Bir şeyin en iyisini kim
yapabilir sorusuna vereceğim veya vermem gereken cevap ‘ben’ olmalıdır. Bu,
bizim hayata karşı duruşumuzdur en azından. Duruştan, bir çözüm olarak
bahsediyorsak eğer ve bu çözümün de lirik olduğundan son derece eminsek duruşu
hayatta bir şiar edinmemek için hiçbir sebebimiz olmaz. Bu halde, biz duruşu
son derece olumlamış ve duruşa inanmış oluyoruz. Bu noktada kendi sorunlarımız
üzerinde, evet, her biri üzerinde tek tek belirli duruşlar geliştirmemiz son
derece mantıklı ve aynı zamanda gereklidir. Lirik yaşamın destekleyicisidir
duruş çünkü ve biz lirik yaşamayı dünyada en büyük hedef olarak görüyoruz. Bu
halde hem lirik olan hem de sosyal olan bir duruş yaratmamız gerekmektedir. Biz
sosyalliği her zaman bir duruş eksikliği olarak değerlendirmiştik bundan önce,
bunun altında elbette kendi fikirlerine olan inancın sönmüş olması ve buna
benzeyen önemli durumlar da yatıyordu ama en nihayetinde ortada olan şey,
sosyalliğin duruşumuzu bozduğu inancıydı. Bu yazımızda ise sosyal bir duruş inşa
ederek, sosyalliğin duruşumuzu bozmasını imkansız hale getireceğiz ve böylece
sosyalleşmek konusundaki tüm sıkıntılarımızı da ortadan kaldıracağız. İşte
başlıyoruz, öncelikle sosyal olmanın son derece zevkli olduğunu belirtelim,
sosyallik bir tür içkidir insan için ve sosyalliğe de ancak içkiye karşı
olduğumuz kadar karşı çıkabiliriz. İçki kullanmanın kötü sonuçları olabileceği
gibi harika sonuçları da olabilir insan için, aynı şekilde sosyalliğin de insan
için iyi veya kötü sonuçları olabilir ve tüm bu sonuçların temel noktası,
bunları uygularken bir duruşumuzun olup olmamasıdır. Örneğin içki kullanımı
konusunda bir duruşa sahip olmak, içkinin rezalet içeren tüm sonuçlarını
ortadan kaldırır, bu durumu başka insanlar maalesef ‘içki adabı’ veya ‘kiminle
içtiğini bileceksin’ gibi laflarla aslında kullanıyorlar, ancak tüm bu ‘içki
adabı’ muhabbetlerinin hepsini tek kelimeyle anlatmamız mümkündür, bu kelime de
duruştur. Şimdi aynı şekilde sosyallik için de bir duruş inşa ettiğimiz zaman,
sosyalliğin adabı üzerine de bir değil binlerce kalıbı, hiç zorlanmadan ve
aptal gibi binlerce cümleyi ezberlemeden, hatta cümleye bile ihtiyacımız
kalmadan tek bir kelime ile öğrenmiş ve benimsemiş olacağız. İşte başlıyoruz.
Öncelikle sosyal bir insan olmanın eğlenceli olduğunu biliyoruz, birisiyle
konuşmak ve espri yapmak elbette ki suratsız bir şekilde durmaktan daha
eğlencelidir. Bunun doğruluğunu, ne kadar aksini iddia etsek bile kendimizi her
zaman güldüğümüz durumların içinde olma isteğimizden çıkartabiliriz. Etrafta eğlenceli
bir sohbet duyduğumuzda istemsiz olarak dikkatimiz oraya doğru çevrilir. Ancak
bir sohbet eğlenceli olmasa bile ortada bir sohbetin veya konuşmanın olması
bile, o konuşmayı dinlememize sebep olur. İşte bu noktada türümüzde böyle bir
gerçeğin olduğunu kabul etmek durumunda kalırız. Bir insan karşımıza geçip
konuşmaya başladığı zaman, onu dinleriz, dinlemek istemesek bile onun
söylediklerini anlarız ve bunları o anda düşünürüz, çünkü konuşmak direkt
olarak akıldan ortaya çıkmış sözcüklerle oluşmuştur. Bu sebeple, dünyada
kurulmuş en aptalca cümle bile bir düşünmenin ürünüdür. Yani asla, sözcükleri
düşünceden bağımsız olarak düşünemeyiz.
Bunun altında,
konuşmanın, bizim türümüze özgü olduğu gerçeğinin yattığını düşünüyorum. Bizim
türümüzün, diğer türlerden ayırt edilmesini sağlayan şey, konuşmaktır. Bizim
türümüz dışında hiçbir türde bu görülmez. İşte bu sebeple konuşmak, türümüzün
ayırt edici özelliğidir ve türün ayırt edici özellikleri, o tür için öne
çıkmıştır ve değerlidir. Bu yüzden, dünyanın en aptalca düşüncelerinden oluşan
bir konuşmayı bile dinleyen ve etkileyici bulan insanlar her zaman çıkacaktır
çünkü konuşmanın dinlenilmesini sağlayan tek şey içindeki deha değil, sadece ve
sadece konuşmanın kendisidir. Konuşmak, türün ayırt edici özelliği olduğu için,
içeriğinden bağımsız olarak tüm insanlar için dinlenilmeye değer olarak
algılanır. Bunu, harika yeleleri ile tanınan aslanlarda görebiliriz, en güzel
yeleye sahip olan aslan elbette ki en çok değer gören olacaktır ancak en çirkin
yeleye sahip olan bir kedinin bile yelesi dikkat çekicidir. Ancak, yelesi
olmayan bir aslanın, aslanlar arasında nasıl hor görüleceğini tahmin
edebiliriz, yelesi olmadığı için aslan olduğundan bile şüpheye düşülebilir.
İşte bu sebeple de insanın konuşması değerlidir, bunu Platon’un şu sözlerinden
çıkarabiliriz: “İnsan, düşünebilen hayvandır.” İşte bu cümle ile türümüzün
ayırt edici özelliği olan düşünmenin değerini görürüz. Günlük hayatımızda,
düşünmenin bir dış görünüşe yani bir yeleye dönüşmesi için en etkili yöntem de konuşmaktır.
İşte bu sebeple söyledikleri ne kadar aptalca olursa olsun konuşan bir insan,
çirkin bir yelesi olan bir aslan gibidir, belki yelesi çirkindir ancak ne kadar
kötü bir yeleye sahip olsa bile o bir aslandır. İşte konuşan kişiyi değerli
yapan durum da tam olarak budur.
Şimdi sosyalliğin temel
elementi olan konuşmaya da verilmesi gereken değeri verdikten sonra sosyallik
duruşunu oturtmaya başlayabiliriz. Yukarıda bahsettiğim realiteden
çıkarabileceğimiz en temel sonuç şudur: “Kötü konuşan bir insan bile hiç
konuşmayan insandan kat be kat değerli olarak görülür.” Sosyalleşmek için
yapmamız gereken ilk şey de dolayısıyla ne kadar aptalca olsa bile konuşmaktır.
Elbette iyi konuşmak her zaman daha iyidir ancak hiç konuşmamak yerine aptalca
da olsa bir şeyler söylemek gereklidir. Etraftaki insanların bizim aptal
olduğumuzu düşünmeleri bile sosyalliğimiz açısından konuşmamamızdan daha
iyidir. Çünkü yelesi olmayan bir aslan, aslanlar arasında tanımlayamadıkları
bir ‘yaratık’ olarak gözükecekken, en kötü yeleye sahip bir aslan ise ‘kötü
yeleli’ bir ‘aslan’ olarak gözükecektir. İşte bizde yelenin karşılığı olan
konuşmak da diğer insanlar arasında ‘insan’ olarak tanımlanmamızı
sağlayacaktır. Hiçbir aslan, yelesi olmayan bir yaratık ile arkadaş
olmayacaktır, bunun yanında çok çirkin yeleli bir aslanın ise birden çok aslan
arkadaşı olacaktır.
Elbette biz, insanlara en
kötü yeleyi, yani aptalca konuşmayı vaat etmiyoruz. Bu eblehlik olurdu, bu
bölümde yaptığımız sadece ve sadece konuşmanın ne demek olduğunu gerçek manada
kavramamız ve bunun diğer insanlar üzerinde olan etkisinin de ortaya
konmasıydı. Ancak yine de “bana bu kadar bilgi yeterli” diyerek sadece bu
söylediklerimizi tatbik edecek olan tembel insanların bile bu temel bilgi ile
eski durumundan çok daha üst bir noktaya taşınacağını da kesinlikle
söyleyebiliriz.
Şimdi biz, bu konu
hakkında gerçekten de etkili olacak bir şeyler öne sürmenin derdine düşeceğiz,
ayrıca bu söyleyeceklerimin Aristoteles’in Retorik’inden çok daha faydalı
olacağını kolay bir şekilde iddia edebilirim çünkü Aristoteles’in bir reçete
sunmadığını, ilgili kitabı okuyan herkes rahatlıkla görecektir. Bizim
yapacağımız şey ise bir duruş oluşturmak ve reçeteye bile ihtiyaç duymadan
sağlığa kavuşmak olacaktır. Sağlıklı beslenip düzenli spor yapan bir insanın
her zaman fit ve sağlıklı olacağını biliriz ancak sadece bir reçete ile fit
olmak için uğraşan insanların genellikle hayal kırıklığına uğradığını veya
nadiren de olsa sadece bir süre için fit olup daha sonra tekrardan eski
sağlıksız hallerine geri döndüklerini de görürüz. İşte bu yüzden
söylediklerimiz reçete olmayan bir reçetedir. Nasıl ki fit olmakla ilgilenmeyen
ama sürekli olarak spor yapan ve sağlıklı beslenen bir insan fit olarak
kalıyorsa, biz de aynı şekilde sosyal olmakla ilgilenmesek bile sosyal olarak
kalacağız.
Şimdi duruşumuzu
temellendirmeye başlayabiliriz. Öncelikle sosyalliğin zorunlu olarak konuşmayı
gerektirdiğini söylemiştik. Konuşmayı birinci sıraya koyuyoruz ve konuşma
konusunda söylediklerimizin bir önemi olmadığını da söylemiştik bu sebeple ne
hakkında konuştuğumuzun bir önemi de kalmıyor. Bir diğer mesele de kendimizin
sosyal bir insan olduğunu kabul etmemizdir, bu kabulün bize sağlayacağı fayda,
hangi durumda olursak olalım konuşmamızın önündeki engeli kaldırmasıdır, yani
normalde konuşmayacağımız bir ortamdayken bile “Ben sosyal bir insanım, bu
yüzden konuşabilirim” diyebileceğiz ve konuşmaya başlayacağız. Bu lafı
söyleyebilmek için ise ihtiyacımız olan şey sosyal olmak kavramını net bir
zemine oturtup bir duruş ile temellendirmektir. İnsanların bir ortamda hiçbir
şey konuşmamaları bizi rahatsız eder çünkü konuşmamak bir baskı ve tedirginlik
yaratır üzerimizde. Örneğin bir anda bizimle konuşmayı kesen sevgilimizi
gördüğümüzde geriliriz ve “kesin bir şeyler olmuş” diye düşünürüz. Bu durum,
birbirini tanımayan insanlar arasında da geçerlidir ancak sadece yoğunluğu ve
derecesi daha düşüktür. İşte biz nasıl ki bizimle konuşmayan sevgilimize bir
şeyler söyleyerek bizimle konuşmasını sağlıyorsak, diğer insanlarla olan iletişimimizde
de bir şeyler söyleyebiliriz ve bunu sadece ve sadece karşımızdaki insanı rahat
ettirmek için yapmış oluruz.
Karşımızdaki insan daha
rahat olsun diye düşünerek yaptığımız bir hareket için ise hiçbir durumda suçlu
olmayız. Bunu neden yaptın diye soran biri olursa cevabımız açık ve nettir
çünkü, “İnsanlar birbirleriyle konuştukları zaman kendilerini daha rahat
hissederler ve ben de karşımdaki insanların daha rahat hissetmelerini
istiyorum”. Karşısındaki insanı rahat hissettirmek, aslında adabı muaşeret
kuralları denilen olgunun temelidir. Bunun kanıtlarını Bira İçelim’in ilgili
konu ile düşüncelerinde görebiliriz. Yani aslında biz, karşımızdaki insanlar
ile konuştuğumuzda aslında onların daha rahat hissetmelerini sağlıyoruz ve
dolayısı ile bu davranışlarımız adabı muaşeret temellerine oturuyor. Elbette
böyle bir noktada söylediklerimizin de karşımızdaki insanı rahatsız
hissettirecek şeyler olmamasına kesinlikle dikkat etmeliyiz çünkü insanları
rahat ettirme temelli bir çalışmanın hiçbir parçası insanları rahatsız
hissettirmemelidir. İşte burada devreye bir kumar oyunu devreye giriyor.
Karşımızdaki insan, rahat etmek istiyor mu? Burada bunu anlamamız için her
kumarda olduğu gibi riskin her zaman var olacağını ve ilk adımımız ile
karşımızdaki insanı rahatsız edebileceğimizi ve bununla da temeldeki amacımızın
yıkılma ihtimalini göz önüne almamız gerekir. Burada şu örneği verebiliriz,
hepimiz bize sürekli “yemekten biraz daha ister misin” sorusunu defalarca soran
bir büyükle karşı karşıya gelmişizdir ve bu soruyu defalarca soran insanın
karşısında hiç de rahat hissetmez bilakis daha çok geriliriz. Çünkü rahat
hissetmenin anahtarı aslında kelimenin kendisinde de açıkça ortada duran
“rahat” bırakmadır. Yani karşımızdaki kişiyi rahat ettirmek istiyorsak onu öncelikle
rahat bırakmamız gerekir. Karşımızdaki kişiyi rahat bırakmamanın en etkili yolu
da yukarıdaki örneğimizde olduğu gibi ısrarcı davranmaktır. Peki yemek bize hiç
teklif edilmezse ne hissederiz? Yemekten biraz daha yemek istesek bile, bu kapı
bize açılmadığı için kendimizi rahat hissetmeyiz. Bu sebeple de rahat
hissettirmek istiyorsak eğer, bir teklifi sadece bir kere açık yüreklilikle ve
samimiyetle sunmalı ve bundan sonra bu konuyu tekrardan açmamalıyız. İşte bunu
yaptığımız zaman karşımızdaki insan olabilecek en rahat pozisyona çekilmiştir.
Yemek örneğinden devam edersek, “yemekten biraz daha ister misin?” sorusunu bir
kere sormak, yemekten isteyen bir kişi için gerçekten en rahat nokta olarak
kalacaktır. Şimdi de sosyalleşmek noktasına geri dönelim ve tüm bu
söylediklerimiz sosyalleşmek üzerinden tekrar konuşalım. Konuşmak, bizim
yaptığımız yemektir. Bir insana yemekten ister misin diye sormamız ise onunla
olan konuşmayı başlatmamızdır. İşte bu noktada sadece bir kere bunu yapmamız
gerekir, sürekli olarak bunu yaparsak karşımızdaki insan rahat
hissetmeyecektir. Bu noktada ise “her neyse, iyi günler” diyerek onu rahatsız
etmek istemediğimizi belirtmiş oluruz ve konuşmak isterse bunu yapabileceğini
de ona söylemiş oluruz.
Bu noktada fazla çekingen
insanlar olabilir, yani konuşmayı isteyen ancak bundan çekindiği için sizinle
konuşmuyor olabilirler. İşte biz karşımızdaki insanın böyle bir insan olmadığı
ön kabulü ile yaklaşmamız gerekir ve maalesef fazla çekingen insanlarla
sosyalleşemeyiz. Yine de bizim durumumuzdaki en zararsız kabul budur çünkü
fazla çekingen olan insan bizim en azından iyi niyetimizi görür. Ancak zıttı
bir kabulle girseydik noktaya, yani karşımızdaki insanın çok çekingen olduğunu
düşünerek başlasaydık ve karşımızdaki çekingen bir insan olmasaydı, işte o
zaman karşımızdaki insana baskı kurarak onu rahatsız etmiş olurduk. Bizim
kabulümüzde ise rahatsız edilen hiç kimse yoktur.
Elbette insanları rahat
ettirmenin önemli bir parçası da gülümsemektir. Yani gülümseyerek sunulan bir
yemeği rahatlıkla kabul edebiliriz ancak çatık bir kaş ile sunulan yemeği kabul
etmeyiz. Tamamen ifadesiz bir şekilde sunulan yemek de ise bizi ne rahatsız
eder ne de rahat hissettirir. Ancak ortamın gerektirdiği gülümseme seviyesinin
üstünde bir gülümseme ile teklif edilen yemek de bizi rahatsız hissettirir.
Yani bir insana yemek sunarken kahkaha atmayız, histerik bir şekilde gülmeyiz
ve sanki ortada çok komik bir şey varmış gibi davranmayız. Aynı şekilde
insanlarla konuşurken de yüzümüzde sadece rahatlık sağlayacak derecede bir
gülümseme olmalıdır. Bu gülümseme de karşımızdaki insanı rahat hissettirmek
amacıyla oluşturulmuş gülümsemedir. Konuşurken ne kadar gülümseyeceğimizi
şaşırmamızın asıl sebebi aslında karşımızdaki insanla hangi amaçla
konuştuğumuzu unutmaktır, yani konuşurken aslında yapmak istediğimiz şekilde
yani karşımızdakini rahat hissettirmek amaçlı konuştuğumuzu bilerek
konuşmalıyız ve bu durumda gereken seviyedeki gülümseme derhal bilinçsizce
yüzümüzde belirecektir.
Şimdilik tüm bu
noktalardan sonra mükemmelliğe ulaşmanın mümkün olup olmadığı hakkında
konuşmamız gerekiyor. Öncelikle mükemmel olmanın ne demek olduğunu tanımlamamız
gereklidir. Ancak hepimiz böyle bir tanımı yapmaya çalıştığımızda bu tanımı
yapmanın imkânsız olduğunu fark ederiz çünkü mükemmellik, belirli olan
kurallara yaklaşmak ve onları tam olarak sağlamaktan gelir, tabii ki insanlar
için böyle belirlenmiş kurallar yoktur ve bu yüzden de mükemmel olmak
imkansızdır çünkü mükemmel diye bir şey yoktur. Mükemmel diye bir şey
olmamasına rağmen mükemmel diye bir terim olması ise bizim avantajımızdır ve
biz bu terimi kullanacağız ve kendimiz için bir mükemmellik oluşturacağız. Bunu
da kendi oluşturduğumuz belirlenmiş kurallara uyarak başaracağız. Bu kurallara
uymak bizi mükemmel kavramına -Böyle bir kavramın gerçekte mümkün olmamasına
rağmen- ulaştıracaktır.
Mükemmel olmak için kendi
kurallarımızı kendimiz oluşturacağız. Bu kurallar da basitçe duruşlardan
oluşacaktır. Hayatın içindeki her bir duruma uygun olan duruşlar oluşturduğumuz
zaman mükemmele ulaşmış oluruz. Şimdi bize kalan şey hayatın içinde
bulunabileceğimiz tüm durumları düşünmektir. Mümkün olan tüm durumları
düşündükten sonra da bu durumlara uygun duruşları ortaya koymamız
gerekmektedir. Bu durumların her birini elbette ki düşünemeyeceğiz çünkü
bunların sayısı neredeyse sonsuz olacaktır, biz de bu noktada bizi rahatsız
hissettiren durumları düşünerek bu durumlar için uygun duruşlar yaratacağız,
yarattığımız durumlar belirli bir sayıya gelince hepsinin altında yatan asıl
meselenin aynı olduğunu göreceğiz ve böylece de tamamen yeni bir durumla
karşılaştığımızda da diğer duruşlarımızdan aldığımız altyapı ile bu yepyeni
duruma göre de bir duruşu anlık olarak oluşturabileceğiz. Bunun yanında,
durumların her birine göre özel değil de durumların bizde oluşturduğu duyguları
çözümleyerek hissettiğimiz duygulara karşı duruşlar oluşturarak karşılaştığımız
durum ne olursa olsun bizde oluşturduğu etkiye karşı bir duruş koyacağımız için
böylece yeni durumların bizim için hiçbir önemi olmayacak ve derhal duruşumuzu
açığa çıkartabileceğiz. Bu bahsettiğimiz duruş oluşturmaları elbette tüm hayat
için de belirleyebiliriz ve hatta belirlemeliyiz de zira duruşu olmayan bir
insanın ne için yaşadığı, gerçekten neyi istediği belli değildir ve bir
koyundan farksız bir şekilde yaşayacaktır; yine de biz şimdilik bu duruşları
sosyallik ile alakalalı olanlar üzerinden oluşturacağız.