekten neyi istediği belli değildir ve bir koyundan farksız bir şekilde yaşayacaktır; yine de biz şimdilik bu duruşları sosyallik ile alakalalı olanlar üzerinden oluşturacağız.