27 Şubat 2018 Salı

Bir Konuda Gelişmenin En Garanti Yolu

1- Öncelikle bir konuda gelişmek istiyorsan o konuyu hayatına entegre edeceksin. Hayatında olacak o şey. Sürekli o şeyi yapacaksın. Ne kadar çok pratik yaparsan o kadar çok öğrenirsin bu bir gerçek. Pratik yaparken o konuda bir şeyler okumak çok yararlıdır. Ama sadece o konuda bir şeyler okuyup pratik yapmazsan sürekli denemezsen pek bir şey elde edemezsin.

* ''Bir şeyi ne kadar çok yaparsan o şeyde o kadar iyi olursun.'' *

2- Üstüne uğraştığın konuyu bir şeyde kullan. Böylece yaptığın öğrendiğin şey sıkı olmaktan çıkıp eğlenceli hale gelecek.

3- Uğraştığın konuyu bir iş olmaktan çıkar. Nasıl şunu yaparım hakkında kitap okumak yerine çık ve o şeyi yap.

4- Ne istediğini bil, yapabileceğine inan ve yap.

5- Bir arkadaşınla birlikte yap. Birbirinizi sürekli yukarı taşıyın. İkiniz de kazanın.

12 Şubat 2018 Pazartesi

Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine


Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapta doludur; ve eğer bir insan bunlardan yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda beklemekledir. Hatta daha da fazlası; genellikle galip gelen kötülüktür; ve gürültü ve şamatayla sesini en fazla duyuran budalalıktır. Talih insafsız ve acımasızdır, ve insanlık acınacak durumdadır. Bunun gibi bir dünyada kendinde [içinde] zengin olan bir insan Noel zamanında aydınlık, sıcak, mutlu bir yuvadır, buna mukabil bundan yoksun olanlar karlarla kaplı soğuk bir Aralık gecesidirler.

 

İhtiyaç içerisinde bulunmak ve sefalet, ıstırap üretir; buna mukabil eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse can sıkıntısına düçar olur. Dolayısıyla aşağı sınıftakiler günlerini ihtiyaçları tedarik için sürekli bir mücadele ile, bir başka ifadeyle, ıstırapla geçirirken, yüksek sınıflar can sıkıntısıyla biteviye ve çok kere umutsuz bir savaş halindedirler1.

 

İnsanlar, meşgul olacak düşünceleri olmadığı için kâğıtlarla uğraşırlar ve birbirlerinin paralarını kazanmaya çalışırlar. Budalalar!,

 

insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Bu ne kadar böyle ise de-bir insan mutluluğun kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa— o kadar daha fazla mutlu olacaktır. Dolayısıyla büyük bir hakikatle Aristoteles "Mutlu olmak kendi kendine yeter olmak demektir" der.

 

Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapla doludur; ve eğer bir insan bunlardan yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda beklemektedir.

 

Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere; mala, mülke, şana, şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar, dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğratıcı bulduğu zaman, mutluluğunun temeli çöker.

 

Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder; okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla öyle olur ki çok fazla —yani neredeyse bütün gün— okuyan ve arada düşünmeksizin geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üs   tünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkânı sunar.

 

bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır; zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.

 

Bütün bunlardan kâğıt üzerine dökülen düşüncelerin kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir: Adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.

 

ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde sadece bunlar insana gerçekten bir şeyler öğretir ve eğitir.

 

Kimi zaman eski dünyanın büyük düşünürlerine dair kitaplar yazılır ve halk bu kitapları okur; fakat bu büyük adamların kendi eserlerini değil. Bunun sebebi avamın sadece yeni basılmış olanları okumak istemesidir ve similis simili gaudet (Benzer benzerini sevdiği) için halk günün derinlikten yoksun, çapsız kafalarından çıkma dedikodularını, büyük kafaların düşüncelerinden daha mütecanis ve daha hoş bulur.

 

Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmesini istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. Nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren—dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen yahut amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır. Herkesin hedefleri vardır, fakat azdan azı bir düşünce sistemine benzer bir şeye yaklaşır. Bu sebepten ötürüdür ki bu insanlar hiçbir şeye nesnel bir alâka göstermez, okuduklarından hiçbir şey öğrenmez ve okuduklarından hiçbir şey hatırlamazlar.

 

Herhangi önemli bir kitap derhal iki kez okunmalıdır, öncelikle kitabın muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda kıvranılır ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır; ikinci olarak kitap ikinci kez okunurken kişinin içinde bulunduğu ruh hali farklıdır, dolayısıyla çoğu kez başka bir izlenim elde edilir; muhtemeldir ki muhteva başka bir ışıkta görünür.

 

Her şeyden evvel iki tür yazar vardır: Sırf ele aldığı konu için yazanlar ve sadece yazmak için yazanlar. Birinci tür, kendisine insanlarla paylaşılmaya değer görünen düşüncelere yahut tecrübelere sahiptir, ikinci türdekiler ise paraya ihtiyaç duyar ve dolayısıyla esasen para için yazarlar. Onlar yazmak için düşünürler ve düşüncelerini eğip bükerek uzattıkça uzatmalarıyla kendilerini ele verirler; keza yarı doğru yarı yanlış, ters, sahte, zorlama ve kararsız olan düşüncelerini işleme tarzlarıyla ve bir de kaypaklık sevgileriyle ki böylelikle olmadıkları gibi görünebilirler. Onların yazılarındaki açıklık ve sarihlik eksikliğinin nedeni budur.

 

Bu anlaşılır anlaşılmaz kitap derhal fırlatılıp atılmalıdır, çünkü zaman çok değerlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazar sayfayı doldurmak için yazmaya tevessül eder etmez okuru aldatmaya başlamış demektir; çünkü onun yazma bahanesi söyleyecek bir şeylerinin olduğudur.

 

Okunmaya değer herhangi bir şey yazacak olan ancak mutlak anlamda ele aldığı konunun hatırı için yazan insandır.

 

Edebiyatın her dalında eğer sadece birkaç kusursuz kitap olmuş olsaydı, kim bilir bunun ne büyük bir faydası olurdu! Bunu tasavvur etmek güç. Yazarak para kazanmak mümkün oldukça böyle bir şey asla söz konusu olamaz. Sanki para lanetlenmiş gibi görünmektedir, çünkü öyle veya böyle para için yazmaya başlar başlamaz her yazar derhal soysuzlaşmaktadır.

 

Keza bir başka açıdan, üç tür yazardan bahsedilebilir. Birinci türe düşünmeksizin yazanlar dahil edilebilir.   Bunlar hafızalarındakini veya hatırlayabildiklerini, hatta doğrudan başka insanların kitaplarındakini yazarlar. Sayıca en kalabalık olan bu zümredir. İkinci kümede yer alanlar yazarken düşünenlerdir. Bunlar yazmak için düşünürler; bunlar da oldukça kalabalıktır. Üçüncü kümede ise yazmaya başlamazdan önce düşünmüş olanlar vardır. Bunlar sadece düşündükleri için yazarlar; ve nadirattandırlar.

 

Adres bir mektup için ne ise başlık da bir kitap için o olmalıdır; bir başka söyleyiş, onun temel amacı kitabı kamuoyunda onun içindekilere ilgi duyacak olanlara ulaştırmak-takdim etmek olmalıdır. Dolayısıyla başlığın etkileyici olması gerekir; esas itibariyle kısa olduğundan, veciz, kısa ve gizli anlamlara gebe olmalıdır ve eğer mümkünse muhtevayı tek bir sözcükle anlatmalıdır.

 

Muhtevayı biçime bu tercih ediş güzel bir Etrüsk vazosunun biçim ve bezemesini bir tarafa bırakıp imal edildiği çamur ve renkleri kimyasal bir incelemeye tabi tutan bir adamın durumuyla aynıdır.

 

madde ve biçim arasındaki ayrım sohbet bakımından da doğrudur. Bir insanın sohbet edebilmesini sağlayan temel nitelikler zekâ, yargı gücü, nükte ve neşeliliktir; bunlar sohbete biçim kazandırırlar. Ne var ki sohbetin muhtevası, bir başka söyleyişle bir kimsenin bir başkasıyla üzerine konuşabileceği şey, yani onun bilgisi öyle uzun boylu insanın dikkatinden kaçmaz. Eğer bu çok sınırlı ise, çok istisnai bir derecede yukarıda zikredilen biçimsel niteliklere sahip olmadıkça sohbetin hiçbir kıymeti olmayacaktır; çünkü onun malzemesi herkesçe bilinen insanlık ve tabiat ile ilgili sıradan şeylerle sınırlı olacaktır. Bununla beraber eğer bir insan sözünü ettiğimiz bu nitelikler bakımından herhangi bir nakiseye, fakat diğer taraftan sohbetini kıymetlendirecek bu türden bir bilgiye sahip ise durum tam tersi olacaktır; bu değer o zaman bütünüyle onun sohbetinin muhtevasına bağlı olacaktır,

 

Yürümek için baston ne ise, düşünce için Kalem de odur, fakat nasıl ki insan en kolay bastonsuzken yürürse, en kusursuz biçimde de elinde kalem yokken düşünür. İnsan ancak yaşlanmaya başladığında bir baston kullanmayı ister, [baston artık onun için bir yük değil, bir yardımcıdır] kalem de böyledir.

 

Ne var ki yazmanın en kolayı kimsenin anlayamayacağı şekilde yazmaktır; öte yandan derin meseleleri herkesin anlayacağı biçimde yazmaktan daha zor bir şey yoktur.

 

bir yazar kendisini gerçekte sahip olduğundan daha fazla akıl ve anlayışa sahipmiş gibi göstermeye kalkışma çabasından korumalıdır, onun kendisini en başta koruması gereken şey budur; çünkü bu okurda tam tersi yönde bir kuşku uyandırır, zira bir insan mahiyeti her ne olursa olsun her zaman gerçekten sahip olmadığı şeyi taslar. Ve işte bu sebepten ötürüdür ki, bir yazarı naıf diye nitelendirmek onun için bir övgü ifadesidir, çünkü bu onun kendisini olduğu gibi gösterebileceğine —yahut göstermekten çekinmesine gerek olmadığına— delalet eder.

 

Şu halde birinci kural —hatta iyi bir üslup için neredeyse bu kendi başına yeterlidir— yazarın söyleyecek bir şeyinin olmasıdır. Ah, ne azim meseledir bu! Bu

 

fikirce zengin iyi bir yazar hemen başından okurun güvenini kazanır; okur onun gerçekten ve içtenlikle söyleyecek bir şeyleri olduğuna inanır; ve bu akıllı okuyucuya yazarı dikkatli bir şekilde takip etme sabrı verir. Bu tür bir yazar her zaman kendisini en doğrudan ve en basit bir tarzda ifade eder, bunun tek nedeni onun gerçekten söyleyecek bir şeyleri olmasıdır; çünkü o okuyucuda başka bir şey değil, kendi kafasındaki düşünceyi uyandırmayı arzu eder.

 

İnsanlar olağanüstü şeyleri söylemek için herkesin   kullandığı dilli kullanmalılar, fakat tam tersini yapıyorlar. Hiçbir kıymeti olmayan fikirleri muhteşem, mutantan sözcüklere büründürmeye çalıştıklarına ve çok sıradan düşüncelerine en acayip, en işitilmedik, en yapmacıkken nadir ifadeleri giydirdiklerine tanık oluyoruz.

 

Bu yapmacık, tumturaklı üslupla yazan bir yazar ayak takımı yerine konulmaktan veya böyleleriyle karıştırılmaktan korktuğu için kendisini cicili bicili elbiselerle süsleyip püsleyen kimseye benzer:

 

Bu yapmacık, tumturaklı üslupla yazan bir yazar ayak takımı yerine konulmaktan veya böyleleriyle karıştırılmaktan korktuğu için kendisini cicili bicili elbiselerle süsleyip püsleyen kimseye benzer: Bir tehlike ki en berbat giysileri içerisinde bile olsa bir soylu asla korkmaz.

 

Eğer bir insanın söyleyecek ve söylenmeye değer bir şeyi varsa, onu yapmacık deyimlerle sarıp sarmalamaya, çetrefil ifadelere ve bilmecemsi kinayelere büründürmeye ihtiyaç duymaz; fakat o kendisini basit, açık ve naif bir üs   lupia ifade ederek doğru etkiyi uyandıracağı, böyle bir üslubu tercih ettiğinden ötürü amacına ulaşmaktan geri durmayacağı konusunda emindir. Yukarıda sözü edilen suniliklere başvuran bir yazar fikir, akıl ve bilgi sefaletini ele vermiş olur.

 

Bununla beraber bir insanın tam olarak konuştuğu gibi yazmaya kalkışması da bir hatadır. Her yazım tarzı haddizatında her türlü üslubun atası olan abidevi-görkemli üslup ile belli bir akrabalık bağına sahip olmalıdır; dolayısıyla bir kimsenin konuştuğu gibi yazması neredeyse tersi kadar, yani yazdığı gibi konuşmaya çalışması kadar kusurludur. Bu yazarı ukala yapar ve aynı zamanda anlaşılmasını güçleştirir.

 

Zihinde doğru bir düşünce uyandığında hemen (kendisi için) anlatım sarahati aramaya başlar ve çok geçmeden ona ulaşır, çünkü açık düşünce uygun ifadesini çok kolay bulur.

 

Düşünme kabiliyetine sahip bir insan her zaman kendisini açık, sarih, anlaşılabilir ve kapalılıktan uzak sözcüklerle ifade edebilir. Güç, karanlık ve çetrefil ifadelere başvuran yazarlar kesinlikle söylemek istedikleri şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardır. Onun hakkında belki sadece müphem bir bilince sahiptirler ki hâlâ kendisini düşünceye yerleştirmeye (düşünce olarak şekillendirmeye) çabalar; keza bunlar aynı zamanda gerçekte söyleyecek hiçbir şeye sahip olmadıklarını kendilerinden ve başka insanlardan gizlemeyi arzu ederler.

 

Tıpkı Fichte, Schelling ve Hegel gibi bunlar da bilmedikleri şeyi biliyormuş, düşünmedikleri şeyi düşünmüş ve söylemedikleri şeyi söylemiş gözükmek sevdasındadırlar.

 

Bir yazar bilmecemsi ifadelerden [muammalarla bezeli bir üsluptan] kaçınmalı, gerçekten söyleyeceği bir şey var mı, yok mu bunu tam olarak bilmelidir

 

Fazla ve lüzumsuz olan her şey —kaçınılabilecekken kullanılan her sözcük— zararlı bir etki meydana getirir. Basitlik ve naiflik kanunu güzel sanatların tümü için geçerlidir, çünkü en yüce olan şeyle kabili teliftir (yani aynı zamanda hem basit hem yüce olmak mümkündür).

 

Dolayısıyla her zaman sözcüklerin ve deyimlerin seçiminde titiz davranılmak, cümlelerin kısa ve çok anlamlı olmalarına özen gösterilmeli, böylelikle düşüncenin anlaşılabilir ve kolay anlatım bulmasına izin verilmelidir. Bu yüzden bir yazar sözcüklerini ve söyleyiş biçimlerini daraltmak yerine düşüncelerini genişletmeye çalışmalıdır. Eğer bir insan hastalıktan iyice zayıflamış ve artık eski elbiseleri çok büyük gelmeye başlamış ise, çare onları kesip daraltmak değil, fakat sağlığına kavuşarak eski beden yapısını tekrar bulmasıdır, ki o vakit bunlar onun üzerine tam olarak oturacaktır.

 

Dikkatsiz özensiz yazan bir yazar daha başından kendi düşüncelerine kendisinin çok değer vermediğini iş1 pat etmiş olur. Onlara uygun gelecek en açık, en güzel ve en güçlü ifadeyi arayıp bulmak için gerekli olan tükenmez sabrın içimizde uyanması ancak düşüncelerimizin doğruluğuna ve önemine ikna olmak suretiyle mümkündür; nasıl ki insan kutsal kalıntıları yahut paha biçilmez derecede kıymetli sanat eserlerini altın yahut gümüş mahfazalara koyar.

 

Bu sebepten ötürüdür ki eski yazarlar —düşünceleri kendi sözcükleriyle ifade edilmiş olduğundan binlerce yıllık dönemleri aşıp gelmiştir ve dolayısıyla saygın klasik unvanını taşırlar—evrensel bir özenle yazmışlardır.

 

kütüphane çok geniş olabilir; fakat eğer düzensiz ise küçük ama derli toplu bir kütüphane kadar kullanışlı ve yararlı değildir. Benzer şekilde, bir insan çok büyük bir bilgi yığınına sahip olabilir, fakat kendi kendisine üzerinde düşünerek bu bilgiyi gerektiği gibi işlememişse, tam olarak üzerinde düşünülmüş çok daha küçük bir bilgi miktarından daha kıymetsizdir. Çünkü bir insan ancak dört bir taraftan topladığı bilgiyi bir araya getirip bildiği şeyleri bir doğruyu diğeriyle mukayese ederek terkip haline getirdiği zaman ona tamamen hâkim olur ve onu kendi gücüne-melekesine dönüştürür. Bir insan bilmediği bir şeyi zihninde evirip çeviremez, düşünemez; bu yüzden önce bir şeyi öğrenmelidir; fakat bir insan ancak üzerine düşündüğü şeyi bilir.

 

Okumak ve öğrenmek herhangi bir kimsenin kendi özgür iradesiyle yapabileceği şeylerdir; fakat düşünmek böyle değildir. Düşünme tıpkı bir ateş gibi bir cereyanla yahut hava akımıyla tutuşturulmalı ve konuya duyulan bir ilgi ile desteklenmelidir. Bu ilgi bütünüyle nesnel yahut tamamen öznel türden olabilir. Bu sonuncusu bizi şahsen ilgilendiren şeylerde ortaya çıkar, fakat nesnel ilgi doğası gereği düşünen ve düşünme kendileri için nefes almak ka   dâr tabii bir şey olan kafalarda ve sadece onlarda bulunur; fakat bunlar seyrek rastlanan kimselerdir. Bu sebepten ötürüdür ki okur-yazar kimselerin çoğu bundan çok az nasiplenmiştir.

 

Düşünmenin ve okumanın insan zihni üzerinde meydana getirdiği etkiler arasındaki fark varılamayacak kadar büyüktür. Zihinler arasında bir insanı düşünmeye diğerini okumaya götüren asli farklılık bu yüzdendir ki sürekli olarak büyür. Okumakla insanın o an içinde bulunabileceği ruh haline ve temayülüne yabancı olan düşünceler zihni zorla ele geçirir ve üzerine damgasını bastığı balmumuna mühür ne kadar yabancıysa bu düşünceler de zihne o kadar yabancıdır. Böylelikle zihin bütünüyle dışarıdan gelen zorlama altındadır; şunu veya bunu düşünmeye zorlanır, her ne kadar o an için böyle bir şeye zerrece eğilimi yahut isteği yok ise de...

 

Fakat bir insan kendi kendisine düşününce o an için ya çevresi ya da zihnine düşen belli bir şey tarafından belirlenmiş olan kendi sevki tabisini takip eder. İnsanın görünür çevresi zihne okuma gibi tek bir belirli düşünceyi zorlamaz, ona sadece doğasına ve mevcut ruh haline uygun olan şey üzerine düşünmeye götürecek malzemeyi ve vesileyi sunar. Dolayısıyla çok okumanın zihni her türlü esneklikten yoksun kılmasının nedeni budur; bu tıpkı bir çelik yayı sürekli tazyik altında tutmak gibidir. Eğer bir insan düşünmek istemezse bunun en güvenli yolu yapacak başka bir şeyi olmadığı zaman eline bir kitap almaktan geçer.

 

Eğitimin insanların çoğunu fıtraten olduklarından daha ahmak ve budala yapmasının ve yazdıklarını herhangi bir başarı kazanmaktan alıkoymasının sebebini açıklayan işte bu alışkanlıktır.

 

"Mütemadiyen okurlar, [bu yüzden] hiç okunmazlar."

 

Okumak bir kimsenin kendi düşünceleri yerine bir ikameden başka bir şey değildir. Bir insan böylelikle düşüncelerinin denetlenmesine izin verir.

 

kendi dehasının kılavuzluğunda ilerleyen, bir başka söyleyişle, kendi kendisine düşünen, dışarıdan hiçbir zorlama olmaksızın ve doğru bir şekilde düşünmesini öğrenmiş insan, kendisini doğru yoldan saptırmayacak şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Bu yüzden bir insan ancak kendi düşüncelerinin kaynağı kuruduğu zaman okumalıdır ki ço ğu zaman en iyi kafaların durumu bu merkezdedir.

 

Diğer yandan bir kimsenin eline bir kitap alarak kendi öz malı olan düşüncelerini ürkütüp kaçırması en büyük günahtır. Bunun tabiattan yüz çevirip ölü bitkiler müzesini seyretmeye giden yahut harikulade bir manzarayı bir taş baskıdan veya gravürden incelemeye çalışan bir adamdan farkı yoktur.

 

Bir insan kendi kendisine düşünerek bir hayli zaman ve çaba sarf ettikten, düşüncelerini bıkıp usanmadan birbirine uladıktan sonra bir parça doğruya veya bir fikre ulaşmış olabilir; ama böyle olmayabilir ve aynı şeyi kendisini bunca Zahmete sokmaksızın bir kitapta hazır olarak bulabilirdi. Böyle de olsa, eğer ona kendi kendisine düşünerek ulaşmış ise bu bin kere daha kıymetlidir. Bilgimizi anca! bu şekilde elde etmemiz halinde, elde ettiğimiz şey bütün düşünce sistemimizin bütünleyici bir parçası, canlı bir uzvu haline gelir; böylelikle bildiklerimizle tam ve sağlam bir ilişki içerisinde bulunur; bütün sonuçlarıyla (daha doğrusu tazammunlarıyla) esaslı bir şekilde ancak böylelikle anlaşılır. Kendi düşünme tarzımızın rengini, ayırtısını ve damgasını ancak böylelikle taşır; ve böylelikle tam zamanında, tam da gereksinim duyulduğu anda ortaya çıkar; bağlandığı yere sapasağlam bağlanır ve asla unutulmaz.

 

kişinin kendi kendisine düşünmesi tutarlı bir bütünü, bir sistemi -her ne kadar o tam anlamıyla eksiksiz bir sistem olmasa da- geliştirmek için çabalamasıdır. Ve bunu başka hiçbir şey, sürekli okumak suretiyle, başkalarının düşüncelerinin cereyanını güçlendirmek kadar engellemez.

 

Gerçek manada ilim ile iştigal eden düşünür de aynı şeyi, fakat daha geniş bir ölçekte yapar. Her ne kadar çok fazla bilgiye ihtiyaç duysa ve çok fazla okuması gerekse de, zihni hepsine hükmedecek, düşünce sistem içinde bunları eritip hazmedecek ve anlayışının (izafi) organik birliğine boyun eğdirecek kadar güçlüdür

 

Gerçek manada ilim ile iştigal eden düşünür de aynı şeyi, fakat daha geniş bir ölçekte yapar. Her ne kadar çok fazla bilgiye ihtiyaç duysa ve çok fazla okuması gerekse de, zihni hepsine hükmedecek, düşünce sistem içinde bunları eritip hazmedecek ve anlayışının (izafi) organik birliğine boyun eğdirecek kadar güçlüdür ki fevkalâde geniştir ve mütemadiyen genişlemesini sürdürmektedir.

 

Bir insan her zaman oturup okuyabilir, fakat düşünemez. Düşünceler de insanlar gibidir: Onları canımızın istediği zaman çağıramayız, teşrif edip gelinceye kadar onları beklememiz gerekir. Bir konu hakkındaki düşünce kendiliğinden çıkagelmelidir, tabii ki ona harici bir uyarıcı ile zihni durum ve dikkatin mutlu uyumlu birliği de katkıda bulunmalıdır ve bu insanlara hiçbir zaman gelmediği anlaşılan da tam olarak budur.

 

Bir insan her zaman oturup okuyabilir, fakat düşünemez. Düşünceler de insanlar gibidir: Onları canımızın istediği zaman çağıramayız, teşrif edip gelinceye kadar onları beklememiz gerekir. Bir konu hakkındaki düşünce kendiliğinden çıkagelmelidir, tabii ki ona harici bir uyarıcı ile zihni durum ve dikkatin mutlu uyumlu birliği de katkıda bulunmalıdır ve bu insanlara hiçbir zaman gelmediği anlaşılan da tam olarak budur.

 

Bu durum bizim kişisel ilgimizi cezbeden konularda açıkça görülebilir. Bu türden bir mesele hakkında bir karara varmak zarureti hâsıl olduğunda, belirli bir anda oturup enine boyuna düşünerek bir karara varamayız; çünkü çoğu kez böyle bir zamanda düşüncelerimiz belli bir nokta etrafında toplayamayız, bir sürü başka şeyin peşine düşerler, kimi zaman uzaklık yahut konudan hazzetmeme bunun sebebidir. Böyle bir durumda kendimizi zorlamamalı, bunun yerine kendiliğinden gelecek uygun ruh halini beklemeliyiz. Çoğu zaman bu beklenmedik zamanda gelir ve tekrar tekrar kapımızı çalar; bizi farklı zamanlarda etkisi altına alan farklı ruh halleri konuya her zaman taze bir ışık tutar.

 

bir insan salt okumak uğruna gerçek dünya ile bağını koparmamalıdır.

 

yabancı bir düşünce yolunu takip ederek kendisininkini unutmamak için çok fazla okumamalıdır.

 

kendi kendisine düşünen her gerçek düşünür bir kral gibidir; onun iktidarı mutlaktır ve kendi üze   rinde kimseyi tanımaz. Onun kararlarının kökeni, tıpkı kraliyet buyrukları gibi, kendi mutlak iktidarıdır ve doğrudan kendisinden kaynaklanır, feir kral bir buyruğu ne kadar dikkate alırsa, o da otoriteyi o kadar kaale alır; kendisi yetki vermedikçe yahut onaylamadıkça hiçbir şeyin geçerliliği yoktur.

 

Tartışmalı meseleleri ele alıp o noktada yetkin kimseleri zikrederek bir çözüme kavuşturmak için böylesine gayretli ve istekli olanlar, bu sahada başka birisinin anlayış ve kavrayışını kendi eksik ve noksan görüşlerinin yerine koyabildiklerinde gerçekten mutludurlar. Bunların sayıları saymakla bitmez. Çünkü Seneca'nın söylediği gibi, herkes aklını kullanmak yerine inanmayı tercih eder:

 

Hakiki değere sahip olan tek şey bir insanın doğrudan kendi kendisine düşündüğüdür. Düşünürler belki şöyle sınıflandırılabilir: ilk başta kendi kendilerine -ve kendileri için- düşünenler ve doğrudan başkaları için düşünenler. Birinciler hakiki düşünürlerdir, onlar sözcüğün her iki anlamında da kendi kendilerine düşünürler; onlar gerçek filozoflardır ve sadece onlar samimidir. Ayrıca onların hayatlarının hakiki hazzı ve mutluluğu düşünmeye dayanır. Diğerleri birer sofisttir; olmadık   lan biçimde görünmeyi arzu ederler ve mutluluklarını başka insanlardan almayı umut ettikleri şeyde ararlar. Bunlar başka bir konuda samimi değillerdir.

10 Şubat 2018 Cumartesi

İnsanca Pek İnsanca

Filozofun insan hakkında söylediği her şey, aslında çok sınırlı bir zaman diliminin insanı hakkında bir tanıklıktan öteye gitmez.
 
 
Rüyanın yanlış anlaşılması. – Uygarlığın en başlarında insan, rüyasında ikinci bir gerçek dünyayı tanıdığını sanıyordu; işte tüm metafiziğin kökeni budur. Rüyalar olmasaydı dünyanın bölünmesi için bir neden bulunamazdı. Ruh ve bedenin ayrılması da rüyanın en eski kavranışıyla bağlantılıdır, ruh görünüşlü bir beden kabulü, yani tüm ruhlar inancının ve olasılıkla tanrı inancının da kökeni bununla bağlantılıdır. “Ölü yaşamını sürdürüyor; çünkü yaşayanlara rüyada görünüyor”: böyle çıkarım yapıldı vaktiyle, binlerce yıl boyunca.
 
 
Felsefe şu soruyu sorunca ayrıldı bilimden: İnsanı en mutlu yaşatan dünya ve yaşam bilgisi hangisi? Sokratesçi okullarda gerçekleşti bu: Mutluluk görüş açısıyla bağlandı bilimsel araştırmanın atardamarları
 
 
Mantıksal düşüncenin o ilk aşamasına en uzak düşen şey de nedensellik düşüncesidir: evet, şimdi bile aslında tüm duyumların ve eylemlerin özgür istencin edimleri olduğunu düşünürüz; duyumsayan birey kendi kendini incelediğinde her duyumu, her değişikliği yalıtılmış, yani koşulsuz, bağlamsız bir şey olarak kabul eder: öncekiyle ya da sonrakiyle bir bağlantısı olmadan, bizden çıkmaktadır ortaya. Acıkırız ama başlangıçta, organizmanın sürdürülmeyi istediğini düşünmeyiz, bu duygu kendisini nedensiz ve amaçsız kabul ettirmek istiyor gibidir, kendini yalıtmakta ve kendini keyfî saymaktadır.
=
 
İnsan batıl inançtan ve dinden kaynaklanan kavramların ve korkuların dışına çıktığında ve örneğin artık sevgili küçük meleğe ya da ilk günaha inanmadığında, ruhların kurtuluşundan söz etmeyi de unuttuğunda kesinlikle çok yüksek bir kültür aşamasına ulaşılmış olacaktır: Bu özgürleşme aşamasına vardığında, büyük bir temkinlilikle metafiziği de aşması gerekir. Ama bundan sonra geriye doğru bir devinim gereklidir:
 
 
Ne var ki, dinin tatmin ettiği ve şimdi de felsefenin tatmin etmesi beklenen gereksinimlerin değişmez olmadıklarını da nihayet öğrenmek gerekir; bunlar da zayıflatılabilir ya da kökleri kurutulabilir. Örneğin Hıristiyan ruh sıkıntısı, manevi düşkünlük karşısında ah etme, ruhsal kurtuluş tasası düşünülsün, – tüm bunlar sadece aklın yanılgılarından kaynaklanan ve tatmin edilmek bir yana, düpedüz yok edilmeyi hak eden tasarımlardır. Bir felsefe bu gereksinimleri tatmin ederek, ya da onları bertaraf ederek de yararlı olabilir; çünkü bunlar öğretilmiş, zamanla sınırlı gereksinimlerdir, bilimle çelişen varsayımlara dayanırlar.
 
 
Ama şimdi teologlar kimin umurunda – teologlardan başka? – Tüm bir teoloji ve ona karşı verilen mücadele bir yana, dünyanın bırakın en iyi ya da en kötü dünya olmasını, iyi ve kötü olmadığı ve bu “iyi” ve “kötü” kavramlarının sadece insanlarla bağıntılı olarak bir anlam kazandıkları, hatta belki burada, alışılageldik kullanılış biçimlerinde bile yetkili olmadıkları ortadadır: Küfreden ve yücelten dünya görüşünden her halükârda vazgeçmeliyiz.
 
 
En akıllı insan bile zaman zaman yeniden doğaya, yani tüm şeyler karşısındaki mantıkdışı temel tutumuna ihtiyaç duyar.
 
 
Belki de tüm bunlardan hiçbir yargıda bulunulmaması sonucu çıkacaktır; ah keşke değer biçmeden, antipati ve sempati duymadan yaşanabilseydi! – Çünkü her türlü antipati duyma hali, bir değer biçmeyle bağlantılıdır, her türlü sempati duyma hali de öyle. Gerekli olanı isteme, zararlı olandan kaçınma duygusu olmadan, bir şeye doğru yönelme ya da bir şeyden uzaklaşma dürtüsü, hedefin değeri hakkında bilgili bir değer biçmenin eşlik etmediği bir dürtü bulunmamaktadır insanda. Biz daha en başından mantıkdışı ve bu yüzden adaletsiz varlıklarız ve bunu bilebiliriz: en büyük ve en çözülemez uyumsuzluklarından birisidir bu varoluşun.
 
 
Yaşamın olağan zincirlerinden, artık sadece hep daha iyi bilmek için yaşayacak kadar kurtulmuş olan bir insan, öteki insanların gözünde bir değere sahip şeylerin birçoğundan, hatta hemen hemen hepsinden, hiçbir kıskançlık ve sıkıntı duymadan vazgeçebilmelidir; arzu edilir bir durum olarak insanlar, töreler, yasalar ve şeylerin geleneksel değerlendirilmeleri üzerinde özgürce, korkusuzca süzülmek ona yetmelidir.
 
 
Mutsuz kişi acıma gösterisinin onun bilincine çıkarttığı bu üstünlük duygusundan bir tür haz elde eder; kendini beğenmişliği kabarır, hâlâ dünyaya acı çektirecek kadar önemli biridir. Dolayısıyla acınma özlemi kendinden haz alma özlemidir, üstelik yakınlarına zarar verme pahasına; kendi özgün benliğini, olanca saygısızlığıyla gösterir insanlara:
 
 
Dolandırıcıların da, din kurucuların da olağanüstü izlenimi bırakmaları için, kendini aldatma işbaşında olmalıdır. Çünkü insanlar, çok güçlü bir biçimde inanıldığı bariz olan şeyin doğruluğuna inanırlar.
 
 
Çok yaygın yanlış çıkarımlardan biri de şudur: bir kimse bize karşı doğru ve içten olduğuna göre tutunamaz hakikati söylüyordur. Böylece bir çocuk anne babasının yargılarına, bir Hıristiyan da kilisenin kurucusunun iddialarına inanır.
 
 
Kendi konusuna gerçekten gönül vermiş bir yazar, herhangi birisinin çıkıp da aynı konuyu daha anlaşılır bir biçimde serimleyerek ve bu konudaki sorunları hiç açık bırakmadan yanıtlayarak kendisini ortadan silmesini arzular. Seven bir kız, sevgisinin fedakâr sadakatini, sevdiğinin sadakatsizliğinde kanıtlayabilmeyi arzular. Bir asker, zafer kazanan vatanı için savaş meydanında şehit düşmeyi arzular. Çünkü vatanın zaferiyle birlikte onun en büyük arzusu da zafer kazanmıştır. Bir ana çocuğuna, kendisinden esirgediği şeyi, uykuyu, en iyi yemeği, yerine göre sağlığını, servetini verir. – Peki tüm bunlar egoizm dışı durumlar mıdır?
 
 
İnsan eylemlerin sözünü verebilir, duyguların değil; çünkü duygular istem dışıdır.
 
 
Bize çabucak öfkelenen birine karşı, karşımızda bir zamanlar canımıza kastetmiş biri varmış gibi dikkatli olmalıyız: çünkü hâlâ yaşıyor oluşumuzun nedeni, onun öldürme gücünün eksikliğidir; bakışlar yetseydi buna, çoktan gelirdi ölüm başımıza.
 
 
Neden sevgiye adaletin aleyhine daha büyük bir değer verilir ve sanki ondan çok daha yüce bir varlıkmış gibi en güzel şeyler sevgi hakkında söylenir? Oysa sevgi adaletten açıkça daha aptal değil midir? – Elbette, işte tam da bu yüzden herkes için çok daha rahattır.
 
 
aslında kötülüklerin en kötüsüdür umut, çünkü insanın çektiği eziyeti uzatır.
 
 
Bir partide arkadaşlarına karşı çıkamayacak denli korkak ve ödlek bir insan vardı: onu her işe koşarlardı, ondan her şeyi isterlerdi, çünkü dostlarının kendisi hakkında kötü düşünmeleri, ölümden daha çok korkuturdu onu; zavallı, zayıf bir ruhtu o. Bunu anladılar ve anılan özelliklerinin temelinde onu bir kahraman ve hatta bir şehit yaptılar. Ödlek insan, içinden her zaman hayır dediği halde, hep evet sözü çıktı dudaklarından, partisinin görüşleri için öldüğü idam sehpasında bile: o sırada eski yoldaşlarından biri vardı yanında, sözleri ve bakışlarıyla öyle bir baskı yapmıştı ki ona, gerçekten ciddi bir biçimde karşılamıştı ölümü ve o zamandan beri de bir şehit ve büyük bir kişilik olarak övülür durur.
=
 
İnsanın yaşamını elinden almak için bir yasa vardır, ama onun ölümünü elinden almamız için hiçbir yasa yoktur: sadece zulümdür
 
 
İnsanın yaşamını elinden almak için bir yasa vardır, ama onun ölümünü elinden almamız için hiçbir yasa yoktur: sadece zulümdür bu.
 
 
Ötekinin bir aptal, kötü bir herif olduğunu ilan eden her kişi, sonunda o kişi böyle birisi olmadığını gösterdiğinde öfkelenir.
 
 
Doğa bize bir fırtına gönderdiğinde ve bizi ıslattığında, onu ahlaksızlıkla suçlamıyoruz: peki zarar veren insanlara neden ahlaksız diyoruz? Çünkü onların keyfi davranan, özgür bir istenci olduğunu, doğada ise bir zorunluluk bulunduğunu kabul ediyoruz. Oysa bu ayrım bir yanılgıdır.
 
 
Kötülüğün, örneğin intikam duygusu ya da daha güçlü bir sinirsel heyecan olarak hedefi, ötekine acı çektirmek değil, kendimize haz sağlamaktır. Her türlü alay etme bile, gücümüzü başkalarının üstünde uygulamanın ve bununla zevk verici üstünlük duygusuna ulaşmanın ne denli eğlendirici olduğunu göstermektedir.
 
 
Ne ceza ne de ödül, birisinin hak ettiği şeyler değildir; haklılıkla talep etmesi üzerine değil, yararlılık nedeniyle verilirler ona
 
 
İnsanın kendi eylemleri ve varlığı karşısında tamamen sorumsuz oluşu, insanlığının asalet beratında sorumluluğu ve yükümlülüğü görmeye alışmış idrakli kişinin yutması gereken en acı damladır.
 
 
Başımıza bir kötülük geldiğinde, ya nedenini ortadan kaldırarak başa çıkarız onunla, ya da duygularımız üstündeki etkisini değiştirerek:
 
 
Kişi yeniden yorumlamaya ve bahane bulmaya ne denli eğilimli olursa, kötülüğün nedenlerini o denli az kavrayacak ve ortadan kaldıracaktır;
 
 
Bir Pazar sabahı yaşlı çanların çaldığını duyduğumuzda, sorarız kendimize: mümkün mü bu? Bu çanlar iki bin yıl önce çarmıha gerilmiş, Tanrı’nın oğlu olduğunu söylemiş bir Yahudi için çalıyor.
 
 
Gündelik yaşamlarını çok boş ve tekdüze bulan kişiler kolaylıkla dindarlaşırlar: kavranabilir ve bağışlanabilir bu, ancak gündelik yaşamları boş ve tekdüze geçmeyen insanlardan dindarlık beklemeye hakları yoktur.
 
 
Modern bilimin hedefi: olabildiğince az acı, olabildiğince uzun yaşam, – yani bir tür sonsuz mutluluk, dinlerin vaatlerinin yanında çok mütevazı kalıyor elbette.
 
 
Kişi ne babasını, ne annesini, ne karısını, ne de çocuğunu sever, onların bizde uyandırdıkları hoş duygulardır sevdiği”,
 
 
Sanat, bulanık düşüncenin tülünü yaşamın üzerine gererek, yaşamın görüntüsünü katlanılır kılar.
 
 
İnsanlar açıkça büyük zihnin etkilerini en hoş buldukları ve bunun karşısında kıskançlık duymak istemedikleri yerde dehadan söz ediyorlar sadece. Birini “tanrısal” ilan etmek “burada rekabet etmemize gerek yok” demektir.
 
 
Yetenekten,37 doğuştan gelen kabiliyetlerden38 söz edip durmayın! Pek yetenekli olmayan her türden büyük adam sayabiliriz!
 
 
u adamların hepsinde de büyük bir bütün yapmaya girişmeden önce parçaları mükemmel yapmayı öğrenen, mahir zanaatçı-ciddiyeti vardı: hiç acele etmezlerdi bunun için, çünkü göz kamaştırıcı bir bütünün etkisinden çok, küçük, ikincil olanı iyi yapmaktan daha büyük bir zevk alırlardı.
 
 
İyi çalmasını bilmek yetmez, kendini iyi sunmak da gerekir. En iyi ustanın elindeki bir keman, mekân fazla büyükse sadece bir gıcırtı sesi çıkarır. Bu durumda usta çaylakla karıştırılabilir.
 
 
Bir yazara, sadece çok ender durumlarda aklanmayı ya da bağışlanmayı hak eden bir suçlu gözüyle bakılmalı: kitapların tehlikeli bir biçimde artmasına karşı bir yöntem olabilirdi bu.
 
 
Sanatsal çekicilik olarak tamamlanmış olmayan. – Tamamlanmamış olan, genellikle tamamlanmışlıktan daha etkilidir, özellikle övgü konuşmasında: övgü konuşmasının amacına ulaşması için, dinleyicinin hayal gücüne bir deniz gösteren ve karşıda duran kıyıyı, yani övülen konunun sınırlılığını bir sis gibi örten usdışı bir unsur olarak, çekici bir tamamlanmamışlığa gerek duyulur.
 
 
Bir kez yazmış olan ve yazma tutkusunu içinde duyumsayan birisi, yaptığı ve yaşadığı hemen her şeyden, sadece yazarak iletilebilecek olanları öğrenir. Artık kendini değil, yazarı ve okurunu düşünür; kavrayışa ulaşmak ister, ama kendi yararı için değil.
 
 
Kendini sadece bir bilgi geçidi ve genel olarak düpedüz bir araç gibi görür ve bu yüzden kendisine yönelik ciddiyetini yitirir.
 
 
Genel olarak düşüncelerine açıklık kazandırmasını bilmeyen yazarlar, ayrıntılarda en güçlü, en abartılı tanımlamaları ve üstünlük sıfatlarını seçeceklerdir: böylelikle, izbe orman yollarını meşalelerle aydınlatmaya benzeyen bir ışık etkisi ortaya çıkar.
 
 
İnsan saçmadan nasıl neşe duyabilir? Dünyada gülündüğü sürece budur gerçekleşen; hatta mutluluğun olduğu hemen her yerde saçmadan neşe duyulduğu söylenebilir. Deneyimin tam tersine, amaçlı olanın amaçsıza, zorunlu olanın gelişigüzel olana çevrilmesi45 ancak bu sürecin kimseye zarar vermeyecek biçimde ve sadece bir defaya özgü bir muziplik olarak düşünülmesi koşuluyla eğlendiricidir,
 
 
Düşünsel ilkelere gerekçesiz alışmaya inanç deniliyor.
 
 
Bağlı tinliler ilkelerine kendi yararlarından ötürü sahip çıktıkları için, özgür tinlinin de kendi görüşleriyle kendi yararını kolladığını ve sadece tam da kendisini ihya eden şeyi doğru bulduğunu tahmin ederler.
 
 
Alışkanlık sonucu içgüdü haline gelmiş görüşlere bağlılık, karakter sağlamlığı denilen şeye yol açar.
 
 
Özgür tinli, geleneği yanına alan ve eylemleri için bir neden göstermeye gerek duymayan birisiyle karşılaştırıldığında her zaman zayıftır, hele ki eylemlerinde; çünkü çok sayıda güdü ve görüş açısı bilmektedir ve bu yüzden emin, idmanlı değildir.
 
 
Ormanda yolunu tamamen yitirmiş ama olağanüstü bir enerjiyle herhangi bir yönde dışarıya çıkmaya çalışan bir insan, bu arada hiç kimsenin bilmediği yeni bir yol keşfeder: özgünlükleri övülen dehalar böyle çıkarlar ortaya.
 
 
Eğitime duyulan ilgi, ancak bir tanrıya ve onun şefkatine duyulan inançtan vazgeçildiğinde büyük bir güç kazanabilir: tıpkı tedavi sanatının ancak mucizevî
 
 
Eğitime duyulan ilgi, ancak bir tanrıya ve onun şefkatine duyulan inançtan vazgeçildiğinde büyük bir güç kazanabilir: tıpkı tedavi sanatının ancak mucizevî kürlere duyulan inanç sona erdiğinde gelişebilmesi gibi.
 
 
Bilim, içinde çalışan ve araştırana çok, onun sonuçlarını öğrenene ise çok az keyif verir. Yavaş yavaş bilimin tüm önemli hakikatleri gündelikleştikleri ve sıradanlaştıkları için, bu az keyif de sona eriyor: son derece hayran olmaya değer iki kere ikiyi öğrendiğimizde sevinmeyi çoktan geride bıraktığımız gibi.
 
 
Eşzamanlı gerçekleşen bazı şeylerin birbirleriyle bağıntısı olduğu söylenir. Uzakta bir akrabamız ölür, aynı zamanda onu rüyamızda görürüz – işte! Oysa bir sürü akrabamız ölüyor da, onları görmüyoruz rüyamızda.
 
 
Bilimin gençlik cazibesi. – Hakikat, suçları ağarmış ve sıkıcılaşmış yanılgıdan her yerde farklı olduğu için, onu araştırmanın hâlâ bir cazibesi var; bu cazibe giderek kayboluyor; gerçi şimdi henüz bilimin gençlik çağında yaşıyoruz ve güzel bir kızın peşinden koşar gibi koşuyoruz hakikatin peşinde; ama ya bir gün yaşlı, asık suratlı bir kadına dönüşürse?
 
 
Okulun en önemli görevi kesin düşünmeyi, özenle yargıya varmayı, tutarlı çıkarımlarda bulunmayı öğretmektir: bu yüzden, bu işlem için elverişli olmayan hiçbir şeyi, örneğin dini hesaba katmaması gerekir.
 
 
Tüm insanlar, tüm zamanlarda olduğu gibi, şimdi de köleler ve özgürler diye ayrılırlar; çünkü gününün en az üçte ikisine kendisi için sahip olmayan kişi, devlet adamı, tüccar, memur, bilgin, ne olursa olsun bir köledir.
 
 
Bilginler huzurdan utanıyorlar. Oysaki boş zamanın72 ve aylaklığın soylu bir unsurudur bu. – Eğer aylaklık gerçekten tüm sıkıntının başlangıcı ise, aynı zamanda en azından tüm erdemlerin en yakınındadır; aylak insan hâlâ çalışan insandan daha iyi bir insandır. – Boş zaman ve aylaklıkla sizi kastettiğimi sanmıyorsunuz değil mi, sizi tembel hayvanlar?
 
 
Nasıl olursan ol, kendin deneyim kaynağı ol kendine! Varlığından hoşlanmamayı at bir kenara, kendi Ben’ini bağışla, çünkü bilgiye çıkabileceğin yüz basamaklı bir merdivenin var her halükârda.
 
 
Bir armağanı, salt doğru bir biçimde sunulmadığı için geri çevirmek zorunda kalmak, verene karşı öfke uyandırır.
 
 
Bir hastaya önerilerde bulunan birisi, söyledikleri ister kabul edilsin ister reddedilsin, hastanın üzerinde bir üstünlük duygusu kazanır. Bu yüzden alıngan ve gururlu hastalar, hastalıklarından daha çok nefret ederler akıl verenlerden.
 
 
Çok sıkılgan kimselere yardım etmenin ve onları sakinleştirmenin en iyi yöntemi onları kesin bir dille övmektir.
 
 
Rakiplerimizde tamamen eksik olduğunu algılamadıkça bir erdeme sahip olmaya özel bir değer vermeyiz.
 
 
Bir görüşe, aslında sadece bize sunulduğu sesi sempatik bulmadığımız için karşı çıktığımız çok olur.
 
 
Bir başka kişiyle bile isteye samimi olmaya çalışan birisi, genellikle ona güvenip güvenmediğinden emin değildir. Güveninden emin olan, samimiyete fazla değer vermez.
 
 
Cesur insanları bir eylem için ikna etmek, o eylemi olduğundan daha tehlikeli göstermekle mümkündür.
 
 
Sevmediğimiz insanların bize gösterdiği incelikleri, onların suç hanesine yazarız.
 
 
İnsanları zıvanadan çıkarmanın ve kafalarına kötü düşünceler sokmanın güvenilir bir yöntemi onları uzun süre bekletmektir. Bu, ahlaksızlaştırır.
 
 
Bize tam bir samimiyet sunan kimseler, böylelikle bizim samimiyetimizi hak ettiklerini sanırlar. Yanlış bir çıkarımdır bu; armağanlar sunarak haklar kazanılmaz.
 
 
Kendisine zarar verdiğimiz birinin gönlünü almak, hatta bizden yana iyi düşünmesini sağlamak için, ona hakkımızda bir espri yapma fırsatı vermek yeterlidir genellikle.
 
 
Hiç kimseyi incitmek, hiç kimseye zarar vermek istememek, adaletli, tarafsız bir zihniyetin olduğu kadar, korkakça bir zihniyetin işareti de olabilir.
 
 
Sadece bir kimseye acı vermek, onu yenmek için değil, belki sadece kendi kuvvetinin bilincinde olmak için de saldırılır.
 
 
İntihar eden birinin akrabaları, kendi itibarlarını düşünüp de hayatta kalmadı diye kınarlar onu.
 
 
Merhametli, kara günde daima yardıma hazır yaratılışlarla, aynı zamanda arkadaş da olunabilmesi çok enderdir: başkalarının iyi gününde yapacak işleri yoktur, gereksizdirler, bu üstünlüklerine sahip olduklarını hissetmezler ve bu yüzden hoşnutsuzluklarını kolayca belli ederler.
 
 
Büyük bir armağan veren kimse şükranla karşılanmaz; çünkü armağan verilen kişi, almakla zaten çok büyük bir yükün altına girmiştir.
 
 
Her iki taraf açısından bir polemiğe yanıt vermenin en can sıkıcı türü kızıp da susmaktır: çünkü saldırıda bulunan kişi, susulmasını özellikle bir aşağılama işareti olarak yorumlar.
 
 
Konuşacak konu bulmakta sıkıntı çektiklerinde, arkadaşlarının sırlarını ifşa etmeyen çok az kişi vardır.
 
 
Toplum içinde kendilerini güvende hissetmeyen insanlar, üstün oldukları bir yakınlarına, bu üstünlüklerini toplumun önünde açıkça, örneğin sataşma yoluyla göstermek için her fırsattan yararlanırlar.
 
 
İki insan arasındaki görüşlerin yabancılaştığının en güçlü belirtisi, ikisinin de birbirlerine ironik bir şeyler söylemeleri, ama ikisinin de bu sözlerin ironik yanını hissetmemeleridir.
 
 
Bizden ne derecede nefret edildiğine, korkulduğuna ilişkin inancımızda yanılırız: bir kişiden, bir doğrultudan ya da bir partiden ne derece uzak olduğumuzu iyi biliriz, ama ötekiler bizi çok yüzeysel tanırlar ve bu yüzden sadece yüzeysel olarak nefret ederler. Genellikle anlayamadığımız bir iyi niyetle karşılaşırız; anladığımızda ise ciddiye alınmadığımızı, önemsenmediğimizi gösterdiği için incitir bizi.
 
 
Üstün tin, hırslı gençlerin kendisine yönelik patavatsızlıklarıyla, küstahlıklarıyla ve hatta düşmanlıklarıyla eğlenir; henüz sırtlarında bir süvari taşımamış olan ama kısa bir süre sonra taşıyor olmaktan gurur duyacak atların patavatsızlığıdır bu.
 
 
Bir şeyler anlatan, olay kendisini ilgilendirdiği için mi yoksa, öyküyle ilgi çekmek için mi anlattığını kolaylıkla belli eder. İkinci durumda abartacak, abartma sıfatları kullanacak ve benzer yollara başvuracaktır. Sonra genellikle daha kötü anlatır, çünkü konudan çok kendisini düşünmektedir.
 
 
Birlikte gizli işler çevrilen kişiye karşı, onun tarafından ihanete uğranılıp uğranılmayacağına ilişkin incitici kuşkuyu dile getirmek, üstelik bunu tam da bizzat ona ihanet ediyorken yapmak bir kötülük ustalığıdır, çünkü ötekini kişisel olarak fetheder ve onu bir süre boyunca hiç kuşkulanmadan ve çok açık davranmaya zorlar, böylece gerçek hain istediği gibi davranabilir.
 
 
İncitmek ve sonradan özür dilemek, incinmek ve özür dilenmesini beklemekten çok daha rahattır. Birincisini yapan, önce güç, sonra da iyi karakter işareti verir. Diğeri ise, insanlıktan uzak olduğunun kabul edilmesini istemiyorsa, zaten bağışlaması gerekir; ötekini utandırmaktan duyulan haz bu zorunluluktan dolayı azalır.
 
 
Başka birisinden zor bir şeyi elde etmek isteyen bir kimse, konuyu bir sorun olarak ele almamalı, planını biricik olasılıkmış gibi basitçe ortaya koymalıdır; ötekinin gözlerinde itiraz, karşı çıkma ışıkları çaktığında hemen onun sözünü kesmeyi ve ona zaman bırakmamayı bilmelidir.
 
 
Sıradan toplulukların içinde bulunduktan sonra neden vicdan rahatsızlığı duyarız? Çünkü önemli şeyleri hafife almışızdır, çünkü kişilerle konuşurken tüm samimiyetimizle konuşmamışızdır ya da konuşmamız gereken yerde susmuşuzdur, çünkü yeri geldiğinde sıçrayıp koşturmamışızdır, kısacası topluluk içinde onlardan biriymişiz gibi davranmışızdır.
 
 
“Her insanın bir fiyatı vardır”. – Doğru değildir bu. Ama elbette herkes için ısırması beklenen bir olta yemi bulunur. Bu yüzden, bazı kişileri bir davaya kazanmak için bu davaya sadece insancıllık, soyluluk, iyilikseverlik, fedakârlık pırıltısını vermek yeterlidir – hangi davaya verilememiştir ki? – Onların ruhlarını kandıran şekerlemeler ve tatlılardır bunlar; başkaları da başka şeyleri sever.
 
 
Bir konuda ustalaşıldığında, genellikle öteki konuların çoğunda tam bir beceriksiz olarak kalınır; ama Sokrates’in çoktan deneyimlediği gibi, tam tersi bir yargıda bulunulur. Ustalarla ilişkiyi çekilmez kılan kötü durum budur.
 
 
Merak olmasaydı, yakınların iyiliği için az şey yapılırdı. Oysa merak, ödev ya da acıma adı altında, talihsiz ya da muhtaç kişinin evine giriverir usulca. – Belki de çok övülen anne sevgisinde de vardır irice bir parça merak.
 
 
Birisi yargılarıyla ilgi çekmeyi arzular, diğeri sempatileri ve antipatileriyle, bir başkası ise tanışıklıklarıyla, başka birisi ise yalnız kalışıyla – hepsi de yanılır hesaplarında. Çünkü karşısında bu oyun sahnelenen kişi, asıl dikkate alınan oyunun kendisi olduğunu düşünür.
 
 
Her türlü onur kavgasından ve düellodan yana denilebilir ki, eğer bir kişi birileri kendisi hakkında şöyle ya da böyle söyledi ya da düşündü diye yaşamayı istemeyecek kadar hassas bir duyguya sahipse, sorunu birinin ya da diğerinin ölümüne vardırmaya hakkı vardır.
 
 
İroniye alışmak da, alaycılığa alışmak gibi karakteri bozar, yavaş yavaş başkalarının zarar görmesinden sevinç duyan bir üstünlük özelliği kazandırır: ısırmanın yanı sıra bir de gülmeyi öğrenmiş, azgın bir köpeğe benzer kişi.
 
 
Kendini beğenmişlik denilen ve her türlü iyi ürünü mahveden o yabani ottan her şeyden çok sakınmalı kendini; çünkü içtenlikte, resmi selamlaşmada, iyi niyetli samimiyette, sevip okşamada, dostça tavsiyede bulunmada, hataların itiraf edilmesinde, başkalarına acımada kendini beğenmişlik vardır ve tüm bu güzel şeyler, arada bu yabani ot biterse tiksinti uyandırırlar.
=
 
İkili konuşma yetkin konuşmadır, çünkü birinin söylediği her şey, kendisiyle konuşulan ötekinin kesinlikle dikkate alınmasıyla kazanır belirli rengini, tınısını ve ona eşlik eden jestleri, yani mektuplaşmadaki gibidir durum: bir ve aynı kişinin mektup yazarken kime yazdığına bağlı olarak farklı farklı ruhsal anlatımlar sergilemesi gibi.
 
 
İkili konuşmada tek bir düşünce kırılması vardır: bu kırılma konuşulan kişiyi, düşüncelerimizi olabildiğince güzel görmek istediğimiz bir ayna gibi koyar ortaya.
 
 
En yakın tanıdıklar arasında bile duyguların ne denli değişik, görüşlerin ne denli bölünmüş olduğunu düşün bir kez kendi kendine; aynı görüşlerin bile dostlarının kafalarında, sendekinden tamamen farklı bir konuma ya da şiddete sahip olduklarını; yanlış anlama birbirinden düşmanca uzaklaşma vesilesinin yüz kere doğduğunu. Tüm bunlardan sonra diyeceksin ki: tüm ittifaklarımızın ve dostluklarımızın üzerinde durduğu zemin ne kadar da güvensiz, soğuk yağmurlar ya da kötü havalar ne kadar da yakın, ne kadar da yalnızdır
 
 
Daha çok şöyle itiraf edecektir kendi kendine: evet dostlar vardır, ama onları sana yönelten, senin hakkındaki yanılgıları ve yanılsamalarıdır; seninle dost kalabilmek için susmayı da öğrenmiş olmaları gerekir: çünkü bu tür insani ilişkiler hemen hemen her zaman bazı şeylerin hiç söylenilmemesine, onlara hiç dokunulmamasına dayanırlar ama bu küçük taşlar bir kez yuvarlanmaya başladıklarında, dostluk da onların peşinden gelir ve parçalanır.
 
 
Doğrudur, tanıdıklarımızdan her birini, en büyükleri bile olsa, küçümsemek için iyi nedenlerimiz vardır; ama bu duygunun bize yöneltilmesi için de bir o kadar iyi neden vardır. – İşte kendimize böyle katlandığımız için, katlanmak isteriz birbirimize; belki de herkesin, şöyle söyleyeceği neşeli saat de gelecektir b “Dostlarım, dost yoktur!” diye bağırdı ölmek üzere olan bilge; “Düşmanlarım, düşman yoktur!” – diye bağırıyorum ben, yaşayan budala.
 
 
En iyi arkadaş olan, muhtemelen en iyi eşe sahip olacaktır, çünkü iyi evlilik arkadaşlık yeteneğine dayanır.
 
 
İnsanın iyi bir babası yoksa, kendine bir tane edinmelidir.
 
 
Erkeklerin kendini aşağılama hastalığının en iyi tedavisi, akıllı bir kadın tarafından sevilmektir.
 
 
Analar, oğullarının arkadaşlarını, özel başarıları varsa, kolaylıkla kıskanabilirler. Genellikle oğlunun kendisinden çok, oğlunda kendini sever bir anne. 386 Akılcı arkadaşlık. – İnsan yaşını başını aldığında, babasının kendisini dünyaya getirtmekte haksız olduğu duygusuna kapılır.
 
 
Analar, oğullarının arkadaşlarını, özel başarıları varsa, kolaylıkla kıskanabilirler. Genellikle oğlunun kendisinden çok, oğlunda kendini sever bir anne.
 
 
Erkeklerin bazıları kadınını kaptırdığı için of çeker, çoğunluğu ise kimse onu kapmak istemiyor diye.
 
 
Mütevazı ailelerin çocuklarına emretmeyi eğitim yoluyla öğretmek gerekir, tıpkı öteki çocuklara itaat etmeyi öğretmek gerektiği gibi.
 
 
Kişi, bir kadınla evlenirken şu soruyu sormalıdır kendine: bu kadınla yaşlılık yıllarına dek iyi sohbet edeceğine inanıyor musun? Evlilikteki başka her şey geçicidir, ama ilişkinin zamanının çoğu konuşmayla geçer.
 
 
Tamamen farklı bir açıklama da şöyle olabilir: insanlar kendilerini çevreleyen en yakın şey hakkında artık düşünmez, ona sadece katlanırlar. Belki de ebeveynlerin, çocukları hakkında bir kez yargıda bulunmak zorunda kaldıklarında bu kadar keskin yargılamalarının nedeni, alışkanlıktan kaynaklanan bir düşüncesizliktir.
 
 
özgür tinli hizmet edilmek istemez ve böyle mutlu olur.
 
 
Elbette egemen sınıfın (çok kavrayışlı olmasalar bile) soylu temsilcileri, ant içebilirler: “insanlara eşit davranmak, onlara eşit haklar tanımak istiyoruz”; bu bakımdan, adalete dayanan sosyalist bir düşünüş tarzı olanaklıdır ama dediğimiz gibi, bu durumda adaleti kurbanlar ve yadsımalarla uygulayan egemen sınıflar içinde sadece. Buna karşılık, aşağı kastların sosyalistlerinin yaptığı gibi hakların eşitliğini istemek, artık asla adaletin değil hırslılığın bir sonucudur.
 
 
Yüksek ahlakın gelişmesi, bir erkeğin oğullarının olmasına bağlıdır; bu durum onu egoist olmaktan çıkarır, ya da daha doğrusu: egoizmini zamana yayar ve kendi ömrünü aşan hedeflerin peşinden ciddiyetle gitmesini sağlar.
 
 
Atalarıyla gurur duyma. – Babaya kadar gelen bir iyi atalar silsilesinden haklı olarak gurur duyulabilir, – ama silsileden değil, çünkü herkeste vardır bu. İyi atalardan oluşan köken, doğuştan gelen gerçek soyluluğu oluşturur; bu zincirdeki tek bir kopma, kötü bir ata, doğuştan soyluluğu ortadan kaldırır. Soyluluğundan söz eden herkese sormak gerekir: atalarının arasında şiddet kullanmış, aç gözlü, sefih, kötücül, zalim bir insan yok mu? Sağlam bir bilgiyle ve vicdan rahatlığıyla hayır diye yanıtlayabiliyorsa, onunla arkadaş olmaya bakılmalıdır.
 
 
Yahudi sorunu sadece ulusal devletler içinde vardır, bu bakımdan azimlilikleri ve üstün zekâları, uzun süren acılar okulunda kuşaktan kuşağa biriktirilmiş tin ve istem sermayeleri her yerde haset ve nefret uyandıracak ölçüde üstünlük kazanmaktadır, öyle ki – ne denli yeniden ulusal davransalar da – Yahudileri olası tüm açık ve gizli felaketlerin günah keçisi olarak mezbahaya gönderme yazınsal kabalığı, günümüzün hemen her ulusunda tehlikeli bir biçimde yaygınlaşmaktadır.
 
 
Yine de toplam bir hesaplamada tüm halkların içinde en acılı tarihi yaşamış olmasında hepimizin suçu bulunan ve dünyanın en soylu insanını (İsa Mesih), en arı bilgesini (Spinoza), en güçlü kitabını ve en etkili ahlak yasasını kendisine borçlu olduğumuz bir halkta ne kadar kusur aranacağını bilmek istiyorum.
 
 
Hıristiyanlık, batıyı doğululaştırmak için her şeyi yaptıysa, Yahudilik de esas olarak batıyı yeniden batılılaştırmaya katkıda bulunmuştur: belirli bir anlamda Avrupa’nın görevini ve tarihini, Yunan görevi ve tarihinin bir devamı kılmak anlamına gelir bu.
 
 
Hıristiyanlık, batıyı doğululaştırmak için her şeyi yaptıysa, Yahudilik de esas olarak batıyı yeniden batılılaştırmaya katkıda bulunmuştur: belirli bir anlamda Avrupa’nın görevini ve tarihini, Yunan görevi ve tarihinin bir devamı kılmak anlamına gelir bu.
 
 
Bir düşünür, hoşumuza gitmeyen bir önerme ortaya koyduğunda daha sert eleştirilir; oysa bunu hoşumuza giden bir önerme ortaya koyduğunda yapmak daha akıllıcadır.
 
 
Bir insan her zaman ilkelerine uyduğu için değil, her zaman mizacına uyduğu için karakterli görünür çoğunlukla.
 
 
Tutkusunu davalara (bilimler, devletin esenliği, kültürel ilgiler, sanatlar) yönelten biri, kişilere duyduğu tutkunun ateşini çok hafifletir (bu insanlar devlet adamlarının, filozofların, sanatçıların yaratımlarının temsilcisi oluşları gibi, söz konusu davaların temsilcileri olsalar bile).
 
 
Bir davayı tüm derinliğiyle kavrayan kişilerin, ona sürekli sadık kalmaları enderdir. Derinliği gün ışığına çıkarmışlardır işte: her zaman çokça berbat şey vardır orada görülecek.
 
 
Küçük armağanlarla büyük mutluluklar vermek, büyüklüğün ayrıcalığıdır.
 
 
İnsan, insanlardan hiçbir şey istememeye ve onlara her zaman vermeye alıştığında, istemi dışında seçkin davranır.
 
 
Acıyı değil sevinci paylaşmaktır dost kılan.
 
 
Kendinden hiç söz etmemek, çok seçkin bir ikiyüzlülüktür.
 
 
Keyifsizlik bedensel bir hastalıktır ve keyifsizliğe yol açan şeyin sonradan ortadan kaldırılmasıyla asla yok olmaz.
 
 
Hakikati savunanların sayısı ondan söz etmenin en tehlikeli olduğu zamanlarda değil, en can sıkıcı olduğu zamanlarda en azdır.
 
 
Bir ölüm olayında, avunma nedenlerine gereksinilir çoğunlukla, acının şiddetini dindirmekten çok, kendini bu kadar kolaylıkla avunmuş hissetmeyi bağışlatmak için.
 
 
Yapacak çok işi olan, kendi genel görüşlerini ve bakış açılarını neredeyse hiç değiştirmeden korur. Bir fikrin hizmetinde çalışan biri de öyledir: fikrin kendisini asla sınamayacaktır, bunun için zamanı yoktur artık; onun tartışılabilir olduğunu kabul etmek bile aykırıdır çıkarlarına.
 
 
Sevilme talebi, kendini beğenmişliklerin en büyüğüdür.
 
 
İnsanları küçümsemenin en açık belirtisi, kişinin herkesi ya sadece kendi amacının bir aracı olarak kabul etmesi ya da hiç kabul etmemesidir.
 
 
İnsanları kendine karşı öfkelendiren bir kimse, her zaman kendinden yana birilerini de kazanmıştır.
 
 
Bir kişi, bir görüşe kendi başına vardığını sandığı için ısrar eder onda, bir başkası da o görüşü güçlükle öğrendiği ve onu kavramış olmaktan gurur duyduğu için: yani ikisi de kibirden.
 
 
Yaşamını bir düşmanla savaşmaktan kazananın, düşmanın yaşamda kalmasında çıkarı vardır.
 
 
Kendine açıkça büyük hedefler koyan ve sonradan kendisinin bunlar için zayıf kaldığını gören birisinin, genellikle bu hedeflerden açıkça vazgeçecek gücü de yoktur ve sonra kaçınılmaz bir biçimde bir ikiyüzlüye dönüşür.
 
 
Yapılan iyiliklere karşılık vermeyi, kendilerini şükran ipiyle boğacak kadar ileriye götüren köle ruhlar vardır.
 
 
Bir yabancı dili yarım yamalak konuşan biri, iyi konuşan birinden daha çok zevk alır bundan. Keyif yarım bilgilidedir.
 
 
Dostların yokluğu, hasede ya da kendini beğenmişliğe dayandırılabilir. Kimileri dostlarını şanslı bir duruma, haset edecek bir nedeni olmayışına borçludur.
 
 
Kişi, bir başkasına itiraf edince unutur suçunu, ama genellikle o bir başkası unutmaz.
 
 
Bize bir konu hakkında ansızın soru sorulduğunda aklımıza ilk gelen görüş genellikle kendi görüşümüz değildir, beylik, bizim kastımıza, konumumuza, kökenimize ait bir görüştür sadece; kendi görüşlerimiz nadiren çıkarlar yüzeye.
 
 
Gururumuzu okşuyorsa kabul ederiz mucizevî, akıldışı olanı.
 
 
Bir başkası üzerinde büyük bir manevi etkide bulunduğunu hisseden kişi, onu tamamen serbest bırakmalı, hatta bazen kendisine karşı çıkmasına göz yummalı ve bizzat teşvik etmelidir: yoksa kaçınılmaz olarak bir düşman yaratacaktır kendine.
 
 
Çok düşünen bir kişi, parti adamı olmaya uygun biri değildir: çok geçmeden parti üzerine düşünmeye başlar enine boyuna.
 
 
güne iyi başlamanın en iyi yolu: uyandığında, bugün hiç olmazsa bir insanı sevindiremez miyim, diye düşünmektir. Bunu yapmak dinsel dua alışkanlığının bir ikamesi olarak kabul edilebilseydi, insanlar bu değişiklikten yarar görürlerdi.
 
 
Kişi bir talihsizliği, entelektüel eksikliğini, hastalığını, bunda önceden belirlenmiş yazgısının, sınanışının ya da daha önceden işlediği bir suça verilmiş gizemli bir cezanın görülebileceği bir biçimde yorumluyorsa, böylelikle kendi varlığını ilginç kılar ve düşüncesinde kendini öteki insanların üzerine çıkarır. Gururlu günahkâr, tüm dinsel tarikatlarda bilinen bir figürdür.
 
 
Kişinin, babasının ya da dedesinin çaba harcadığı bir yeteneği kendisinde geliştirmeye devam etmesi, tamamen yeni bir şeye yönelmemesi akıllıcadır, böylece herhangi bir zanaatta yetkinliğe ulaşma olanağını elde eder. Bu yüzden şöyle der atasözü: “Hangi yolda mı at koşturacaksın? – Atalarının yolunda.”
 
 
yeniyetmelikte de bize bilinçsizce korkuluk hizmeti gören kişilere gerek duyulur; gerçekten büyük bir tehlikeyle karşılaştığımızda onlara yaslanırsak bizi korumayacakları doğrudur, ama yakınımızda bir korunak olduğuna dair sakinleştirici bir duygu verirler (örneğin baba, öğretmen, dostlar, üçü için de alışılageldiği gibi).
 
 
Sevmeyi öğrenmek gerekir, iyi olmayı öğrenmek gerekir, hem de gençlikten itibaren; eğitim ve rastlantı bu duyguları uygulama fırsatı vermezse bize, ruhumuz kuruyacak ve sevgi dolu insanların
 
 
Sevmeyi öğrenmek gerekir, iyi olmayı öğrenmek gerekir, hem de gençlikten itibaren; eğitim ve rastlantı bu duyguları uygulama fırsatı vermezse bize, ruhumuz kuruyacak ve sevgi dolu insanların sevecen buluşlarını anlamak için elverişsiz olacaktır
 
 
Aşk özler, korku kaçınır. Aynı kişiyi en azından aynı zaman dilimi içinde hem sevip hem sayamayışımızın nedeni budur. Çünkü saygı duyan, gücü tanır, yani ondan ürker: hürmettir102 içinde bulunduğu durum. Ama aşk gücü tanımaz, ayıran, farklılaştıran, yukarıya ya da aşağıya yerleştiren hiçbir şeyi tanımaz. Saygı duymadığı için, saygınlık düşkünü insanlar sevilmeye karşı gizliden gizliye ya da açıktan açığa hırçınlık ederler.
 
 
Çabuk tutuşan insanlar çabuk soğurlar ve bundan dolayı genelde güvenilmezdirler. Bu yüzden, her zaman soğuk olan ya da kendini öyle gösterenlerin özellikle güvenilmeye değer, güvenilir insan oldukları yolunda olumlu bir önyargı vardır: onlar yavaş tutuşan ve uzun süre öyle kalan kişilerle karıştırılıyorlar.
 
 
Sık sık yaptığımız gibi, aslında kendimizden duyduğumuz hoşnutsuzluğu başkalarının üzerine yönelttiğimizde, esas olarak kendi yargımızı
 
 
Sık sık yaptığımız gibi, aslında kendimizden duyduğumuz hoşnutsuzluğu başkalarının üzerine yönelttiğimizde, esas olarak kendi yargımızı bulandırmaya ve yanıltmaya çalışıyoruzdur: bu hoşnutsuzluğu a posteriori başkalarının yanılgıları ve eksiklikleriyle gerekçelendirmek ve böylelikle kendimizi gözden yitirmek isteriz.
=
 
Buda’nın talimatına uyarak, iyi yanını insanlardan gizleyip, sadece kötü yanını gösteren bir kimsenin de hiç gelmediği gibi. 608 Neden ve sonuç birbirine karışınca. – Kendi mizacımıza uygun olan ilkeleri ve öğretileri ararız bilinçsizce, sonunda bizim karakterimizi bu ilkeler ve öğretiler yaratmış, ona destek ve güven vermiş gibi görünür: oysa tam tersi olmuştur.
 
 
Buda’nın talimatına uyarak, iyi yanını insanlardan gizleyip, sadece kötü yanını gösteren bir kimsenin de hiç gelmediği gibi.
 
 
Kötü şairlerin dizenin ikinci yarısında uyak oluşturacak düşünceyi aramaları gibi, insanlar da yaşamlarının ikinci yarısında, daha korkaklaşıp, dışarıdan hepsi iyi bir uyum oluştursunlar diye önceki yaşamlarına uyan eylemleri, tavırları, ilişkileri ararlar: ne ki yaşamları artık güçlü bir düşüncenin egemenliğinde ve hep yeni baştan belirleniyor değildir, tam tersine bir uyak bulma niyeti alır bu düşüncenin yerini.
 
 
Birlikte sevinmeyi bilen, her yerde dostlar kazanan, yetişen ve oluşan her şeyi sevgiyle karşılayan, başkalarının tüm onurlarını ve başarılarını paylaşan ve doğru olanı bir tek kendisinin bildiğini iddia etmeyip, alçakgönüllü bir kuşku içinde olan bir başka karakter de, – insanların daha yüksek bir kültüre ulaşması için çabalayan, ileride giden bir insandır.
 
 
Hile olarak sevgi. – Yeni bir şeyi (bir insan, bir olay, ya da bir kitap olabilir), gerçekten tanımak isteyene, bu yeniyi olabildiğince sevgiyle kabul etmek, ondaki düşmanca, itici ve yanlış bulduğu yönleri hemen görmezden gelmek, hatta unutmak iyi gelir: böylece bir kitabın yazarına en büyük avans verilir ve hedefine ulaşması tıpkı bir yarıştaki gibi hızla çarpan bir yürekle arzulanır. Bu tavırla, yeni şeyin tam yüreğine, can alıcı noktasına inilmiş olunur: onu tanımak demektir işte bu da. Bu aşamaya varıldığında, anlama yetisi bundan sonra çekincelerini koymaya başlar; o abartma, eleştirel sarkacın o geçici durduruluşu, ruhu bir konunun içine çekmek için bir hileydi sadece.
 
 
Kimi insanlar kendileriyle baş başa olmaya o denli alışmışlardır ki, kendilerini başkalarıyla kıyaslamazlar bile; sakin, neşeli bir ruh hali içinde, kendi kendilerine güzel güzel sohbet ederek, hatta gülerek monolog yaşamlarını sürdürürler. Ama kendilerini başkalarıyla kıyaslamaları sağlandığında, kendilerini evhamla küçümsemeye eğilimlidirler: bu yüzden, kendileri hakkındaki iyi, güzel, adil bir görüşü yine başkalarından yeniden öğrenmek zorunda kalırlar: bu öğrenilmiş görüşü de hep yeniden biraz aşağıya çekmek, pazarlıkla indirmek isteyeceklerdir. – Demek ki bazı insanların yalnızlıkları bağışlamalı ve sık sık yapıldığı gibi, onlara bu yüzden üzülecek kadar aptal olunmamalıdır.
 
 
Platon’un sözlerini anımsadım ve ansızın yüreğimde hissettim: insanca olan ne varsa, büyük bir ciddiyete değmez;
 
 
Aklın özgürlüğüne bir nebze ulaşmış kişi, yeryüzünde bir gezginden başka hiçbir şey olarak hissedemez kendini – nihai bir hedefe doğru giden bir yolcu olarak hissetmese de: çünkü yoktur bu nihai hedef. Ama elbette gözlerini dört açmak, dünyadaki her şeyin nasıl olup bittiğini görmek ister; bu yüzden yüreğini her türlü ayrıntıya bağlayamaz sıkı sıkıya; değişimden ve geçicilikten sevinç duyabilmesi için kendisinde de gezgin bir şeyler olmalıdır.