Gerçi dostları tarafından “Allah’ın bir lûtfu”, düşmanları
tarafından da “deccal” olarak betimlenmişse de, bilimsel bir akıl ne birinci ne
de ikinci yorumu ciddiye alabilir.
Hiç kimse geçmişte filleri kaldırabilen Zümrüd-ü Anka
kuşunun yaşamadığını ispat edemeyeceği gibi, Hasan Sabbah’ın katil müritlerine
afyon içirterek “gösterdiği” cennetlerin olmadığını da belgeleyemez.
“tüm kuğular beyazdır” cümlesi bilimsel bir varsayımı dile
getirir. Bu varsayım rengi beyaz olmayan bir kuğu bulunana kadar geçerlidir.
Demek ki bizzat bilgi kavramı, bilinebilecekler hakkında
önemli sınırlamalar içermektedir. Bir sorunun çözümüne girişmek için elimizdeki
bilgi dağarcığını irdelerken bu sınırlamaların farkında olmak neleri hangi
etkinlikte başarabileceğimiz konusunda bize önemli ipuçları verir.
Atatürk’ün sorun çözme yönteminin ilk basamağı çözülecek
sorunun bileşenleri hakkında mümkün olduğunca çok ve sağlıklı bilgi toplamak
olmuştur.
geçerliliğini yitiren, yani yanlışlanan kuramın izah
edebildiği tüm veriler, artı kuramı yanlışlamış olan veri, yepyeni bir kuram
içinde açıklanılmaya çalışılır.
Ancak yukarıdaki kurşun kalem sorgulanması örneğinde
gördüğümüz gibi aslında sonlu nesnelerin de sorgulanmaları sonsuza gidebilir.
Bir diğer deyişle, ekseri halde hiç kimse nihaî gerçeğe ulaştığını iddia
edemez. Bu nedenle eleştirel akılcılık doktrinler, yani yanılmaz ilkelerin
bulunduğu inancına dayanan tüm yaklaşımların bir yanılgı olduğunu göstermiştir.
Halbuki Atatürk’ün mantığı ne denli duru ve doğrudur.
Nutuk’ta kendisine karşı olanları imâ ederek: Bir an için, bu kararın
tatbikatında ademi muvaffakiyete (başarısızlığa) duçar olunacağını farz edelim!
Ne olacaktı? Esaret! Peki Efendim. Diğer kararlara mutavaat (itaat etmek, baş
eğmek) halinde netice bunun aynı değil miydi! (c. I, s. 13). Bu basit muhakeme,
Atatürk’ün nasıl her varsayımın mantıksal çıkarımını sonuna kadar dikkatle
izlediğini ve ancak ona göre adım attığını göstermektedir. Bilimde de yapılan
bunun aynısıdır.
mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî
hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında
(gelişmelerinde), kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası (çevresi) hududu
bittikçe, bana mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir, (c. I, s. 16). Planı
safhalara ayırmasının ikinci bir nedeni de her safhanın başarısını görerek
ihtiyatla ilerleme arzusuydu. Bu hem çevresindekilere güven verecek, hem de
varsayımın sağlıklı olup olmadığı konusunda kendisine bilgi sunacaktı:
Atatürk, yanlış ile doğrunun harmanından istenilen herhangi
bir ifadenin çıkarılabileceğini bildiği için, yanlışlığı görülen varsayımların
kesinlikle terk edilmesi, yani yanlışla doğrunun harmanlanmaya kalkışılmaması
taraftarıydı.
Özellikle solcu “entelektüel” çevrelerde her iki lafın
başında bir “diyalektik olarak....” veya “diyalektik açısından bakarsak...”
gibi beylik sözleri duymak beni her zaman hayretlere sürüklemiştir.
(Mustafa Kemâl,
1908)15 Atatürk, benzer şekilde, doğu kültürü ile batı kültürünün sentezini de
-bu iki kültürü birbiriyle çelişki içerisinde gördüğü için- her zaman
reddetmiştir.
Büyük Taarruz, Atatürk’ün Harp Akademisi’nden hocası olan
Yakup Şevki (Subaşı) Paşa’nın (1876-1939) teklif ettiği gibi bir cephe harbi
şeklinde değil, bir yarma, çevirme ve imha savaşı şeklinde planlanmıştır. Yani
düşmana hattı veya sathı savunma imkânı verilmemiştir.
Yapıp başardığın iş, virtüözce çekilmiş bir bilardo vuruşu
imiş gibi yarı şaka yarı ciddî bir tavırla gülümseyerek, ‘Ben galiba yine en
eyi şu askerliği yapıyorum’ dedin. Sonra cebinden kırmızı maroken kaplı bir
küçük defter çıkararak çok ciddî bir sesle: — “Bak buraya, birâder! Ben bu
muharebede iki şey keşfettim ki bunlardan biri askerlik târihinde şimdiye kadar
formüle edilmemiştir. O da şudur: Daha eyi hamle etmek için iğreti çekilmeler
yaptırdığım bir sırada sırt vere vere tâ Ankara kıyılarına gerilediğimizi göz önünde
tutarak: ‘Bu hat da elden giderse, hangi hattı müdafaa edeceğiz’’ diye benden
teessürle soran bir değerli kumandan Yusuf İzzet Paşaya: ‘Vatanı korumakta
hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Bu satıh bir baştan bir başa
vatanın bütün yüzüdür. Vatanın bu sathı, en son kayasına kadar düşmanla
boğuşularak müdafaa edilecektir” cevâbını verdim ve bu formülü bir emri yevmî
(gündelik emir) ile bütün orduya tebliğ ettim. “İşte, bu, ilk benim keşfim,
benim buluşum, benim harp tarihine bir ilâvemdir” dedin... “İkincisi de bana
Sakarya’da doğan şu düşüncedir: Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer ancak
kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için gerekir en belli başlı
vâsıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin istihsâline (üretilmesine) hizmet
nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsâline dayanmayan bir zafer
pâyidâr olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muhârebesinden, her
büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa
başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur” diye anlatmada bulundun. Zaman
mesâfesi ötesinde aklımda böyle kalmış bu iki noktadan birincisi: Savunmaya
verdiğin çetin ve yıpratılmaz bir dayanma mânâsını; maddî ve gerçekçi bir
görüşü; tam bir millî savunma tarifini; senin iradenin bükülmez tecessümünü;
yâni bir şimdiki zaman manzarasını düşüncemde belirtiyordu... İkincisi de, elde
edilecek büyük kazancı, yeni ülküye ulaşmak için ancak bir yol açıcı merhale
saymak düşüncesini; ileriki rejimin ve devrimlerin öncüsü bir seziyi; yani,
üstü şimdilik örtülü geçilen ve gelecek zaman tasarısını hayâl ettiriyordu... O
defterde yazılı galiba bir üçüncü nokta daha vardı ki, neydi, şimdi pek
hatırlayamıyorum. O defter hâlâ arşivlerinde duruyorsa, senin önem vermiş
olduğun bir nokta daha bulunmuş olacaktır... Burada, benim asıl anlatmak
istediğim; senin çalışma tarzının bir köşesinin aydınlanmasıdır. Kayıtsız,
hesapsız, notsuz hareket eder biri olmadığının bilinmesidir. Defterlerinden
yurdumuz, milletimiz için, görüş, anlayış tarzın için daha kim bilir ne yararlı
düşünceler çıkacaktır!..
Atatürk bir bilim adamı hassasiyetiyle yeni buluşlarını
kaydediyor, onları gelecek nesillere mal etmek istiyor. Bu uygar, yazılı kültür
insanının arkadaşları ne yazık ki henüz pek şarklıydılar, pek çoğunda, hatta
gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın’da bile, muntazam not tutma âdeti yoktu.
Atatürk, izlediği yöntemin bilimsel bir yöntem olduğunun
farkında mıydı? Dehâsıyla ve geniş genel kültürüyle bulduğu ve izlediği bu
yöntemin yalnız bilimsel değil, hatta doğa bilimlerinin, zamanın terimiyle
“fennin” yöntemi olduğunu Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Bursa’da öğretmenlere
söylediği nutukta bizzat dile getirmiştir:
Tüm bu bilimsel tavır, tabii olarak her türlü dogmatizme,
her türlü taassuba cephe alacaktı. Gerçekten de öyle olmuştur. Bizzat kendi
fikirlerinin bile doktrinleştirilmesine şiddetle karşıydı: Bunun nedeni, her
düşünce sisteminin gelişmeye ihtiyacı olduğunu bilmesi, nihaî gerçeği bulduğunu
iddia eden her sistemin yalan üzerine kurulmuş olduğunu görmesindendi. Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, tüzük tartışmaları yapılırken, Cumhuriyet Halk Partisi’ni
kastederek, “Paşam, bu partinin doktrini yok,” diyor. Atatürk’ün cevabı:
“Elbette yok çocuğum. Eğer, doktrine gidersek hareketi dondururuz.” (Ş. S.
Aydemir, Tek Adam, 3. cilt, s. 498) Donmuş düşüncenin ölü düşünce olduğunu çok
iyi biliyordu.
Atatürk tüm devrimlerine bu bilimsel yöntemle yaklaşmış,
toplum mühendisliği olarak gördüğü görevini, bilimsel yönteme yaslamıştır.
Başarısız olarak gördüğü adımlardan derhal geri çekilmesi konusunda da pek çok
örnek gösterilebilir.
tüm uygarlığın Türkler tarafından yaratıldığı şeklindeki
tarih tezidir. Bu konuda ortaya attığı tezi en detaylı bir şekilde, bulabildiği
en ehil ellere inceletmiş, yanlış olduğunu görerek terk etmiştir.
Atatürk, doğa bilimlerinde en yaygın olarak kullanıldığını
bildiğimiz ve onların temelini oluşturan bilimsel yöntemi, yaşamının tüm safha
ve cephelerinde uygulamıştır. Kendisini bilim adamı diye vasıflandırmamın
nedeni bu bilimsel yaklaşım tutkusudur. Hedefi, bu yaklaşımı tüm ulusuna
öğretebilmekti.
“Hasta toplumlar
kendi bireylerine o kadar çok acı verirler ki, birey o toplumdan kaçmak ister.
Fırsatını bulduğunda da kaçar” diyor. Bunun çeşitli örnekleri de var: İlkel
kabilelerde bir insan, biraz daha az ilkel bir yer bulduğu vakit oraya kaçar.
Berlin Duvarı yıkılmadan evvel, insanlar hayatlarını tehlikeye atıp, duvarın
üstünden atlayarak Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçıyordu. Demek ki orada
rahat değil, demek ki o toplum hasta.
Medeniyet, “Şehir içerisinde toplu yaşama becerisi” diye
tarif edilir. İngilizcedeki “Civilisation” ifadesi de buradan, yani hemşehri
kavramından türemiştir.
Medeniyet olarak tanımladığı olguya dahil olmamız
gerektiğini düşünmüş ve medeniyeti de şöyle tanımlamıştır: “İçindeki insanların
kişisel otoriteye bağlanmadan birbirleriyle birlikte yaşayabildikleri bir
toplum, medeni bir toplumdur.” Yani, bir padişaha, bir halifeye, bir peygambere
bağlanmadan yaşanılabilecek bir toplum yaratmak lazım.
Atatürk, taarruz tarihini Ankara’da hiç kimseye bildirmez,
hatta kendi arkadaşlarına dahi bilgi vermez. Sadece güvendiği ve kendisine
güvenmesini istediği Ruslara haber verir. “Birkaç gün sonra saldırıya
geçiyoruz” der. Ruslardan çıt çıkmayacağını, İngiliz ve Yunanlıların
mağlubiyetini dört gözle beklediklerini biliyordur. Ardından, Mustafa Kemal’in
Ankara’da büyük bir çay partisi vereceği haberi yayılır. Davetliler var, çay
partisi var, ama ev sahibi ortalıkta yok, cephede. Bir tür oyalama ve dikkati
başka yöne çekme hamlesidir bu. Son kontroller yapıldıktan sonra Atatürk
cepheye gelir, Anadolu’nun dış dünya ile bütün telgraf bağlantılarının
kesilmesini emreder. Anadolu birdenbire suskunluğa bürünür. Hemen ardında da
Ankara’da Mustafa Kemal’e karşı bir isyan başladığı yönünde sahte bir haberin
yayılması sağlanır. İstanbul, Mustafa Kemal’e karşı bir hareket başlamış
haberini alır ama Anadolu’da aynı zamanda tüm telgraflar da susmuştur. Kimse
duruma bir mana verememektedir. Atatürk, daha arazide silahlar konuşmaya
başlamadan istihbarat savaşını kazanmıştır. O sabah Büyük Taarruz başlar. Sabah
04.30’da tanzim atışı açılır, 5.50’de de tahrip atışına geçilir, saat 07.00’de
ise Yunan topçusu susar ve Türk Ordusu 14 gün sonra İzmir’e, Kordon’a varır.
Büyük Taarruz’dan evvel Atatürk, 15 gün sonra İzmir’de olacağını söylemiştir
yakın çevresine. Sonra birlikte Kordon’da yürürken de Salih Bozok’a “Kaç gün
oldu?” diye sorar, “14 gün” Paşam cevabını verir Bozok. “Bir gün yanıldık o
zaman” der Atatürk.
Atatürk savaşı adım adım takip etmiştir. Askerliğe bir bilim
olarak ilgisi vardır. Bu muharebeyi nasıl kazandık, onlar neden kaybetti vs. birçok
sorunun cevabını arar. Yunanlıların yaptıkları hatalara bakar.
Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti.
Teessür ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi’nin bu
esnadaki sözlerini hiç unutmayacağım: “Üzülmeyin General,” dedi. “Siz
vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp olmak da vardır. Napolyon
da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada
kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında her şey
düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.’’
“Ordularımızın başarısının sebebini biliyor musunuz? Bizim
başarılarımızın sebebi, ordularımızın sevk ve idaresinde fen metotlarını
ittihaz etmektir.” Şu mesajı veriyordu: “Ben buraya kadar çok rasyonel yönettim
bu işi, bundan sonra da her şey böyle yönetilecek.”
Peki, Mustafa Kemal’in modernizasyon hamlesini hayata
geçirebilmesinin önündeki engeller neydi? Evvela, karşısında bir millet yok.
Kimsin dediğin zaman ben Müslümanım, diyor insanlar. Bir Osmanlı milletler
karmaşası var ki, tamamen dine dayanıyor.
Her kitabın bir maksadı vardır. Kur’an’ın maksadı insanların
kafasını anlamadığı seslerle doldurmak değildir. Bir mesaj vermektir. Atatürk
bunun farkında, yaptığı ilk işlerden biri de Kur’an’ı tercüme ettirmek oluyor.
Şunu söylemek istiyor aslında: İnanıyor musun? Evvela neye inandığını bil, bunu
bilmen lazım.
Atatürk’ün Malche’ın raporunun kenarına düştüğü derkenarlar
vardır. Bunlardan biri, çok enteresan: “Kıymetsiz öğrencinin cesareti ilk
yıldan kırılmalı, üniversiteden uzaklaştırılmalıdır” diyor. Bu, bugün
Avrupalıların yaptığı iştir. Herkesi alıyor üniversiteye, bir sene sonra büyük
çoğunluğunu döküyor. Bir daha da giremiyorsun. Atatürk de aynı şeyi söylüyor.
“En iyiler üniversite okumalıdır” diyor. Büyük tarihçimiz İlber Ortaylı bir
keresinde ne demişti? “Her şehre bir üniversite açmak ahlaksızlıktır.” Şimdi bu
sözün ne kadar doğru olduğunu anlıyor musunuz?
büyük bir şans eseri Almanya’da Naziler iktidara geliyor.
Yahudileri, sosyal demokratları, sosyalistleri, komünistleri ve homoseksüelleri
üniversiteden atıyorlar. Birdenbire çok kaliteli bir grup, işsiz kalıyor
Almanya’da. Bunun için Philip Schwartz önderliğinde İsviçre’de bir teşkilat
kuruluyor ve işsiz kalan bu hocalar için dünyanın çeşitli yerlerinde iş
aranmaya başlanıyor. Ardından Türkiye’nin böyle bir arayışta olduğu öğreniliyor
ve Atatürk’e müracaat ediyorlar. Atatürk, “Alanında en iyi olanları istiyorum”
diyor
Denir ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında en iyi Alman
Üniversitesi İstanbul Üniversitesi idi.
Geoffrey Lewis’in bir lafı var: “Atatürk sıkı bir tartışmaya
bayılıyordu ama bunu yapacak insan yoktu etrafında.” Atatürk kendine kafa
tutulmasını isteyen bir insandı, bunu anlıyoruz. Bu, aynı zamanda dehanın da
bir işaretidir; her türlü fikirden istifade etmek. Birkaç çok yakın arkadaşı
dışında etrafında bunu yapacak insan yok ve Atatürk bunun çok açık bir şekilde
farkında.
Ardından Türk Tarih Kurumu kuruluyor ve Atatürk bu kuruma
bir görev veriyor: “Tarihin görevi, hadiseleri olduğu gibi aksettirmektir. Eğer
tarihçi doğruyu söylemezse hadiseler insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Özetle, doğru dürüst bilim yapın diyor. Tarih ne diyorsa onu öğrenelim diyor.
Kemalizm; tenkittir, doğruyu aramaktır, bilimsel düşüncedir.
Bunlarınkine dalkavukluk denir. Kemalizm’in adı böyle dalkavuklar yüzünden
kötüye çıkmıştır.
18. Yüzyıl’da, 1744 senesinde, bugün hâlâ taksonominin
temeli olan çift isimli sınıflamanın kurucusu Carl von Linne şöyle bir tez
atıyor ortaya: Nuh Tufanı sırasındaki gemi bir metafordu. Söz konusu olan bir
gemi değil, bir dağdı ve adı da Cennet Dağı’ydı. Bütün hayvanlar ve insanlar bu
dağda yaratıldılar. Bu dağ en soğuk iklimden, en sıcak iklime kadar, üzerinde
her şeyi bulunduruyordu, herkes de burada yaşıyordu. Tufan olduğu zaman bu
dağın önemli bir kısmı su altında kaldı ama hepsi değil. Dolayısıyla buradaki
hayvanlar ve bitkiler yukarıya toplandılar, kurtuldular. Sular çekildikten
sonra bunlar dünyaya dağıldılar. Bu, tarihteki ilk biyolojik dağılım
teorisidir. Linne’nin hemen ardından de Guignes meşhur eserini 1857’de yayınlar
ve burada şu tezi ortaya atar: Yunanlıların bahsettiği bir dağ sistemi vardır.
Anadolu’da başlar, Himalayalar’a kadar uzanır, adı da “Taurus”dur. 34. paralel
üzerinde uzayan bir dağ sistemidir. Nuh Tufanı’nın ardından bu dağ sistemindeki
insanlar ve diğer canlılar hayatta kalmayı başardılar ve iki gruba ayrıldılar.
Bir kısmı güneye gitti; bunlar Hint, Çin, Hami ve Sami ırklarını oluşturdular.
Bir kısmı da kuzeye gittiler; Türkler, Moğollar ve diğerleri. Bunlar buradan
dağılmak suretiyle medeniyeti yaymışlardır. Çünkü göç edenler bir tek onlardır.
Ötekiler gittikleri yerde kalmışlardır. Hintli, Hindistan’da kalmış; Çinli,
Çin’de kalmış; Arap, Arabistan’da kalmış; Hami, Afrika’da kalmış. Ötekiler
dağılmışlar. Bu iddia Atatürk’ün hoşuna gidiyor. Sonra Atatürk’ün okuduğu
kitaplar arasında Sven Hedin’in kitapları da var. Hedin, bir Orta Asya kâşifi.
Orta Asya’da bulduğu şeylerden biri de bugün kurumuş olan büyük göller. Sonra
Atatürk, bütün bu okudukları üzerine bir teori kuruyor. Tarih çağlarının
başında Orta Asya’da bir iç deniz var ve iklimin kötüleşmesiyle bu deniz
kurudu, insanlar buradan göç etmek zorunda kaldı. İşte dünyaya medeniyeti
dağıtan insanlar burada giden insanlardır, bunlar da Türklerdir. Bunun üzerine
Atatürk’ün emriyle Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitap yazılıyor ve
kitaptan sadece yüz adet basılıyor.
“Türk Tarih Tezi”
yüzünden Atatürk’ün yakın çevresiyle başı derde de giriyor. Mesela, (Fuat)
Köprülü “Böyle zırvalık olmaz” diyor. Atatürk bu kişileri tezlerini müdafaaya
çağırıyor. Köprülü müdafaa ediyor tezini. Zeki Velidi Togan tezini müdafaa
ederken sesini biraz fazla yükseltiyor. Atatürk de bir gün Uludağ’da kayak
yaparlarken şöyle bir laf ediyor Togan’a: “Bir memlekette iki Cumhurbaşkanı
olmaz.” Zeki Velidi, bir zamanlar Başkurdistan başkanıdır, bu söze içerliyor ve
İstanbul’u terk ediyor, Almanya’ya gidiyor.
Mealen şunları söylüyor: “Üniversite reformu yapıldığı zaman
da söylemiştim, kürsülerin başına politik atamalar yapmak bilim adına felaketle
neticelenir. Mutlak surette dünya çapında bilim adamlarını kürsü başlarına
atamak zorundayız, bulamazsak yurtdışından getirmek mecburiyetindeyiz. Bilim
başka türlü yerleşmez. Senin bilimin, benim bilimim olmaz. Bilim neyse bu oyunu
onun standartlarında oynamak zorundayız.” Atatürk dinlemediği gibi, Hasan Âli
de Köprülü’yü dinlemiyor. Halbuki Köprülü, Hasan Âli’nin hocası, hatta bu
sebepten aralarının açıldığı da söylenir. Çünkü Köprülü kati surette bilimden
taviz vermiyor. Tarih pek acı bir şekilde Köprülü’nün ne kadar haklı olduğunu
göstermiştir.
kıyafet konusuna bir miktar daha devam edelim. Osmanlı’da
halk birbirine baktığı zaman kaleidoskop görmüş gibi oluyordu. Herkesin
kıyafeti başka. Rum’un kıyafeti başka, Ermeni’nin kıyafeti başka, Türk’ünki
başka vs. Sultan Mahmut sarığı kaldırmış, fes giymeyi zorunlu kılmış ama sarık
bir süre sonra halk arasında tekrar hayat bulmuş. Çünkü sarık takıldığı zaman
dindar oluyorum zannediliyor. Farkında değil ki sarık çölün şapkasıdır, çölde
de çok faydalıdır. Neden? Çünkü adam sarığını açar, kum fırtınasında yüzünü
korur. Sarık çok katlı bir bez olduğu için de başını sıcaktan korur. Bir sürü
fonksiyonu var. Soğuktan da korur. Sabahleyin elli derecenin üstüne çıkıyor
sıcaklık, akşam on dereceye düşüyor çölde. Büyük Sahra’da, Kufra vahasının
güneydoğusunda, Çad/Mısır/Libya sınırlarının bitiştiği yerlerin yakınlarında
jeolog olarak çalışırken sarık çölde neden gereklidir ve neden Türkiye’de
gereksizdir diye ilk defa anlamıştım. Burada sarıkla dolaşmak, ama orada da
sarıksız dolaşmak enayiliktir.
etnik unsurlar arasındaki görünüm farkı ortadan
kaldırılıyor. Yunanlı, Yunanlı gibi giyinmiyor, Ermeni, Ermeni gibi giyinmiyor,
Kürt, Kürt gibi giyinmiyor vs. Herkes bütün medeni dünya nasıl giyiniyorsa öyle
giyiniyor. Yani kıyafet hususunda bir yeknesaklığa gidiliyor.
Tabirimi mazur görünüz, altı kaval üstü şişhane diye ifade
olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne milletlerarasıdır.” “O halde
kıyafetsiz bir millet hiç olur mu? Arkadaşlar, böyle nitelendirilmeye razı
mısınız? Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak aleme göstermekte mana var
mıdır? Ve ‘Bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz’ demek
isabetli midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru temizlemek gerekli ve
doğaldır. Bu kadar açık gerçek karşısında tereddüt caiz midir? Bizi tereddüde
sevk edenler varsa, onların ahmaklığına hükmetmekte hâlâ tereddüt mü edeceğiz?
Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi
giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara ve bütün millete
hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve hahamlarının özel kılığı olan
cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?”
Osmanlı için söylüyorum, sen bu insanlara kültür
verememişsin, dilini verememişsin, âdetini verememişsin, teşkilatını
verememişsin, hiçbir şey verememişsin. Adam seni istemiyor.
Atatürk’ün Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na söylediği meşhur bir
söz vardır. “Bizim partinin doktrini yoktur” der. “Çünkü doktrin bir hareketi
dondurur.” Atatürk şunu söylüyor; problem çıktığı zaman çözüm bulunur. Genel,
evrensel, sonsuza kadar geçerli bir çözüm yok. Problemin karakteri,
muhatapları, doğduğu ortam, koşullar her defasında farklı. Neyle
karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Önce problemi gör, sonra çözüm üzerine kafa yor.
Bu da, ilk bölümde anlattığımız gibi Atatürk’ün olaylara bilimsel bakışıdır.
Bugün dahi Türk toplumunun hür olmayı öğrendiğini
zannetmiyorum. Siyasi tercihler bunu gösteriyor. Lider arıyor, çoban arıyor
kendine insanımız. Halbuki Atatürk, bundan kurtulun diyor. “Ben size hiçbir
ayet, hiçbir doktrin bırakmıyorum, kafanızı kullanın. Probleminize göre çözüm
getirin.”
Kendi fikirlerini “Ben böyle istiyorum” diye empoze etmiyor
Atatürk. Ortaya atıyor, tartışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve karşısındaki onu
yıkamıyor. Sonunda onun fikri galip geliyor ve oy veriliyor. O oylarla alınıyor
bütün kararlar. Ama mutlaka ve mutlaka oy isteniyor. Bu bir meşruiyet arayışı
olduğu gibi, başka türlü alınacak ve tatbik edilecek başkaca her türlü karardan
da çok daha uzun ömürlü neticeler alınmasını sağlıyor. Diyor ki, “Bunlar benim
fikirlerim dahi olsa bunları millete anlatmam lazım, kabul ettirmem lazım,
ancak milletce kabul edildikten sonra bunları tatbik edebiliriz. Her şeyin başı
millettir.”
Atatürk bütün bu kurtuluşa, kuruluşa, devrimlere, her şeye
bir savaş gözüyle bakıyor. Ekonomiye de savaş olarak bakıyor, eğitime de savaş
olarak bakıyor, kültür devrimine de savaş olarak bakıyor, bu savaşları
kazanacağız diyor. Kendisi de başkomutan. Bu bir komutanın hissedebileceği en
büyük tatmindir. Para, pul, Atatürk’ü tatmin edemez, etmez de. Umurunda da
değil zaten, hiçbir şeyi de yok. Üstünde bir sürü şey görünüyor, bir gün ona
bağışlıyor, bir gün buna veriyor, üstüne hiçbir şey almıyor. Bunun yanında çok güzel
giyiniyor. Niçin güzel giyiniyor? Onun da bir sebebi var. Mankenlik yapıyor, bu
insan milletine resmen mankenlik yapıyor. Nerede ne giyilir, nasıl giyinilir,
bunları öğretiyor.
Çok güzel kıyafetler giyerek Türkiye’yi dolaşıyor Atatürk.
Değişik kıyafetlerle halkın içine giriyor ve bu değişik kıyafetler gittiği
yere, bulunduğu mekana göre değişiyor. Halk öğrensin istiyor: Nerede, ne zaman,
hangi halde, ne giyilir!
Türkiye’de modern jeofiziğin kurucusu rahmetli Kazım Ergin
Hocamın bana söylediği ve hiç unutmadığım bir sözü vardır: “Bir işi yapmak
istiyor musun? Kredisinden vazgeçmeye hazır ol. Yani o işin şanından,
şöhretinden vazgeçmeye hazır ol.” Atatürk’te de bunu görüyoruz. Şan, şöhret,
makam, mevki peşinde değil, iş yapalım, bütün derdi bu.
büyük bir devrimci olmasına karşın zannedilenin aksine
ihtilal sevmeyen bir insan Atatürk. Biliyor ki ihtilaller kısa ömürlü oluyor.
İhtilalden kastım şu: Bir değişikliği, yeniliği cebir ve şiddet uygulayarak
yapmak. Hiçbir şeyi zorla yaptırmak istemiyor Atatürk. Onun için ısrar ediyor,
Meclis olacak diye
İnönü, şöyle diyor Atatürk’e, “Gazeteciler dedikodu
yapıyorlar. Bu memleketi daha ne kadar on bir sarhoş idare edecek” diyorlar.
Atatürk şöyle cevap veriyor: “Pardon?” diyor, “On bir sarhoş mu? Halt etmişler.
Bu memleketi sadece bir sarhoş idare ediyor” diyor. Orada, arkadaşlarının
arasında gerçeği söylüyor, “Hiçbiriniz, hiçbir işi layıkıyla yapamıyorsunuz.”
Doğru da. Atatürk, etrafındaki insanlardan çok bezgindi. Rahmetli dedem
anlatırdı, “Herkes Atatürk içkiden öldü zanneder. Hayır. Kahrından öldü.”
Derdini anlatacak adamı yoktu. Arkada bıraktıklarından hakikaten Atatürk’ün ne
dediğini anlamış sadece bir kişi var, o da Hasan Âli Yücel’di. Tek bir adam.
Onu da nihayetinde İnönü, Amerika’nın, Rusya’nın, ağaların baskısıyla
harcamıştır.
Peki Atatürk hata yapmadı mı? Çok. Bir tane de değil, pek
çoğundan döndü, kendi keşfettiklerinden döndü, belki dönemedikleri de vardır
ama bu bir insanın kötü niyetini göstermez. Aksine, farkedip döndüğü hatalar
onun iyi niyetinin en açık işaretidir. Hataları var dedik Atatürk’ün.
Kendisinden sonra yerine kimin geçmesini istediğini sorduklarında “hiç kimseyi”
demiş. Bu çok önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir cevap. Sonra, İzmir
Suikastı teşebbüsünün ardından tasfiye edilen bazı arkadaşları var. Ayıcı Arif
mesela. Gerekli miydi bu adamların katli, bilemiyorum. Yüz ellilikler mesela...
Bir Adnan Adıvar’ı yurtdışına çıkarmak gerekli miydi? Her ne kadar kendi
gittiyse de, kendini emniyette hissetmediği için gitti. Adnan Adıvar gibi bir
adama bir emniyet hissi vermemek doğru muydu?
Bunlar o günkü şartların gereği mi, bilmiyoruz. Adnan
Adıvar’la aralarında ne geçti bilmiyoruz. Atatürk bir tehdit olarak mı gördü
Adıvar’ı, hiç zannetmiyorum zira öyle bir adam değildi. Zeki Velidi’nin gitmesi
şart mıydı? Ahmet Refik Altınay’ın tarih profesörlüğünden kovulması şart mıydı?
Bunlar küçük şeyler gibi görünüyor ama belki de göründüğü kadar da küçük
değiller. Her ihtilal kendi çocuklarını yer ya, bu olaylara da böyle mi
bakmalıyız, bilemiyorum. Ama tüm bu saydıklarımı ben Atatürk’ün hata defterine
yazmışımdır. Bunları yapmasaydı iyi olurdu ama kendisi yok ki karşımızda neden
yaptın diye soralım. Karşında muhteşem bir adam var, yakıştıramıyorsun
yaptıklarını, fakat bu nihayet bir insan. Bertrand Russell’in bir sözü var:
“Büyük bir adamın eserini incelediğiniz zaman, incelemenizin sebebi adamın zeki
olmasıdır. Ama hiçbir zeki adam her şeyi bilemez. Eğer zeki bir adam yanlış bir
iş yapmışsa mutlaka ‘o iş muhakkak doğru olmalıdır’ diye düşünmekten ziyade o
anda, ona o niye doğru göründü, onun peşine düşmek lazım...”
Mesela, genç bir subayken Mısır’a gidiyor, manevralara...
Orada bir tayyareye binmek istiyor, beraber gittiği komutanlardan biri elini
tutuyor, “Kemal” diyor “Bilmediğin aş karın ağrıtır, otur oturduğun yerde.”
Atatürk’ün binmek istediği tayyare düşüyor ve içindekiler ölüyor. Mesela
Atatürk bu olaydan sonra hayatı boyunca hiç tayyareye binmemiştir. Hava
Kuvvetleri’ne bu kadar önem veren adam hiç tayyareye binmemiştir. Sonra, Büyük
Taarruz başlayacak, “Halide Edip’i getirin” diyor. Batıl inanç. Halide olursa
garanti kazanırız harbi düşüncesinde. Sakarya’dan beri aklına işlemiş böyle bir
şeyi. Bu kadar zeki, bu kadar akılcı bir adamın da bâtıl inançları olduğunu
keşfediveriyorsun; ona yakıştıramıyorsun. Ama var işte, o da insan.
Erken ölümünün bir sebebi de yaramaz çocuk gibi
davranmasıydı. “Kaç paket sigara içiyorsunuz ekselans?” diye soran Fransız
doktora “Üç paket” diye cevap vermişti. Doktor da bunu tek pakete indirmesini
söyleyip gittikten sonra Salih Bozok, “Ama Paşam siz zaten bir paket
içiyorsunuz her gün” demekten kendini alamamıştı. Atatürk hınzır hınzır gülerek
“Enayi miyim ben Salih?” diye cevap vermişti. “Bir paket içiyorum desem, herif
üçte bir pakete indir diyecekti.” İşimiz Atatürk’ün yaptıklarını ezberlemek
değil, onun akılcılığından öğrenmek, yaramazlıklarına da gülüp geçmektir, zira
artık onları değiştirmek için çok geçtir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder