Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla
bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapta doludur; ve eğer bir insan bunlardan
yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda
beklemekledir. Hatta daha da fazlası; genellikle galip gelen kötülüktür; ve
gürültü ve şamatayla sesini en fazla duyuran budalalıktır. Talih insafsız ve
acımasızdır, ve insanlık acınacak durumdadır. Bunun gibi bir dünyada kendinde
[içinde] zengin olan bir insan Noel zamanında aydınlık, sıcak, mutlu bir
yuvadır, buna mukabil bundan yoksun olanlar karlarla kaplı soğuk bir Aralık
gecesidirler.
İhtiyaç içerisinde bulunmak ve sefalet, ıstırap üretir; buna
mukabil eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse can
sıkıntısına düçar olur. Dolayısıyla aşağı sınıftakiler günlerini ihtiyaçları
tedarik için sürekli bir mücadele ile, bir başka ifadeyle, ıstırapla
geçirirken, yüksek sınıflar can sıkıntısıyla biteviye ve çok kere umutsuz bir
savaş halindedirler1.
İnsanlar, meşgul olacak düşünceleri olmadığı için kâğıtlarla
uğraşırlar ve birbirlerinin paralarını kazanmaya çalışırlar. Budalalar!,
insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük
şeyin kaynağı insanın kendisidir. Bu ne kadar böyle ise de-bir insan mutluluğun
kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa— o kadar daha fazla mutlu olacaktır.
Dolayısıyla büyük bir hakikatle Aristoteles "Mutlu olmak kendi kendine
yeter olmak demektir" der.
Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla
bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapla doludur; ve eğer bir insan bunlardan
yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda
beklemektedir.
Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere;
mala, mülke, şana, şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine
bağlar, dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğratıcı bulduğu
zaman, mutluluğunun temeli çöker.
Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun
zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe
öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder; okurken de tıpkı
bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir.
Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap
almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka
birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Ve dolayısıyla
öyle olur ki çok fazla —yani neredeyse bütün gün— okuyan ve arada düşünmeksizin
geçirilen eğlence yahut meşgale ile kendisini eğlendiren kimse, yavaş yavaş
kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üs tünden inmeyen
bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. Birçok eğitimli insanın durumu
bundan pek farklı değildir: Okumak kendilerini ahmaklaştırır. Çünkü her boş
vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan
daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye
kendi düşüncelerini takip edebilme imkânı sunar.
bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler
de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır; zihin üzerine tekrar tekrar yazı
yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler
ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir, eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup
düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle
kaybolur.
Bütün bunlardan kâğıt üzerine dökülen düşüncelerin
kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir: Adamın
yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine
ihtiyaç duyarsınız.
ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir
dinleyici kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak
için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük
kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan
seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunması halinde
sadece bunlar insana gerçekten bir şeyler öğretir ve eğitir.
Kimi zaman eski dünyanın büyük düşünürlerine dair kitaplar
yazılır ve halk bu kitapları okur; fakat bu büyük adamların kendi eserlerini
değil. Bunun sebebi avamın sadece yeni basılmış olanları okumak istemesidir ve
similis simili gaudet (Benzer benzerini sevdiği) için halk günün derinlikten
yoksun, çapsız kafalarından çıkma dedikodularını, büyük kafaların
düşüncelerinden daha mütecanis ve daha hoş bulur.
Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi, kitap satın
almak insan için iyi şey olurdu; fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o
kitapların içindeki şeyleri elde etmekle karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her
şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmesini
istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen
beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. Nasıl ki beden kendisiyle türdeş
olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren—dikkatini çeken şeyi
muhafaza edecektir; bir başka deyişle onun düşünce sistemiyle örtüşen yahut
amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır. Herkesin hedefleri vardır,
fakat azdan azı bir düşünce sistemine benzer bir şeye yaklaşır. Bu sebepten
ötürüdür ki bu insanlar hiçbir şeye nesnel bir alâka göstermez, okuduklarından
hiçbir şey öğrenmez ve okuduklarından hiçbir şey hatırlamazlar.
