25 Mart 2018 Pazar

Dahi Diktatör


Gerçi dostları tarafından “Allah’ın bir lûtfu”, düşmanları tarafından da “deccal” olarak betimlenmişse de, bilimsel bir akıl ne birinci ne de ikinci yorumu ciddiye alabilir.
 
Hiç kimse geçmişte filleri kaldırabilen Zümrüd-ü Anka kuşunun yaşamadığını ispat edemeyeceği gibi, Hasan Sabbah’ın katil müritlerine afyon içirterek “gösterdiği” cennetlerin olmadığını da belgeleyemez.
 
“tüm kuğular beyazdır” cümlesi bilimsel bir varsayımı dile getirir. Bu varsayım rengi beyaz olmayan bir kuğu bulunana kadar geçerlidir.
 
Demek ki bizzat bilgi kavramı, bilinebilecekler hakkında önemli sınırlamalar içermektedir. Bir sorunun çözümüne girişmek için elimizdeki bilgi dağarcığını irdelerken bu sınırlamaların farkında olmak neleri hangi etkinlikte başarabileceğimiz konusunda bize önemli ipuçları verir.
 
Atatürk’ün sorun çözme yönteminin ilk basamağı çözülecek sorunun bileşenleri hakkında mümkün olduğunca çok ve sağlıklı bilgi toplamak olmuştur.
 
geçerliliğini yitiren, yani yanlışlanan kuramın izah edebildiği tüm veriler, artı kuramı yanlışlamış olan veri, yepyeni bir kuram içinde açıklanılmaya çalışılır.
 
Ancak yukarıdaki kurşun kalem sorgulanması örneğinde gördüğümüz gibi aslında sonlu nesnelerin de sorgulanmaları sonsuza gidebilir. Bir diğer deyişle, ekseri halde hiç kimse nihaî gerçeğe ulaştığını iddia edemez. Bu nedenle eleştirel akılcılık doktrinler, yani yanılmaz ilkelerin bulunduğu inancına dayanan tüm yaklaşımların bir yanılgı olduğunu göstermiştir.
 
Halbuki Atatürk’ün mantığı ne denli duru ve doğrudur. Nutuk’ta kendisine karşı olanları imâ ederek: Bir an için, bu kararın tatbikatında ademi muvaffakiyete (başarısızlığa) duçar olunacağını farz edelim! Ne olacaktı? Esaret! Peki Efendim. Diğer kararlara mutavaat (itaat etmek, baş eğmek) halinde netice bunun aynı değil miydi! (c. I, s. 13). Bu basit muhakeme, Atatürk’ün nasıl her varsayımın mantıksal çıkarımını sonuna kadar dikkatle izlediğini ve ancak ona göre adım attığını göstermektedir. Bilimde de yapılan bunun aynısıdır.
 
mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında (gelişmelerinde), kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası (çevresi) hududu bittikçe, bana mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir, (c. I, s. 16). Planı safhalara ayırmasının ikinci bir nedeni de her safhanın başarısını görerek ihtiyatla ilerleme arzusuydu. Bu hem çevresindekilere güven verecek, hem de varsayımın sağlıklı olup olmadığı konusunda kendisine bilgi sunacaktı:
 
Atatürk, yanlış ile doğrunun harmanından istenilen herhangi bir ifadenin çıkarılabileceğini bildiği için, yanlışlığı görülen varsayımların kesinlikle terk edilmesi, yani yanlışla doğrunun harmanlanmaya kalkışılmaması taraftarıydı.
 
Özellikle solcu “entelektüel” çevrelerde her iki lafın başında bir “diyalektik olarak....” veya “diyalektik açısından bakarsak...” gibi beylik sözleri duymak beni her zaman hayretlere sürüklemiştir.
 
 (Mustafa Kemâl, 1908)15 Atatürk, benzer şekilde, doğu kültürü ile batı kültürünün sentezini de -bu iki kültürü birbiriyle çelişki içerisinde gördüğü için- her zaman reddetmiştir.
 
Büyük Taarruz, Atatürk’ün Harp Akademisi’nden hocası olan Yakup Şevki (Subaşı) Paşa’nın (1876-1939) teklif ettiği gibi bir cephe harbi şeklinde değil, bir yarma, çevirme ve imha savaşı şeklinde planlanmıştır. Yani düşmana hattı veya sathı savunma imkânı verilmemiştir.
 
Yapıp başardığın iş, virtüözce çekilmiş bir bilardo vuruşu imiş gibi yarı şaka yarı ciddî bir tavırla gülümseyerek, ‘Ben galiba yine en eyi şu askerliği yapıyorum’ dedin. Sonra cebinden kırmızı maroken kaplı bir küçük defter çıkararak çok ciddî bir sesle: — “Bak buraya, birâder! Ben bu muharebede iki şey keşfettim ki bunlardan biri askerlik târihinde şimdiye kadar formüle edilmemiştir. O da şudur: Daha eyi hamle etmek için iğreti çekilmeler yaptırdığım bir sırada sırt vere vere tâ Ankara kıyılarına gerilediğimizi göz önünde tutarak: ‘Bu hat da elden giderse, hangi hattı müdafaa edeceğiz’’ diye benden teessürle soran bir değerli kumandan Yusuf İzzet Paşaya: ‘Vatanı korumakta hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bir baştan bir başa vatanın bütün yüzüdür. Vatanın bu sathı, en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir” cevâbını verdim ve bu formülü bir emri yevmî (gündelik emir) ile bütün orduya tebliğ ettim. “İşte, bu, ilk benim keşfim, benim buluşum, benim harp tarihine bir ilâvemdir” dedin... “İkincisi de bana Sakarya’da doğan şu düşüncedir: Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vâsıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin istihsâline (üretilmesine) hizmet nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsâline dayanmayan bir zafer pâyidâr olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muhârebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur” diye anlatmada bulundun. Zaman mesâfesi ötesinde aklımda böyle kalmış bu iki noktadan birincisi: Savunmaya verdiğin çetin ve yıpratılmaz bir dayanma mânâsını; maddî ve gerçekçi bir görüşü; tam bir millî savunma tarifini; senin iradenin bükülmez tecessümünü; yâni bir şimdiki zaman manzarasını düşüncemde belirtiyordu... İkincisi de, elde edilecek büyük kazancı, yeni ülküye ulaşmak için ancak bir yol açıcı merhale saymak düşüncesini; ileriki rejimin ve devrimlerin öncüsü bir seziyi; yani, üstü şimdilik örtülü geçilen ve gelecek zaman tasarısını hayâl ettiriyordu... O defterde yazılı galiba bir üçüncü nokta daha vardı ki, neydi, şimdi pek hatırlayamıyorum. O defter hâlâ arşivlerinde duruyorsa, senin önem vermiş olduğun bir nokta daha bulunmuş olacaktır... Burada, benim asıl anlatmak istediğim; senin çalışma tarzının bir köşesinin aydınlanmasıdır. Kayıtsız, hesapsız, notsuz hareket eder biri olmadığının bilinmesidir. Defterlerinden yurdumuz, milletimiz için, görüş, anlayış tarzın için daha kim bilir ne yararlı düşünceler çıkacaktır!..
 
Atatürk bir bilim adamı hassasiyetiyle yeni buluşlarını kaydediyor, onları gelecek nesillere mal etmek istiyor. Bu uygar, yazılı kültür insanının arkadaşları ne yazık ki henüz pek şarklıydılar, pek çoğunda, hatta gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın’da bile, muntazam not tutma âdeti yoktu.
 
Atatürk, izlediği yöntemin bilimsel bir yöntem olduğunun farkında mıydı? Dehâsıyla ve geniş genel kültürüyle bulduğu ve izlediği bu yöntemin yalnız bilimsel değil, hatta doğa bilimlerinin, zamanın terimiyle “fennin” yöntemi olduğunu Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Bursa’da öğretmenlere söylediği nutukta bizzat dile getirmiştir:
 
Tüm bu bilimsel tavır, tabii olarak her türlü dogmatizme, her türlü taassuba cephe alacaktı. Gerçekten de öyle olmuştur. Bizzat kendi fikirlerinin bile doktrinleştirilmesine şiddetle karşıydı: Bunun nedeni, her düşünce sisteminin gelişmeye ihtiyacı olduğunu bilmesi, nihaî gerçeği bulduğunu iddia eden her sistemin yalan üzerine kurulmuş olduğunu görmesindendi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, tüzük tartışmaları yapılırken, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kastederek, “Paşam, bu partinin doktrini yok,” diyor. Atatürk’ün cevabı: “Elbette yok çocuğum. Eğer, doktrine gidersek hareketi dondururuz.” (Ş. S. Aydemir, Tek Adam, 3. cilt, s. 498) Donmuş düşüncenin ölü düşünce olduğunu çok iyi biliyordu.

Atatürk tüm devrimlerine bu bilimsel yöntemle yaklaşmış, toplum mühendisliği olarak gördüğü görevini, bilimsel yönteme yaslamıştır. Başarısız olarak gördüğü adımlardan derhal geri çekilmesi konusunda da pek çok örnek gösterilebilir.
 
tüm uygarlığın Türkler tarafından yaratıldığı şeklindeki tarih tezidir. Bu konuda ortaya attığı tezi en detaylı bir şekilde, bulabildiği en ehil ellere inceletmiş, yanlış olduğunu görerek terk etmiştir.
 
Atatürk, doğa bilimlerinde en yaygın olarak kullanıldığını bildiğimiz ve onların temelini oluşturan bilimsel yöntemi, yaşamının tüm safha ve cephelerinde uygulamıştır. Kendisini bilim adamı diye vasıflandırmamın nedeni bu bilimsel yaklaşım tutkusudur. Hedefi, bu yaklaşımı tüm ulusuna öğretebilmekti.

 “Hasta toplumlar kendi bireylerine o kadar çok acı verirler ki, birey o toplumdan kaçmak ister. Fırsatını bulduğunda da kaçar” diyor. Bunun çeşitli örnekleri de var: İlkel kabilelerde bir insan, biraz daha az ilkel bir yer bulduğu vakit oraya kaçar. Berlin Duvarı yıkılmadan evvel, insanlar hayatlarını tehlikeye atıp, duvarın üstünden atlayarak Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçıyordu. Demek ki orada rahat değil, demek ki o toplum hasta.
 
Medeniyet, “Şehir içerisinde toplu yaşama becerisi” diye tarif edilir. İngilizcedeki “Civilisation” ifadesi de buradan, yani hemşehri kavramından türemiştir.
 
Medeniyet olarak tanımladığı olguya dahil olmamız gerektiğini düşünmüş ve medeniyeti de şöyle tanımlamıştır: “İçindeki insanların kişisel otoriteye bağlanmadan birbirleriyle birlikte yaşayabildikleri bir toplum, medeni bir toplumdur.” Yani, bir padişaha, bir halifeye, bir peygambere bağlanmadan yaşanılabilecek bir toplum yaratmak lazım.
 
Atatürk, taarruz tarihini Ankara’da hiç kimseye bildirmez, hatta kendi arkadaşlarına dahi bilgi vermez. Sadece güvendiği ve kendisine güvenmesini istediği Ruslara haber verir. “Birkaç gün sonra saldırıya geçiyoruz” der. Ruslardan çıt çıkmayacağını, İngiliz ve Yunanlıların mağlubiyetini dört gözle beklediklerini biliyordur. Ardından, Mustafa Kemal’in Ankara’da büyük bir çay partisi vereceği haberi yayılır. Davetliler var, çay partisi var, ama ev sahibi ortalıkta yok, cephede. Bir tür oyalama ve dikkati başka yöne çekme hamlesidir bu. Son kontroller yapıldıktan sonra Atatürk cepheye gelir, Anadolu’nun dış dünya ile bütün telgraf bağlantılarının kesilmesini emreder. Anadolu birdenbire suskunluğa bürünür. Hemen ardında da Ankara’da Mustafa Kemal’e karşı bir isyan başladığı yönünde sahte bir haberin yayılması sağlanır. İstanbul, Mustafa Kemal’e karşı bir hareket başlamış haberini alır ama Anadolu’da aynı zamanda tüm telgraflar da susmuştur. Kimse duruma bir mana verememektedir. Atatürk, daha arazide silahlar konuşmaya başlamadan istihbarat savaşını kazanmıştır. O sabah Büyük Taarruz başlar. Sabah 04.30’da tanzim atışı açılır, 5.50’de de tahrip atışına geçilir, saat 07.00’de ise Yunan topçusu susar ve Türk Ordusu 14 gün sonra İzmir’e, Kordon’a varır. Büyük Taarruz’dan evvel Atatürk, 15 gün sonra İzmir’de olacağını söylemiştir yakın çevresine. Sonra birlikte Kordon’da yürürken de Salih Bozok’a “Kaç gün oldu?” diye sorar, “14 gün” Paşam cevabını verir Bozok. “Bir gün yanıldık o zaman” der Atatürk.
 
Atatürk savaşı adım adım takip etmiştir. Askerliğe bir bilim olarak ilgisi vardır. Bu muharebeyi nasıl kazandık, onlar neden kaybetti vs. birçok sorunun cevabını arar. Yunanlıların yaptıkları hatalara bakar.
 
Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti. Teessür ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi’nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmayacağım: “Üzülmeyin General,” dedi. “Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.’’
 
“Ordularımızın başarısının sebebini biliyor musunuz? Bizim başarılarımızın sebebi, ordularımızın sevk ve idaresinde fen metotlarını ittihaz etmektir.” Şu mesajı veriyordu: “Ben buraya kadar çok rasyonel yönettim bu işi, bundan sonra da her şey böyle yönetilecek.”
 
Peki, Mustafa Kemal’in modernizasyon hamlesini hayata geçirebilmesinin önündeki engeller neydi? Evvela, karşısında bir millet yok. Kimsin dediğin zaman ben Müslümanım, diyor insanlar. Bir Osmanlı milletler karmaşası var ki, tamamen dine dayanıyor.

Her kitabın bir maksadı vardır. Kur’an’ın maksadı insanların kafasını anlamadığı seslerle doldurmak değildir. Bir mesaj vermektir. Atatürk bunun farkında, yaptığı ilk işlerden biri de Kur’an’ı tercüme ettirmek oluyor. Şunu söylemek istiyor aslında: İnanıyor musun? Evvela neye inandığını bil, bunu bilmen lazım.
 
Atatürk’ün Malche’ın raporunun kenarına düştüğü derkenarlar vardır. Bunlardan biri, çok enteresan: “Kıymetsiz öğrencinin cesareti ilk yıldan kırılmalı, üniversiteden uzaklaştırılmalıdır” diyor. Bu, bugün Avrupalıların yaptığı iştir. Herkesi alıyor üniversiteye, bir sene sonra büyük çoğunluğunu döküyor. Bir daha da giremiyorsun. Atatürk de aynı şeyi söylüyor. “En iyiler üniversite okumalıdır” diyor. Büyük tarihçimiz İlber Ortaylı bir keresinde ne demişti? “Her şehre bir üniversite açmak ahlaksızlıktır.” Şimdi bu sözün ne kadar doğru olduğunu anlıyor musunuz?
 
büyük bir şans eseri Almanya’da Naziler iktidara geliyor. Yahudileri, sosyal demokratları, sosyalistleri, komünistleri ve homoseksüelleri üniversiteden atıyorlar. Birdenbire çok kaliteli bir grup, işsiz kalıyor Almanya’da. Bunun için Philip Schwartz önderliğinde İsviçre’de bir teşkilat kuruluyor ve işsiz kalan bu hocalar için dünyanın çeşitli yerlerinde iş aranmaya başlanıyor. Ardından Türkiye’nin böyle bir arayışta olduğu öğreniliyor ve Atatürk’e müracaat ediyorlar. Atatürk, “Alanında en iyi olanları istiyorum” diyor
 
Denir ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında en iyi Alman Üniversitesi İstanbul Üniversitesi idi.
 
Geoffrey Lewis’in bir lafı var: “Atatürk sıkı bir tartışmaya bayılıyordu ama bunu yapacak insan yoktu etrafında.” Atatürk kendine kafa tutulmasını isteyen bir insandı, bunu anlıyoruz. Bu, aynı zamanda dehanın da bir işaretidir; her türlü fikirden istifade etmek. Birkaç çok yakın arkadaşı dışında etrafında bunu yapacak insan yok ve Atatürk bunun çok açık bir şekilde farkında.
 
Ardından Türk Tarih Kurumu kuruluyor ve Atatürk bu kuruma bir görev veriyor: “Tarihin görevi, hadiseleri olduğu gibi aksettirmektir. Eğer tarihçi doğruyu söylemezse hadiseler insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Özetle, doğru dürüst bilim yapın diyor. Tarih ne diyorsa onu öğrenelim diyor.
 
Kemalizm; tenkittir, doğruyu aramaktır, bilimsel düşüncedir. Bunlarınkine dalkavukluk denir. Kemalizm’in adı böyle dalkavuklar yüzünden kötüye çıkmıştır.
 
18. Yüzyıl’da, 1744 senesinde, bugün hâlâ taksonominin temeli olan çift isimli sınıflamanın kurucusu Carl von Linne şöyle bir tez atıyor ortaya: Nuh Tufanı sırasındaki gemi bir metafordu. Söz konusu olan bir gemi değil, bir dağdı ve adı da Cennet Dağı’ydı. Bütün hayvanlar ve insanlar bu dağda yaratıldılar. Bu dağ en soğuk iklimden, en sıcak iklime kadar, üzerinde her şeyi bulunduruyordu, herkes de burada yaşıyordu. Tufan olduğu zaman bu dağın önemli bir kısmı su altında kaldı ama hepsi değil. Dolayısıyla buradaki hayvanlar ve bitkiler yukarıya toplandılar, kurtuldular. Sular çekildikten sonra bunlar dünyaya dağıldılar. Bu, tarihteki ilk biyolojik dağılım teorisidir. Linne’nin hemen ardından de Guignes meşhur eserini 1857’de yayınlar ve burada şu tezi ortaya atar: Yunanlıların bahsettiği bir dağ sistemi vardır. Anadolu’da başlar, Himalayalar’a kadar uzanır, adı da “Taurus”dur. 34. paralel üzerinde uzayan bir dağ sistemidir. Nuh Tufanı’nın ardından bu dağ sistemindeki insanlar ve diğer canlılar hayatta kalmayı başardılar ve iki gruba ayrıldılar. Bir kısmı güneye gitti; bunlar Hint, Çin, Hami ve Sami ırklarını oluşturdular. Bir kısmı da kuzeye gittiler; Türkler, Moğollar ve diğerleri. Bunlar buradan dağılmak suretiyle medeniyeti yaymışlardır. Çünkü göç edenler bir tek onlardır. Ötekiler gittikleri yerde kalmışlardır. Hintli, Hindistan’da kalmış; Çinli, Çin’de kalmış; Arap, Arabistan’da kalmış; Hami, Afrika’da kalmış. Ötekiler dağılmışlar. Bu iddia Atatürk’ün hoşuna gidiyor. Sonra Atatürk’ün okuduğu kitaplar arasında Sven Hedin’in kitapları da var. Hedin, bir Orta Asya kâşifi. Orta Asya’da bulduğu şeylerden biri de bugün kurumuş olan büyük göller. Sonra Atatürk, bütün bu okudukları üzerine bir teori kuruyor. Tarih çağlarının başında Orta Asya’da bir iç deniz var ve iklimin kötüleşmesiyle bu deniz kurudu, insanlar buradan göç etmek zorunda kaldı. İşte dünyaya medeniyeti dağıtan insanlar burada giden insanlardır, bunlar da Türklerdir. Bunun üzerine Atatürk’ün emriyle Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitap yazılıyor ve kitaptan sadece yüz adet basılıyor.
 
 “Türk Tarih Tezi” yüzünden Atatürk’ün yakın çevresiyle başı derde de giriyor. Mesela, (Fuat) Köprülü “Böyle zırvalık olmaz” diyor. Atatürk bu kişileri tezlerini müdafaaya çağırıyor. Köprülü müdafaa ediyor tezini. Zeki Velidi Togan tezini müdafaa ederken sesini biraz fazla yükseltiyor. Atatürk de bir gün Uludağ’da kayak yaparlarken şöyle bir laf ediyor Togan’a: “Bir memlekette iki Cumhurbaşkanı olmaz.” Zeki Velidi, bir zamanlar Başkurdistan başkanıdır, bu söze içerliyor ve İstanbul’u terk ediyor, Almanya’ya gidiyor.
 
Mealen şunları söylüyor: “Üniversite reformu yapıldığı zaman da söylemiştim, kürsülerin başına politik atamalar yapmak bilim adına felaketle neticelenir. Mutlak surette dünya çapında bilim adamlarını kürsü başlarına atamak zorundayız, bulamazsak yurtdışından getirmek mecburiyetindeyiz. Bilim başka türlü yerleşmez. Senin bilimin, benim bilimim olmaz. Bilim neyse bu oyunu onun standartlarında oynamak zorundayız.” Atatürk dinlemediği gibi, Hasan Âli de Köprülü’yü dinlemiyor. Halbuki Köprülü, Hasan Âli’nin hocası, hatta bu sebepten aralarının açıldığı da söylenir. Çünkü Köprülü kati surette bilimden taviz vermiyor. Tarih pek acı bir şekilde Köprülü’nün ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.
 
kıyafet konusuna bir miktar daha devam edelim. Osmanlı’da halk birbirine baktığı zaman kaleidoskop görmüş gibi oluyordu. Herkesin kıyafeti başka. Rum’un kıyafeti başka, Ermeni’nin kıyafeti başka, Türk’ünki başka vs. Sultan Mahmut sarığı kaldırmış, fes giymeyi zorunlu kılmış ama sarık bir süre sonra halk arasında tekrar hayat bulmuş. Çünkü sarık takıldığı zaman dindar oluyorum zannediliyor. Farkında değil ki sarık çölün şapkasıdır, çölde de çok faydalıdır. Neden? Çünkü adam sarığını açar, kum fırtınasında yüzünü korur. Sarık çok katlı bir bez olduğu için de başını sıcaktan korur. Bir sürü fonksiyonu var. Soğuktan da korur. Sabahleyin elli derecenin üstüne çıkıyor sıcaklık, akşam on dereceye düşüyor çölde. Büyük Sahra’da, Kufra vahasının güneydoğusunda, Çad/Mısır/Libya sınırlarının bitiştiği yerlerin yakınlarında jeolog olarak çalışırken sarık çölde neden gereklidir ve neden Türkiye’de gereksizdir diye ilk defa anlamıştım. Burada sarıkla dolaşmak, ama orada da sarıksız dolaşmak enayiliktir.
 
etnik unsurlar arasındaki görünüm farkı ortadan kaldırılıyor. Yunanlı, Yunanlı gibi giyinmiyor, Ermeni, Ermeni gibi giyinmiyor, Kürt, Kürt gibi giyinmiyor vs. Herkes bütün medeni dünya nasıl giyiniyorsa öyle giyiniyor. Yani kıyafet hususunda bir yeknesaklığa gidiliyor.
 
Tabirimi mazur görünüz, altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne milletlerarasıdır.” “O halde kıyafetsiz bir millet hiç olur mu? Arkadaşlar, böyle nitelendirilmeye razı mısınız? Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak aleme göstermekte mana var mıdır? Ve ‘Bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz’ demek isabetli midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru temizlemek gerekli ve doğaldır. Bu kadar açık gerçek karşısında tereddüt caiz midir? Bizi tereddüde sevk edenler varsa, onların ahmaklığına hükmetmekte hâlâ tereddüt mü edeceğiz?
 
Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve hahamlarının özel kılığı olan cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?”
 
Osmanlı için söylüyorum, sen bu insanlara kültür verememişsin, dilini verememişsin, âdetini verememişsin, teşkilatını verememişsin, hiçbir şey verememişsin. Adam seni istemiyor.
 
Atatürk’ün Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na söylediği meşhur bir söz vardır. “Bizim partinin doktrini yoktur” der. “Çünkü doktrin bir hareketi dondurur.” Atatürk şunu söylüyor; problem çıktığı zaman çözüm bulunur. Genel, evrensel, sonsuza kadar geçerli bir çözüm yok. Problemin karakteri, muhatapları, doğduğu ortam, koşullar her defasında farklı. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Önce problemi gör, sonra çözüm üzerine kafa yor. Bu da, ilk bölümde anlattığımız gibi Atatürk’ün olaylara bilimsel bakışıdır.
 
Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm getirin.”
 
Kendi fikirlerini “Ben böyle istiyorum” diye empoze etmiyor Atatürk. Ortaya atıyor, tartışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve karşısındaki onu yıkamıyor. Sonunda onun fikri galip geliyor ve oy veriliyor. O oylarla alınıyor bütün kararlar. Ama mutlaka ve mutlaka oy isteniyor. Bu bir meşruiyet arayışı olduğu gibi, başka türlü alınacak ve tatbik edilecek başkaca her türlü karardan da çok daha uzun ömürlü neticeler alınmasını sağlıyor. Diyor ki, “Bunlar benim fikirlerim dahi olsa bunları millete anlatmam lazım, kabul ettirmem lazım, ancak milletce kabul edildikten sonra bunları tatbik edebiliriz. Her şeyin başı millettir.”
 
Atatürk bütün bu kurtuluşa, kuruluşa, devrimlere, her şeye bir savaş gözüyle bakıyor. Ekonomiye de savaş olarak bakıyor, eğitime de savaş olarak bakıyor, kültür devrimine de savaş olarak bakıyor, bu savaşları kazanacağız diyor. Kendisi de başkomutan. Bu bir komutanın hissedebileceği en büyük tatmindir. Para, pul, Atatürk’ü tatmin edemez, etmez de. Umurunda da değil zaten, hiçbir şeyi de yok. Üstünde bir sürü şey görünüyor, bir gün ona bağışlıyor, bir gün buna veriyor, üstüne hiçbir şey almıyor. Bunun yanında çok güzel giyiniyor. Niçin güzel giyiniyor? Onun da bir sebebi var. Mankenlik yapıyor, bu insan milletine resmen mankenlik yapıyor. Nerede ne giyilir, nasıl giyinilir, bunları öğretiyor.
 
Çok güzel kıyafetler giyerek Türkiye’yi dolaşıyor Atatürk. Değişik kıyafetlerle halkın içine giriyor ve bu değişik kıyafetler gittiği yere, bulunduğu mekana göre değişiyor. Halk öğrensin istiyor: Nerede, ne zaman, hangi halde, ne giyilir!
 
Türkiye’de modern jeofiziğin kurucusu rahmetli Kazım Ergin Hocamın bana söylediği ve hiç unutmadığım bir sözü vardır: “Bir işi yapmak istiyor musun? Kredisinden vazgeçmeye hazır ol. Yani o işin şanından, şöhretinden vazgeçmeye hazır ol.” Atatürk’te de bunu görüyoruz. Şan, şöhret, makam, mevki peşinde değil, iş yapalım, bütün derdi bu.
 
büyük bir devrimci olmasına karşın zannedilenin aksine ihtilal sevmeyen bir insan Atatürk. Biliyor ki ihtilaller kısa ömürlü oluyor. İhtilalden kastım şu: Bir değişikliği, yeniliği cebir ve şiddet uygulayarak yapmak. Hiçbir şeyi zorla yaptırmak istemiyor Atatürk. Onun için ısrar ediyor, Meclis olacak diye
 
İnönü, şöyle diyor Atatürk’e, “Gazeteciler dedikodu yapıyorlar. Bu memleketi daha ne kadar on bir sarhoş idare edecek” diyorlar. Atatürk şöyle cevap veriyor: “Pardon?” diyor, “On bir sarhoş mu? Halt etmişler. Bu memleketi sadece bir sarhoş idare ediyor” diyor. Orada, arkadaşlarının arasında gerçeği söylüyor, “Hiçbiriniz, hiçbir işi layıkıyla yapamıyorsunuz.” Doğru da. Atatürk, etrafındaki insanlardan çok bezgindi. Rahmetli dedem anlatırdı, “Herkes Atatürk içkiden öldü zanneder. Hayır. Kahrından öldü.” Derdini anlatacak adamı yoktu. Arkada bıraktıklarından hakikaten Atatürk’ün ne dediğini anlamış sadece bir kişi var, o da Hasan Âli Yücel’di. Tek bir adam. Onu da nihayetinde İnönü, Amerika’nın, Rusya’nın, ağaların baskısıyla harcamıştır.
 
Peki Atatürk hata yapmadı mı? Çok. Bir tane de değil, pek çoğundan döndü, kendi keşfettiklerinden döndü, belki dönemedikleri de vardır ama bu bir insanın kötü niyetini göstermez. Aksine, farkedip döndüğü hatalar onun iyi niyetinin en açık işaretidir. Hataları var dedik Atatürk’ün. Kendisinden sonra yerine kimin geçmesini istediğini sorduklarında “hiç kimseyi” demiş. Bu çok önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir cevap. Sonra, İzmir Suikastı teşebbüsünün ardından tasfiye edilen bazı arkadaşları var. Ayıcı Arif mesela. Gerekli miydi bu adamların katli, bilemiyorum. Yüz ellilikler mesela... Bir Adnan Adıvar’ı yurtdışına çıkarmak gerekli miydi? Her ne kadar kendi gittiyse de, kendini emniyette hissetmediği için gitti. Adnan Adıvar gibi bir adama bir emniyet hissi vermemek doğru muydu?
 
Bunlar o günkü şartların gereği mi, bilmiyoruz. Adnan Adıvar’la aralarında ne geçti bilmiyoruz. Atatürk bir tehdit olarak mı gördü Adıvar’ı, hiç zannetmiyorum zira öyle bir adam değildi. Zeki Velidi’nin gitmesi şart mıydı? Ahmet Refik Altınay’ın tarih profesörlüğünden kovulması şart mıydı? Bunlar küçük şeyler gibi görünüyor ama belki de göründüğü kadar da küçük değiller. Her ihtilal kendi çocuklarını yer ya, bu olaylara da böyle mi bakmalıyız, bilemiyorum. Ama tüm bu saydıklarımı ben Atatürk’ün hata defterine yazmışımdır. Bunları yapmasaydı iyi olurdu ama kendisi yok ki karşımızda neden yaptın diye soralım. Karşında muhteşem bir adam var, yakıştıramıyorsun yaptıklarını, fakat bu nihayet bir insan. Bertrand Russell’in bir sözü var: “Büyük bir adamın eserini incelediğiniz zaman, incelemenizin sebebi adamın zeki olmasıdır. Ama hiçbir zeki adam her şeyi bilemez. Eğer zeki bir adam yanlış bir iş yapmışsa mutlaka ‘o iş muhakkak doğru olmalıdır’ diye düşünmekten ziyade o anda, ona o niye doğru göründü, onun peşine düşmek lazım...”
 
Mesela, genç bir subayken Mısır’a gidiyor, manevralara... Orada bir tayyareye binmek istiyor, beraber gittiği komutanlardan biri elini tutuyor, “Kemal” diyor “Bilmediğin aş karın ağrıtır, otur oturduğun yerde.” Atatürk’ün binmek istediği tayyare düşüyor ve içindekiler ölüyor. Mesela Atatürk bu olaydan sonra hayatı boyunca hiç tayyareye binmemiştir. Hava Kuvvetleri’ne bu kadar önem veren adam hiç tayyareye binmemiştir. Sonra, Büyük Taarruz başlayacak, “Halide Edip’i getirin” diyor. Batıl inanç. Halide olursa garanti kazanırız harbi düşüncesinde. Sakarya’dan beri aklına işlemiş böyle bir şeyi. Bu kadar zeki, bu kadar akılcı bir adamın da bâtıl inançları olduğunu keşfediveriyorsun; ona yakıştıramıyorsun. Ama var işte, o da insan.
 
Erken ölümünün bir sebebi de yaramaz çocuk gibi davranmasıydı. “Kaç paket sigara içiyorsunuz ekselans?” diye soran Fransız doktora “Üç paket” diye cevap vermişti. Doktor da bunu tek pakete indirmesini söyleyip gittikten sonra Salih Bozok, “Ama Paşam siz zaten bir paket içiyorsunuz her gün” demekten kendini alamamıştı. Atatürk hınzır hınzır gülerek “Enayi miyim ben Salih?” diye cevap vermişti. “Bir paket içiyorum desem, herif üçte bir pakete indir diyecekti.” İşimiz Atatürk’ün yaptıklarını ezberlemek değil, onun akılcılığından öğrenmek, yaramazlıklarına da gülüp geçmektir, zira artık onları değiştirmek için çok geçtir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder