26 Haziran 2019 Çarşamba

Büyücü

Büyücü

1
Zerdüşt bir kayalığın yanından döndüğünde, biraz aşağıda, aynı yol üzerinde kudurmuş birisi gibi ellerini ayaklarını sallayan ve sonunda yüzükoyun yere düşen bir insan gördü. “Dur!” dedi Zerdüşt kendi yüreğine, “daha yüce insan olmalı şuradaki, oydu şu kötü yardım çığlığını atan – bakalım yardım edecek bir durum var mı?” Ama yerde yatan insanın yanına geldiğinde, donuk bakışlı, titreyen yaşlı bir adam gördü; Zerdüşt onu kaldırmak ve yeniden ayakları üzerine dikmek için ne kadar uğraştıysa da çabası boşunaydı. Bu bahtsız adam da yanında birisinin bulunduğunun farkında değilmiş gibi görünüyordu; durmadan acınacak bir halde çevresine bakınıyordu, tüm dünyanın terk ettiği, yapayalnız kalmış birisi gibi. Ama sonunda, uzun süre titreyip kasıldıktan ve iki büklüm olduktan sonra şöyle inlemeye başladı:

Kim ısıtır, kim sever beni daha?
Sıcak eller uzatın bana!
yürek-mangalları uzatın bana!
Yere serilmiş, çırpına çırpına,
can çekişenler gibi, ayakları ovuşturulan –
sarsılmışım, ah! bilinmeyen ateşlerle yana yana,
titreyerek, sivri buzdan oklar kaşımda,
sen peşimdesin, ey Düşünce!
Adlandıralamaz! Açıklanamaz! İğrenç!
Sen ey bulutların ardındaki avcı!
Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle,
sen alaycı göz, dikmişsin gözünü bana karanlıklardan!
– Yatıyorum öyle,
kıvrılarak, çırpınarak, işkencesiyle
bütün sonsuz ezaların,
vurdun beni
sen ey zalim avcı,
sen ey tanınmaz – Tanrı!

Vur, daha derine vur,
Bir kez daha, haydi vur!
Kopar, parçala bu yüreği!
Niye bu işkence
körelmiş oklarla?
Neye göz koydun böyle,
usanmadın mı bu insan-işkencesinden,
acı vermekten haz duyan Tanrı-şimşeği-gözlerle?
Öldürmek değil istediğin,
yalnızca eziyet, eziyet etmek mi?
Bana – niye eziyet ediyorsun,
sen ey acı vermekten haz duyan tanınmaz Tanrı? –

Haha! Usul usul mu sokuluyorsun?
Böylesi gece yarısında
Ne istiyorsun? Konuş!
Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni –
Ha! Çok yaklaştın yanıma!
Uzaklaş! Uzaklaş!
Soluğumu duyuyorsun,
yüreğimi dinliyorsun,
kıskanç seni –
neden kıskanıyorsun beni?
Uzaklaş! Uzaklaş! o merdiven de niye?
içeri mi girmek istiyorsun,
yüreğime tırmanmak,
en mahrem
düşüncelerime tırmanmak?
Utanmaz! Meçhul – Hırsız!
Ne çalmak istiyorsun?
Ne duymak istiyorsun?
işkenceyle ne elde etmek istiyorsun?
sen ey işkenceci!
sen – Cellat-Tanrı!
Yoksa köpek gibi,
taklalar mı ataydım karşında?
Teslim mi olaydım, kendimden-geçerek
sevginle – sırnaşarak?

Boşuna! Batmaya devam et,
Zalim diken! Hayır,
köpek değilim – avınım yalnızca senin,
zalim avcı!
en gururlu esirinim,
sen ey bulutların ardındaki haydut!
Konuş artık,
Ey şimşeklerin ardına gizlenen! Meçhul! konuş!
Ne istiyorsun, ey meçhul Tanrı? – –

Nasıl? Fidye mi?
Ne istiyorsun fidye diye?
Çok iste – böylesi yaraşır gururuma!
ve az konuş – böylesi yaraşır öteki gururuma!
Haha!

Beni – istiyorsun ha? Beni?
Beni – her şeyimle mi?

Haha!
Ve işkence ediyorsun bana, delisin ya işte,
gururumu kırıyorsun işkencenle?
Sevgi ver bana – kim ısıtır ki beni daha?
kim sever ki beni daha? – sıcak eller uzat bana,
yürek-mangalları uzat bana,
bana, yalnızların en yalnızına,
buzunu ver ah! yedi kat donmuş buz,
düşmanları bile,
düşmanları özlemeyi öğreten,
ver, evet, teslim et,
en zalim düşman,
bana – kendini! – –

Kaçıyor!
Bu kez o kaçıyor,
son kalan, tek yoldaşım,
en büyük düşmanım,
meçhulüm benim,
Cellat-Tanrım benim! –

– Hayır! gel geri!
bütün işkencelerinle birlikte geri gel!
Tüm yalnızların en sonuncusuna
Hey, geri gel!
Bütün gözyaşı-derelerim
sana akıyor,
ve yüreğimin son alevi –
seni aydınlatıyor.
Gel, geri gel,
meçhul Tanrı! Acım benim! Son –
Mutluluğum!

*****BU KISIM DİONYSSOS DİTHYRAMBOSLARI'NDA VAR SADECE******

Bir şimşek çakar. Dionysos, zümrüt bir güzeliik içerisinde görünür.
Dionysos:
Aklını başına topla, Ariadne!
Küçük kulakların var, benim kulaklarım var sende:
bırak da akıllı bir söz girsin içlerine!
İnsanın önce kendinden nefret etmesi gerekmez mi,
kendini sevecekse?
B e n  s e n i n  l a b i r e n t i n i m...


*****BU KISIM DİONYSSOS DİTHYRAMBOSLARI'NDA VAR SADECE******
* * *
2
– O anda Zerdüşt artık kendisini daha fazla tutamadı, asasını aldı ve inleyen adama tüm gücüyle vurdu. “Kapa çeneni!” diye bağırdı ona, öfkeyle gülerek, “Kapa çeneni, seni oyuncu! Seni kalpazan! Seni yürekten yalancı! Çok iyi tanıyorum seni!
Şimdi ısıtacağım senin ayaklarını, seni kötü büyücü, çok iyi bilirim ben senin gibileri-ısıtmayı!”
– “Yapma,” dedi yaşlı adam ve yerinden sıçrayarak doğruldu, “vurma artık ey Zerdüşt! Sırf oyun olsun diye yaptım!
Bunlar benim sanatımın bir parçasıdır; sana bu gösteriyi sunarak seni sınamak istedim! Sahiden, çok iyi gördün içyüzümü!
Ama sen de – ufak bir gösteri sundun bana kendinden: çok sertsin, ey bilge Zerdüşt! Çok sert vuruyorsun ‘hakikatler’inle, sopan zorla aldı benden bu hakikati!”
– “Yaltakçılık etme,” diye yanıtladı Zerdüşt, hâlâ heyecan içindeydi ve karanlıktı bakışları, “seni tepeden tırnağa oyuncu seni! Sahtesin sen: ne diye dem vurursun – hakikatten?
Seni tavuslar şahı, kibir deryası, ne oynuyorsun karşımda, kötü büyücü seni, kime inanmam gerekirdi böyle bir kılıkta inlediğin sırada?”
“Tini tövbeliyi,” dedi yaşlı adam, “onu oynadım ben: sen kendin icat etmiştin bir zamanlar bu sözcüğü –
– tinini sonunda kendine karşı kullanan şairi ve büyücüyü, kötü bilgisinden ve kötü vicdanından donan, değişmiş adamı oynadım.
Sen de şunu itiraf et: benim sanatımı ve yalanımı keşfetmen uzun sürdü, ey Zerdüşt! Benim zor durumda olduğuma inandın, başımı iki elinle tuttuğunda, –
– ‘Onu çok az sevdiler, çok az sevdiler!’ diye inlediğini duydum. Seni böylesine aldattığıma sevindi içten içe kötülüğüm.”
“Sen benden daha kurnazları da aldatmış olabilirsin,” dedi Zerdüşt sert bir tavırla. “Üçkâğıtçılara karşı tetikte durmam ben, tedbirsiz olmam gerekir benim: böyle ister kaderim.
Ama senin – aldatman gerekir: bu kadar tanırım seni! Her zaman iki, üç, dört ve beş yüzlü olman gerekir! Şimdi söylediklerin de ne yeterince doğru, ne de yeterince yanlış benim için!
Seni berbat kalpazan, başka türlü yapamazsın ki sen! Bir hekime çıplak görünsen bile, hastalığını süsleyip püslersin.
‘Bunu sadece oyun olsun diye yaptım!’ derken bile, yalanını süsleyip püsledin bana az önce. Bir parça ciddiyet de vardı bu sözlerde, biraz tini tövbelisisin sen!
Çok iyi anladım seni; herkesi büyüledin, ama kendine karşı bir yalanın ve hilen kalmadı elinde – kendine karşı bozuldu büyün!
Tiksintiyi kendi biricik hakikatin olarak hasat ettin. Artık tek bir sözün bile sahici değil, ama ağzın: yani ağzının kenarında duran tiksinti sahici.” – –
– “Peki sen kimsin?” diye bağırdı bu sırada yaşlı büyücü, küstahça bir sesle, “kim konuşabilir ki böyle benimle, bugün yaşayanların en büyüğüyle?” – Ve yeşil bir şimşek çaktı gözünden Zerdüşt’e doğru. Ancak, hemen ardından değişti ve üzüntüyle dedi ki:
“Ey Zerdüşt, usandım, tiksindim bu sanatımdan, ben büyük değilim, niye gizleyeyim ki gerçek yüzümü! Ama sen de çok iyi biliyorsun – büyüklüğü arıyordum ben!
Büyük bir insanı oynamak istedim ve birçoklarını da kandırdım: ama bu yalan gücümü aştı. Bu yalandan parçalanıyorum.
Ey Zerdüşt, her şey yalandır bende; ama parçalanıyor oluşum – benim bu parçalanışım sahici işte!” –
“Onur verir sana,” dedi Zerdüşt kederle ve yana bakarak, “büyüklüğü arayışın sana onur verir, ama seni ele de verir. Büyük değilsin sen.
Seni yaşlı kötü büyücü, senin en iyi ve en dürüst yanın bu, kendinden usanmış olman ve ‘Ben büyük değilim’ diye bunu dile getirmen, bu yüzden saygı duyuyorum sana.
Bu yüzden saygı duyuyorum sana, tini tövbeli olduğun için: ve bu bir saniye içinde bir nebzecik bile olsa – sahiciydin.
Ama söyle, ne arıyorsun burada benim ormanlarımda ve kayalıklarımda? Ve beni kendi yoluna düşürdüğünde, nasıl sınamak istiyordun beni? –
– Hangi konuda deneyecektin beni? –
Böyle söyledi Zerdüşt ve çakmak çakmak oldu gözleri. Yaşlı büyücü bir süre sustu, sonra dedi ki: “Denedim mi seni? Ben – arıyorum sadece.
Ey Zerdüşt, ben sahici, doğru, basit, net, tümden dürüst, bilgelik çanağı bir insanı, bir bilgi ermişini, büyük bir insanı arıyorum!
Bilmiyor musun yoksa, ey Zerdüşt? Ben Zerdüşt’ü arıyorum.”
– Bunun üzerine ikisi arasında uzun bir sessizlik oldu; Zerdüşt iç dünyasının derinliklerine gömülmüş, bu yüzden de gözlerini yummuştu. Ama sonra, konuştuğu adama geri dönerek büyücünün elini tuttu ve nezaket ve kurnazlıkla konuştu:
“Pekâlâ! Şu yol yukarıya çıkar, oradadır Zerdüşt’ün mağa-rası. Orada arayabilirsin, bulmak istediğini.
Hayvanlarıma akıl danış, kartalıma ve yılanıma: onlar yardım etsin sana arayışında. Ama büyüktür mağaram.
Bana gelince – henüz büyük bir insan görmedim. Büyük olanı seçmek için en zariflerin bakışı bile bugün henüz çok kabadır. Burası ayaktakımı ülkesi.
Kimilerini gördüm ki, uzanıp şişiniyorlardı ve halk da: ‘Bakın, büyük bir insan!’ diye bağırıyordu. Ama körükler neye yarar, hava çıkıp gider sonunda.
Patlar eninde sonunda kendini çok fazla şişiren bir kurbağa: hava çıkar dışarı. Kabarıp şişmiş birinin karnını delmeye iyi bir eğlence derim ben. Duyun bunu delikanlılar!
Günümüz ayaktakımının günüdür: kim biliyor ki, neyin büyük neyin küçük olduğunu? Kim başarılı olmuş büyüklüğü arayışında! Sadece bir deli: delilerin şansı vardır.
Büyük insanı mı arıyorsun, seni tuhaf deli? Kim öğretti bunu sana? Bugün bunun zamanı mı? Ah, seni kötü arayıcı, ne – denersin beni?” – –

Böyle söyledi Zerdüşt, yüreği ferahlamıştı ve gülerek kendi yoluna koyuldu.

21 Haziran 2019 Cuma

Sherlock Holmes Antolojisi


On dokuzuncu yüzyılda herhangi bir medenî insanın, dünyanın güneşin çevresinde döndüğü gerçeğini bilmemesi o kadar garipti ki bunları bilmediğine kendimi zor inandırdım. "Şaşırmış gibi görünüyorsunuz," dedi yüzümdeki şaşkınlık ifadesine gülerek. "Şimdi öğrendiğime göre, bu öğrendiklerimi unutmak için elimden gelenin en iyisini yapmalıyım." "Unutmak için mi?"... "Bakın," diyerek açıklamaya başladı, "İnsan zihninin, boş bir çatı katına benzediğini ve insanın bu çatı katını kendi seçeceği mobilyalarla döşeyeceğini düşünüyorum. Yalnızca bir aptal, önüne gelen her bilgiyi kapar, böylece, ona faydası dokunabilecek bilgiler kalabalıklaşır ya da birçok şey birbirine girer ve o bilgiye ihtiyacı oldu mu güçlükler yaşar. Ama becerikli ve usta bir kimse, zihnine, ya da çatısına, bir şeyler alırken son derece dikkatlidir. İşini yapmasına yardım edecek aletlerden başka hiçbir şeyi yoktur ama bunları da sınıflandırmış ve kusursuz bir düzene sokmuştur. O küçük odanın duvarlarının esnek olduğunu ve her ölçüde genişleyebileceğini düşünmek hata olur. Emin olun ki, zaman geliyor, zihninize kattığınız her bilgiyle, önceden bildiğiniz bir şeyi unutuyorsunuz. Bu yüzden, önemsiz bilgilerin, önemlilerin önünü tıkamaması çok büyük önem taşıyor." "Ama söz konusu, Güneş Sistemi!" Diye karşı çıktım. "Dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü söylemenin," diyerek sabırsızlıkla sözümü kesti, "Bana ne faydası var? Dünya isterse ayın çevresinde dönsün, ne benim ne de işim için hiçbir önemi yok." Tam işinin

 

 

"Aklım," dedi, "durağanlığa isyan ediyor. Bana sorunlar getir, iş getir, en derin şifreleri ve karmâşık analizleri ver, bunları çözmem için uygun atmosferi sağla. Ancak öyle bu yapay uyarıcıları bırakabilirim. Ama varoluşun donukluğu beni tiksindiriyor. Ruhumun yücelmesi için can atıyorum. Bu özel mesleği işte bu yüzden seçtim. Belki de yarattım demeliyim, çünkü bu konuda dünyada tekim."

 

 

Sorabilir miyim acaba, hâlihazırda takip ettiğin bir dosya var mı?" "Hayır. Sadece kokain. Beyin aktivitesi olmadan yaşayamıyorum. Başka ne için yaşanır ki? Burada, pencere önünde tüm gün dikil. Bu kadar tatsız, neşesiz, faydasız bir dünya olabilir mi? Bak şu sarı sis, nasıl da caddeden aşağı dönerek ilerliyor, boz renkli evler arasından süzülüp gidiyor. Bundan daha umutsuz, sıradan ve ruhsuz ne olabilir? Eğer uygulayacağın bir alan yoksa birtakım güçlere sahip olmanın yararı nedir, doktor? Suçlar sıradan, varoluş sıradan ve hiçbir nitelik tüm bu sıradanlıklara dünya üzerinde bir işlev kazandırmıyor."

 

 

Sana şu kitabı tavsiye ederim, şimdiye dek kaleme alınmış en önemli kitaplardan biri. Winwood Reade'nin, ‘İnsanlığın Çilesi' kitabı. Bir saat içinde gelirim."

 

 

"Benim yöntemimi kullanmıyorsun," dedi, başını sallayarak. "Sana kaç kere söyledim; imkânsızları elersen, geriye İNANILMAZ DA OLSA, gerçek kalır.

 

 

Aşağı odaya yeniden iner inmez heyecanla sordum: "Peki bu ayak izleri hakkında teorin nedir?" "Sevgili Watson, biraz olsun kendin yorumlamaya çalış," dedi, tahammülsüz bir tavırla. "Benim yöntemlerimi biliyorsun. Onları uygula, sonuçları kıyas etmende sana yardımcı olurlar." "Gerçeklere yönelik bir şey düşünemiyorum." Diye cevap verdim.

 

 

"Kimyasal deneylere gömülerek zihnime iyi bir istirahat verdim. Büyük devlet adamlarımızdan birinin dediği gibi, ‘en iyi dinlenme iş değişikliğiyle olur'. Bence de öyledir.

 

 

Akıl yürütme sürecini açıklamadaki rahatlığı üzerine gülmekten kendimi alamadım. "İleri sürdüğün delilleri dinledikçe," dedim, "çözümün gülünç ölçüde kolay olduğunu, benim bile bunu aynı kolaylıkla yapabileceğimi görüyorum. Fakat yeni bir örnekle karşılaştığımda sen çözümü açıklayana kadar şaşkınlığım geçmiyor. Oysa benim gözlerim de seninkiler kadar iyi." "Doğru," diye cevap verdi. Bir sigara yaktı ve koltuğa gömüldü. "Bakıyorsun ama gözlemlemiyorsun. Aramızdaki fark belli. Mesela, antreden bu odaya çıkan merdivenleri sık sık görmüşsündür." "Sık sık." "Ne kadar sık?" "Yüzlerce kez, sanırım." "Peki kaç tane basamak var?" "Kaç tane mi? Bilmiyorum." "Tam da bu işte! Çünkü gözlemlemedin. Ama baktın. Benim demek istediğim de bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü ben hem baktım hem de gözlemledim.

 

 

Dedektif olmaya karar verdiği için sahneler, iyi bir aktörü; bilim ise, bir akılcıyı kaybetmişti.

 

 

"Sen de duydun mu?" dedim dostuma bakarak." Biri zili çaldı galiba. Bu saatte kim olabilir ki? Birini bekliyor muydun? Arkadaş falan?" "Senden başka arkadaşım yok ki," diye cevap verdi. "Misafirleri pek sevmem."

 

 

"Salı akşamı ha!" diye atıldım. "Ve bugün Perşembe. Neden dün harekete geçmedin?" "Çünkü yanıldım, sevgili Watson, üstelik korkarım bu yanılgıya beni senin hikâyelerin sayesinde tanıyan çoklarının zannettiğinden daha sık düşüyorum.

 

 

"Şimdi anladın mı hayal gücünün önemini?" dedi Holmes, "Gregory'nin sahip olmadığı şey de tam bu. Ne olmuş olabileceğini hayal ettik, varsayımımıza göre hareket ettik ve varsayımımız doğrulandı. Haydi ilerleyelim."

 

 

Bence de doğru iz üzerindesiniz. Gerçeğin en kötüsü bile şüpheden iyidir.

 

 

Reigate Bulmacası. (Başlığı işeretlemişim sanırım güzel hikaye diye)

 

 

"Azizim Watson," dedi, "tevazuyu erdem sananlara katılmıyorum. Bir mantıkçı için, her şey tam olarak ne ise öyle görünmelidir. Kendini küçük görmek de, yeteneklerini abartmak da gerçeklerden kaçmaktır. Onun için Mycroft'un benden daha iyi bir gözlemci olduğunu söylediğimde, kesin hakikatten bahsettiğimi bilmelisin."

 

 

"Gözlem yapma ve çıkarımda bulunmada benden daha üstün olduğunu söyledim. Dedektiflik sanatı bir koltukta oturup akıl yürütmekle yapılabilecek bir iş olsaydı, ağabeyim kesinlikle dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dedektifi olurdu. Ama maalesef ne gerekli enerjiye ne de hırsa sahip. Kendi çözümünü doğrulamak için bile günlük alışkanlıklarından vazgeçmez ve kendi haklılığını ispatlamak için uğraşmaktansa yanlış anlaşılmayı tercih eder.

 

 

Diyojen Kulübü'nün kuruluş amacı da bu insanlara rahat bir yer temin etmekti. Şimdi şehirdeki en asosyal adamların çoğu bu kulübe gidiyor. Üyelerin birbirleriyle ilgilenmesi kesinlikle yasak. Yabancılar Odası haricinde hiçbir yerde kati suretle konuşulmaz; kurallara uymazsan kulüpten atılırsın. Ağabeyim kurucularından biriydi ve ben de şahsen ortamını çok rahatlatıcı bulurum."

 

 

Sherlock Holmes'ün en önemli yeteneklerinden biri de istediği zaman belleğini üstünde yoğunlaştığımız konudan ayırabilmesiydi. Şimdi, saatlerdir uğraştığımız işi unutmuş gibiydi, çağdaş Belçikalı resim ustalarının eserlerini seyretmeye dalmıştı.