Herhangi önemli bir kitap derhal iki kez okunmalıdır,
öncelikle kitabın muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda kıvranılır
ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır; ikinci olarak kitap
ikinci kez okunurken kişinin içinde bulunduğu ruh hali farklıdır, dolayısıyla
çoğu kez başka bir izlenim elde edilir; muhtemeldir ki muhteva başka bir ışıkta
görünür.
Her şeyden evvel iki tür yazar vardır: Sırf ele aldığı konu
için yazanlar ve sadece yazmak için yazanlar. Birinci tür, kendisine insanlarla
paylaşılmaya değer görünen düşüncelere yahut tecrübelere sahiptir, ikinci
türdekiler ise paraya ihtiyaç duyar ve dolayısıyla esasen para için yazarlar.
Onlar yazmak için düşünürler ve düşüncelerini eğip bükerek uzattıkça
uzatmalarıyla kendilerini ele verirler; keza yarı doğru yarı yanlış, ters,
sahte, zorlama ve kararsız olan düşüncelerini işleme tarzlarıyla ve bir de kaypaklık
sevgileriyle ki böylelikle olmadıkları gibi görünebilirler. Onların
yazılarındaki açıklık ve sarihlik eksikliğinin nedeni budur.
Bu anlaşılır anlaşılmaz kitap derhal fırlatılıp atılmalıdır,
çünkü zaman çok değerlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazar sayfayı
doldurmak için yazmaya tevessül eder etmez okuru aldatmaya başlamış demektir;
çünkü onun yazma bahanesi söyleyecek bir şeylerinin olduğudur.
Okunmaya değer herhangi bir şey yazacak olan ancak mutlak
anlamda ele aldığı konunun hatırı için yazan insandır.
Edebiyatın her dalında eğer sadece birkaç kusursuz kitap
olmuş olsaydı, kim bilir bunun ne büyük bir faydası olurdu! Bunu tasavvur etmek
güç. Yazarak para kazanmak mümkün oldukça böyle bir şey asla söz konusu olamaz.
Sanki para lanetlenmiş gibi görünmektedir, çünkü öyle veya böyle para için
yazmaya başlar başlamaz her yazar derhal soysuzlaşmaktadır.
Keza bir başka açıdan, üç tür yazardan bahsedilebilir.
Birinci türe düşünmeksizin yazanlar dahil edilebilir. Bunlar
hafızalarındakini veya hatırlayabildiklerini, hatta doğrudan başka insanların
kitaplarındakini yazarlar. Sayıca en kalabalık olan bu zümredir. İkinci kümede
yer alanlar yazarken düşünenlerdir. Bunlar yazmak için düşünürler; bunlar da
oldukça kalabalıktır. Üçüncü kümede ise yazmaya başlamazdan önce düşünmüş
olanlar vardır. Bunlar sadece düşündükleri için yazarlar; ve nadirattandırlar.
Adres bir mektup için ne ise başlık da bir kitap için o
olmalıdır; bir başka söyleyiş, onun temel amacı kitabı kamuoyunda onun
içindekilere ilgi duyacak olanlara ulaştırmak-takdim etmek olmalıdır.
Dolayısıyla başlığın etkileyici olması gerekir; esas itibariyle kısa
olduğundan, veciz, kısa ve gizli anlamlara gebe olmalıdır ve eğer mümkünse
muhtevayı tek bir sözcükle anlatmalıdır.
Muhtevayı biçime bu tercih ediş güzel bir Etrüsk vazosunun
biçim ve bezemesini bir tarafa bırakıp imal edildiği çamur ve renkleri kimyasal
bir incelemeye tabi tutan bir adamın durumuyla aynıdır.
madde ve biçim arasındaki ayrım sohbet bakımından da
doğrudur. Bir insanın sohbet edebilmesini sağlayan temel nitelikler zekâ, yargı
gücü, nükte ve neşeliliktir; bunlar sohbete biçim kazandırırlar. Ne var ki
sohbetin muhtevası, bir başka söyleyişle bir kimsenin bir başkasıyla üzerine
konuşabileceği şey, yani onun bilgisi öyle uzun boylu insanın dikkatinden
kaçmaz. Eğer bu çok sınırlı ise, çok istisnai bir derecede yukarıda zikredilen
biçimsel niteliklere sahip olmadıkça sohbetin hiçbir kıymeti olmayacaktır;
çünkü onun malzemesi herkesçe bilinen insanlık ve tabiat ile ilgili sıradan
şeylerle sınırlı olacaktır. Bununla beraber eğer bir insan sözünü ettiğimiz bu
nitelikler bakımından herhangi bir nakiseye, fakat diğer taraftan sohbetini
kıymetlendirecek bu türden bir bilgiye sahip ise durum tam tersi olacaktır; bu
değer o zaman bütünüyle onun sohbetinin muhtevasına bağlı olacaktır,
Yürümek için baston ne ise, düşünce için Kalem de odur,
fakat nasıl ki insan en kolay bastonsuzken yürürse, en kusursuz biçimde de
elinde kalem yokken düşünür. İnsan ancak yaşlanmaya başladığında bir baston
kullanmayı ister, [baston artık onun için bir yük değil, bir yardımcıdır] kalem
de böyledir.
Ne var ki yazmanın en kolayı kimsenin anlayamayacağı şekilde
yazmaktır; öte yandan derin meseleleri herkesin anlayacağı biçimde yazmaktan
daha zor bir şey yoktur.
bir yazar kendisini gerçekte sahip olduğundan daha fazla
akıl ve anlayışa sahipmiş gibi göstermeye kalkışma çabasından korumalıdır, onun
kendisini en başta koruması gereken şey budur; çünkü bu okurda tam tersi yönde
bir kuşku uyandırır, zira bir insan mahiyeti her ne olursa olsun her zaman
gerçekten sahip olmadığı şeyi taslar. Ve işte bu sebepten ötürüdür ki, bir
yazarı naıf diye nitelendirmek onun için bir övgü ifadesidir, çünkü bu onun
kendisini olduğu gibi gösterebileceğine —yahut göstermekten çekinmesine gerek
olmadığına— delalet eder.
Şu halde birinci kural —hatta iyi bir üslup için neredeyse
bu kendi başına yeterlidir— yazarın söyleyecek bir şeyinin olmasıdır. Ah, ne
azim meseledir bu! Bu
fikirce zengin iyi bir yazar hemen başından okurun güvenini
kazanır; okur onun gerçekten ve içtenlikle söyleyecek bir şeyleri olduğuna
inanır; ve bu akıllı okuyucuya yazarı dikkatli bir şekilde takip etme sabrı
verir. Bu tür bir yazar her zaman kendisini en doğrudan ve en basit bir tarzda
ifade eder, bunun tek nedeni onun gerçekten söyleyecek bir şeyleri olmasıdır;
çünkü o okuyucuda başka bir şey değil, kendi kafasındaki düşünceyi uyandırmayı arzu
eder.
İnsanlar olağanüstü şeyleri söylemek için herkesin
kullandığı dilli kullanmalılar, fakat tam tersini yapıyorlar. Hiçbir kıymeti
olmayan fikirleri muhteşem, mutantan sözcüklere büründürmeye çalıştıklarına ve
çok sıradan düşüncelerine en acayip, en işitilmedik, en yapmacıkken nadir
ifadeleri giydirdiklerine tanık oluyoruz.
Bu yapmacık, tumturaklı üslupla yazan bir yazar ayak takımı
yerine konulmaktan veya böyleleriyle karıştırılmaktan korktuğu için kendisini
cicili bicili elbiselerle süsleyip püsleyen kimseye benzer:
Bu yapmacık, tumturaklı üslupla yazan bir yazar ayak takımı
yerine konulmaktan veya böyleleriyle karıştırılmaktan korktuğu için kendisini
cicili bicili elbiselerle süsleyip püsleyen kimseye benzer: Bir tehlike ki en
berbat giysileri içerisinde bile olsa bir soylu asla korkmaz.
Eğer bir insanın söyleyecek ve söylenmeye değer bir şeyi
varsa, onu yapmacık deyimlerle sarıp sarmalamaya, çetrefil ifadelere ve
bilmecemsi kinayelere büründürmeye ihtiyaç duymaz; fakat o kendisini basit,
açık ve naif bir üs lupia ifade ederek doğru etkiyi uyandıracağı, böyle
bir üslubu tercih ettiğinden ötürü amacına ulaşmaktan geri durmayacağı
konusunda emindir. Yukarıda sözü edilen suniliklere başvuran bir yazar fikir,
akıl ve bilgi sefaletini ele vermiş olur.
Bununla beraber bir insanın tam olarak konuştuğu gibi
yazmaya kalkışması da bir hatadır. Her yazım tarzı haddizatında her türlü
üslubun atası olan abidevi-görkemli üslup ile belli bir akrabalık bağına sahip
olmalıdır; dolayısıyla bir kimsenin konuştuğu gibi yazması neredeyse tersi
kadar, yani yazdığı gibi konuşmaya çalışması kadar kusurludur. Bu yazarı ukala
yapar ve aynı zamanda anlaşılmasını güçleştirir.
Zihinde doğru bir düşünce uyandığında hemen (kendisi için)
anlatım sarahati aramaya başlar ve çok geçmeden ona ulaşır, çünkü açık düşünce
uygun ifadesini çok kolay bulur.
Düşünme kabiliyetine sahip bir insan her zaman kendisini
açık, sarih, anlaşılabilir ve kapalılıktan uzak sözcüklerle ifade edebilir.
Güç, karanlık ve çetrefil ifadelere başvuran yazarlar kesinlikle söylemek
istedikleri şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorlardır. Onun hakkında belki
sadece müphem bir bilince sahiptirler ki hâlâ kendisini düşünceye yerleştirmeye
(düşünce olarak şekillendirmeye) çabalar; keza bunlar aynı zamanda gerçekte
söyleyecek hiçbir şeye sahip olmadıklarını kendilerinden ve başka insanlardan
gizlemeyi arzu ederler.
Tıpkı Fichte, Schelling ve Hegel gibi bunlar da bilmedikleri
şeyi biliyormuş, düşünmedikleri şeyi düşünmüş ve söylemedikleri şeyi söylemiş
gözükmek sevdasındadırlar.
Bir yazar bilmecemsi ifadelerden [muammalarla bezeli bir
üsluptan] kaçınmalı, gerçekten söyleyeceği bir şey var mı, yok mu bunu tam
olarak bilmelidir
Fazla ve lüzumsuz olan her şey —kaçınılabilecekken
kullanılan her sözcük— zararlı bir etki meydana getirir. Basitlik ve naiflik
kanunu güzel sanatların tümü için geçerlidir, çünkü en yüce olan şeyle kabili
teliftir (yani aynı zamanda hem basit hem yüce olmak mümkündür).
Dolayısıyla her zaman sözcüklerin ve deyimlerin seçiminde
titiz davranılmak, cümlelerin kısa ve çok anlamlı olmalarına özen gösterilmeli,
böylelikle düşüncenin anlaşılabilir ve kolay anlatım bulmasına izin
verilmelidir. Bu yüzden bir yazar sözcüklerini ve söyleyiş biçimlerini
daraltmak yerine düşüncelerini genişletmeye çalışmalıdır. Eğer bir insan
hastalıktan iyice zayıflamış ve artık eski elbiseleri çok büyük gelmeye
başlamış ise, çare onları kesip daraltmak değil, fakat sağlığına kavuşarak eski
beden yapısını tekrar bulmasıdır, ki o vakit bunlar onun üzerine tam olarak
oturacaktır.
Dikkatsiz özensiz yazan bir yazar daha başından kendi
düşüncelerine kendisinin çok değer vermediğini iş1 pat etmiş olur. Onlara uygun
gelecek en açık, en güzel ve en güçlü ifadeyi arayıp bulmak için gerekli olan
tükenmez sabrın içimizde uyanması ancak düşüncelerimizin doğruluğuna ve önemine
ikna olmak suretiyle mümkündür; nasıl ki insan kutsal kalıntıları yahut paha
biçilmez derecede kıymetli sanat eserlerini altın yahut gümüş mahfazalara
koyar.
Bu sebepten ötürüdür ki eski yazarlar —düşünceleri kendi
sözcükleriyle ifade edilmiş olduğundan binlerce yıllık dönemleri aşıp gelmiştir
ve dolayısıyla saygın klasik unvanını taşırlar—evrensel bir özenle
yazmışlardır.
kütüphane çok geniş olabilir; fakat eğer düzensiz ise küçük
ama derli toplu bir kütüphane kadar kullanışlı ve yararlı değildir. Benzer şekilde,
bir insan çok büyük bir bilgi yığınına sahip olabilir, fakat kendi kendisine
üzerinde düşünerek bu bilgiyi gerektiği gibi işlememişse, tam olarak üzerinde
düşünülmüş çok daha küçük bir bilgi miktarından daha kıymetsizdir. Çünkü bir
insan ancak dört bir taraftan topladığı bilgiyi bir araya getirip bildiği
şeyleri bir doğruyu diğeriyle mukayese ederek terkip haline getirdiği zaman ona
tamamen hâkim olur ve onu kendi gücüne-melekesine dönüştürür. Bir insan
bilmediği bir şeyi zihninde evirip çeviremez, düşünemez; bu yüzden önce bir
şeyi öğrenmelidir; fakat bir insan ancak üzerine düşündüğü şeyi bilir.
Okumak ve öğrenmek herhangi bir kimsenin kendi özgür
iradesiyle yapabileceği şeylerdir; fakat düşünmek böyle değildir. Düşünme tıpkı
bir ateş gibi bir cereyanla yahut hava akımıyla tutuşturulmalı ve konuya
duyulan bir ilgi ile desteklenmelidir. Bu ilgi bütünüyle nesnel yahut tamamen
öznel türden olabilir. Bu sonuncusu bizi şahsen ilgilendiren şeylerde ortaya
çıkar, fakat nesnel ilgi doğası gereği düşünen ve düşünme kendileri için nefes
almak ka dâr tabii bir şey olan kafalarda ve sadece onlarda bulunur; fakat
bunlar seyrek rastlanan kimselerdir. Bu sebepten ötürüdür ki okur-yazar
kimselerin çoğu bundan çok az nasiplenmiştir.
Düşünmenin ve okumanın insan zihni üzerinde meydana
getirdiği etkiler arasındaki fark varılamayacak kadar büyüktür. Zihinler
arasında bir insanı düşünmeye diğerini okumaya götüren asli farklılık bu
yüzdendir ki sürekli olarak büyür. Okumakla insanın o an içinde bulunabileceği
ruh haline ve temayülüne yabancı olan düşünceler zihni zorla ele geçirir ve
üzerine damgasını bastığı balmumuna mühür ne kadar yabancıysa bu düşünceler de
zihne o kadar yabancıdır. Böylelikle zihin bütünüyle dışarıdan gelen zorlama
altındadır; şunu veya bunu düşünmeye zorlanır, her ne kadar o an için böyle bir
şeye zerrece eğilimi yahut isteği yok ise de...
Fakat bir insan kendi kendisine düşününce o an için ya
çevresi ya da zihnine düşen belli bir şey tarafından belirlenmiş olan kendi
sevki tabisini takip eder. İnsanın görünür çevresi zihne okuma gibi tek bir
belirli düşünceyi zorlamaz, ona sadece doğasına ve mevcut ruh haline uygun olan
şey üzerine düşünmeye götürecek malzemeyi ve vesileyi sunar. Dolayısıyla çok
okumanın zihni her türlü esneklikten yoksun kılmasının nedeni budur; bu tıpkı
bir çelik yayı sürekli tazyik altında tutmak gibidir. Eğer bir insan düşünmek
istemezse bunun en güvenli yolu yapacak başka bir şeyi olmadığı zaman eline bir
kitap almaktan geçer.
Eğitimin insanların çoğunu fıtraten olduklarından daha ahmak
ve budala yapmasının ve yazdıklarını herhangi bir başarı kazanmaktan
alıkoymasının sebebini açıklayan işte bu alışkanlıktır.
"Mütemadiyen okurlar, [bu yüzden] hiç okunmazlar."
Okumak bir kimsenin kendi düşünceleri yerine bir ikameden
başka bir şey değildir. Bir insan böylelikle düşüncelerinin denetlenmesine izin
verir.
kendi dehasının kılavuzluğunda ilerleyen, bir başka
söyleyişle, kendi kendisine düşünen, dışarıdan hiçbir zorlama olmaksızın ve
doğru bir şekilde düşünmesini öğrenmiş insan, kendisini doğru yoldan
saptırmayacak şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Bu yüzden bir insan ancak kendi
düşüncelerinin kaynağı kuruduğu zaman okumalıdır ki ço ğu zaman en iyi kafaların
durumu bu merkezdedir.
Diğer yandan bir kimsenin eline bir kitap alarak kendi öz
malı olan düşüncelerini ürkütüp kaçırması en büyük günahtır. Bunun tabiattan
yüz çevirip ölü bitkiler müzesini seyretmeye giden yahut harikulade bir
manzarayı bir taş baskıdan veya gravürden incelemeye çalışan bir adamdan farkı
yoktur.
Bir insan kendi kendisine düşünerek bir hayli zaman ve çaba
sarf ettikten, düşüncelerini bıkıp usanmadan birbirine uladıktan sonra bir
parça doğruya veya bir fikre ulaşmış olabilir; ama böyle olmayabilir ve aynı
şeyi kendisini bunca Zahmete sokmaksızın bir kitapta hazır olarak bulabilirdi.
Böyle de olsa, eğer ona kendi kendisine düşünerek ulaşmış ise bu bin kere daha
kıymetlidir. Bilgimizi anca! bu şekilde elde etmemiz halinde, elde ettiğimiz
şey bütün düşünce sistemimizin bütünleyici bir parçası, canlı bir uzvu haline
gelir; böylelikle bildiklerimizle tam ve sağlam bir ilişki içerisinde bulunur;
bütün sonuçlarıyla (daha doğrusu tazammunlarıyla) esaslı bir şekilde ancak
böylelikle anlaşılır. Kendi düşünme tarzımızın rengini, ayırtısını ve damgasını
ancak böylelikle taşır; ve böylelikle tam zamanında, tam da gereksinim
duyulduğu anda ortaya çıkar; bağlandığı yere sapasağlam bağlanır ve asla
unutulmaz.
kişinin kendi kendisine düşünmesi tutarlı bir bütünü, bir
sistemi -her ne kadar o tam anlamıyla eksiksiz bir sistem olmasa da-
geliştirmek için çabalamasıdır. Ve bunu başka hiçbir şey, sürekli okumak
suretiyle, başkalarının düşüncelerinin cereyanını güçlendirmek kadar
engellemez.
Gerçek manada ilim ile iştigal eden düşünür de aynı şeyi,
fakat daha geniş bir ölçekte yapar. Her ne kadar çok fazla bilgiye ihtiyaç
duysa ve çok fazla okuması gerekse de, zihni hepsine hükmedecek, düşünce sistem
içinde bunları eritip hazmedecek ve anlayışının (izafi) organik birliğine boyun
eğdirecek kadar güçlüdür
Gerçek manada ilim ile iştigal eden düşünür de aynı şeyi,
fakat daha geniş bir ölçekte yapar. Her ne kadar çok fazla bilgiye ihtiyaç
duysa ve çok fazla okuması gerekse de, zihni hepsine hükmedecek, düşünce sistem
içinde bunları eritip hazmedecek ve anlayışının (izafi) organik birliğine boyun
eğdirecek kadar güçlüdür ki fevkalâde geniştir ve mütemadiyen genişlemesini
sürdürmektedir.
Bir insan her zaman oturup okuyabilir, fakat düşünemez.
Düşünceler de insanlar gibidir: Onları canımızın istediği zaman çağıramayız,
teşrif edip gelinceye kadar onları beklememiz gerekir. Bir konu hakkındaki
düşünce kendiliğinden çıkagelmelidir, tabii ki ona harici bir uyarıcı ile zihni
durum ve dikkatin mutlu uyumlu birliği de katkıda bulunmalıdır ve bu insanlara
hiçbir zaman gelmediği anlaşılan da tam olarak budur.
Bir insan her zaman oturup okuyabilir, fakat düşünemez.
Düşünceler de insanlar gibidir: Onları canımızın istediği zaman çağıramayız,
teşrif edip gelinceye kadar onları beklememiz gerekir. Bir konu hakkındaki
düşünce kendiliğinden çıkagelmelidir, tabii ki ona harici bir uyarıcı ile zihni
durum ve dikkatin mutlu uyumlu birliği de katkıda bulunmalıdır ve bu insanlara
hiçbir zaman gelmediği anlaşılan da tam olarak budur.
Bu durum bizim kişisel ilgimizi cezbeden konularda açıkça
görülebilir. Bu türden bir mesele hakkında bir karara varmak zarureti hâsıl
olduğunda, belirli bir anda oturup enine boyuna düşünerek bir karara varamayız;
çünkü çoğu kez böyle bir zamanda düşüncelerimiz belli bir nokta etrafında
toplayamayız, bir sürü başka şeyin peşine düşerler, kimi zaman uzaklık yahut konudan
hazzetmeme bunun sebebidir. Böyle bir durumda kendimizi zorlamamalı, bunun
yerine kendiliğinden gelecek uygun ruh halini beklemeliyiz. Çoğu zaman bu
beklenmedik zamanda gelir ve tekrar tekrar kapımızı çalar; bizi farklı
zamanlarda etkisi altına alan farklı ruh halleri konuya her zaman taze bir ışık
tutar.
bir insan salt okumak uğruna gerçek dünya ile bağını
koparmamalıdır.
yabancı bir düşünce yolunu takip ederek kendisininkini unutmamak
için çok fazla okumamalıdır.
kendi kendisine düşünen her gerçek düşünür bir kral gibidir;
onun iktidarı mutlaktır ve kendi üze rinde kimseyi tanımaz. Onun
kararlarının kökeni, tıpkı kraliyet buyrukları gibi, kendi mutlak iktidarıdır
ve doğrudan kendisinden kaynaklanır, feir kral bir buyruğu ne kadar dikkate
alırsa, o da otoriteyi o kadar kaale alır; kendisi yetki vermedikçe yahut
onaylamadıkça hiçbir şeyin geçerliliği yoktur.
Tartışmalı meseleleri ele alıp o noktada yetkin kimseleri
zikrederek bir çözüme kavuşturmak için böylesine gayretli ve istekli olanlar,
bu sahada başka birisinin anlayış ve kavrayışını kendi eksik ve noksan
görüşlerinin yerine koyabildiklerinde gerçekten mutludurlar. Bunların sayıları
saymakla bitmez. Çünkü Seneca'nın söylediği gibi, herkes aklını kullanmak
yerine inanmayı tercih eder:
Hakiki değere sahip olan tek şey bir insanın doğrudan kendi
kendisine düşündüğüdür. Düşünürler belki şöyle sınıflandırılabilir: ilk başta
kendi kendilerine -ve kendileri için- düşünenler ve doğrudan başkaları için düşünenler.
Birinciler hakiki düşünürlerdir, onlar sözcüğün her iki anlamında da kendi
kendilerine düşünürler; onlar gerçek filozoflardır ve sadece onlar samimidir.
Ayrıca onların hayatlarının hakiki hazzı ve mutluluğu düşünmeye dayanır.
Diğerleri birer sofisttir; olmadık lan biçimde görünmeyi arzu ederler ve
mutluluklarını başka insanlardan almayı umut ettikleri şeyde ararlar. Bunlar
başka bir konuda samimi değillerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder