Sina Akşin'in Kısa Türkiye Tarihi isimli kitabından beğendiğim bölümler. Özellikle Atatürk dönemi sonrasını bilmediğim için o kısımlar çok daha yoğun.
-
Kul olmanın ikinci bir sonucu, kulların ölümünde
miraslarına el konmasıydı ki buna, müsadere denirdi. Herhalde müsadere daha
çok, müsadereye değer serveti olan yüksek görevlilere uygulanıyor olmalıydı.
Fakat bunların, ölümlerinden sonra vârislerini gözetmek için kullanabilecekleri
bir imkân vardı. Cami, medrese vb gibi hayır kurumları yapıp, bunların
faaliyetlerinin sürdürülmesi için vakıf kurduklarında, vârislerini vakıf
mütevellisi atayıp onları bu yoldan gelir sahibi kılabilirlerdi. Zira vakıflar
müsadere edilemezdi.
-
-
14. yüzyılda Mısır’da yaşamış olan ve
kimilerince toplumbilimin babası sayılan Tunuslu İbn Haldun, Mukaddime adlı
yapıtında İslam tarihini inceleyerek çok dikkate değer sonuçlara ulaşmıştır.
Ona göre bu toplumlar iki düzenin çatışmasına sahne oluyordu: medeniyet
(medine, kent anlamındadır) ve bedeviyet (oymak ve boy olarak örgütlenmiş
göçebe kandaş topluluklar). Bedeviler asabiyet denen yüksek bir dayanışma
duygusu içindedirler. Savaşkan, dürüst, kaba insanlardır. Medeniler yerleşik,
tarıma dayalı, kentleri olan topluluklardır. Medeni devletler sürekli
bedevilerin saldırılarına uğrarlar. Zayıf düştükleri zamanlar bu saldırılara
yenik düşerler, bedeviler devleti ele geçirirler. Böylece bedevi reisinin
hükümdar olduğu yeni bir devlet ortaya çıkar. Bedeviler, yıktıkları devletin
ülkesinde, kentlerinde yavaş yavaş medeniyeti öğrenirler. Medeniyetleri
arttıkça, savaşkanlıklarını ve asabiyetlerini yitirirler. Dört kuşak sonra,
yani 100-120 yıl sonra devlet, yeniden bedevilere yenik düşecek derecede
yumuşamış olur. Tarih böylece tekrarlanıp gider. Niyazi Berkes’e göre Osmanlı
Devleti “İbn Haldun tipi” bir devletti. Buna göre 100-120 yılda yıkılması
gerekirken, bölgede yeterince güçlü bir akın yapabilecek bir bedevi topluluk kalmadığı
için “doğal” bir sonu olamamıştır. Osmanlı Devleti’nin karşısındaki Avrupa
devletleri İstanbul ve Boğazlar’ı içlerinden birinin kapmasını istemedikleri
için Osmanlı Devleti’ni yıkmamışlar, sömürmekle yetinmişlerdir. Böylece Osmanlı
Devleti, bir türlü ölemeyen yatalak ihtiyarlar gibi varlığını sürüklenerek
sürdürmüştür.
-
-
Yeni Osmanlılar içindeki en önemli kişi Namık
Kemal’dir. Onun yazıları ve özellikle şiirleri yalnız kendi kuşağını değil,
kendisinden sonraki kuşağı da –ki Atatürk de bu kuşağın içindedir– çok
etkilemiştir. N. Kemal “vatan ve hürriyet şairi” diye tanıtılır. Hürriyeti
gördük. Vatan kavramı üzerinde duralım. Daha önce vatan yalnızca insanın nereli
olduğunu (“memleket”ini) anlatırdı. N. Kemal’le birlikte bu kavram kişinin
uyruğu olduğu devletin bütün ülkesini kapsadığı gibi, duygusal bir anlam da
yükleniyordu. Vatan, basit bir toprak parçası değil, sevilen, uğrunda
fedâkarlıklar yapılacak, hatta ölünecek bir topraktır. Oysa bundan önce ülke,
padişahın toprakları diye bilinirdi. Bu, “padişahın çiftliği” kavramından çok
da farklı değildi.
-
Avrupa’da en koyu mutlakiyetlerde bile devletin
adı hanedanla ilgisiz ülke adı iken (Rusya, Prusya, Fransa gibi) Osmanlı
Devleti hanedan adı taşıyordu. “Türkiye” adı önce Avrupalıların taktığı, resmen
ilk kez Milli Mücadele sırasında Büyük Millet Meclisi’nin benimsemiş olduğu bir
ülke adıdır.
-
Savaştan az önce Enver, ordu içinde, eski Türkçe
harflerin bitişik değil de, Latin harfleri gibi ayrı ayrı yazıldığı bir biçimi
denemeye giriştiyse de, bu pek benimsenmedi ve barışta yeniden ele alınmak
üzere terk edildi.
-
Savaştan az önce Enver, ordu içinde, eski Türkçe
harflerin bitişik değil de, Latin harfleri gibi ayrı ayrı yazıldığı bir biçimi
denemeye giriştiyse de, bu pek benimsenmedi ve barışta yeniden ele alınmak
üzere terk edildi.
-
Zaten Enver’in bütün ağırlığı Kafkasya’ya
vermesi yüzünden Güney cephesi adamakıllı zayıflamıştı. İngiliz taarruzu
üzerine Osmanlı cephesi paramparça oldu. Cephe komutanı von Sanders çekilmeyi
ve Suriye’nin güney sınırına yakın olan Şam’ın güneyinde cephe oluşturulmasını
emretti. Bunun olamayacağını görünce, Humus’ta toparlanılmasını istedi. Oysa
emri altındaki VII. Ordu’nun komutanı Mustafa Kemal, Suriye’nin kuzey sınırına
yakın Halep’e çekilmek üzere emir veriyordu. Von Sanders bu açık itaatsizliğin
nedenini sorunca, Mustafa Kemal Suriye’nin bir Arap ülkesi olduğunu, önemli
olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu söyledi. Von Sanders bu tür bir
gerekçeyle bir ilgisi olamayacağını söyleyerek cephe komutanlığından çekildi.
Komutanlık önce fiilen, sonra resmen Mustafa Kemal’e kaldı. Halep’e gelen
Mustafa Kemal, evlerden Osmanlı askerinin üzerine ateş edildiğini görünce, yeni
cepheyi Halep’in de kuzeyine aldı. Hatay’ı içine alan bu cephe İngiliz
saldırılarına dayandı. Bu, Atatürk’ün deyimiyle, “Türk süngülerinin çizdiği
sınır” olacaktı.
-
Zaten Bulgaristan’da Kral Ferdinand tahttan
çekilmiş, yerine oğlu Boris gelmişti (4 Ekim). Almanya’da İmparator II. Wilhelm
tahttan feragat etti, fakat bu da yetmedi, cumhuriyet kuruldu (9 Kasım). Avusturya-Macaristan
İmparatoru Karl tahttan feragat etti, yerine Avusturya (13 Kasım) ve Macaristan
(16 Kasım) cumhuriyetleri kuruldu. Demek ki saltanat düzenleri tekerlenip
gidiyor, cumhuriyetler kuruluyor, ya da en azından taht değişikliği oluyordu.
Her iki ihtimalin de Vahdettin için son derecede tatsız olduğu açıktı.
Vahdettin 1918’de, savaşın sonundan ancak birkaç ay önce tahta geçmiş olması
sebebiyle, savaş ve savaş sırasında olup bitenlerle ilişiği bulunmadığını
düşünerek kendini teselli ediyor olmalıydı. Ama sonunda, büyük bir ölçüde
Vahdettin’in yanlış siyaseti yüzünden, hem Vahdettin tahtından olacak, hem de
Türkiye’de cumhuriyet kurulacaktı.
-
Britanya İmparatorluğu “üzerinde güneşin
batmadığı” (çünkü dünyanın her köşesinde sömürgesi vardı) bir imparatorluktu.
-
Böyle bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için
İngilizlerin (ya da genel olarak sömürgecilerin) kullandıkları yöntemler vardı.
Bunlardan biri de “böl ve yönet” yöntemiydi. Örneğin Hindistan’da Hindu ve
Müslüman, Filistin’de Arap ve Yahudi, Kıbrıs’ta Türk ve Rum birbirlerine düşman
ediliyordu. Diğer bir yöntem, yoğun bir “size uygarlık getiriyoruz, biz olmasak
gerilik içinde ve kötü yönetim altında olurdunuz” propagandası yapmaktı.
-
Necip Fazıl Kısakürek’in Vatan Haini Değil,
Vatan Dostu Vahidüddin adlı kitabında dile getirdiği bir iddia vardır. Güya
Vahdettin Mustafa Kemal’i milli bir mücadele yürütmek için görevlendirmiş,
hatta eline bir hatt-ı hümayun ve 20.000 lira vermiş. Öncelikle, hatt-ı
hümayunu gören yok. Olsaydı, Mustafa Kemal Milli Mücadele’nin özellikle ilk
dönemlerinde, bundan yararlanmaz mıydı? Atatürk ve arkadaşlarının bol paraları
olduğuna dair bir işaret de yoktur. Nitekim Erzurum’dan Sivas’a giderken para
bulmakta zorlanmışlardır. İkincisi, Vahdettin söylenenleri yapmış olsa bile bu
onun kişiliğini ne denli kurtarabilir? Zira
-
Atatürk, kutsallığına inandığı davasına baş
koyduğu sırada 38 yaşındaydı.
-
Vahdettin’in milliyet sorununu hiç söz konusu
etmeden toprak üzerindeki bu ısrarı feodal bir tutumdur ve bütün Osmanlılar
için tipiktir. Toprak uğruna kapitülasyonları sürekli kılma (1740), Mısır’ı alt
edebilmek için İngilizlere çok kapsamlı ticaret ayrıcalıkları tanıma (1838),
padişahların süregelmiş tutumları olmuştur. Burada da Vahdettin toprakları
muhafaza edebilmek uğrunda bağımsızlıktan tamamen vazgeçebilmektedir.
-
Erzurum Kongresi’nin, demokratik-ulusçu
hareketin yaklaşımı ise çok daha çağdaş, kapitalist zihniyete uygun bir
yaklaşımdır. (Çünkü kapitalizmin, yani kapitalist bir sınıfın bağımlılık
çerçevesinde gelişmesi olanaksızdı, bunu deneyimler göstermişti.) Tam
bağımsızlık uğruna Arap topraklarından vazgeçebilen bir anlayış söz konusudur.
Yineleyelim, arada bir görüş farkı değil, bir zihniyet, bir çağ farkı vardır.
-
Doğudakilerin başında Ermenistan, batıdakilerin
başında Yunanistan sorunu vardı. Sonra doğudakiler her türlü işgale karşı
çıkarken, batıdakiler Yunanistan olmamak kaydiyle İtilaf devletlerinden birinin
işgaline razıydılar
-
Bu görüş farklılıklarının biraz da, doğuda
önderliğin ağırlıklı olarak subayların, batıda ise önderliğin ağırlıklı olarak
eşrafın elinde olmasından kaynaklandığı tahmin edilebilir.
-
Vahdettin hasta olduğunu ileri sürerek açılışa
gelmedi.
-
Rauf meclisten süngülü askerler tarafından,
İngilizlerin parlamentoya, demokrasiye saygısızlıklarını, tecavüzlerini
belgeleyen tarihsel bir sahne sonucunda, belki yaka paça götürülmeyi arzu
ediyordu. Bunun için kaçmamıştı. İngilizlerin terbiyeli gelişleri onun bu
tasavvurunu bozmuştu. Sonuç olarak gelen memurlara, kendisini zorla
götürdüklerine dair bir belge imzalattıktan sonra, teslim oldu. Oysa o anda
dahi kaçması çok zor değildi. Atatürk, herhalde bu yüzden, kimilerinin uygar
bir ülkenin hapishanesini ulusal bir mücadelenin tehlike ve belirsizliklerine
yeğledikleri yolunda bir sözü Nutuk’a yazmaktan kendini alamayacaktı.
-
Vahdettin Rauf’u terslemişti: “Rauf Bey! Bir
millet var, koyun sürüsü. Buna bir çoban lazım. O da benim.” Yani Rauf’a, siz
kim oluyorsunuz diyordu. Bu, tipik ortaçağcıl devletlilerin ya da din
önderlerinin görüşüdür. Halkı, cemaati koyun sürüsüne, kendilerini çobana
benzetirler.
-
18 Eylül’de TBMM İstiklal Mahkemeleri kurmaya
karar verdi. Bu mahkemelerin yargıç ve savcıları mebuslardan oluşacaktı.
-
Batı Anadolu’daki Kuva-yı Milliye Yunanlıları
durduramadığı gibi, kayda değer bir direnişte bulunamamıştı. Güneyde harikalar
yaratabilen Kuva-yı Milliye Ege’de varlık gösterememişti. Bu durumu açıklamak
çok zor değildir. Batıda Türk toplumu iç savaşı yaşıyordu. Öyle olunca, Yunan
başarısının şaşılacak bir yanı yoktur. İç savaşı Vahdettin başlatıp, bir ölçüde
o yürüttüğüne göre Yunan başarısı Vahdettin sayesinde gerçekleşmiştir demek
yanlış olmaz. Ama yine de Yunan başarısı Vahdettin’i memnun etmemiş olmalıdır.
Çünkü bu durumda idam hükmü gibi olan barış antlaşmasını kabul etmekten başka
çare kalmıyordu.
-
Vahdettin mutlaka imzalamak zorundaydı diye bir
iddia olamaz sanıyorum. Birtakım şeyleri göze alıp imzalamayabilir, hatta cihat
ilan edebilirdi. “Göze alınacak” muameleler arasında sarayından alınıp Napolyon
gibi uzak bir İngiliz adasına sürgün edilmek de vardı. O, bunları göze alamadı.
Atatürk ve arkadaşları ya da TBMM ise, yine birtakım şeyleri göze alarak,
mücadele bayrağını açtılar. Bursa Yunan eline geçtiğinde, TBMM kürsüsünün
üzerine siyah bir örtü örtüldü ve Bursa kurtuluncaya dek onun orada kalması
kararlaştırıldı. Sevr’i kabul edenlerin hain oldukları duyuruldu. Bu karar
sayesinde Sevr tarihin “çöp tenekesi”ne ya da “derin dondurucu”suna
kaldırılabildi.
-
Lozan’ın sigortası ve güvencesi Atatürk
devrimidir. Türkler Sevr şokunu yaşamış insanlar olarak bunu bildikleri için,
Atatürk’ün ölümünden bu yana yarım yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde, Atatürk
devrimi bütün kurumlarıyla ayaktadır. Dolayısıyla Atatürk devrimine Türk
devrimi de denebilir.
-
tarihte bir savaşı önemli kılan, savaşan tarafların
asker sayısı değil; doğurduğu sonuçlardır. İslamiyetin doğuşundaki kimi
muharebeler, katılanların sayısı bakımından büyükçe bir mahalle kavgası
boyutundayken çok büyük sonuçlar doğurmuşlardır, dolayısıyla da önemlidirler.
-
14 Temmuz 1920’de gizli Türkiye Komünist Fırkası
doğdu. Daha sonra bu örgüt yasal Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na dönüştü
(Aralık). Bütün bu çalışmalardan rahatsız olan Atatürk, hareketi
denetleyebilmek için, içinde Celal Bey’in de (Bayar) bulunduğu “resmi” Türkiye
Komünist Fırkası’nı kurdurdu (Ekim). Çerkez Ethem’in ayaklanmasından sonra
bütün bu örgütler kapatıldı.
-
Ordu 25 Temmuz’da Sakarya’nın doğusunda yerini
aldı. Meclis Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesini istiyordu. Ama Mustafa
Kemal’in şartı vardı. TBMM’nin yetkilerini kullanmak istiyordu. TBMM 5
Ağustos’ta onu başkumandan seçti ve 3 ay süreyle yetkilerini verdi.
-
Vahdettin kaçmayabilirdi de. Ama o bunu
seçmiştir. Çirkin olan cihet, kaçması değil, İngilizlere sığınarak kaçmasıdır,
çünkü İngiltere, Yunanistan’la birlikte Türkiye’nin baş düşmanı durumundaydı.
Fransa’ya, İtalya’ya (zaten ölümüne değin [1926] İtalya’nın San Remo kentinde
oturmuştur) sığınabilirdi.
-
Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde
bulunan Musul’la ilgili talepleri bir sonuca ulaşamadığı için, bu sorunun
Milletler Cemiyeti tarafından çözülmesi kararlaştırıldı.
-
Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına bağlı bir ağaydı
ve aşiretler üzerinde nüfuz sahibiydi. Ayaklanma şeriat ve halifelik adına
yapılıyordu.
-
Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına bağlı bir ağaydı
ve aşiretler üzerinde nüfuz sahibiydi. Ayaklanma şeriat ve halifelik adına
yapılıyordu. İşin bu denli ciddiyet kazanması karşısında Fethi Okyar hükümeti
çekildi, yerine İsmet Paşa hükümeti kuruldu (3 Mart). Yeni hükümet ertesi gün
hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu’nu TBMM’ye kabul
ettirdi. İstiklal Mahkemeleri kuruldu, muhalif gazeteler kapatıldı. Geniş bir
harekât sonucunda ayaklanma bastırıldı (31 Mayıs 1925). Elebaşları yargılanarak
idam edildiler. İsyanın bastırılması ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
kapatıldı (3 Haziran).
-
II. Mahmut, Rumların da benzerini giydiği fesi
asker ve memurlara giydirdiği için, çok şimşek çekmiş, kendisine “gâvur
padişah” diyenler çıkmıştı. Şimdi Atatürk buna benzer, hatta belki daha cesur
bir adım atıyordu.
-
şapkayı bayrak yaparak gizli bir karşı-devrim
hareketi örgütlemeye kalkıştığı için, İskilipli Âtıf Hoca İstiklal
Mahkemesi’nce idama mahkûm edilmişti.
-
Eski İttihatçıların dışında Terakkiperver
önderleri de tutuklandılar. Başvekil İsmet bunu önlemeye çalıştı diye mahkeme
onu da tutuklamaya kalkıştı. Sonunda mahkeme onların yakasını bıraktı.
-
Nutuk’un sonunda Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”si
yer alır ve burada Atatürk Cumhuriyet’i gençliğe emanet eder. Buradaki gençlik
hem yaşça hem “başça” gençlik olarak anlaşılabilir ve sanırım devrimcilik
anlamındadır. Hatırlanacağı üzere, 19. yüzyıl boyunca Fransız İhtilali’nden
esinlenen devrimci hareketlere “genç” sıfatı yakıştırılırdı. En ünlüsü
Mazzini’nin başını çektiği “Genç İtalya” hareketidir. Sonra, tabii “Genç
Türkler” vardır ki iki kuşaktır: Namık Kemal kuşağı, İT kuşağı.
-
Harf devrimini olanaklı kılan ikinci etken, her
şeye rağmen Osmanlı kitaplıklarını dolduran hatırı sayılır birikimin büyük
ölçüde bir ortaçağ birikimi olmasaydı. Bu birikimin tarihsel bir değeri
şüphesiz vardı, ama 20. yüzyıl için geçerliği hayli sınırlıydı.
-
Nakşibendi tarikatına mensup bazı kişiler
Manisa’dan Menemen’e gelerek halkı bir camiden aldıkları yeşil bayrağın altına
toplamaya kalkıştılar. Olay yerine gelen Yedek Asteğmen Fehmi Kubilay,
gericiler tarafından vuruldu. Başını bıçakla kesip direğe diktiler, halka
gösterdiler (ayrıca 2 bekçiyi de öldürdüler). Olay bastırıldı, sıkıyönetim ilan
edildi. Kurulan divan-ı harp 28 kişinin idamına hüküm verdi.
-
Halkevlerinin 9 etkinlik kolu vardı: 1. Dil,
edebiyat, tarih; 2. Güzel sanatlar; 3. Temsil; 4. Spor; 5. İçtimai (toplumsal)
yardım; 6. Halk dersaneleri ve kurslar; 7. Kütüphane ve yayın; 8. Köycülük; 9.
Müze ve sergi. Türkiye’de okulların kitaplık, tiyatro, müzik alanlarında
olanaklardan ne denli yoksun olduğu ve yetişkin nüfus için kültür merkezlerinin
önemi düşünülürse, bu hareketin gerekliliği ortaya çıkar. Denebilir ki
halkevleri ve halkodaları aydınlanma hareketini taşraya yayan merkezler
olmuşlardır.
-
Ülkemiz II. Dünya Savaşı’ndan sonra önceliği
hemen tümüyle karayollarına vermiş ve şimdi demiryollarımız çağdışı duruma
düşmüştür. O dönem demiryollarına öncelik verilmişti, çünkü trenlerin yakıtı
Türkiye’de bulunan kömürdü. Karayollarına öncelik vermek, petrol gereksinmesini
artıracağından, dışa bağımlı bir ekonomi yaratır ve özellikle savaş zamanında
ciddi sorunlar çıkarırdı.
-
Atatürk devrimi, Türk halkının da benimsediği
bir gereksinmeden kaynaklanıyordu. O bakımdan buna Türk devrimi de diyebiliriz.
Söz konusu gereksinmeye yukarıda işaret etmiştim. Bu Sevr “darbe”sinden
kaynaklanıyor. Türkler Sevr ile Rumeli’den atıldıktan sonra, İstanbul ve
Anadolu’dan da atılma sürecine girildiğini dehşetle anlamışlardı. Bu süreci
durdurmak için, Avrupa’da (Anadolu’yu Avrupa kabul ederek) kalabilmek için, her
alanda Avrupalı kadar güçlü olmak gerekiyordu.
-
Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri
komünizm “propaganda”sına 7,5 yıldan 15 yıla uzanan olağanüstü ağırlıkta bir
ceza getiriyordu. Ülkede estirilen hava öyleydi ki, mahkemeler bu cezaları
uygulamakta pek duraksama göstermiyorlardı. Bu tutumun ve havanın görünürdeki
gerekçesi SSCB’nin 1945’te Boğazlar’a, Kars ve Ardahan’a gözünü dikmiş
olmasıydı. Fakat
-
Türkiye’de bu hava 60’lara değin sürdü. Hatta
kısmen bugüne dek sürdüğü de söylenebilir. Komünisttir diye, Rusya’ya kaçtı
diye Türkiye’nin en büyük şairlerinden birinin, Nâzım Hikmet’in şiirleri uzun
yıllar tümüyle ortadan kalktı. Bu şiirlerin evinde bulunduğunu söylemeye kimse
cesaret edemezdi. Hâlâ okul kitaplarına dönebilmiş değildir Nâzım Hikmet. Oysa
Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Rıza Tevfik’in şiirlerine bu kitaplarda hep
yer verilir. Doğrusu da budur. Yıllar boyunca, dünyaca ünlü Rus salatasına
“Rus” demeye cesaret edilemedi, Amerikalıları da herhalde hayrete düşürecek
biçimde “Amerikan salatası” dendi. Bu
-
Halkevleri örgütünün işlevlerini eskisi gibi
sürdürmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması düşüncesi CHP zamanında
nedense gerçekleşmemişti. DP iktidarı, örgütü devletleştirirken böyle bir yol
izlemek yerine, bütün o kültür yuvalarını (478 halkevi ve 4322 halkodası) bir
taşınmaz ve taşınır mal yığını halinde Hazine’ye intikal ettirdi. Örgütün
kültürlendirme işlevi yok edildi. Dolayısıyla halkın aydınlanma sürecine büyük
bir darbe indirildi. Bugün hâlâ o karanlık boşluk doldurulabilmiş değildir.
-
Menderes 6 Eylül 1958’de Balıkesir’de,
muhalefeti Irak’taki devrimin benzerini yapmak istemekle suçladı ve
darağaçlarını hatırlattı. 21 Eylül’de İzmir’de, De Gaulle düzenini örnek almak
istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine baskı yapılırsa
demokrasiye paydos deneceğini de belirtti. İnönü bu sözleri yanıtsız bırakmıyordu,
fakat iktidarın niyetleri belli olmuştu. Önce bu niyetler Vatan Cephesi
biçiminde somutlaştı.
-
İnönü o gün TBMM’de iki konuşma yaptı.
Kendilerinin ihtilalden gelip demokrasiye geçtiklerini, ihtilal yapmalarının
olanaksız olduğunu, kurulacak komisyonun gayrimeşru olduğunu, TBMM’nin üstünde
bir baskı düzeni getireceğini, bu durumun kendileri dışından kaynaklanan bir
ihtilale yol açacağını söyledi. Ve şu ünlü cümleleri ekledi: “Bu demokratik
rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir.
Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam... Şartlar tamam olduğu zaman
milletler için ihtilal meşru bir haktır.”
-
Milli Birlik Komitesi adında, çoğu genç
subaylardan oluşan bir cunta yaptı darbeyi.
-
Böylece 27 Mayıs 1960 darbesine gelindi. Milli
Birlik Komitesi adında, çoğu genç subaylardan oluşan bir cunta yaptı darbeyi.
-
MBK, başkanlığına orduda sevilen ve sayılan
Cemal Gürsel’i getirdi. MBK bir an önce demokratik bir anayasa yapıp seçimlere
gitmek istiyordu. Oysa MBK içinde, başında Alparslan Türkeş’in bulunduğu 14
kişilik bir grup temel bazı reformları yapmadan iktidarı bırakmak yanlısı
değildi. 13 Kasım 1960’ta yapılan bir darbeyle 14’ler komiteden çıkarılıp
yurtdışı görevlerine gönderildiler.
-
DP’nin güçlü ve başarılı olduğu yön, iktisadi
kalkınmada büyük bir canlılık ve heyecan yaratabilmesiydi. Bu yönden kusuru,
kalkınmayı plansız yapması ve Maliye’yi iflasa sürüklemesiydi. 27 Mayıs
darbesine yol açan etkenlerden biri de herhalde buydu. DP’nin öbür
olumsuzluklarından kimilerine yeri geldikçe işaret edildi: 1) Çoğulculuğu, yani
azınlığın, muhalefetin haklarını kabul etmeyen ilkel (ya da yetkeci) bir
demokrasi anlayışı, baskıcılık; 2) Halkevleri ve köy enstitülerinin
kapatılmasında göze çarpan bir kültür yıkıcılığı; 3) İnönü’nün canına
kastetmek, 6/7 Eylül olaylarını düzenlemek gibi olaylarda somutlaşan hukuk dışı
bir anlayış; 4) Muhalefetle ilişkileri hemen daima bir kavga havasında
yürütmek; 5) Amerikalılarla yapılan çok sayıda –hatta kimi sözlü olan– ikili
anlaşma ABD’ye çok geniş bir hareket alanı sağlamış, böylece DP iktidarının
bağımsızlık konusunda hiç de titiz olmadığını ortaya koymuştur; 6) Din
konusunda CHP ödün vermeye başlamıştı ama DP bunu daha ileri götürmüş,
özellikle Menderes dincilerin umudu haline gelmişti.
-
27 Mayıs 1960 ve Sonrası 27 Mayıs hareketi
darbedir, ama aynı zamanda devrimdir. Türkiye’de Atatürk ve İnönü’nün kurmuş
oldukları demokrasi temellerini genişletip pekiştirmiştir. Sosyal devlet
anlayışını, toplu sözleşme ve grev hakkını, çoğulcu anlayışı, Anayasa
Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu, Cumhuriyet Senatosu gibi kurumları getirmiştir. (Türkiye
Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı Geliştirme Etüt Merkezi, Milli
Prodüktivite Merkezi de bu dönemin ürünü sayılabilir.) Anayasa Mahkemesi yasama
organında, çoğunluğun keyfine göre uluorta yapılmış yasaların yapılsa bile
uygulanmasına büyük bir engel getirmiştir. Yüksek Hâkimler Kurulu yargının
bağımsızlığını güvenceye bağlamıştır. Özerk TRT, radyo ve televizyonun
iktidarın borazanı olarak kullanılması uygulamasına son vermiştir. Devlet
Planlama Teşkilatı keyfi yatırımları önleyemese de frenleyebilecek bir kurum
olarak kurulmuştur. Zaman içinde Cumhuriyet Senatosu’nun yasama işlevini çok yavaşlattığı,
üçte bir senato yenileme seçimlerinin ülkeyi sürekli seçim havasında tuttuğu
için belki o denli iyi bir buluş olmadığı kanısı yayılmıştır. Anayasa’ya
girmediyse de belki de çoğulculuğun simgesi sayılabilecek nispi temsil usulünü
de 27 Mayıs getirmiştir ve o dönemden bugüne, hep yürürlükte kalmıştır.
Karşı-devrimci 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri 27 Mayıs’ın getirdiği
kurum ve anlayışları kısıtlamışlar, sulandırmışlar, fakat ortadan
kaldıramamışlardır.
-
İnönü’nün çok-partili dizgeye bir başka hizmeti,
başbakanlığı döneminde, Talat Aydemir’in iki askeri darbe girişimini
bastırmasıdır (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963). Talat Aydemir MBK’ye girememiş
ve ortaya çıkan düzenin yeterince “devrimci” olmadığına inanan bir subaydı.
-
CHP 1965 seçimleri arifesinde, TİP’e oy
kaptırmak korkusuyla kendini “ortanın solunda” ilan etti. Daha sonra bu,
“sosyal demokrasi” ve/ya da “demokratik sol” olarak somutlaşacaktı.
-
1964’te yapılan TİP programı henüz sosyalizm
sözcüğünü kullanamıyor, “emekten yana planlı devletçilik” diyebiliyordu. Daha
sonra TİP sosyalist olduğunu açıklayacaktır.
-
27 Mayıs ertesinde DP mahkeme kararıyla
kapatıldı. DP’nin oylarına sahip çıkmak üzere 2 parti ortaya çıktı: Adalet
Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi. Bu yüzden 1961 seçimlerinde DP’li
seçmenin oyları bölündü. Daha sonra bu oylar genel başkanı Süleyman Demirel
olan AP’de toplandı. 1965 ve 1969 seçimlerini AP kazandı. AP bazı bakımlardan
DP’nin devamı gibiydi, bazı bakımlardan değildi. CHP ve genel olarak solla
kutuplaşma tutumuyla AP, DP’yi aynen sürdürmüştür - 12 Eylül 1980’e değin.
Bunda MBK’nın en büyük hatasının –Menderes, Zorlu, Polatkan’ın idamlarının–
payı vardır. İdam hem çağdışı olmuş ya da olmak üzere bir cezaydı, hem de büyük
acıma ve nefret duyguları uyandırmıştır. Başka siyasal idamlara da yol
açmıştır: Talat Aydemir ile arkadaşı Fethi Gürcan, Deniz Gezmiş ile arkadaşları
Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve 12 Eylül’ün çok sayıda idamı. Tabii bu insanların
çok büyük bir zulme uğramış olmaları, onların işlemiş olabilecekleri ağır hata
ya da suçları da bize unutturmamalıdır. AP 1961 Anayasası’na da hep cephe aldı.
Çağdaş demokrasiyi getirmeye yönelen bu anayasa aleyhindeki kampanya,
karşı-devrimci 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerine de malzeme oldu.
-
1968 yılında önce Fransa’da, sonra öbür Avrupa
ükelerinde ve ABD’de üniversite gençliği kurulu düzen aleyhinde ayaklandı. Bu
hareket Türkiye’ye de geldi. Fakat öbür ülkelerde görece kısa sürede gelip
geçtiyse de Türkiye’de yerleşti ve gittikçe sola kaydı. AP iktidarı bu harekete
karşı hukuk yolundan mücadele etmek yerine, “komando” ya da “ülkücü” denen
sağcı gençlerle mücadele yolunu yeğler göründü.
-
Bu sırada AP’nin de başı dertteydi. 1969
seçimlerinde oyların %47’sini almıştı ama iktisadi durum tıkanma noktasına
gelmişti. 9 Ağustos 1970 tarihinde 1958’den sonraki ilk devalüasyon yapıldı ve
doların karşılığı 9 TL yerine 15 TL oldu. Ayrıca Demirel ve AP’nin sanayi burjuvazisini
tarım burjuvazisine yeğlediği ortaya çıktığı için, AP bir parçalanma yaşadı.
-
Deniz Gezmiş’in de içinde yer aldığı Türkiye
Halk Kurtuluş Ordusu 3 Mart 1971’de 4 ABD’li subayı kaçırdı. Güvenlik güçleri
ODTÜ’de kaçırılan subayları aramaya kalkışınca üniversite savaş alanına döndü.
İşte bu ortamda genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları 12 Mart muhtırasını
verdiler. Muhtıra durumdan hükümeti ve meclisi sorumlu tutuyordu, çünkü
Atatürk’ün ve Anayasa’nın öngördüğü reformlar yapılmamıştı. Bunu yapacak
partilerüstü, “kuvvetli ve inandırıcı” bir hükümet isteniyordu. Durum
karşısında Demirel istifa etti.
-
İnönü ortanın solu siyasetini açıkladıktan
sonraki seçimlerde CHP’nin oyu, 1965 ve 1969’da, artan bir düşüşe uğramıştı. Bu
düşüşü ortanın solu ilkesine bağlayanlar, yoğun eleştirilerde bulunuyorlardı.
Bülent Ecevit ise ortanın solu siyasetini ısrarla savunuyordu, bu adı taşıyan
bir de kitap yazmıştı. 1966 kurultayında ortanın solu siyaseti baskın geldi,
Ecevit genel sekreter seçildi.
-
12 Mart darbesi olunca İnönü bunu önce soğuk
karşılamıştı. Fakat başbakanlık görevi Nihat Erim’e verilince, İnönü hükümeti
desteklemeye karar verdi. Bu noktada Ecevit’le İnönü’nün yolları ayrılıyordu.
Ecevit’e göre darbe aslında Demirel’e karşı değil, artık iktidara yaklaşmakta
olan ortanın soluna karşı yapılmıştı. Darbe hükümetinin desteklenmesi kabul
edilemezdi. Bu yüzden genel sekreterlikten istifa ediyordu.
-
İnönü sağda kalmıştı. Artık Kemal Satır’la
işbirliği yapıyordu. Fakat parti tabanı Ecevit’i destekliyordu. 5 Mayıs 1972’de
yapılan 5. olağanüstü kurultayda Ecevitçi parti meclisine güvenoyu sorununda
İnönü açıkça “ya ben, ya o” diye ortaya çıktı. Parti Ecevit’i tercih etti ve
İnönü ertesi gün 33 yıldır sürdürdüğü genel başkanlık görevinden istifa etti.
14 Mayıs’ta Ecevit CHP genel başkanı seçildi. Kemal
-
Aynı yıl seçimler yapıldı (14 Ekim 1973). Bu, 12
Mart ara düzeninin sonuna işaret ediyordu. Seçimde CHP %33,3 ile 1. parti, AP
%29,8 ile 2. parti oldular. Bu seçime Milli Nizam Partisi yerine kurulan Milli
Selamet Partisi de katılmış ve 48 milletvekili seçtirmişti. Herkesi şaşırtan
bir davranışla, en Atatürkçü bilinen parti, CHP, en sağdaki ve İslamcı bilinen
MSP ile karma hükümet kurdu (26 Ocak 1974).
-
Ekim 1979’da yapılan ara seçimleri CHP
kaybedince, Ecevit istifa etti. Yeni hükümeti Demirel oluşturdu. Bu, AP’nin bir
azınlık hükümetiydi. Öbür sağ partiler dışardan destekledikleri için, 3. MC ya
da “Örtülü MC” de dendi. Bu hükümetin felce uğramış ekonomiyi yeniden işler
hale sokabilmek için bir istikrar programı uygulamaktan başka çaresi yoktu.
Nitekim 1971-73 yıllarında Dünya Bankası’nda çalışmış olan ve o sıra
başbakanlık müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı müsteşar vekili olan Turgut
Özal, 24 Ocak Kararları diye tanınan istikrar paketini hazırladı. Türk Lirası
dolar karşısında 47 TL’den 70 TL’ye düşürüldü. KİT fiyatları serbest bırakıldı,
ekonomi ihracata yöneltildi. İstikrar paketinin başarılı olabilmesi için işçi
ücretlerinin yükselmemesi de gerekiyordu ki, çok-partili demokrasi ortamında
bunu yapmak zordu. Bu bakımdan 12 Eylül darbesi 24 Ocak Kararları’nın
uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Nitekim 12 Eylül’ün iş başına getirdiği Bülent
Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve başbakan yardımcısı
Turgut Özal oldu. Şiddet ve tedhiş olayları her zamanki yoğunluğu ile devam
ediyordu. 12 Eylül darbesini yapan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, günde 20
kadar, 2 yılda toplam 5.241 kişinin tedhişe kurban gittiğinden şikâyet
edecekti.
-
MSP’ye daha fazla dayanamadığı için ve erken
seçime gitme umuduyla, Ecevit Eylül 1974’te istifa etti. Fakat seçime gitmek
şartıyla yeni bir hükümet ortağı bulamadı. Demirel ise kendisine şiddetle karşı
olan Demokratik Parti’nin desteğini alamadığı için sağ bir koalisyon
kuramıyordu. Bu yüzden 213 gün süren bir hükümet bunalımı yaşandı. Arada
hükümet eden, ancak 17 güvenoyu alabilmiş olan partilerüstü Sadi Irmak kabinesi
olmuştu. Sonunda Demirel bir kutuplaşma siyaseti güderek ve Demokratik
Parti’den ayrılan 9 milletvekilinin desteğini alarak karma bir hükümet kurmayı
başardı. Kutuplaşma, karma hükümetin adından (Milliyetçi Cephe [MC] Hükümeti)
ve 3 milletvekili olan MHP’ye 2 bakanlık verilmesinden belli oluyordu.
Milliyetçi Cephe adı Vatan Cephesi’ni çağrıştırıyor ve cepheye katılmayanları
şüphe altına sokma amacını sezdiriyordu. Nitekim 12 Mart döneminden sonra
üniversite ve çevresinde sol ve sağ gençlik arasında şiddet olayları yeniden
başlamıştı. Birçok fakülteye sağ ya da sol silahlı zorbalar egemen olup karşı
düşüncede olanları buralara sokmuyorlardı. Zaman zaman kanlı olaylar çıkıyor,
kimi gençler çok kez faili meçhul kalan cinayetlere kurban gidiyorlardı.
-
12 Eylül 1980’in erken saatlerinde Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in önderliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri
Cumhuriyet tarihindeki üçüncü darbesini yaptı. Bu, önceki darbeden çok daha
köktenci idi. Hükümet ve TBMM dağıtıldı. Başlıca siyasal partilerin önderleri
–Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş– gözaltına alındılar, bütün yurtta
sıkıyönetim ilan edildi.
-
Askeri düzenin hedefi 12 Eylül öncesinde var
olan kargaşalık (buna “anarşi” deniyordu) durumuna son vermekti. Cuntanın
varsayımına göre kargaşalık, 1961 Anayasası’nın sağladığı “aşırı” özgürlüklerin
bir sonucuydu. Anımsanabileceği üzere 12 Mart darbesinin de gerekçesi bu
olmuştu. Anlaşılan, cunta o darbeyi yeterince kökten bulmamıştı. Şimdi, hukuk
sisteminin baştan aşağı elden geçirilmesi ve yeni bir anayasayla yepyeni,
bambaşka bir “disiplinli demokrasi” dönemi açılmak isteniyordu.
-
Türkiye’de sağ onu hep iktidara getiren
çok-partili dizgenin asgarileri dışında, hiçbir zaman demokrasiye fazla bir
ilgi göstermemiştir. Görünüşte sağcı hükümetlere karşı yapılan 12 Mart ve 12
Eylül darbelerinden nefret etmiştir, fakat bunların getirdiği sağcı ve yetkeci
önlemleri iyi karşılamış ve iktidar olduğunda bunlara dokunmamıştır. Örneğin,
12 Eylül’de dört buçuk yıl tutuklu kalan MHP önderi ve arkadaşları söylendiğine
göre, “Biz hapisteyiz ama düşüncelerimiz iktidarda” demişlerdir.
-
Kasım 1982’de yeni anayasa tasarısı halk
oylamasına sunuldu. Anayasa’ya verilecek olumlu oyların kendiliğinden Evren’in
yedi yıllığına cumhurbaşkanı seçilmesi anlamına geleceği duyurulmuştu. Anayasa
lehinde propaganda serbestti ve Evren bu propagandanın başını çekiyordu.
Aleyhte propaganda ise yasaktı. Oylamaya katılmayanlar beş yıl seçme ve seçilme
haklarını yitireceklerdi. Cumhurbaşkanlığı için tek bir aday vardı: Kenan
Evren. Seçmenlerin %91’i olumlu oy kullandılar.
-
Darbe “anarşi” durumuna ve kan akıtılmasına son
vermişti. Fakat bunun insansal bedeli yüksek olmuştu. Bazı rakamlar sarsıcı
niteliktedir. 650.000 kişi gözaltına alınmış, 230.000 kişi yargılanmış, 517
kişi idam cezasına çarptırılmış, 49 kişi idam edilmiş, 171 kişi işkence sonucu
ölmüştür. 30.000 kişi “güvenilmez” diye işten atılmış, 30.000 kişi yurtdışına
kaçmıştır. Gazeteciler toplam 3.315 yıl hapse mahkûm edilmişlerdir.
-
12 Eylül düzeninin ideolojik boyutunu da
incelemek gerekir. Daha önce 12 Mart 1971 darbesinde ordu içinde bir sağ-sol
mücadelesi olduğunu, sağın ağır bastığını görmüştük. Bu sağa savrulma 70’ler
boyunca devam etmiş, anlaşılan Evren ve yandaşları Amerika’nın da
özendirmesiyle, komünizmin en iyi ilacının İslamiyet olduğunu düşünmüşlerdir.
Böylece solun bastırılması yanında yeni resmi bir ideoloji, “Türk-İslam
sentezi” yaratma çabaları baş göstermiştir. Zorunlu din eğitimi, Alevi köylerine
cami yapmak, özellikle yeni kurulmakta olan üniversitelerde rektörden odacıya
varıncaya kadar personeli aşırı sağcı, hatta tarikatçılardan oluşturmak gibi
uygulamalar bu çabanın ürünüdür. Evren de kendisini Atatürkçülüğe çok bağlı bir
insan olarak sunarken, kamunun karşısında sık sık yaptığı konuşmalarda dinsel
vurgular yapmaktan geri kalmıyordu. Aynı doğrultuda üniversitelerin her
sınıfında “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” okutulması buyuruldu. (Daha önce
bu ders bütün yükseköğrenim süresi içinde bir kez okutulmaktaydı). Fakat ders,
“özenle” seçilmiş sağcılara, yani temelde Atatürk karşıtlarına verdiriliyordu.
Bütün bu ikiyüzlülükler, ünlü Atatürkçü ve Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir
Nadi’yi o denli “çıldırttı” ki, başlığı Ben Atatürkçü Değilim olan bir kitap
yayımladı. (Bunlar Atatürkçülükse ben Atatürkçü değilim anlamında).
-
Sonunda üç parti seçimlere katılabildi: Turgut
Özal’ın önderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP), Necdet Calp’in Halkçı Partisi
(HP) ve Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP). Bu üç önder de
askeri hükümete yakın sayılabilirdi. Özal, MGK’nın Bülent Ulusu hükümetinde
bakanlık yapmıştı. Necdet Calp Başbakanlık’ta yüksek memurluk yapmıştı. Sunalp
ise emekli bir orgeneraldi. Evren, Sunalp’in partisini tutuyordu. Seçimden önce
bir TV yayınında Evren Anavatan Partisi’ne oy verilmemesini istedi. Bu demecin
etkisini ölçmek olanaksız, ama sonuçta ANAP oyların %45’ini ve TBMM
sandalyelerinin yarısından biraz fazlasını aldı. HP %30,5, MDP %23 oranında oy
aldılar. Fırsatları değerlendirmede çok yetenekli olan Özal, seçimlerden sonra
Köşk’e vardığında Evren’i kucaklamaktan geri kalmadı. Genellikle o ve hükümeti
Evren’le geçinmekte fazla zorlanmadılar. İleri derecede samimi davranış ve
konuşma tarzı, İslamcılığa eğilimi (1977’de MSP’nin İzmir milletvekili
adayıydı, kardeşi Korkut Özal da o partinin önderleri arasındaydı), kültüre
ilgisizliği, yolsuzluklar karşısında gevşekliği, usullere uymaya yatkın
olmayışı (başbakanken Bakanlar Kurulu’nu nadiren topluyordu) kimi çevrelerde
rahatsızlık uyandırsa da, ideolojik olarak Evren’le aynı dalga boyunda
bulunuyordu.
-
Yeni terör eylemleri PKK’dan (Kürdistan İşçi
Partisi) kaynaklanıyordu. PKK, feodal, aşiret yapılı bir ortamda Ankara’da
Abdullah Öcalan önderliğinde küçük bir örgüt olarak ortaya çıktı, sonra
güneydoğuda kimi Kürt aşiretlerini ve başka sol örgütleri yıldırma işine
girişti. Bu yolda kimi cinayetler işledikten sonra, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve
Şemdinli’de ordu ve polis binalarına saldırdılar. Devlete bir saldırı söz
konusuydu, fakat anlaşılan Özal hükümeti işi çok ciddiye almamak eğilimindeydi.
Özal’ın kendisi tatildeydi ve bu yüzden tatiline ara vermek gereksinimi
duymadı. Gerçekten bu durum 1999’a değin sürdü ve 30.000 kişinin ölümüne yol
açtı.
-
25 Mart 1984’te yapılan yerel seçimlerde ANAP oy
yüzdesini korudu. Fakat Halkçı Parti ancak %8, Milliyetçi Demokrasi Partisi de
%6,5 oranında oy alabildi. Öte yandan iki “yeni” parti, Sosyal Demokrat Parti
(SODEP) ve Doğru Yol Partisi’nden (DYP) birincisi %22, ikincisi %13 oranında oy
aldılar. SODEP önderi Erdal İnönü idi. Uygar, ılımlı bir fizik profesörü ve
ünlü İsmet İnönü’nün oğluydu. Böyle bir önder olunca seçmenler SODEP’i CHP ile
özdeşleştirmekte zorluk çekmediler. Eski AP’liler ise ANAP ile DYP arasında
seçim yapmakta zorlanıyorlardı.
-
25 Mart 1984’te yapılan yerel seçimlerde ANAP oy
yüzdesini korudu. Fakat Halkçı Parti ancak %8, Milliyetçi Demokrasi Partisi de
%6,5 oranında oy alabildi. Öte yandan iki “yeni” parti, Sosyal Demokrat Parti
(SODEP) ve Doğru Yol Partisi’nden (DYP) birincisi %22, ikincisi %13 oranında oy
aldılar. SODEP önderi Erdal İnönü idi. Uygar, ılımlı bir fizik profesörü ve
ünlü İsmet İnönü’nün oğluydu. Böyle bir önder olunca seçmenler SODEP’i CHP ile
özdeşleştirmekte zorluk çekmediler. Eski AP’liler ise ANAP ile DYP arasında
seçim yapmakta zorlanıyorlardı. SODEP ile Halkçı Parti doğru olanı yaptılar ve
3 Kasım 1985’te birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi (SHP) oluşturdular.
Erdal İnönü genel başkan oldu. Bu arada (14 Kasım 1985) Bülent Ecevit’in eşi
Rahşan Ecevit’in genel başkanı olduğu Demokratik Sol Parti (DSP) kuruldu.
Demirel gibi Bülent Ecevit de yasaklı olduğundan eşi genel başkan olmuştu.
-
Siyasal yasakların kalkması için baskı
artıyordu. SHP bu yönde bir anayasa değişikliği için girişimde bulundu. Özal bu
baskıya boyun eğmek zorunda kaldı. Fakat siyasal yasakların kalkması konusunun
halk oylamasına sunulmasını istedi. Oysa konu bir insan hakları konusuydu, halk
oylamasına sunulmadan çözülmesi gerekirdi. Özal, Evren gibi, yasakların kaldırılmasını
“anarşi özlemciliği” diye niteliyor ve açıkça buna karşı çıkıyordu. Halk
oylamasında da ANAP bu yönde kampanya yürüttü. Ne var ki 6 Eylül 1987 günü
yapılan halk oylaması kıl payı ile (%50,16) yasakları kaldırdı. Demirel,
Ecevit, Türkeş, Erbakan, yandaşlarının kurmuş olduğu yeni partilerinin başına
geçmek üzere siyasete döndüler. Bunun üzerine Özal iki hamle yaptı. Erken seçim
kararı aldırdı (bir yıl önceden) ve seçim yasasını kendine göre değiştirdi. 29
Kasım 1987’de yapılan seçimlerde ANAP %36, SHP %25, DYP %19 oranında oy
aldılar. Özal hızını alamayıp TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırdı ve yerel
seçimleri beş ay önceye almak için anayasa değişikliği yapma girişiminde
bulundu. Gereken çoğunluğu elde edemeyince halk oylaması zorunluluğu doğdu. Özal
kendini “vazgeçilmez” görüyor olmalıydı ki, halk oylaması olumsuz çıkarsa
başbakanlıktan ve siyasetten çekileceği tehdidini savurdu. Böylece halk
oylaması Özal ve ANAP için bir güven oylamasına dönüştü. Fakat %65 oranında
olumsuz oya karşın istifa etmedi (25 Eylül 1988). ANAP’ın düşüşü
hızlanmaktaydı. Yerel seçimler (26 Mart 1989) Özal’ın korkularını doğruladı.
ANAP %22 oranında oyla üçüncü çıktı. SHP %28, DSP %26 oranında oy aldılar.
-
Cumhurbaşkanlığının da karşı-devrimcilerin eline
geçmesi, Atatürk devrimiyle kurulmuş bir devlette tehlikeli bir dengesizlik
yaratıyordu. Birçokları MSP’nin milletvekili adayı olacak derecede şeriatçı
birisinin Atatürk’ün makamına oturmasını içlerine sindiremiyorlardı. Bir ara
SHP içinde TBMM’den topluca istifa etmek (“sine-i millete dönmek”) düşüncesi
dolaştı. İnönü buna da karşı çıktı ve bu durumda da nasıl olsa Özal’ın
seçileceğini söyledi. Oysa seçilirdi ama, meşruiyeti adamakıllı sarsılmış
olarak. Anlaşılan İnönü siyasal ortamı fazla germemek yanlısıydı. Sonuçta muhalefet
seçimleri boykot etmekle yetindi. Özal 31 Ekim 1989 günü 8. cumhurbaşkanı
seçildi.
-
2 Ağustos 1990’da Irak kuvvetleri Kuveyt’i işgal
etti ve sınır komşusu olarak Türkiye de bundan çok etkilendi. Belki öteden beri
yayılmacılık düşleri kurmuş olan (buna Yeni Osmanlıcılık deniyordu) Özal,
heyecanla işe sarıldı. Rivayete göre, bir talih oyuncusu gibi “bir koyup, üç
alacağız” demişti. Ortadoğu haritasının bu süreçte yeniden çizileceğini
düşünüyor ve Türkiye’nin bu konuda rol sahibi olmasını istiyordu. Musul ve
oradaki petrolde gözü olduğu söyleniyordu. Bu, Atatürkçülüğün dış siyasette çok
ihtiyatlı ve bütün komşularıyla iyi ilişkiler içinde olma yönündeki köklü
geleneğinden tümüyle kopmak anlamına geliyordu.
-
Hükümet kurmaya gelince, DYP ortak olarak SHP’yi
seçti. Bu, çok çarpıcı bir olaydı, çünkü 1970’lerde Milliyetçi Cephe
hükümetleriyle ideolojik kutuplaşmanın başını çekmiş olan Demirel şimdi ortak
olarak ona ideolojik anlamda yakın olan ANAP’ı değil de sol sayılan SHP’yi
seçiyordu. Tabii SHP ideolojik olarak DYP’ye uzaktı ama CHP’nin ardılı olarak
(DYP de AP’nin ardılıydı) 12 Eylül’ün sillesini birlikte yemiş olmak gibi bir
ortaklıkları vardı. Bu iki partinin karma hükümeti, Türkiye’de sağ ile solun
“barışması” olarak selamlandı.
-
Karma hükümetin programı büyük umutlar doğurdu.
Yeni bir anayasa hazırlanacak ve demokratikleşmeyi sağlamak için 12 Eylül
mevzuatı gözden geçirilecekti. Bu arada işkencenin önlenmesi, işçi ve sendika
haklarının genişletilmesi, daha bağımsız yargı, YÖK’ün kaldırılarak üniversitelerin
yeniden yönetsel özerkliğe kavuşturulmaları öngörülüyordu. Ne yazık ki bu güzel
tasarılar uygulamaya geçirilmediği için sonuç düş kırıklığı oldu.
-
Karma hükümetin programı büyük umutlar doğurdu.
Yeni bir anayasa hazırlanacak ve demokratikleşmeyi sağlamak için 12 Eylül
mevzuatı gözden geçirilecekti. Bu arada işkencenin önlenmesi, işçi ve sendika
haklarının genişletilmesi, daha bağımsız yargı, YÖK’ün kaldırılarak
üniversitelerin yeniden yönetsel özerkliğe kavuşturulmaları öngörülüyordu. Ne
yazık ki bu güzel tasarılar uygulamaya geçirilmediği için sonuç düş kırıklığı
oldu. Yeni bir anayasa yerine, yalnızca radyo ve televizyonda devlet tekeline
son veren bir anayasa değişikliği yapıldı. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda
değişiklik ve 12 Eylül’ün kapattığı partileri yeniden açma (19 Haziran 1992)
gibi kimi düzenlemeler yapıldı. CHP yeniden kuruldu ve 9 Eylül 1992’de SHP’den
ayrılmış olan Deniz Baykal genel başkan oldu. Özal, Demirel hükümetine çeşitli
zorluklar çıkardığı için cumhurbaşkanını aradan çıkarmak üzere “by-pass” diye
adlandırılan kimi yasalar yapıldı. 17 Nisan 1993 günü Özal geçirdiği kalp
kirizi sonucunda öldü. 16 Mayıs’ta yerine Süleyman Demirel cumhurbaşkanı
seçildi.
-
Çiller genel başkan seçildi ve başbakan oldu.
SHP ile karma hükümet yeniden oluşturuldu. Çiller hükümeti güvenoyu almak
üzereyken Sivas olayı patlak verdi. 2 Temmuz 1993 günü 4. Pir Sultan Abdal
Etkinlikleri için Sivas’ta bulunan kimi aydın ve sanatçılardan 35’i Madımak
Oteli’nde azgın bir İslamcı kalabalık tarafından yakıldı. İşin daha da acısı,
olay apansız değil, kentte bütün gün süren bir kargaşalığın ve dört saatlik bir
kuşatmanın sonunda, ayrıca polis, jandarma ve ordu birliklerinin gözleri önünde
cereyan etti. Olay sırasında Demirel, “Devlet güçleriyle halk karşı karşıya
getirilmemelidir” dedi. Olaydan sonra Çiller olayı önemsiz göstermeye çalışıyor
ve “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir”
diyordu. İnanılması zor, fakat burada geçen “halk” ve “vatandaşlar” sözcükleri
cinayetin sorumlusu olan güruhlar için kullanılmaktaydı. Güvenlik güçlerinin
etkisizliği belki bu tutumla açıklanabilir. Birçokları şenlikte Aziz Nesin’in
bulunuşunu tahrik olarak nitelendirdiler, çünkü bir süre önce Nesin, Salman
Rüşdi’ye yakınlık gösteren davranışlarda bulunmuştu. Fakat bu bir özür olamaz,
yalnızca bir açıklama olabilir. Türkiye’de başbakanlığa ilk kez bir kadının
gelmiş olmasına sevinmiş birçok insan böylece büyük bir düş kırıklığına
uğradılar. Sivas olayının 31 Mart ve Menemen olayları türünden ve aynı önemde bir
gericilik olayı olduğuna kuşku yoktur.
-
27 Mart 1994’te yerel seçimler yapıldı. DYP
%21,4, ANAP %21 oranında oy aldı. Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi %19 ile
üçüncü oldu ve Ankara (Melih Gökçek) ve İstanbul (Recep Tayyip Erdoğan)
belediye başkanlıklarını SHP’den aldı.
-
Baykal’ın koşullarından biri erken seçimdi.
Böylece 24 Aralık 1995’te genel seçimler yapıldı. Oyların %21’ini alan Refah
Partisi, 1. parti oldu. ANAP %20, DYP %19, DSP %15, CHP %11’le ancak 5. oldu.
-
Refahyol hükümetinin, bakanlıklar, belediyeler,
kamu iktisadi teşekkülleri, okullar, polis gibi kamu kuruluşlarına İslamcıları
yerleştirme işine hız vermiş olmasıydı. Bu, uzun süredir devam etmekteydi.
Yerleştirilen kişiler genellikle imam-hatip okulları mezunlarıydı.
-
Abdullah Çatlı, Türkiye İşçi Partili yedi
öğrencinin öldürülmesi, Milliyet’in başyazarı Abdi İpekçi’yi öldürmekten ve
Papa’yı yaralamaktan mahkûm Mehmet Ali Ağca’nın hapishaneden kaçırılması,
uyuşturucu kaçakçılığı suçlarından Türk polisi ve Interpol tarafından
aranmaktaydı.
-
Bu arada dilimize, yolsuzluklara ve çetelere
alet edilen devleti anlatmak için “derin devlet” deyimi kazandırıldı.
-
28 Şubat 1997 günü ordu müdahale etti, fakat bu
müdahale 1960, 1971, 1980 müdahalelerine göre çok daha yumuşaktı. Hatta kimi
çevrelerde biraz mizahi olarak, “post-modern darbe” diye adlandırıldı.
-
En önemli talepler arasında, tarikatlarca
işletilen okul, yurt, vakıflara son verilmesi; imam-hatip okulları sayısının
imam gereksinimini karşılayacak bir düzeye indirilmesi; köktendincilerin kamu
kuruluşlarında, adalet örgütünde, okul ve üniversitelerde kadrolaşmalarına son
verilmesi; İran’dan kaynaklanan yıkıcı etkinliklerin son bulması için önlem
alınması; zorunlu ilköğretimin beş yıldan sekiz yıla çıkarılması yer alıyordu.
Kurulun bildirisinde, laiklik yönündeki bu ilkelere aykırı davranışların yeni
gerilim ve yaptırımlar getireceği belirtiliyordu. Hukuken, söz konusu önlemler
ancak hükümete tavsiye niteliğindeydi, fakat hükümet bunlara uymak
zorunluluğunu duymaktaydı. Ordu, hükümetin çekilmesini de istiyordu, fakat
bunun doğrudan değil, psikolojik baskıyla gerçekleşmesi isteniyordu.
-
16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi ikiye karşı
dokuz oyla RP’yi laiklik karşıtı etkinliklerden dolayı kapattı.
-
Erbakan’ın adamları yeni partilerini hazır
etmişlerdi: Fazilet Partisi adındaki yeni partinin başına Erbakan’ın İstanbul
Teknik Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı Recai Kutan geçiyordu. Bu parti de 22
Haziran 2001’de Anayasa Mahkemesi’nce kapatılacaktı. Yerine 20 Temmuz’da Recai
Kutan’ın önderliğinde Saadet Partisi kuruldu. Fakat bu sefer Erbakan’ın kimi
yandaşları, “Biz değiştik” şiarı altında Adalet ve Kalkınma Partisi adında
farklı bir parti kurdular (14 Ağustos 2001). Yeni partinin önderi Recep Tayyip
Erdoğan’dı. İddialarına göre, “milli görüş”ten vazgeçmişler, muhafazakâr bir
parti olmuşlardı.
-
PKK’ya karşı kazanılan zafer sayesinde DSP, yani
Ecevit, 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde %22 oy oranıyla birinci parti oldu.
%10 barajı yüzünden CHP, oyların ancak %9’unu aldığı için meclisin dışında
kaldı. Ecevit, Devlet Bahçeli’nin MHP’si ve Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı ile birlikte
hükümeti kurdu.
-
yılına dek sürecek olan yeni hükümette önemli
bir öğe Sadettin Tantan oldu. Emniyet müdürü olarak geçmişte isim yapmış olan
Tantan, ANAP’ın içişleri bakanı olarak 2000 yılında yolsuzluklara karşı bir
savaşım başlattı. Balina, Kasırga, Bufalo, Matador gibi renkli isimleri olan bu
harekâtlar birçok yolsuzluk örgütünü ortaya çıkardı, adalete teslim etti.
Yolsuzlukların kimileri siyasileri de yakından ilgilendiriyordu.
-
TBMM’de ant içme törenine o kıyafetle geldi.
Onun üzerine DSP milletvekilleri görülmemiş ve tabii iç tüzükte yeri olmayan
bir şey yaptılar. Tempoyla el çırparak dışarı çıkmasını istediler. Bu gösteri
bir süre devam ettikten sonra başkan oturuma ara verdi. Oturum yeniden açıldığında
Kavakçı’nın gelmediği görüldü. Daha sonra Kavakçı’nın ikinci bir uyrukluğu
bulunduğu, bunun da bir Müslüman ülke olmayıp, ilginç bir biçimde ABD olduğu
ortaya çıktı. Kavakçı ikinci uyrukluğunu Türk makamlarından izinsiz aldığı için
Türk uyrukluğundan çıkarıldı. İşlemin iptali için idari yargıya yaptığı başvuru
reddedildi.
-
2000 yılının Mayıs ayında Süleyman Demirel’in
cumhurbaşkanlığının yedi yılı doluyordu. Mecliste hiçbir partinin çoğunluğu
olmadığına göre, yeni cumhurbaşkanının partilerin üzerinde uzlaşabileceği
birisi olması gerekiyordu. Adalet Partisi’nin başına genel başkan seçildiği
1964’ten beri Demirel, iktidarda olmasa da her zaman siyasetin en ön safında
yer almıştı. Anayasa’yı değiştirip ona bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yaptırma
düşüncesi dolaşmaya başladı.
-
2000 yılının Mayıs ayında Süleyman Demirel’in
cumhurbaşkanlığının yedi yılı doluyordu. Mecliste hiçbir partinin çoğunluğu
olmadığına göre, yeni cumhurbaşkanının partilerin üzerinde uzlaşabileceği
birisi olması gerekiyordu. Adalet Partisi’nin başına genel başkan seçildiği
1964’ten beri Demirel, iktidarda olmasa da her zaman siyasetin en ön safında
yer almıştı. Anayasa’yı değiştirip ona bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yaptırma
düşüncesi dolaşmaya başladı. Ve ilginçtir ki bu düşünceyi somutlaştıran, uzun
zaman onunla amansız bir yarışma içinde bulunmuş olan Ecevit’ti. Fakat öneri
mecliste reddedildi. Anlaşılan, birçok milletvekili artık Demirel’i başta
görmek istemiyordu. Bunun üzerine hükümet daha az tartışma çıkaracak bir aday
ortaya çıkardı: Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer. Sezer sessiz,
alçakgönüllü, ciddi bir insan görünümündeydi. 5 Mayıs 2000’de TBMM onu seçti.
Fakat Sezer’in kolay “idare” edilebilecek bir insan olduğunu sananlar
yanıldılar. Sezer ilkeli ve kararlı bir cumhurbaşkanı çıktı.
-
başta Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, bir
kısım Erbakancılar yollarını ayırarak ve “değiştik” diyerek 14 Ağustos’ta
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular. Bugün AKP Anayasa’yı dahi değiştirecek
bir güçle iktidarda olduğuna göre değişip değişmedikleri, ne ölçüde
değiştikleri görülecektir.
-
Seçimler tam bir deprem oldu. Yalnızca iki parti
AKP ve CHP %10’luk barajı aşarak meclise girebildi. Birincisi oyların %34’ünü
ve hemen hemen koltukların 2/3’sini, dolayısıyla biraz çabayla tek başına
Anayasa’yı değiştirebilecek bir konum elde etti. İkincisi %19’la hesapça
“Atatürkçü” oyları aldı. DSP, payına düşen %1’le silinmişti. DYP % 9,5, ANAP
%5, MHP %8 oranında oy aldılar. Çiller ve Yılmaz genel başkanlıktan istifa
ettiler. Bahçeli ise sonraki parti kongresinde aday olmayacağını açıkladı ama
yeniden seçildi.
-
Sözü edilen “deprem” nasıl açıklanabilir? Kuşku
yok ki iktisadi bunalıma ve onun yol açmış olduğu sefalete bir tepkiydi.
Görünüşe göre birçok insan bu durumdan geçmişteki büyük partilerin “IMF
siyasetleri”ni sorumlu tutuyordu. Büyük partilerden hiçbirisi programlarında bu
siyasetlere karşı çıkmadı. Fakat bazıları seçim kampanyasındaki konuşmalarında
bu siyasetleri eleştirdiler. Bu özellikle Cem Uzan’ın Genç Parti’si için
doğrudur. Genç Parti kısa bir süre önce kurulmuş, fakat etkin bir IMF karşıtı
kampanya ve Uzanların sahip oldukları gazete ve televizyon kanalları sayesinde
%7 oranında oy alabilmiştir. Araştırılırsa, sanırım AKP’nin IMF karşıtı
tavırlar koyduğu, ya da birçok seçmenin bir şekilde AKP’yi IMF karşıtı tutumla
ilişkilendirdiği ortaya çıkabilir. Öte yandan, çok kesin bir IMF karşıtı tutum
içinde bulunanlar dahil, sosyalist partilerin yine marjinal oylar aldıkları
görülüyor. Bir yandan seçmenin IMF karşıtlığı, bir yandan da aynı seçmenlerin
gerçekten IMF karşıtı olan partilere oy vermekteki isteksizliği, Türkiye’de
çok-partili siyasetin açmazlarından biri sayılabilir.
-
Türkiye’de ana siyasal mücadele ekseni böylece
şeriatçılık-Atatürkçülük olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalizm ve ikinci
cumhuriyetçilik şeriatçı cephenin yanında yer almaktadır.
-
Kısmi karşı-devrimin iki büyük adımı 1951’de
halkevleri ve halkodalarının, 1954’te köy enstitülerinin kapatılmasıdır. Bunun
yanında imam-hatip okullarının açılması ve bunların meslek okulu olmasının çok
ötesinde, Cumhuriyet’in ortaokul ve liselerine koşut, almaşık bir dizge olarak
ortaya çıkmalarıdır. Yine kısmi karşı-devrimin bir sonucu olarak öğretmenliğin
ikinci sınıf bir meslek haline düşürüldüğünü, zorunlu ilköğretimin yıllarca beş
yıl olarak tutulduğunu görüyoruz.
-
Şimdi de kısmi karşı-devrim modelinin ana
özelliklerine bakalım: Bütünsel kalkınma yerine maddi kalkınma modeli
benimsenmiştir. Yani, yol-baraj-fabrika-telefon-bilgisayar, petrol zengini kimi
Arap ülkelerinde olduğu gibi, önceliklidir, eğitim-bilim-kültür-sanat ikinci
düzleme itilmiştir. Nitekim kısmi karşı-devrimin tipik devlet adamları
mühendistir. Bugün Türkiye iktisadi bakımdan hayli gelişmiş, toplumsal ve
kültürel bakımdan hayli geri olma dengesizliğini göstermektedir. Sekiz yıllık
zorunlu ilköğretim ancak ordunun zoruyla 28 Şubat 1997’de gelebilmiştir.
-
Türkiye mafya, çeteler, faili meçhul cinayetler
ülkesi olmak durumuna düşürülmüştür.
-
Görünüşte Türkiye’nin AB’ye tam üye olması iki
taraf için de çok yararlı olacaktır. Türkiye’nin bir kez stratejik önemi
vardır. Boğazlar Türkiye’dedir ve ülke Orta Asya’ya, Kafkaslar’a, Ortadoğu’ya
bir geçit durumundadır. İktisadi bakımdan büyük bir pazardır, madenleri çoktur
ve geniş bir yatırım alanıdır. Türkiye’nin güçlü ordusu yararlı bir öğe olarak
değerlendirilmektedir.
-
Türkiye içinse AB üyeliği, iktisadi sorunlara
çözüm, toplumsal, kültürel, eğitsel gelişme için bir olanak, demokrasisinin
doğru dürüst işlemesi için bir garanti olarak görülmektedir. Özellikle Özal’ın
1987’de tam üyelik başvurusundan beri Türkiye’nin bir tutkusu olmuş, her derde
deva bir çare diye değerlendirilmiştir.
-
Atatürk devriminin niteliği 1980’den sonra
ortaya çıktı. Bilinçli hale gelen Atatürkçülük böylece Atatürk devrimine
aykırılıkları tanımakta zorluk çekmedi. 1950’den sonrasının kısmi karşı-devrim
dönemi olduğu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin açık seçik iki döneme ayrıldığı
anlaşıldı. Birincisi 1919’dan 1950’ye değin uzanan Atatürk devrimi dönemi,
ikincisi 1950’den bu yana gelen kısmi karşı-devrim dönemidir.
-
Kısmi karşı devrimi fazla hissetmedik, çünkü
devrimin birçok kazanımına dokunulamamıştır. Aynı zamanda süreç tören
Atatürkçülüğü ile maskelenmiş, gizlenmiştir.
-
Kısmi-karşıdevrim partilerinin önemli bir
özelliği de hızlı kalkınma uğrunda, seçmenin oyunu alabilmek umuduyla hesapsız
kitapsız harcama yapmaları, rastgele borçlanmalarıdır. Sonuç mali iflas
olmakta, IMF kapıya dayanmaktadır. 1960, 1971, 1980 askeri darbelerinde mali
iflasın önemli payı olduğu söylenebilir. Öte yandan, uluorta borçlanmalar, Türkiye’nin
bugün Osmanlı gibi borca batmış duruma düşmesine neden olmuştur. Bu da
yurdumuzu yarı bağımlı duruma getirmiştir. Yarı bağımlılığımız bir ölçüde de,
hükümetlerimizin ne pahasına olursa olsun, Avrupa Birliği’ne girme tutkusundan
kaynaklanmaktadır.
-
Karşı-devrim döneminin birikimleri yüzünden
Türkiye bugün çok ciddi tehlikelerle karşı karşıyadır. Hayallere kapılmayanlar
bunu görüyorlar. Kanımca kurtuluşumuz, Atatürkçü yola dönerek gerçekleşecektir.
Atatürk bizi Sevr’in ölümünden kurtarmış, 1919 ile 1950 arasında görkemli bir
ilerleme sağlamamıza olanak tanımıştır. Şimdi Atatürk yok, ama 90’lı yıllarda
doğup gelişen Atatürkçülük ideolojisi ve akımı var. Bu çok değerli bir
kazançtır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder