Müziğin ruhundan tragedyanın doğuşu 1872
David Strauss, itirafçı ve yazar 1873
Tarihin yaşam için yararı ve yararsızlığı üzerine 1873
Eğitimci olarak Schopenhauer 1874
Richard Wagner Bayreuth'ta 1876
İnsanca pek insanca 1878
Gezgin ve gölgesi 1880
Tan kızıllığı 1881
Şen bilim 1882
Böyle buyurdu Zerdüşt 1883-1892
İyinin ve kötünün ötesinde 1886
Ahlakın soykütüğü üzerine 1886
Wagner olayı 1888
Putların alacakaranlığı 1889
Deccal 1895
Ecce homo 1908
Nietzsche Wagner'e karşı 1895
Güç istenci 1901
30 Aralık 2019 Pazartesi
14 Aralık 2019 Cumartesi
Keşfedilmemiş Benlik
Lévy-Brühl “Kolektif simgesellikle doğruluğu aşikar kabul
edilen, yaygın biçimde geçerli düşünceleri, örneğin ruhlar, cinler, büyü,
büyüsel malzemelerin gücü gibi konuları içeren ilkel düşünceleri
kastetmektedir. Bizim için insanların yaşlılık veya ölümcül bir hastalık
nedeniyle ölmesi gayet mantıklı görünürken, ilkel insan için durum farklıdır.
O, yaşlı bir insan öldüğünde, ölümün yaşlılık sonucu olduğuna inanmaz. Daha
uzun yaşayan insanların bulunduğunu söyler. Benzer şekilde, hiç kimse bir
hastalık sonucu ölemez, çünkü aynı hastalıktan iyileşen veya o hastalığa hiç
yakalanmayan insanlar vardır. Ona göre asıl neden her zaman büyüdür. İnsanı ya
bir ruh öldürür ya da büyü. Çoğu ilkel kabile ancak savaş esnasında ölümü doğal
bir ölüm olarak kabul eder. Ancak savaşta ölümü bile doğal görmeyen kabileler
vardır, onlara göre ölümü getiren düşman ya bir büyücüdür ya da kullandığı silah
büyülüdür.
Biz “bu ev yıldırım çarptığı için yandı” dediğimizde, bir
doğal olaylar zincirini ifade ettiğimizi düşünürüz. İlkel insan da “büyücü bu
evi yakmak için yıldırımı kullandı” dediğinde, benzer bir duygu içinde, doğal
bir zinciri izlediğini düşünmektedir. Bütünüyle tuhaf ve olağandışı olmadıkça,
ilkel insanın yaşamında benzer temellere oturt ulamayacak hiçbir şey yoktur.
Olayları kendi tarzında açıklarken bize çok benzer; varsayımlarını sorgulamaz.
Nasıl ki onun için hastalığın ruhlar veya büyüler kanalıyla gelmesi şaşmaz bir
doğruysa, bizim için de hastalığın doğal nedenlerinin olması uzun zaman önce
kararlaştırılmıştır. Biz nasıl bunu büyüye bağlayamazsak, o da doğal nedenlere
bağlayamaz. Zihinsel aktivitesi bizimkinden farklı değildir. Daha önce dediğim
gibi, onu bizden farklı kılan sadece varsayımlarıdır.
Bizim için, ve ilkel insan için, bu tür şeylerin ahlakla
hiçbir ilgisi yok. Çok dürüst ve asil kafa avcıları var, ' dinî ve vicdanî
duygularla vahşi törenler düzenleyenler var veya haklı olduğuna inanarak
cinayet işleyenler var. İlkel adam ahlaklı bir davranışı değerlendirmek
konusunda bizden daha yeteneksiz değil. Onun iyisi en az bizim iyimiz kadar
iyi, onun kötüsü en az bizimki kadar kötü. Sadece iyinin ve kötünün görünme
biçimleri değişik; ahlaki yargının süreci aynı.
Benzer şekilde, ilkel insanın duyu organlarının bizimkilerden
daha duyarlı olduğu veya bir şekilde değişik olduğu düşünülür. Ama onun oldukça
gelişkin yön duygusu veya duyma ve görme duyusu tamamen onun uğraşlarıyla
ilgilidir. Yaşam deneyimine yabancı durumlarla karşı karşıya geldiğinde,
inanılmaz derecede yavaş ve beceriksizdir. Bir keresinde şahin gibi görme
kapasitesine sahip yerli avcılara bir dergiden, çocuklarımızdan herhangi
birinin anında insan figürü olarak tanımlayabileceği, resimler gösterdim.
Avcılar sayfaları evirdiler, çevirdiler ve sonunda içlerinden biri önce
parmağını resmin üstünde gezdirdi, sonra “Bunlar beyaz adam” dedi. Hepsi bunu
büyük bir keşif olarak kutladı. Birçok yerlinin sahip olduğu, kendi alanını çok
iyi tanıma duygusu bir alışkanlık ve pratik konusudur. Balta girmemiş ormanlarda
yollarını bulmak onlar için bir zorunluluktur Bir Avrupalı bile, Afrika’da bir
süre geçirdikten sonra, daha önce fark edebileceğini hayal bile edemeyeceği
şeyleri fark etmeye başlar; bunu pusulasına rağmen, çaresiz bir şekilde
kaybolma korkusuyla yapar.
İlkel insanın bizden köklü bir şekilde farklı düşündüğünü,
hissettiğini ve algıladığı gösteren hiçbir şey yoktur. Ruhsal işleyişi aynıdır
-ancak temel varsayımları değişiktir. Bununla kıyasladığımızda, bize oranla
daha sınırlı bir bilince sahip olması, veya sahipmiş gibi görünmesi, veya
zihinsel faaliyetlerini fazla, hatta hiç, odak lay amam ası göreceli olarak daha
önemsiz bir veridir. Zihinsel açıdan odaklanamama Avrupalılara çok acayip
gelmektedir. Örneğin, ben asla bir sohbeti iki saatten uzun sürdüremedim, çünkü
yerliler yorulduklarını belirttiler. Çok zor olduğunu söylediler, oysa ben
gelişigüzel biçimde çok basit sorular soruyordum. Ama aynı yerliler avlanırken
veya bir yolculuk esnasında harika bir odaklanma kapasitesi ve dayanıklılık
gösteriyorlardı. Örneğin benim mektuplarımı taşıyan yerli hiç durmadan yetmiş
beş mil koşabiliyordu. Altı aylık hamile bir kadının sırtında bebeği, ağzında
uzun piposu, 95 derece sıcaklıkta, bir ateşin çevresinde sabaha kadar hiç
yorulmadan dans ettiğini gördüm. Bu nedenle ilkel insanların kendilerini
ilgilendiren konulara odaklanma kapasitelerini inkar etmek mümkün değildir. Eğer
biz de bizi ilgilendirmeyen konulara dikkatimizi yoğunlaştırmaya uğraşırsak, ne
kadar kısa sürede odaklanma gücümüzün azaldığını görebiliriz.
Klinik çalışmalarda bulunan bütün doktorlar vakaların
tekrarladığım bilirler. Würzburg’da eski bir psikiatri profesörü ender görülen
bir klinik vakasından-dan söz ederken her zaman şöyle derdi: “Baylar, bu
kesinlikle eşsiz bir vakadır -yarın bunun aynısını tekrar göreceğiz.”
Büyük düşünürlerin dünyaları aydınlatanın parlak güneş mi,
yoksa güneşle ilişki nedeniyle
Büyük düşünürlerin dünyaları aydınlatanın parlak güneş mi,
yoksa güneşle ilişki nedeniyle insan gözü mü olduğu sorusuyla güreştiklerini
biliyoruz. Arkaik insan bunun güneş olduğunu, uygar insansa göz olduğunu
-şimdiye kadar, herhalde, bütünü yansıttığı ve sanatçı hastalığına
yakalanmadığı sürece- düşünür. Doğaya egemen olabilmek için onu ruhsal
özelliklerden kurtarması gerekir; dünyasını objektif görebilmesi için bütün
arkaik yansıtmalarını geri alması gerekir.
Örneğin ben, eğer çakıl taşı dolu bir çanağın içindeki her
taşı tartıp ortalama 145 gr. ağırlık elde etsem, bu bana çakıl taşlarının
gerçek niteliği hakkında çok az bilgi verir. Bu hesaba dayanarak eline aldığı
bir çakıl taşının 145 gr. ağırlığında olacağını düşünen birisi ciddi bir
yanılgıya düşebilir. Hatta, istediği kadar arasın tam 145 gr. gelen tek bir
çakıl taşı bulamayabilir.
Biyolojik bir tür olan insan, aynı zamanda istatiksel bir
birim olarak da tanımlanabilir ve tanımlanmalıdır; aksi halde onun hakkında
hiçbir genelleme yapılamaz. Bu amaçla, insan karşılaştırmalı bir birim olarak
düşünülmelidir. Bu da, insanı, tüm bireysel özelliklerinin çıkartıldığı,
ortalama bir birim olarak soyut bir tablo içinde gösteren ve evrensel
geçerlilik taşıyan antropoloji veya psikoloji bilimini ortaya çıkartır. Ama
insanı anlamak için gereken en önemli özellikler bu çıkartılanlardır. Eğer bir
bireyi anlamak istiyorsam, ortalama insan hakkındaki tüm bilimsel bilgileri bir
yana atıp, tüm teorileri gozardı ederek tümüyle yeni ve önyargısız bir tavır
benimsemek zorundayım. Anlamak işine ancak tam özgür ve açık bir kafayla
yaklaşabilirim, oysa insanı bilme veya insan karakterini kavrama çabası
insanlık hakkında her türlü genel bilgiyi önceden varsayar.
Ve eğer söz konusu psikolog, hastasını sadece bilimsel
olarak sınıflandırmak değil, aynı zamanda onu bir insan olarak da anlamak
isteyen bir tıp doktoru ise, birbirine zıt ve karşılıklı olarak birbirini
dışlayan iki yaklaşım -yani bilmek ile anlamak- arasında mesleki bir çelişki
yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu çelişki, uya bunu, ya onu” seçersin
mantığı ile değil, ancak iki-yönlü bir düşünme ile çözülebilir, yani birini
yaparken, diğerini de göz önünde tutmakla.
Bilimsel varsayımların etkisi altında, sadece insan ruhu
değil, bizzat birey ve, kuşkusuz, tek tek her bir olay tesviye edilip
düzeltilmekte ve ortaya, gerçeğin kavramsal bir ortalamaya dönüştürüldüğü,
bulanık bir tablo çıkartılmaktadır. Bu istatistiksel dünya görünümünün
psikolojik etkisini azımsamamalı-yız, çünkü bireyi tablodan çıkartıp onun
yerine, üst üste yığılarak kitle formasyonları oluşturan anonim birimleri
koymaktadır. Bilim bize, somut birey yerine, örgüt isimleri ve en tepede,
politik gerçeğin prensibi olarak soyut Devlet fikrini sunmaktadır. Bu durumda
bireyin ahlaki sorumluluğu kaçınılmaz olarak yerini Devlet politikasına
bırakır. Bireyin ahlaki ve zihinsel farklılaşması yerine kamu, refahı ve yaşam
standardının yükseltilmesi geçer. Bireysel yaşamın (ki gerçek olan tek yaşam
budur) amacı ve anlamı artık kendi kişisel gelişmesine değil, Devlet
politikasının insafına bırakılmış olur. Devlet politikası bireye dışardan
empoze edilen bir güçtür ve nihai olarak tüm yaşamı kendine doğru çeken soyut
bir düşüncenin tatbik edilmesiyle meydana gelir. Birey kendi hayatını nasıl
yaşayacağı hakkında kendi ahlaki kararlarını verme olanağından giderek daha
fazla yoksun kalır. Sosyal bir ünite gibi yönetilir, beslenir, giydirilir ve
eğitilir, uygun görülen bir konutta barındırılır ve kitlelerin hoşuna giden,
zevkine hitap eden standartlarla eğlendirilir. Yöneticiler de, aynen
yönetilenler gibi, birer sosyal birim olurlar, tek farkları Devlet doktrininin
sözcülüğünü yapmakta uzmanlaşmış olmalarıdır. Akıl yürütme ve yargılama
yeteneğine sahip olmaları gerekmez, kendi iş alanlarının dışında hiçbir işe
yaramayan teşekküllü birer uzman olmaları yeterli-dir. Neyin öğretileceğine,
neyin araştırılacağına Devlet politikası karar verir.
İman kesin bir kolektif inancın ifadesidir, oysa din
sözcüğü belli bazı fizikötesi ve dünyaötesi faktörlerle kurulan öznel ilişkiyi
ifade eder. İman ana hedefi bu dünya olan bir inanç
bildirimidir, dolayısıyla dünyevi bir ilişkidir. Oysa dinin anlamı ve
amacı (Hıristiyanlık, Musevilik ve İslamda olduğu gibi) bireyin Tanrı ile
ilişkisinde veya (Budizmde olduğu gibi) bireyi kurtuluşa ve özgürleşmeye
götüren yolda saklıdır. Tüm ahlak sistemleri bu temel gerçekten
türemişlerdir, o olmaksızın bireyin Tanrı’ya karşı sorumluluğu töresel
veya göreneksel bir erdem olmaktan öteye gidemez.
İman resmi Kilise ile birlikte varolan birşeydir, ya da
sadece gerçek inanç sahiplerinin değil, aynı zamanda dinsel konularda
“kayıtsız” diye tanımlanabilecek ve salt alışkanlıkların etkisiyle Kiliseye
devam eden muazzam sayıda insanın da ait olduğu bir kamu kurumudur. İşte burada
din ile iman arasındaki fark gözle görülür hale gelir. Demek ki, iman
sahibi olmak her zaman dinsel bir konu değil, daha ziyade sosyal bir konudur ve
böyle olduğu için bireye hiçbir temel dayanak kazandırmaz. İman sahibi kişi
kendini desteklemek için bu dünyaya ait olmayan bir otoriteyle ilişkisine güvenmek
zorundadır.
Burjuva mantığında diktatör Devletin büyük bir avantajı
vardır: bireyin yanısıra dinsel güçleri de yutar. Devlet Tanrı’nın yerini
almıştır. İşte bu nedenle, sosyalist diktatörlükler din haline gelmiş ve Devlet
köleliği bir ibadet biçimi olmuştur.
Sonuçta durum, her seferinde olduğu gibi, fanatizm şeklinde
aşırı bir yolla telafi edilir ve fanatizm en ufak bir muhalefet kıvılcımını
bile ezen bir silah olarak kullanılır. ‘Amaca ulaşmak için tüm yollar, en
aşağılık olanlar bile, meşrudur’ gerekçesi ile özgür düşünce ayaklar altına
alınır ve ahlaki yargı hakkı acımasızca bastırılır. Devletin politikası
iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi
ve kötünün ötesinde bir yarı-tanrı haline gelir ve ona kendini adayan
insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi
şereflendirilir. Sadece bir tek gerçek vardır, ondan başka hiçbir gerçek
yoktur. Bu gerçek çok kutsal ve dokunulmazdır, eleştiri-üstüdür. Farklı
düşünen herkes bir zındıktır ve, tarihten de bildiğimiz gibi, her türlü kötü
akıbetle karşılaşma tehlikesi içindedir. Sadece politik gücü elinde tutan parti
başkanı Devlet doktrinini aslına sadık biçimde yorumlayabilir.
Bunu da kendine uygun gördüğü bir şekilde, kafasına estiğince ya-par.
Zira, sihir veya büyünün önemi azımsanamayacak büyük bir
psikolojik etkisi vardır. “Büyülü” bir performans gerçekleştirmek, bunu yapan
kişiye, kararını yerine getirmek için kesinlikle gerekli olan güven duygusunu
verir, çünkü karar almak kaçınılmaz olarak tek yanlı bir eylemdir ve bu
nedenle, bir risk olarak hissedilir. Bir diktatör bile, kendi Devlet
kanunlarını tehditlerle yerine getirmekle kalmaz, bunların çeşitli törenlerle
gerçekleştirilmesini ister. Bandoların, bayrakların, flamaların, törenlerin ve
kitlesel gösterilerin, kilise cemaati yürüyüşlerinden, şeytanı kaçırmak için
yapılan şeylerden prensipte hiçbir farkı yoktur.
Daha önce de söylediğim gibi, diktatör Devlet bireyin
haklarını elinden almakla kalmaz, varlığının metafizik temellerinden yoksun
bırakarak bilfiil ayaklarının altındaki zemini de kaydırır. Bireylerin kişisel
ahlaki kararlarının hiçbir hükmü yoktur —önemli olan kitlelerin kör
hareketidir ve yalan politik hareketin etkin bir prensibi haline gelir. Tüm
haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca Devlet kölesinin varlığının
kanıtladığı gibi, Devlet bu durumdan kârlı sonuçlar çıkartır.
Kaç tane sıfırı eklerseniz ekleyin bir birim elde
edemeyeceğiniz gibi, bir topluluğun değeri de onu oluşturan bireylerin
ruhsal ve ahlaki büyüklüklerine bağlıdır.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, “komün” kavramı kitleleri
örgütlemekte vazgeçilmez bir yardımcıdır ve dolayısıyla iki ucu keskin bir
silahtır.
Maalesef çok açıktır ki, birey kendini ruhen yeniden
yaratamazsa, toplum da yaratamaz, çünkü toplum kurtuluşu arayan bireylerin
toplamından oluşur.
Kitlesel toplantıların kişiye böyle kurtuluş
düşünceleri sergiledikleri ve kitle telkini yoluyla bu fikirleri ona
aşıladıkları doğrudur, ancak bu sarhoşluk hali geçtiğinde kitle insanı
kendisini bir başka daha bariz ve çığırtkan bir slogana hemen teslim eder.
Bireyin Tanrı ile kişisel ilişkisi bu tehlikeli etkilere karşı güçlü bir
kalkandır. İsa mü-ridlerini hiç kitle toplantılarına çağırmış mıdır? Beslediği
beş bin kişiden bir teki bile, Peter gibi taş yürekli bir adamın
bile tereddütler içinde kıvrandığı anlarda, "Çarmıha gerin!”
diye bağıran güruhun karşısına dikilip “durun” diyebilmiş midir? İsa
ile havarisi Paul, kamuoyunu gözardı ederek, kendi bireysel yollarında
içsel deneyimlerine güvenerek, yoluna devam eden insanların prototipleri
değil midir?
Örgütlü kitleye direnebilmek, ancak ve ancak, insanın
bireyliğini o örgütün organizasyonu kadar iyi organize etmesi ile mümkündür.
Birey Kiliseyi ve kendilerine ruhu tedavi etme
görevinin verilmiş olduğu kilise sözcülerini sorguladığı zaman, bir imana
—kesinlikle dünyevi bir kurum olan imana— mensup olmanın dinsel inancın zorunlu
kıldığı bir koşul olduğu, bireyin kuşkuya düştüğü inanç sorunlarının somut
tarihi olaylar olduğu, belli ritüel davranışların mucizevi sonuçlar
yaratacağı, İsa’nın kendisinin yerine çektiği acıların onu günahtan ve
sonuçlarından (yani ebedi lanetten) kurtarmış olduğu söylenmektedir. Eğer
birey, elindeki sınırlı olanaklarla, bu sorular üzerinde düşünmeye başlarsa,
hiçbir şey anlamadığını ve önünde sadece iki seçenek bulunduğunu itiraf etmek
zorunda kalacaktır: ya tam inanacak, ya da anlayamadığı, içinden
çıkamadığı bu iddiaları tümden reddedecektir.
Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında
ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.
Bilinçli aktivitemizin özünde içgüdüye dayandığı,
dinamizmini ve düşünce biçiminin temel özelliklerini içgüdüden aldığı
gerçeği hayvanlar dünyası için de, insan psikolojisi için de aynı önemi
taşır. İnsanın bilgisi, aslında bize apriori (önsel) olarak verilen ezeli
düşünce modellerine sürekli olarak uyum sağlama çabasından oluşur. Bu
düşünceleri belli ölçüde değiştirmek gerekir, çünkü özgün şekilleriyle arkaik
bir yaşam tarzına uygundurlar ve artık çok değişmiş bir çevrenin
gereksinimlerine karşılık veremezler.
Komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin
yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır, çünkü sadece sosyal anlamda değil,
ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. Politik zorlukların
yanısıra, Batı dünyası Nazi Almanyası günlerinde bile kendisini
hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir diktatörün varlığı
parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar.
Komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin
yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır, çünkü sadece sosyal anlamda değil,
ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. Politik
zorlukların yanısıra, Batı dünyası Nazi Almanyası günlerinde bile
kendisini hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir
diktatörün varlığı parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar.
Diktatör açıkça politik sınırın öteki tarafındadır, oysa biz iyinin
ta-rafındayız ve doğru ideallere sahip olmanın tadını çıkartıyoruz.
Elli yıldan fazla bir süredir biliyoruz, ya da bilebilirdik,
ki bilince karşıt (onu dengeleyecek) bir bilinçdışı vardır.
Tıbbi psikoloji bunun tüm gerekli ampirik ve deneysel
kanıtlarını ortaya koymuştur. Bilinci ve onun içeriğini açıkça etkileyen
bilinçdışı bir ruhsal gerçek vardır. Tüm bunlar bilinmektedir, ancak
bundan hiçbir pratik sonuç çıkartılmamıştır. Hâlâ eskisi gibi düşünmeye ve
davranmaya devam ediyoruz, sanki duplex (çift) değil, simplex (tek)mişiz
gibi. Buna uygun olarak kendimizi zararsız, aklı başında ve insancıl olarak
hayal ediyoruz. Güdülerimize, nedenlerimize güvenmemek veya içimizdeki
insana dış dünyada yaptığımız şeyler hakkında ne hissettiğini sormak
aklımıza gelmiyor. Oysa, bilinçdışının tepkisini ve bakış açısını görmezden
gelmek, gerçekten bizim ciddiyetsizliğimizi, yüzeyselliğimizi ve
mantıksızlığımızı, üstelik de fiziksel olarak sağlıksızlığımızı
gösteriyor. Bir insan midesinin veya kalbinin önemsiz olduğunu, hor
görülmeyi hak ettiğini düşünebilir, ama bu, aşırı yemek yemenin veya bedeni
fazla yormanın o insanın bütününü etkileyecek sonuçlara yol açmasını
engellemez. Oysa biz ruhsal hataları ve bunların yol açtığı sorunları salt
sözcüklerle başımızdan def edebileceğimizi zannediyoruz. Zira pekçok insan için
“ruhsal" kelimesi hava cıvadan öte bir şey değildir. Yine de, hiç
kimse ruh olmadan bir dünya olamayacağını, hele hele insancıl bir dünya
olamayacağını inkar edemez. Hemen her şey insan ruhuna ve onun işlevlerine
bağlıdır. Ruhumuz verebileceğimiz kadar çok ilgiye layıktır, özellikle
geleceğimizin iyi ya da kötü kaderinin vahşi hayvanların saldırıları veya
doğal afetler veya dünya çapında salgın hastalıklar tarafından değil, sadece
insanın içindeki ruhsal değişimler tarafından tayin edileceğinin herkesçe kabul
edildiği günümüzde. Yöneticilerimizden yalnızca birkaçının kafasında oluşan
belli belirsiz bir denge kaybı, dünyayı kan, ateş ve radyoaktivite cehennemine
çevirmeye yeterlidir. Bunu başlatmak için gereken teknik araçlar her iki
tarafın da elinde mevcuttur. Ve bazı bilinçli niyetlerin, bunları kontrol
altında tutan içsel bir karşıt olmadığı zaman, ne denli kolaylıkla
harekete geçebileceklerini bir “Lider’in örneğinde gördük. Modern insanın
bilinci dış nesnelere hâlâ o kadar sıkı sıkıya bağlıdır ki, her şeyden sadece
onları sorumlu tutar, sanki tüm kararlar bu nesnelere bağlıymış gibi. Bazı
bireylerin ruhsal durumlarını nesnelerin davranışlarından kurtarabilecekleri,
üzerinde pek az düşünülen bir konudur, oysa bu tür mantıksızlıklar her gün
görülmekte ve herkesin başına gelebilmektedir.
İşte bu noktada kendimize şu soruyu sormalıyız: Beni bir
birey olarak, kalabalıkların içinde erimekten koruyacak dinsel bir yaşamım
ve Tanrı ile doğrudan, yakın bir ilişkim var mı?
Bu soruya olumlu bir cevap verebilmek için, bireyin büyük
bir özenle benliğini sorgulama ve kendini tanıma çabasına gönüllü olması
gerekir. Bu niyetinde kararlılık gösterirse, sadece kendi hakkında bazı
önemli gerçekleri keşfetmekle kalmayacak, aynı zamanda, psikolojik bir
kazanç da elde edecektir: kendisini ciddi bir ilgiye ve sevecen bir dikkate
layık hissetmeyi başaracaktır. Kendi insanlık onurunu ilan etme cesaretini
üstlenecek ve bilincinin temellerine doğru —yani dinsel deneyimin
erişilebilir tek kaynağı olan bilinçdışına doğru— ilk adımları atacaktır.
Dindar insan çağımızın başında Demokles'in kılıcı gibi
dikilen o can alıcı soruyu yanıtlamakta büyük bir üstünlüğe sahiptir: kişisel
(öznel) varlığının temelinin “Tanrı” ile ilişkisine dayandığını gayet net bir
şekilde bilir. Burada etkinliğinin ve sembolizminin bilinçdışı psişe
ortamında filtre edildiği antro-pomorfik (insan biçimci) bir düşünceyle
uğraştığımız için Tanrı sözcüğünü tırnak içine alıyorum. Tanrıya inansın veya
inanmasın, her insan eğer isterse bu tür deneyimlerin kaynağına, en azından,
yaklaşabilir.
Hukuken konuşursak, suçun ortağı olmasak bile, insan
tabiatımız yüzünden her zaman potansiyel suçlularız. Sadece o cehennem gibi
meydan kavgasına sürüklenecek uygun ortamı bulamadık şimdiye
dek. Hiçbirimiz insanlığın o kolektif kara gölgesinin dışında değiliz.
Suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve
her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla insan
biraz “kötülüğü hayal etse” iyi olurdu, zira ancak bir aptal kendi
doğasının durumunu sürekli olarak görmezden gelebilir. Gerçekten de, bu gaflet
insanı kötülüğün aracı yapmanın en etkili yoludur. Zararsızlık ve naiflik,
bir kolera hastası ile yakınlarının hastalığın bulaşıcılı-ğından bihaber
olmaları ne kadar işe yararsa, o kadar işe yarar. Aksine, zararsız ve naif
olmak farkedilmeyen kötülüğün “ötekine” yansıtılmasına yol açar.
Ama eğer kötülüğün insanın, kendi seçimi olmadığı halde,
doğasında daima yaşadığı gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda
kötülük iyinin eşit ve zıt partneri olarak yerini alır.
Günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla
kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini
harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara
sahiptir.
Teoride, nükleer parçalanma gibi cehennem ölçeğindeki
deneyleri yapmaktan, sırf tehlikesi yüzünden de olsa, vazgeçmek aklın gücü
dahilindedir. Ancak, insanın kendi bağrında değil de daima başkalarının
bağrında gördüğü kötülükten korkması her seferinde mantığına engel
olmaktadır, yoksa insan bu silahı kullanmanın canlı yaşamını dünya yüzünden
sileceğini zaten biliyor.
13 Aralık 2019 Cuma
Üç Dönüşüm Üzerine
Tinin üç dönüşümünü anlatacağım size: Tinin deveye, devenin aslana ve son olarak da aslanın çocuğa dönüşmesini.
Güçlü, dayanıklı, içinde derin bir saygı barındıran tinin pek çok ağır yükü vardır: ağırı ve en ağırı ister onun gücü.
Nedir ağır olan? diye sorar dayanıklı tin, sonra diz çöker bir deve gibi ve iyice yüklenmek ister.
Nedir en ağır olan, ey kahramanlar? diye sorar dayanıklı tin, alayım sırtıma da kıvanayım gücümle.
Kibrini kırmak için alçalmak değil midir? Kendi bilgeliğiyle alay etmek için kendi budalalığını açığa vurmak değil midir?
Yoksa: zaferini kutladığı sırada davamızdan ayrılmak mıdır? Ya da sınayanı sınamak için yüksek dağlara tırmanmak mı?
Yoksa: bilginin meyveleri ve otlarıyla beslenmek ve hakikat uğruna gönlünü aç bırakmak mı?
Yoksa: hasta olmak ve teselliye gelenleri evlerine gönderip, ne istediğini asla duymayan sağırları dost edinmek midir?
Yoksa: hakikat sudur diye kirli sulara girmek ve soğuk sukurbağalarını ve sıcak karakurbağalarını hakir görmemek mi?
Yoksa: bizi aşağılayanları sevmek ve hortlağa tam da bizi korkutacağı sırada elini uzatmak mı?
Tüm bu en ağır şeyleri alır sırtına dayanıklı tin: tıpkı çölde koşturan yüklü bir deve gibi, koşturur kendi çölünde.
Ne ki en ıssız çölde gerçekleşir ikinci dönüşüm: aslan kesilir burada tin, özgürlüğü geçirmek ister eline ve efendi olmak ister kendi çölünde.
Son efendisini arar burada: düşman olmak ister ona ve son tanrısına; büyük ejderhayla dövüşmek ister zafer kazanmak için.
Hangisidir büyük ejderha, tinin artık efendi ve tanrı diye adlandırmak istemediği? “Yapmalısın,” der büyük ejderha. Oysa, “İstiyorum,” der aslanın tini.
“Yap-malısın” çıkar yoluna, altın gibi ışıldayarak, pullu bir hayvandır o ve “Yap-malısın” parıldar altın gibi her pulunun üzerinde.
Bin yıllık değerler parıldar bu pullarda ve şöyle söyler tüm ejderhaların en güçlüsü: “Şeylerin tüm değeri – parıldıyor üstümde.”
“Tüm değerler zaten yaratılmıştır ve yaratılmış tüm değerler – işte bu benim. Gerçekten, artık hiçbir ‘istiyorum’ olmamalı!” Böyle söyler ejderha.
Kardeşlerim, tinde aslana ne gerek var? Yetmez mi, fedakâr ve saygılı, dayanıklı bir hayvan?
Yeni değerler yaratmak – aslanın da gücü yetmez henüz buna. Ama yeni bir yaratım için özgürlük yaratmak – buna yeter aslanın gücü.
Kendine özgürlük yaratmak, ödevini bile kutlu bir Hayır’la yanıtlamak: işte, kardeşlerim, bunun için gerek var aslana.
Yeni değerler yaratma hakkını ele geçirmek – dayanıklı ve saygılı bir tin için, en korkunç adım budur. Gerçekten, bir yağmacılıktır ve yırtıcı bir hayvanın işidir bu onun gözünde.
En kutsal şeyi olarak, bir zamanlar “Yap-malısın”ı seviyordu; şimdi çılgınlığı ve keyfiliği de en kutsal olanda bulması gerekecektir ki, özgürlüğü yağmalayabilsin sevgisinden: bu yağma için gerek vardır aslana.
Ama söyleyin kardeşlerim, aslanın gücünün yetmediği, ama çocuğun yapabileceği ne var ki? Neden yırtıcı aslanın bir de çocuk olması gerekiyor ki?
Masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir Evet deyiştir.
Evet, kutlu bir Evet-deyiş gerekir yaratma oyununa, kardeşlerim: şimdi kendi istemini ister ruh, kendi dünyasını kazanır dünyayı kaybeden.
Üç dönüşümünü saydım size tinin: tinin nasıl deve olduğunu, devenin nasıl aslan ve sonunda aslanın nasıl çocuk olduğunu anlattım size. –
Böyle söyledi Zerdüşt. Ve o sıralar dolaştığı şehrin adı: “Alaca İnek”ti.
8 Aralık 2019 Pazar
Böyle Söyledi Zerdüşt v2
Zerdüşt’ün Önkonuşması 1 Zerdüşt otuz yaşındayken yurdunu ve
yurdunun gölünü terk edip dağlara çıktı. Burada başını dinledi ve yalnızlığın
tadına vardı ve on yıl boyunca da bundan usanmadı. Ne var ki sonunda dönüştü
yüreği – ve bir sabah, tanyeri ağarırken kalktı ve güneşin karşısına geçip
şöyle söyledi: “Ey sen büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı, ne olurdu
mutluluğun? On yıl boyunca buraya, mağarama geldin; kendi ışığından da bu yolu
aşmaktan da usanırdın ben olmasaydım, kartalım ve yılanım olmasaydı. Oysa biz
her sabah bekledik seni, hafiflettik yükünü ve kutsadık seni bu yüzden. Bak!
Usandım bilgeliğimden, tıpkı fazla bal toplamış arılar gibi; uzanacak eller
gerek bana. Armağan vermek ve paylaştırmak istiyorum, insanlar arasındaki
bilgeler budalalıklarından, yoksullar da zenginliklerinden yeniden kıvanç duyuncaya
dek. Bu yüzden inmeliyim derinliklere: tıpkı senin akşamları denizin ardına
geçip, yeraltı dünyasını da aydınlatman gibi, ey zenginler zengini yıldız!
Senin gibi, batmalıyım[1] ben de, aralarına inmek istediğim insanların
deyişiyle. Bunun için kutsa beni, çok büyük bir mutluluğa bile kıskanmadan
bakabilen, ey dingin göz! Taşmak isteyen kabı kutsa ki, altın sular aksın ondan
ve taşısın senin sevincinin pırıltısını dört bir yana! Bak! Bu kap tekrar
boşalmak istiyor, Zerdüşt tekrar insan olmak istiyor.” – Böyle başladı
Zerdüşt’ün batışı.
Zerdüşt yanıt verdi: “Sevgiden söz eden kim! İnsanlara bir
armağan getiriyorum ben.” “Bir şey verme onlara,” dedi ermiş, “İyisi mi bir şey
al onlardan ve onlarla birlikte yüklen bunu – bu onlara çok iyi gelecektir:
eğer ki sana iyi geliyorsa! Bir şey vermek istiyorsan da, sadakadan fazlasını
verme, bırak dilensinler bunu almak için de!” “Hayır,” diye yanıtladı Zerdüşt.
“Ben sadaka vermem. O kadar fakir değilim.”
“Ermiş ne yapar
ormanda?” diye sordu Zerdüşt. Ermiş yanıtladı: “Şarkılar yapar ve söylerim,
şarkılar yaparken de güler, ağlar ve mırıldanırım: böylece tanrıyı överim.
Şarkılar söyleyerek, ağlayarak, gülerek ve mırıldanarak, benim tanrım olan
tanrıyı överim. Peki, sen ne armağan getirdin bize?” Zerdüşt bu sözleri duyunca
ermişi selamladı ve şunları söyledi: “Ne verebilirim ki ben size! Ama bırakın
da gideyim hemen, hiçbir şeyinizi almadan!” – Böylece ayrıldılar, yaşlı adam ve
Zerdüşt tıpkı iki oğlan çocuk gibi gülerek. Zerdüşt yalnız kaldığında şöyle
söyledi yüreğine: “Olacak iş mi bu? Bu yaşlı ermiş, ormanında henüz duymamış
tanrının öldüğünü.”
Bakın, Üstinsanı öğretiyorum size. Üstinsan yeryüzünün
anlamıdır, isteminiz desin ki: Üstinsan yeryüzünün anlamı olsun. Yalvarıyorum
kardeşlerim, yeryüzüne sadık kalın ve size doğaüstü umutlardan söz edenlere
inanmayın! Zehir saçar onlar, farkında olsalar da olmasalar da.
Bir zamanlar tanrıya küfretmekti en büyük küfür, ama tanrı
öldü ve böylelikle bu kâfirler de öldü. Şimdi en korkunç günah yeryüzüne
küfretmek ve anlaşılmaz olanın ciğerine yeryüzünün anlamından daha çok itibar
etmektir!
Sahiden, kirli bir ırmaktır insan. Kirli bir ırmağı içine
alıp da bozulmadan kalmak için, zaten bir deniz olmak gerekir. Bakın, Üstinsanı
öğretiyorum size: işte bu denizdir o, büyük aşağılamanız batıp gidebilir
içinde. Nedir yaşayabildiğiniz en büyük şey? Büyük aşağılamanın saatidir.
Mutluluğunuzdan bile tiksindiğiniz saat, aynı şekilde aklınızdan ve
erdeminizden. “Ne önemi var ki benim mutluluğumun? Yoksulluktan, pislikten ve
sefil bir huzurdan ibarettir o. Oysa benim mutluluğum, varoluşun kendisini
haklı çıkarmalı!” dediğiniz vakit. “Ne önemi var ki benim aklımın? Bir aslanın
yiyeceğini araması gibi arıyor mu ki bilgiyi? Yoksulluktan, pislikten, sefil
bir huzurdan başka bir şey değildir o!” dediğiniz vakit.
Diyorum ki size: dans eden bir yıldız doğurabilmek için hâlâ
kaos olmalı insanın içinde. Diyorum ki size: hâlâ kaos var içinizde.
Hasta olmaya ve güvensizlik duymaya günahkârlık gözüyle
bakar son insanlar: temkinli olurlar. Hâlâ taşlara ya da insanlara takılıp
tökezleyen, budaladır!
Bakın! Size son insanı gösteriyorum. “Sevgi nedir? Yaratılış
nedir? Özlem nedir? Yıldız nedir?” – Böyle sorar son insan ve kırpar gözlerini.
Çalışırlar hâlâ, çünkü çalışmak bir eğlencedir. Ama
eğlenceden bitkin düşmemek için de önlem alırlar. Artık yoksul ya da zengin
olunmaz: ikisi de zahmet vericidir. Kim yönetmek ister ki artık? İtaat etmek
isteyen kim? İkisi de zahmet verici. Çoban yok ve bir sürü var! Herkes aynı
şeyi ister, herkes aynıdır: başka türlü hisseden kendi ayağıyla gider
tımarhaneye. “Eskiden tüm dünya deliydi,” – der en akıllılar ve göz kırparlar.
Kurnazdırlar ve bilirler tüm olup biteni: bu yüzden sonu gelmez alaycı
sözlerin. Hâlâ dalaşırlar birbirleriyle, ama uzlaşırlar çok geçmeden de – yoksa
mahvolur mide.
Bu arada akşam oldu ve pazaryeri karanlığa gömüldü; bunun
üzerine halk dağıldı, çünkü merak ve korku bile yorgun düşer eninde sonunda.
Bir ışık doğdu içime: halka değil, yoldaşlarına konuşmalı
Zerdüşt! Zerdüşt bir sürünün çobanı ve köpeği olmamalı!
Yoldaşlar arar yaratan kişi, cesetler değil, sürüler ve
müminler de değil. Yaratmakta kendisine eşlik edecekleri arar yaratan kişi,
yeni levhaların üzerine yeni değerler yazanları arar o. Yoldaşlar ve ona
hasatta eşlik edecekleri arar yaratan kişi: çünkü her şey hasat için
olgunlaşmıştır onda. Ama yüz tane orak gerekir ona: bu yüzden yolar başakları
ve öfkelenir. Yoldaşlar arar yaratan kişi, oraklarını bilemeyi bilenleri arar
o. Yok ediciler denilecek onlara, iyiyi ve kötüyü aşağılayanlar denilecek. Oysa
hasat edenlerdir, şölen yapanlardır onlar.
Çoban olmamalıyım ben, mezarcı olmamalıyım. Bir daha
konuşmayacağım halkla; son kez konuştum bir ölüyle. Yaratanları, hasat
edenleri, şölen yapanları dost edineceğim kendime: gökkuşağını ve Üstinsanın
tüm basamaklarını göstereceğim onlara. Münzevilere söyleyeceğim şarkılarımı ve
münzevi çiftlere; işitilmemişi işitmeye hâlâ kulağı olanın yüreğini
ağırlaştıracağım mutluluğumla. Kendi hedefime varmak istiyorum, kendi yolumda
ilerliyorum; tereddüt edenlerin ve ağırdan alanların üzerinden atlayacağım.
Benim yolum, onların batışı olsun!
Bir kartal geniş daireler çiziyordu gökyüzünde ve bir yılan
vardı, sarkıyordu üstünden, bir av gibi değil de bir sevgili gibi: çünkü
dolanmıştı kartalın boynuna. “Benim hayvanlarım bunlar!” dedi Zerdüşt ve
sevinçle doldu yüreği. “Güneşin altındaki en gururlu hayvan ve güneşin altındaki
en bilge hayvan – keşif için yola koyulmuşlar.
Daha akıllı olsam! Büsbütün akıllı olsam, tıpkı yılanım
gibi! Ancak, olanaksız bir şey bu istediğim: öyleyse her zaman akıllılığımla
birlikte yürümesini isterim gururumun! Ve gün olur akıllılığım beni terk
ederse: – ah, pek sever o, kaçıp gitmeyi! – gururum da uçup gitsin,
budalalığımla birlikte!
Yeni bir istem öğretiyorum insanlara: insanın körlemesine
yürüdüğü bu yolu istemeyi, onu uygun görmeyi, hastalar ve ölüm döşeğindekiler
gibi ondan kaçmaya çalışmamayı!
Yaratıcı benlik saygıyı ve aşağılamayı yarattı kendisi için,
hazzı ve acıyı yarattı. Yaratıcı beden, istemine bir el olarak ruhu yarattı
kendisine.
En çok istediği şeyi yapabilecek halde değil artık: –
Kendinden öte bir şey yaratmak. En çok bunu istiyor, budur onun tüm tutkusu.
Oysa çok geç kaldı artık bunun için: – bu yüzden benliğiniz yok olmak istiyor
sizin, ey bedeni aşağılayanlar. Yok olmak istiyor benliğiniz ve bu yüzden
bedeni aşağılıyorsunuz siz! Çünkü artık kendinizden öte bir şey yaratacak halde
değilsiniz. İşte bu yüzden yaşama ve yeryüzüne öfkeleniyorsunuz şimdi. Haset
dolu, bilinçdışı bir kıskançlık var aşağılamanızın şaşı bakışlarında.
Herkesin okumayı öğrenme hakkının olması, zamanla sadece
yazmayı değil, düşünmeyi de mahveder.
Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil ezbere bilinmek
ister. Dağlarda en kısa yol doruktan doruğadır: ama bunun için uzun bacakların
olmalı. Özdeyişler doruk olmalı; kendisine hitap edilen de irikıyım ve uzun
boylu.
Yürümeyi öğrendim: o zamandan beri koşturuveriyorum. Uçmayı
öğrendim: o zamandan beri kimse itmeden havalanıveriyorum. Hafifim şimdi,
uçuyorum şimdi, kendimle baş başa görüyorum kendimi, şimdi bir tanrı dans
ediyor bende.
Yeni şeyler ve yeni bir erdem yaratmak ister soylu kişi.
Eski şeyleri ve eskilerin korunmasını ister iyi kişi.
Ah, soylular tanırdım, en yüce umutlarını kaybettiler. Şimdi
de kara çalıyorlar tüm yüce umutlara... Şimdi küstahça ve anlık zevklerle
yaşıyorlar, hiçbir hedef koymuyorlar ertesi güne bile.
Ölümü vaaz edenler vardır: ve yeryüzü doludur bunlarla,
yaşamayı bırakmaları vaaz edilmesi gerekenlerle. Yeryüzü dolup taşıyor
lüzumsuzlarla, yaşam berbat oldu fazlalıklarla. “Bengi yaşamla” kandırıp,
uzaklaştırmalı onları bu yaşamdan!
Siz hepiniz, delicesine çalışmayı ve hızlı, yeni, yabancı
olanı sevenler, – kendinize katlanamıyorsunuz, sizin çalışkanlığınız bir
kaçıştır ve kendi kendini unutma istemidir. Yaşama daha fazla inansaydınız,
kendinizi ana daha az kaptırırdınız. Ama beklemek için yeterli cevher yok
içinizde – hatta tembellik için bile! Dört bir yandan yükseliyor, ölümü vaaz
edenlerin sesi: ve yeryüzü dolu bunlarla, ölüm vaaz edilmesi gerekenlerle. Ya
da “bengi yaşam” vaaz edilmesi gerekenlerle: hiç fark etmez bence – yeter ki
derhal gitsinler oraya!
Kendi düşmanınızı aramalısınız ve kendi düşünceleriniz
uğruna kendi savaşınızı vermelisiniz! Kendi düşünceniz yenilse bile,
dürüstlüğünüz zafer çığlıkları atmalı!
Kendi düşmanınızı aramalısınız ve kendi düşünceleriniz
uğruna kendi savaşınızı vermelisiniz! Kendi düşünceniz yenilse bile,
dürüstlüğünüz zafer çığlıkları atmalı! Barışı sevmelisiniz yeni savaşların
aracı niyetine. Ve kısa süren barışı uzunundan daha çok sevmelisiniz. Çalışmayı
değil, savaşmayı öğütlüyorum size. Barışı değil, zaferi öğütlüyorum. Çalışmanız
bir kavga, barışınız bir zafer olsun! Ancak oku ve yayı olan birisi susup da
oturabilir sessizce: yoksa konuşur ve çekişir insan. Barışınız bir zafer olsun!
İyi bir dava, savaşı bile kutsallaştırandır diyorsunuz öyle mi? Ben de diyorum
ki size: iyi bir savaş her davayı kutsallaştırır.
İyi bir savaşçının kulağına “yapmalısın” sözü
“istiyo-rum”dan daha hoş gelir. Ve hoşunuza giden her şeyin önce kendinize
emredilmesini sağlayın.
“Yeryüzünde benden
büyük yok: Ben tanrının düzen kuran parmağıyım” – böyle böğürüyor bu canavar.
Ve sadece uzun kulaklılar ve yalnızca yakını görebilenler de değildir önünde
diz çökenler! Ah, büyük ruhlar, sizlere de fısıldıyor tüyler ürpertici
yalanlarını. Ah, bulur o kendilerini tüketmekten hoşlanan zengin yürekleri!
Evet, sizi de bulur o, siz eski tanrıyı alt edenleri! Yorgun düştünüz kavgada,
şimdi de bu yeni putun işine yarıyor yorgunluğunuz!
Devlet diyorum, herkesin, iyilerin ve kötülerin zehir içtiği
o yere: devlet, herkesin iyilerin ve kötülerin kendini kaybettiği yer: devlet
herkesin yavaş yavaş intihar etmesine – “yaşam” adı verilen yer.
Çok fazla insan doğuyor: lüzumsuzlar için icat edilmiştir
devlet!
Bakın şu lüzumsuzlara! Her daim hastadırlar, balgam
çıkartırlar ve gazete derler bu çıkardıklarına.
Uzak durun bu kötü kokudan! Uzaklaşın lüzumsuzların
putperestliğinden! Uzak durun bu kötü kokudan! Uzak durun bu insan kurbanların
buharından! Büyük ruhlar için açık duruyor yeryüzü önlerinde hâlâ. Münzeviler
ve münzevi çiftler için, etrafında durgun denizlerin kokusunun estiği birçok
yer var hâlâ. Büyük ruhlar için özgür bir yaşam açık duruyor önlerinde hâlâ.
Sahiden, kim az şeye sahipse başkaları da ona daha az sahip olur: şan olsun
küçük yoksulluğa! Orada, devletin bittiği yerde başlar, fazlalık olmayan ilk
insan: orada başlar gerekli olanın şarkısı, biricik ve eşsiz bir biçimde.
Oraya, devletin bittiği yere – oraya bakın kardeşlerim! Görmüyor musunuz
gökkuşağını ve Üstinsana giden köprüleri?
Kaç dostum, yalnızlığına! Büyük adamların gürültüsünden
serseme döndüğünü ve küçüklerin iğneleriyle sokulduğunu görüyorum senin.
Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin
başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı.
Kaç dostum, yalnızlığına kaç: zehirli sineklerin soktuğunu
görüyorum seni. Kaç, rüzgârın sert ve şiddetli estiği yere! Kaç yalnızlığına!
Küçüklere ve sefillere fazla yakın yaşıyordun. Kaç onların görünmez
intikamından! Sana karşı, intikamdan başka bir şey değildir onlar. Artık el
kaldırma onlara! Sayısızdır onlar ve senin kaderin bir sineklik olmak değildir.
Bir taş değilsin sen, ama çok fazla damlayla şimdiden oyuldu
için. Kırılıp paramparça olacaksın bir de sayısız damla yüzünden. Zehirli
sineklerden yorgun düştüğünü görüyorum, bedenindeki yüzlerce çizikten kanlar
aktığını görüyorum; ve tüm bunlar karşıs gururun öfkeye bile kapılmıyor.
Dalkavukluk ederler sana, bir tanrı ya da şeytana
dalkavukluk eder gibi; sızlanırlar karşında, bir tanrının ya da şeytanın
karşısındaymış gibi. Neye yarar ki! Dalkavuk ve sızlanandır onlar, işte bu
kadar! Çoğu zaman kendilerini sevimli de gösterirler sana. Oysa korkakların her
zamanki kurnazlığıdır bu. Evet, korkaklar kurnazdır!
Onlara yumuşak davransan, onları aşağıladığını düşünürler;
ve senin iyiliklerine gizli kötülüklerle karşılık verirler. Senin sessiz
gururun her zaman ters düşer onların beğenisine; bir kere olsun kibirli
davranma tevazusunu gösterirsen, sevinirler.
Kime zor geliyorsa bekâret, tavsiye edilmemelidir ona:
böylece düşmesin diye cehennem yoluna – çamura ve ruhun kızışmasına. Pis
şeylerden mi söz ediyorum? En berbatı bu değil benim için. Hakikat pis olduğu
zaman değil, sığ olduğu zaman girmek istemez idrak eden kişi hakikatin suyuna.
Sahiden, yürekten bakir olanlar vardır: kalpleri yumuşaktır, sizden daha içten
ve daha sık gülerler. Bekârete de gülerler ve sorarlar: “Nedir ki bekâret! Bir
budalalık değil midir bekâret? Oysa bu bekâretin kendisi geldi bize, biz
gitmedik ona. Kapımızı açtık bu misafire ve kalbimizi: şimdi bizde kalıyor –
istediği kadar kalabilir!”
Dostlarının karşısına giyinmeden mi çıkmak istiyorsun?
Kendini ona olduğun gibi göstermekle mi onurlandıracaksın dostunu? Ama bu
yüzden lanetliyor o seni! Kendini gizlemeyen, öfkelendirir: bu kadar çok
nedeniniz var çıplaklıktan korkmak için! Evet, birer tanrı olsaydınız,
utanabilirdiniz giysilerinizden!
İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti
– şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden “insan”
diyor kendine: değer biçen demektir bu. Değer biçmek yaratmaktır: dinleyin ey
yaratanlar! Değer biçmenin kendisidir, tüm değer biçilmiş şeylerin değeri ve
mücevheri. Ancak değer biçmek sayesinde vardır değer biçmek olmasaydı, kof
çıkardı varoluşun çekirdeği. Dinleyin ey yaratanlar! Değerlerin değişmesi –
yaratanların değişmesidir bu. Her zaman yok eder yaratıcı olması gereken.
Kendinize tahammülünüz yok ve kendinizi yeterince
sevmiyorsunuz: şimdi komşunuzu sevgiye ayartmak ve onun yanılgısıyla kendinizi
yaldızlamak istiyorsunuz. İsterdim ki tahammül etmeyesiniz tüm komşularınıza ve
onların komşularına; böylece dostunuzu ve onun kabarıp coşan yüreğini kendi
içinizden yaratmak zorunda kalırdınız. Kendinizden iyi söz edilmesini
istediğinizde bir şahit çağırıyorsunuz kendinize; ve onu hakkınızda iyi şeyler
düşünmesi için ayarttığınızda, siz de iyi şeyler düşünüyorsunuz kendiniz
hakkında.
İnsan vardır kendisini aradığı için gider komşusuna; insan
vardır komşusuna gidip kaybetmek ister kendisini. Kendinize duyduğunuz kötü
sevgi bir zindana dönüştürür kimsesizliğinizi.
Komşunuzu değil, dostunuzu öğretiyorum size. Dostunuz olsun
sizin için yeryüzünün şenliği ve Üstinsanın habercisi.
Ama sen kederinin yolundan, yani kendine giden yoldan mı
gitmek istiyorsun? Göster bakalım bana bunun için hakkın ve kudretin olduğunu!
Sen yeni bir kudret ve yeni bir hak mısın? Bir ilk hareket misin? Kendi kendine
dönen bir çark mısın? Yıldızları da zorlayabilir misin, senin etrafında
dönsünler diye?
Ah, o kadar çok büyük düşünce vardır ki, bir körük olmaktan
başka işe yaramazlar: körükler ve daha fazla boşaltırlar. Özgür mü diyorsun
kendine? Sana hükmeden düşünceni duymak isterim, bir boyunduruktan kaçıp
kurtulduğunu değil.
Ne’den özgürsün? Zerdüşt’ü ne ilgilendirir bu? Ama açıkça
okuyabilmeliyim gözlerinden: ne için özgürsün? Kendi iyini ve kötünü sen
verebilir misin kendine? Ve kendi istemini bir yasa gibi asabilir misin üstüne?
Kendi yasanın yargıcı ve celladı olabilir misin?
Adaletsiz davranır ve çamur atarlar onlar yalnız kişiye: ama
bu yüzden daha az aydınlatmamalısın onları kardeşim, bir yıldız olmak istiyorsan
eğer! İyi ve adil olandan koru kendini! Seve seve çarmıha gerer onlar, kendi
erdemlerini kendisi bulanları – nefret ederler yalnız olandan.
Sevgi nöbetlerinden de koru kendini! Yalnız kişi çabucak
uzatır elini karşısına çıkana. Kimi insanlara elini değil, pençeni uzatmalısın
sadece: ve isterim ki, tırnakları olsun senin pençenin de! Ama karşına çıkabilecek
en kötü düşman her zaman sen kendin olacaksın; sen kendin pusuda bekleyeceksin
kendini mağaralarda ve ormanlarda.
Kendini yakmak istemelisin kendi ateşinde: nasıl yeniden
doğmak isteyebilirsin ki önce kül olmadan?
Erkek bir araçtır kadın için: amaç her zaman çocuktur. Peki
kadın nedir erkek için? İki şey ister gerçek bir erkek: tehlike ve oyun. Bu
yüzden ister kadını, en tehlikeli oyuncak olarak.
Çok tatlı meyveler – bunlardan hoşlanmaz savaşçı. Bu yüzden
hoşlanır kadından; acıdır hâlâ en tatlı kadın bile. Bir kadın bir erkekten daha
iyi anlar çocukları; ama bir erkek daha çocuksudur bir kadından. Gerçek bir
erkekte bir çocuk gizlidir: oynamak ister. Hadi bakalım kadınlar, keşfedin
erkekteki çocuğu!
En çok kimden nefret eder kadın? – Demir şunu söyledi
mıknatısa: “En çok senden nefret ediyorum, çektiğin için, ama kendine çekecek
kadar da güçlü olmadığın için.”
Kadın itaat etmeli ve yüzeyine bir derinlik bulmalıdır.
Kadının duygusu yüzeydir, sığ sularda hareketli, fırtınalı ince bir tabakadır.
Oysa derindir erkeğin duygusu, yeraltı mağaralarında çağıldar onun ırmağı:
kadın sezinler erkeğin gücünü, ama kavrayamaz onu. – Burada karşı çıktı bana
yaşlı kadıncağız: “Çok ince sözler söyledi Zerdüşt ve özellikle de bu sözler
için yeterince genç olanlara. Ne tuhaf ki Zerdüşt pek tanımıyor kadınları, ama
yine de haklı onlar üzerine söylediklerinde! Kadınlarda hiçbir şey imkânsız
değildir, acaba ondan mı? Ve şimdi küçük bir hakikat sana, teşekkür niyetine!
Bu hakikati söylemek için yeterince yaşlıyım ben! Sarıp sarmala onu ve kapat
ağzını: yoksa öyle bir bağırır ki, bu küçük hakikat.” “Ver bana kadın, küçük
hakikatini!” dedim. Ve şunları söyledi yaşlı kadıncağız: “Kadınlara mı gidiyorsun?
Kırbacı unutma!”
Zerdüşt bunu bir gün havarilerine anlatırken, sordu
havarileri: “Peki nedir, ey Zerdüşt, öykünden çıkaracağımız ahlak dersi?”
Zerdüşt şöyle yanıtladı bu soruyu: Ahlakı yok edenler benim gözümde iyiler ve
adillerdir: ahlak içermez benim öyküm.
Bunu biliyor muydunuz? Haksızlığı bölüşmek, haklılığı
yarılamak demektir. Ve ancak taşıyabilen almalı haksızlığı üzerine! Küçük bir
intikam daha insancadır hiç intikam alınmamasından.
Ama nasıl yürekten adil olmak isterim ki? Nasıl herkese
kendi hakkına düşeni verebilirim! Bu kadarı yetsin bana: herkese kendi hakkıma
düşeni veriyorum.
Gençsin ve çocuk sahibi olmak, evlenmek istiyorsun. Ben de
soruyorum sana: Bir çocuk istemeye layık bir insan mısın? Muzaffer misin, kendi
kendine boyun eğdiren misin, duyularına hükmeden misin, erdemlerinin efendisi
misin? Bunu da soruyorum sana. Yoksa arzularında dile gelen, hayvan ve ihtiyaç
mı? Yoksa yalnızlaşma mı? Yoksa kendinle barışık olmaman mı? İsterim ki,
zaferin ve özgürlüğün olsun bir çocuğu özleyen. Canlı anıtlar inşa etmelisin
zaferine ve özgürleşmene. Kendinin üzerinde inşa etmelisin. Ama önce sen
kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla. Sürdürmekle
kalmamalısın neslini, yükseltmelisin de! Bunun için yardımcı olur sana
evliliğin bahçesi! Daha yüce bir beden yaratmalısın, bir ilk hareket, kendi
kendine dönen bir çark, – bir yaratıcı yaratmalısın.
Yeryüzünün anlamına layık ve olgun göründü bu adam gözüme:
ama karısını gördüğümde yeryüzü bir tımarhaneymiş gibi göründü gözüme. İsterdim
ki yeryüzü acıdan sarsılsın kutsal bir kişiyle bir kaz çiftleştiğinde. Bu adam
bir kahraman gibi yürüdü hakikatlerin üzerine ve sonunda küçük, süslü bir yalan
geçirdi ancak eline. Evliliğim diyor buna.
Bir meleğin erdemlerine sahip bir hizmetçi kız arıyordu bu
adam. Oysa ansızın hizmetçisi oldu bir kadının ve şimdi melek olmak gereği
duyuyor bir de. Dikkatli buldum tüm alıcıları, hepsinin de kurnazca bakıyor
gözleri. Ama en kurnazı bile karısını çuvalda, görmeden satın alıyor. Sayısız
kısa budalalık – aşk deniyor buna sizde. Evliliğiniz uzun bir ahmaklık olarak son
veriyor kısa budalalıklara.
diyen öğreti, kulağa henüz tuhaf geliyor. Tam zamanında öl:
bunu öğretiyor Zerdüşt. Elbette, hiç tam zamanında yaşamayan, nasıl tam
zamanında ölsün ki? Keşke hiç doğmamış olsalardı! – Bunu öğütlerim
lüzumsuzlara. Ama lüzumsuzlar da ciddiye alırlar ölümlerini, çünkü en kof
fındık bile kırılmak ister yine de. Ciddiye alıyor herkes ölümü: ama henüz bir
şenlik
Çokları pek geç ölür ve kimileri de pek erken. “Tam
zamanında öl!” diyen öğreti, kulağa henüz tuhaf geliyor. Tam zamanında öl: bunu
öğretiyor Zerdüşt. Elbette, hiç tam zamanında yaşamayan, nasıl tam zamanında
ölsün ki? Keşke hiç doğmamış olsalardı! – Bunu öğütlerim lüzumsuzlara. Ama
lüzumsuzlar da ciddiye alırlar ölümlerini, çünkü en kof fındık bile kırılmak
ister yine de. Ciddiye alıyor herkes ölümü: ama henüz bir şenlik değil ölüm.
Henüz öğrenmedi insanlar en güzel törenlerin nasıl kutlandığını.
Tez zamanda ölmeyi vaaz edenler gelse! Gerçek fırtınalar ve
yaşam ağacını silkeleyenlerdir onlar benim gözümde! Oysa ben sadece yavaş yavaş
ölmenin ve “yeryüzüne ait” olan her şeye karşı sabretmenin vaaz edildiğini
duyuyorum. Ah, yeryüzüne ait olanlara karşı sabırlı olmayı mı vaaz ediyorsunuz?
Yeryüzüne ait olandır size fazlasıyla sabreden, karaçalıcılar sizi! Sahiden,
pek erken öldü yavaş yavaş ölmeyi vaaz edenlerin saygı duyduğu o İbrani: ve o
zamandan beri bir felaket oldu çoklarına onun erken ölümü.
Oysa sadece bir İbraninin gözyaşlarını ve hüznünü biliyordu,
iyilerin ve adillerin nefretiyle birlikte, – İbrani İsa: ansızın ölüm özlemine
kapıldı. Çölde kalsaydı da, iyilerden ve adillerden uzak dursaydı ya! Belki
öğrenirdi yaşamayı ve yeryüzünü sevmeyi – ve gülmeyi de! İnanın bana,
kardeşlerim! Çok erken öldü o; benim yaşıma gelseydi, kendisi çürütürdü kendi
öğretisini! Yeterince asildi çürütmek için! Ne ki olgunlaşmamıştı henüz!
Delikanlı olgunlaşmadan sever ve olgunlaşmadan nefret eder insanlardan ve
yeryüzünden. Bağlı ve ağırdır henüz onun duygusu ve tininin kanatları.
Ölmeye özgür ve ölümde özgür; Evet için zaman kalmadıysa
eğer, kutlu bir Hayır diyen: işte böyle anlar o ölümü ve yaşamı.
Tininizin benzetmelerle konuşmak istediği her saate dikkat
edin: çünkü oradadır erdeminizin kaynağı. Yükselmiş ve dirilmiştir o zaman
bedeniniz; sevinciyle hayran bırakır tini, böylece yaratan ve değer biçen ve
seven ve tüm şeylerin velinimeti olabilsin diye.
Benzetmelerin tümü de iyiye ve kötüye verilen adlardır: dile
gelmezler, işaret verirler sadece. Bir budaladır onlardan bilgi almaya çalışan!
Tininizin benzetmelerle konuşmak istediği her saate dikkat edin: çünkü oradadır
erdeminizin kaynağı. Yükselmiş ve dirilmiştir o zaman bedeniniz; sevinciyle
hayran bırakır tini, böylece yaratan ve değer biçen ve seven ve tüm şeylerin
velinimeti olabilsin diye. Kıyılarında yaşayanlar için hem bereket, hem de
tehlike olan bir ırmak gibi kabarıp coştuğunda yüreğiniz: işte oradadır
erdeminizin kaynağı. Övgünün ve sövgünün üzerinde yükseldiğinizde ve isteminiz,
seven birinin istemi gibi her şeye emretmek istediğinde: işte oradadır
erdeminizin kaynağı. Rahat olanı ve yumuşak döşeği aşağıladığınızda, yufka
yüreklilerden mümkün olduğu kadar uzaklaştığınızda: işte oradadır erdeminizin
kaynağı. Tek bir isteme sahip olarak, tüm ihtiyaçlara sırt çevirmek size
gerekli göründüğünde: işte oradadır erdeminizin kaynağı. Sahiden, yeni bir iyi
ve kötüdür o! Sahiden, yeni bir derin uğultudur, yeni bir kaynağın sesidir o!
Güç’tür, bu yeni erdem; egemen bir düşüncedir o ve akıllı bir ruh sarmıştır
onu: altın bir güneş ve güneşe sarılmış bilgi yılanı.
İzin vermeyin sevginizin ve bilginizin yeryüzüne ait olandan
kaçmasına ve kanatlarıyla sonsuz duvarlara çarpmasına! Ah, daima vardır böyle
uçup giden erdemler! Uçup giden erdemi yeryüzüne geri döndürün, benim yaptığım
gibi – evet geri döndürün bedene ve yaşama: yeryüzüne anlamını versin diye, bir
insan-anlamı versin diye!
Tininiz ve erdeminiz yeryüzünün anlamına hizmet etsin,
kardeşlerim: ve tüm şeylerin değerini siz belirleyin yeni baştan! Bu yüzden
savaşanlar olmalısınız! Bu yüzden yaratanlar olmalısınız!
Hekim, yardım et kendine: ancak böyle yardım edersin hastana
da. En iyi yardımdır ona, kendi kendini iyileştireni gözleriyle görmesi.
Bugünün yalnızları, siz aykırı düşenler, günün birinde bir
halk olacaksınız: sizden, kendi kendini seçenlerden seçilmiş bir halk doğacak –
ve bu halktan da Üstinsan.
Yalnız gidiyorum şimdi, havarilerim! Siz de yalnız uzaklaşın
buradan! Böyle istiyorum ben. Sahiden, öğüdüm olsun size: uzaklaşın benden ve
koruyun kendinizi Zerdüşt’ten! En iyisi, utanın ondan! Belki de aldattı sizi.
İdrak eden insan düşmanlarını sevmekle kalmamalı, dostlarından da nefret
edebilmeli. Her zaman sadece öğrenci olarak kalırsa insan, öğretmeninin hakkını
vermemiş olur. Neden yolmak istemiyorsunuz başımdaki çelengi? Saygı
duyuyorsunuz bana; ya günün birinde değişirse saygınız? Dikkat edin de bir
heykel devrilmesin üstünüze! Zerdüşt’e inandığınızı söylüyorsunuz, öyle mi? Ne
önemi var ki Zerdüşt’ün? Siz benim müminlerimsiniz: ama ne önemi var ki, tüm
müminlerin? Henüz kendinizi aramamıştınız: bu sırada beni buldunuz. Böyle yapar
tüm müminler; bu yüzden değersizdir tüm inanışlar. Şimdi beni kaybetmenizi ve
kendinizi bulmanızı istiyorum sizden; ve ancak hepiniz beni yadsıdığınızda
yeniden döneceğim aranıza. Sahiden, kardeşlerim, o zaman başka gözlerle
arayacağım kaybolan çocuklarımı; başka bir sevgiyle seveceğim o zaman sizi.
haykırış ve bir sevinç çığlığı gibi geçeceğim geniş
denizlerin üzerinden,
Ve düşmanlarım da var aralarında! Nasıl da seviyorum şimdi,
hitap edebildiğim herkesi! Düşmanlarım da mutluluğumun bir parçası şimdi.
Düşmanlarıma fırlattığım bu mızrak! Nasıl da şükran
borçluyum düşmanlarıma, sonunda fırlatabileceğim için mızrağımı!
Ve dünya dediğiniz şeyi önce siz yaratmalısınız: bizzat
sizin aklınız, sizin imgeniz, sizin isteminiz, sizin sevginizde şekil bulmalı
o! Ve sahiden, sizin mutluluğunuz için olacak bu, siz idrak edenler!
Size yüreğimi tümüyle açmamı isterseniz, dostlarım: eğer
tanrılar olsaydı, nasıl dayanırdım ben bir tanrı olmayışıma! Demek ki tanrılar
yok.
Hisseden her şey acı çeker ve zindan içindedir bende: ama
benim istemim hep benim kurtarıcım ve sevinç kaynağım olarak gelir bana.
İstemek özgürleştirir: budur istemin ve özgürlüğün gerçek öğretisi – böyle
öğretiyor size Zerdüşt. Artık-istememek, artık-değer-biçmemek ve
artık-yaratmamak! Ah, bu büyük yorgunluk her daim uzak olsun diye benden!
Dostlarım, alaycı sözler söylediler dostunuza: “Bakın şu
Zerdüşt’e!” dediler, “Hayvanların arasındaymışçasına dolaşmıyor mu aramızda?”
Oysa şöyledir bu sözün doğrusu: “İdrak eden kişi, hayvanların arasındaymış gibi
dolaşır insanların arasında.” İdrak eden kişinin gözünde insan: al yanaklı bir
hayvandır. Nasıl böyle oldu insan? Sık sık utanmak zorunda kaldığından değil
mi? Hey dostlarım! Şöyle konuşur idrak eden kişi: Utanç, utanç, utanç – budur
insanın tarihi! İşte bu yüzden utandırmamayı emreder kendine soylu kişi: acı
çekenlerden utanmayı emreder kendine.
Ama dilencileri tamamen ortadan kaldırmalı! Sahiden, insan
onlara bir şey verince de kızıyor kendine, vermeyince de.
Zordur insanlarla yaşamak, çünkü öyle zordur ki susmasını
bilmek.
Sahiden, şöyle ya da böyle iyiliğim dokundu acı çekenlere:
ama daha çok sevinmeyi öğrendiğimde daha iyi bir şey yapıyormuşum gibi göründüm
kendi gözüme. İnsan insan olalı beri çok az sevinmiştir: bir tek budur,
kardeşlerim, bizim ilk günahımız. En iyisi sevinmeyi öğrenelim, böylece
başkalarına acı vermeyi ve acıları düşünmeyi unuturuz.
Eğer acı çeken bir dostun varsa, dinleneceği yer ol
acısının; ama adeta sert bir yatak gibi ol, bir sahra yatağı gibi: en çok böyle
faydan dokunur ona. Ve bir dostun kötülük yaparsa sana, de ki: “Bağışlıyorum
seni bana yaptığından ötürü; ama kendine yaptığını – nasıl bağışlayabilirdim ki
bunu?” Böyle dile gelir tüm büyük sevdalar: bağışlamayı ve merhameti de aşar
onlar.
İçim parçalanıyor şu rahiplere. Hiç de hazzetmiyorum
onlardan; ama insanlar arasında olduğumdan beri, en önemsiz şey bu benim için.
Oysa ben acı çektim ve çekiyorum onlarla birlikte: tutsaktırlar onlar benim
gözümde, damgalıdırlar. Onların kurtarıcı dedikleri kişi sıkı sıkıya
zincirlemiş onları: – Sahte değerlerin ve kuruntu-sözlerin zincirleriyle! Ah,
birisi de kurtarıcılarından kurtarsaydı onları!
Onların kurtarıcılarına inanabilmem için daha güzel şarkılar
söylemeliydiler bana: kurtulmuş görünmeliydi bu kurtarıcının havarileri bana!
Size güldü bugün güzelliğim, ey erdemliler. Ve şöyle ulaştı
sesi bana: “Bir de istiyorlar ki – ücret ödensin onlara!” Bir de ücret ödensin
istiyorsunuz, siz erdemliler! Erdem için ücret, yeryüzü için cennet ve
bugününüz için sonsuzluk mu istiyorsunuz? Ve ne ücret, ne de veznedar var diye
öğrettiğim için öfkeleniyor musunuz bana şimdi de? Ve sahiden, erdem kendi
kendisinin ödülüdür diye bile öğretmiyorum ben. Ah, budur benim üzüntüm:
şeylerin temeline ödülü ve cezayı soktular yalanla dolanla – ve ey erdemliler,
hatta ruhlarınızın temeline de!
Böylelikle neredeyse herkes, erdeme sahip olduğuna inanır;
ve herkes en azından “iyi” ve “kötü” hakkında uzman olmak ister. Oysa Zerdüşt
tüm bu yalancılara ve delilere: “Ne anlarsınız ki siz erdemden? Nereden
bileceksiniz ki siz erdemi!” demek için gelmedi. – Aksine, dostlarım,
delilerden ve yalancılardan öğrendiğiniz eski sözcüklerden usanasınız diye
geldi Zerdüşt: “Ödül”, “kısasa kısas”, “ceza”, “adil intikam” gibi sözcüklerden
usanasınız diye – “Bir eylemin iyiliği, bencilce yapılmayışındandır,” gibi
sözler söylemekten usanasınız diye geldi. Ah, dostlarım! Annenin çocukta oluşu
gibi, sizin benliğinizin eylemin içinde oluşu: bu olsun sizin erdem sözünüz!
Ve yaşamdan yüz çevirenlerin bazıları, aslında
ayaktakımından yüz çevirmişlerdir sadece: kuyuları, alevleri ve meyveleri
ayaktakımıyla paylaşmak istememişlerdir. Ve kendini çöllere vurup, yırtıcı
hayvanlarla birlikte susuzluk çeken kimileri de, pis devecilerle aynı sarnıcın
başında oturmak istemedikleri için yapmıştır bunu.
Ve yaşamda düşmanlığın, ölümün ve çarmıhların da gerekli
olduğunu bilmek değildi, boğazıma takılan asıl lokma: – Aksine, bir gün şunu
sordum ve az kaldı boğuluyordum kendi sorumdan: Ne? Ayaktakımı da mı gerekli
yaşamda?
==========
Yaşamımı nefretim değil, tiksintim kemirdi aç kurtlar gibi!
Ah, ayaktakımının da akıllı olduğunu görünce usandım akıldan!
==========
Peki ne oldu bana? Nasıl kurtuldum bu tiksintiden? Kim
canlandırdı gözlerimi? Nasıl uçtum ayaktakımının da kuyudan içmediği
yüksekliklere? Tiksintim mi yarattı benim için kanatlarımı ve pınarları sezen
güçlerimi? Sahiden, en yükseğe uçmam gerekti hazzın pınarını yeniden bulabilmek
için! Hey, buldum onu kardeşlerim! Burada, en yüksekte fışkırıyor hazzın
pınarı! Ve ayaktakımından hiç kimsenin içmediği bir yaşam var burada!
Sahiden, güçlü bir rüzgârdır Zerdüşt, tüm alçak yerlerde; ve
şunu öğütler düşmanlarına ve tüküren herkese: “Sakın ha tükürmeyin rüzgâra
karşı!”
Gelecek ağacına kuruyoruz yuvamızı; kartallar gagalarıyla
yemek getirecek biz yalnızlara!
Gelecek ağacına kuruyoruz yuvamızı; kartallar gagalarıyla
yemek getirecek biz yalnızlara! Sahiden, temiz olmayanların da yiyebileceği
yemekler değil bunlar! Ateş yediklerini zanneder onlar ve ağızlarını yakarlar!
Sahiden, temiz olmayanların da barınacağı yerimiz yoktur burada! Bizim
mutluluğumuz buzdan bir mağara gibi gelir onların bedenlerine ve tinlerine! Ve
güçlü rüzgârlar gibi yaşamak istiyoruz onların üzerinde, kartallara komşu,
karlara komşu, güneşe komşu: böyle yaşar şiddetli rüzgârlar. Ve bir rüzgâr gibi
eseceğim onların arasında, ve onların tininin soluğunu keseceğim kendi tinimle:
böyle ister geleceğim bunu. Sahiden, güçlü bir rüzgârdır Zerdüşt, tüm alçak
yerlerde; ve şunu öğütler düşmanlarına ve tüküren herkese: “Sakın ha tükürmeyin
rüzgâra karşı!”
Bu eşitlik vaazcılarıyla bir araya getirilmek ve
karıştırılmak istemiyorum. Çünkü şöyle sesleniyor bana adalet: “İnsanlar eşit
değildir.” Eşit olmamalılar da! Başka türlü konuşsaydım, Üstinsana duyduğum
sevginin ne anlamı kalırdı?
Düşmanlıklarında hayaller ve hayaletler icat etmeliler;
birbirlerine karşı hayalleri ve hayaletleriyle en büyük savaşa girişmeliler!
İyi ve kötü, zengin ve yoksul, yüksek ve alçak ve tüm değerlerin adları: birer
silah olmalıdır bunlar ve yaşamın kendini her zaman yeniden aşması gerektiğinin
göze, kulağa çarpan belirtileri olmalıdır bunlar!
Aman! Isırdı beni zehirli örümcek, eski düşmanım! Tanrısal
bir güven ve güzellikle ısırdı parmağımı! “Ceza ve adalet olmalı” – böyle
düşünüyor o: “düşmanlığın şerefine boşuna şarkılar söylemiş olmasın burada!”
Evet, aldı intikamını! Vay halime! Şimdi intikamla benim başımı da döndürecek!
Dönmeyeyim diye, sıkı sıkıya bağlayın beni bu sütuna, dostlarım! İntikam
kasırgası olmaktansa, bir sütun – ermişi olmayı yeğlerim! Sahiden, baş döndüren
bir rüzgâr ve kasırga değildir Zerdüşt; ve eğer bir dansçıysa da, bir örümcek-dansçı
asla!
Ah, sizin “hakikatliliğinize” inanabilmem için, saygı duyan
isteminizi de yok etmeniz gerekir önce. Tanrısız çöllerde gezen ve saygı duyan
yüreğini parçalamış olana derim ben – hakikatli diye.
Acıkmış, zorba, yalnız, tanrısız: böyle olmak ister
aslan-istemi. Kölelerin mutluluğundan sıyrılmış, tanrılardan ve tapınmalardan
kurtulmuş, korkusuz ve korkunç, büyük ve yalnız: budur hakikatlinin istemi.
Hakikatliler ve özgür tinliler çöllerin efendileri olarak çölleri mesken
edinmişlerdir ezelden beri; ama şehirlerde yaşar iyi besili ünlü bilgeler – yük
hayvanları. Çünkü her zaman çekerler, eşekler olarak – halkın arabasını!
Ve bir açlık doğuyor güzelliğimden: acı vermek istiyorum
aydınlattıklarıma, çalmak istiyorum, armağan verdiklerimden: – böylesine açım
kötülüğe.
Her zaman armağan eden, utancını yitirme tehlikesiyle karşı
karşıyadır; her zaman paylaştıranın eli ve yüreği nasır tutar paylaştırmaktan.
Çok sayıda güneş dönüyor ıssız boşlukta: karanlık olan her
şeyle konuşuyorlar ışıklarıyla, – susuyorlar bana gelince. Vay, ışığın
düşmanlığıdır bu aydınlatana; acımasızca dolaşır yollarında. Acımasızdır
aydınlatana karşı yüreğinin derinliklerinde: soğuktur başka güneşlere karşı, –
böyle dolaşır her güneş.
Gözlerine baktım da yakınlarda, ey yaşam! Sanki dipsiz bir
suya dalıyormuşum gibi geldi bana. Ama sen beni altın oltayla çektin dışarıya;
alay edercesine güldün bana, dipsiz diye tanımlayınca seni. “Böyle konuşur tüm
balıklar,” dedin; “dibini göremedikleri şeye dipsiz der onlar.
Ve kendi yabanıl bilgeliğimle baş başa kaldığımda dedi ki
bana öfkeyle: “İstiyorsun, arzuluyorsun, seviyorsun, sırf bu yüzden övüyorsun
yaşamı!” Handiyse ters bir yanıt verecek ve hakikati söyleyecektim bu öfkeliye;
ve insan kendi bilgeliğine “hakikati söylemek”ten daha ters bir yanıt veremez.
Böyledir işte üçümüzün ilişkisi. Yürekten sevdiğim, yaşamdır bir tek – ve
sahiden, en çok da ondan nefret ettiğimde!
Söylenmemiş ve gerçekleşmemiş kaldı en yüce umudum! Ve
gençliğimin tüm hayalleri ve tesellileri öldü! Nasıl katlandım buna? Nasıl
iyileştim, nasıl atlattım böylesi yaraları? Nasıl kalktı ruhum yeniden bu
mezarlardan? Evet, yara almaz, gömülmez, kayaları parçalayan bir şey var bende:
benim istemimdir bunun adı. Sessizce ve değişmeden yürür yıllar boyunca. Kendi
yolunu yürümek ister benim ayaklarımla benim yaşlı istemim; yaradılışı taş
yürekli ve yaralanmazdır. Yara almaz tek yerim topuğumdur benim. Hâlâ orada
yaşıyorsun ve hep aynısın, ey en sabırlı olan! Hâlâ kalkıp çıkarsın tüm
mezarlardan! Gençliğimin iflah olmamış şeyleri yaşıyor senin içinde; yaşam
gibi, gençlik gibi umut içinde oturuyorsun burada, sararmış
mezar-yıkıntılarının üstünde. Evet, hâlâ tüm mezarları yıkansın sen: selam sana
istemim! Ve yalnızca mezarların olduğu yerde gerçekleşir dirilişler.
Ama nerede bir canlı buldumsa, orada itaat hakkında
konuşulduğunu da duydum. Her canlı bir itaat edendir. Ve şuydu ikinci duyduğum:
kendi kendine itaat edemeyene emredilir. Böyledir canlıların doğası. Üçüncü
olarak da şunu duydum: emretmek daha zordur itaat etmekten. Ve emredenin tüm
itaat edenlerin yükünü taşıması ve bu yükün onu kolayca ezmesi değildir bunun
tek nedeni: – Bir çaba ve bir cesaret göründü gözüme tüm emirlerde; emreden
kişi her emrettiğinde kendi kendini tehlikeye sokar. Ve kendi kendine emir
verdiğinde de: o zaman da ödemelidir kendi emrinin bedelini. Kendi yasasının
yargıcı ve celladı ve kurbanı olmak zorundadır.
Elbette siz ona dölleme istemi ya da hedefe, daha yükseğe,
daha uzağa, daha çeşitli olana ulaşma dürtüsü dersiniz: ama tüm bunların hepsi
tek bir sırdır. Bu tek olanı yadsımaktansa, yok olmayı tercih ederdim; sahiden,
her nerede yok oluş ve yaprak dökümü hüküm sürüyorsa, bak, orada feda eder
kendini yaşam – güç uğruna.
Hakikati gözünden vurmak için ‘var olma istemi’ lafını
ortaya atan, isabet ettiremedi şüphesiz: böyle bir istem – yok çünkü. Çünkü:
var olmayan isteyemez de; ama var olan nasıl bir de var olmayı ister ki! Sadece
yaşamın olduğu yerde vardır istem de: ama yaşama istemi değil, aksine – böyle
öğretiyorum sana – güç istemi! Yaşayanlar birçok şeye yaşamdan daha çok değer
verirler; ama tam da değer biçmekte dile gelir – güç istemi!” – Bunu öğretmişti
yaşam bana: ve bu sayede çözüyorum, ey en bilgeler, yüreğinizin bilmecesini.
Sahiden, ne çok gülmüşümdür, keskin pençeleri olmadığı için
kendilerini iyi zanneden zayıflara!
Canavarları alt etti, bilmeceleri çözdü: ama bir de kendi
canavarlarını ve bilmecelerini azat etmeli, onları cennet çocuklarına
dönüştürmeli daha. Henüz gülümsemeyi ve kıskançlıktan arınmayı öğrenmedi
idraki; henüz akıp coşan tutkusu güzellikte durulmadı.
Sahiden, asıl yüzlerinizden daha iyi bir maske
taşıyamazdınız, siz şimdinin insanları! Kim – tanıyabilirdi ki
Sahiden, asıl yüzlerinizden daha iyi bir maske
taşıyamazdınız, siz şimdinin insanları! Kim – tanıyabilirdi ki sizi!
Bir bilginim hâlâ çocukların, dikenlerin ve gelinciklerin
gözünde. Masumdur onlar, kötülük yapsalar bile. Ama bir bilgin değilim artık
koyunların gözünde: böyle istedi kaderim – övgüler olsun ona! Çünkü hakikat şu
ki: bilginler evinden çıkıp gittim: kapıyı da arkamdan çektim.[19] Uzun süre
oturdu ruhum aç açına, onların masasında; onlar gibi, ceviz kırarcasına idrak
etmeye terbiye edilmedim. Özgürlüğü severim ve taze toprağın üstündeki havayı;
onların onurları ve saygınlıkları üstünde uyumaktansa, yeğlerim öküz postları
üstünde uyumayı.
Ama onlar serin serin otururlar gölgede: her şeye seyirci
kalmak isterler ve güneşin basamakları yaktığı yerde oturmaktan kaçınırlar.
Sokakta durup da gelen geçene bakanlar gibi: beklerler ve başkalarının
düşündüğü düşüncelere bakarlar.
İyi saatlerdir onlar: yeter ki doğru kurulsunlar! O zaman
hiç şaşmadan gösterirler zamanı ve mütevazı bir gürültü yaparlar bu arada.
Değirmenler ve tokmaklar gibi çalışırlar: sadece tanecikleri atmak yeter
önlerine! – bilirler buğdayı öğütmeyi ve beyaz toza dönüştürmeyi.
“Bedeni daha iyi
tanıdığımdan beri,” – dedi bir gün Zerdüşt havarilerinden birine – “tin benim
için sadece lafta tin; sadece bir benzetmedir ayrıca ‘ölümsüz’ denilen her ne
varsa.” “Daha önce de böyle konuşmuştun,” diye yanıt verdi havari; “Ve o zaman,
‘ama şairler çok yalan söyler,’ de demiştin. Neden, şairler çok fazla yalan
söyler dedin ki?” “Neden mi?” dedi Zerdüşt. “Nedenini soruyorsun demek. Ben
nedenleri sorulabilenlerden değilim. Dün mü yaşadım bunları? Çok zaman geçti
görüşlerimin nedenlerini yaşamamın üzerinden. Bir bellek fıçısı olup çıkmaz
mıydım, nedenlerimi de saklasaydım kendimde? Çok geliyor bana görüşlerimi kendimde
saklamak bile; kimi kuşlar da uçup gitti. Kimi zaman uçup gelmiş bir kuş
bulurum güvercinliğimde, yabancıdır bana ve titrer elimi uzattığımda. Peki ne
söylemişti eskiden Zerdüşt sana? Şairlerin çok yalan söylediğini mi? –
Zerdüşt’ün kendisi de bir şairdir oysa. İnanıyor musun şimdi bu konuda hakikati
söylediğine? Niçin inanıyorsun ki buna?” Havari yanıt verdi: “Zerdüşt’e
inanıyorum ben.” Ama Zerdüşt başını salladı ve gülümsedi. İnanç beni mutlu
etmez, dedi, hele ki bana duyulan inanç.
Bir de kibirliliği öğrendiler denizden: tavuskuşlarının şahı
değil midir deniz?
Bir de kibirliliği öğrendiler denizden: tavuskuşlarının şahı
değil midir deniz? Tüm öküzlerin en çirkininin önünde bile açar tüylerini, hiç
yorulmaz gümüşlü, ipekli yelpazesinden. Ters ters bakar öküz denize, kuma
yakındır ruhu, daha çok da çalılığa, ama en çok da bataklığa. Ne anlar o,
denizin güzelliğinden ve tavusun-süsünden! Bu benzetmeyi sunuyorum şairlere.
Sahiden, onların ruhu tavusların şahıdır ve bir kibir denizidir! Seyirci ister
şairin tini: öküz olsa da fark etmez seyircisi! – Ama usandım ben bu tinden:
görüyorum ki yakında kendisi de usanacak kendisinden. Dönüşmüş gördüm şairleri,
kendilerine çevirmişler bakışlarını. Tini tövbelilerin geldiğini gördüm;
şairlerden çıktı onlar.
“Zamanıdır, tam
zamanıdır!” Bu siluet onlara iyice yaklaştığında, – bir gölge gibi hızla uçarak
yanardağ yönünde geçti önlerinden – büyük bir şaşkınlık içinde gördüler ki
Zerdüşt’tür bu; çünkü kaptan dışında hepsi de daha önce görmüşlerdi ve
seviyorlardı onu, halkın sevdiği gibi; yani yarı sevgi yarı korkuyla.
şimdi Zerdüşt’ü şeytanın alıp götürdüğünü konuşuyordu
herkes. Gerçi havarileri gülüp geçtiler bu söylentiye ve hatta içlerinden biri
dedi ki: “Bana sorarsanız Zerdüşt alıp götürmüştür şeytanı.” Ama ruhlarının
derinliklerinde endişe ve özlem duyuyordu hepsi de: bu yüzden büyük bir sevince
kapıldılar beşinci günde Zerdüşt çıkıp gelince.
Bunları anlattı Zerdüşt. Ama havarileri pek dinlemediler
onu: ona gemicileri, tavşanları ve uçan adamı anlatma arzuları öyle büyüktü ki.
“Ne diyeyim ki bu konuda!” dedi Zerdüşt. “Bir hayalet miyim ben? Herhalde benim
gölgem olmalı, gördükleri. Gezgin ve gölgesinden[20] söz edildiğini
duymuşsunuzdur herhalde! Şurası kesin ki: daha kısa tutmalıyım gölgemi, – yoksa
berbat edecek ünümü.” Ve Zerdüşt bir kez daha salladı başını ve şaşırdı
kendine. “Ne diyeyim ki bu konuda!” dedi bir kez daha. “Peki neden bağırmış
öyleyse hayalet: ‘Zamanıdır! Tam zamanıdır!’ diye! Öyleyse neyin – tam zamanı?”
ve insanların üzerine büyük bir keder çöktüğünü gördüm. En
iyiler usandılar eserlerinden. Bir öğreti doğdu, bir inanç eşlik ediyordu ona:
‘Her şey boş, her şey aynı, her şey geçti bitti!’ Ve tüm tepelerden yankılandı:
‘Her şey boş, her şey aynı, her şey geçti bitti!’
Bu sırada uğuldayan bir rüzgâr ayırdı kapının kanatlarını:
ıslık çalarak, kulaklarımı tırmalayarak ve soğuğuyla içime işleyerek kara bir
tabut fırlattı bana: Ve uğultular, ıslıklar ve kulak tırmalayıcı sesler
arasında çatlayarak açıldı tabut ve binlerce kahkaha kustu. Ve çocuklara,
meleklere, baykuşlara, delilere ve çocuk büyüklüğünde kelebeklere ait binlerce
surat güldü, alay etti ve gürledi karşımda.
“Bizzat senin yaşamın
yorumluyor bu rüyayı bize, ey Zerdüşt! Sen değil misin, ölüm kalesinin kapısını
aralayan keskin ıslıklı rüzgâr? Sen değil misin, yaşamın renkli kötülükleriyle
ve melek suratlarıyla dolu tabut? Sahiden, binlerce çocuk kahkahası gibi gelir
Zerdüşt, tüm mezar odalarına; bu gece bekçilerine, bu mezar bekçilerine ve
uğursuz anahtarlarını şıngırdatarak gezinen herkese gülerek gelir Zerdüşt.
İnsan aynı zamanda şair, bilmeceleri çözen ve
rastlantılardan kurtaran olmasaydı, nasıl katlanırdım insan olmaya!
Geçmiştekileri kurtarmak ve tüm ‘böyleydi’leri ‘ben böyle
istedim!’e dönüştürmek – buna kurtuluş derim ben ancak!
İstem – budur adı kurtarıcının ve haz verenin: bunu öğrettim
size, dostlarım! Şimdi şunu da öğrenin: istemin kendisi de henüz bir tutsaktır.
İstemek kurtarır: Peki, kurtarıcıyı da zincire vuranın adı nedir? ‘Böyleydi’:
budur istemin diş gıcırtısı ve en ıssız kederi. Güçsüzdür o, yapılmış olanın
karşısında – öfkeli bir seyircisidir tüm bir geçmişin. İstem geriye dönmek
isteyemez; zamanın ve zamanın hırsının üstesinden gelememesi – budur istemin en
çaresiz derdi. İstemek kurtarır: istem neler planlar, derdinden ve zindancının
alayından kurtulsun diye? Ah, bir çılgına döner her tutsak! Çılgınca kurtarır
kendini tutsak edilmiş istem de. Zamanın geriye akmayışına öfkelenir içten içe;
‘böyleydi’ – budur yuvarlayamayacağı taşın adı.
‘Hiçbir eylem yok
edilemez: nasıl olur da yapılmamış kılınabilir ceza sayesinde?
Tüm ‘böyleydi’ bir kırıntıdır, bir bilmecedir, ürkütücü bir
rastlantıdır – ta ki yaratıcı istem: ‘Ama böyle olsun istemiştim ben!’ diyene
dek. – Ta ki yaratıcı istem: ‘Ama böyle istiyorum ben! Böyle olsun
isteyeceğim!’ diyene dek. Peki hiç böyle konuştu mu? Ne zaman olacak peki bu?
İstem sıyrıldı mı kendi budalalığından? İstem kendisinin kurtarıcısı ve kendisinin
neşe kaynağı oldu mu? İntikam tinini ve diş bilemenin her türlüsünü unuttu mu?
Kim öğretti ona zamanla uzlaşmayı, her türlü uzlaşmanın daha üstünde olanı? Her
türlü uzlaşmanın daha üstünde istemelidir istem, güç istemi olan istem –: peki
nasıl isteyecek bunu? Kim öğretti ona, bir de geriye doğru istemeyi?”
Kapımın önünde oturur, her türlü alçağın yolunu beklerim ve
sorarım: kim dolandıracak beni? Yaptığım ilk insanca-akıllılık budur benim:
dolandırıcılara karşı hep tetikte durmayayım diye bırakırım dolandırsınlar
beni.
Sık sık şöyle teselli ederim kendimi: “Pekâlâ! Hadi bakalım!
Yaşlı yürek! Bir felaket geldi başına: tadını çıkar onun – mutluluğun gibi!”
Bu da benim diğer bir insanca-akıllılığımdır işte:
kibirlileri daha çok esirgerim gururlulardan. İncinmiş kibir değil midir tüm yas-oyunlarının
anası? Oysa gurur incindiğinde gururdan daha iyi bir şey yeşerir elbette.
Yaşamı seyretmek güzel olacaksa, iyi oynanmalıdır oyunu: bunun için de iyi
oyuncular gerekir. İyi oyuncu olduklarını gördüm tüm kibirlilerin: oynuyorlar
ve beğenilerek seyredilmek istiyorlar – tüm tinlerini kaplamıştır bu istem.
Kendilerini oynarlar sahnede, kendilerini icat ederler; severim yaşamı onların
yakınında seyretmeyi, – iyi gelir yürek darlığıma. Yürek darlığıma hekim
oldukları için ve bir oyuna bağlar gibi insana bağladıkları için esirgerim
kibirlileri.
Benim üçüncü insanca-akıllılığım da kötüleri seyretme
zevkini bozmasına izin vermeyişimdir korkaklığınızın. Mutlu olurum sıcak
güneşin yaydığı harikaları görünce: kaplanları, palmiyeleri ve
çıngıraklıyılanları. İnsanların arasında da vardır kızgın güneşten türeyen
güzel bir soy ve harikulade çok şey vardır kötülerde. Gerçi en bilgelerinizin
bana pek de bilge görünmemesi gibi: insanın kötülüğünü de henüz ününe yaraşır
bulamadım.
Sahiden, siz iyiler ve adiller! O kadar gülünç yanınız var
ki, hele şu, şimdiye dek “şeytan” denilen şeyden duyduğunuz korku!
Siz, gözümün gördüğü en yüce insanlar! budur sizden kuşkum
ve gizliden gizliye gülüşüm arkanızdan: korkarım şeytan adını takacaksınız diye
– benim Üstinsanıma!
Şöyle oldu – her şeyi söylemeliyim size ki, yüreğinizi
katılaştırmayın ansızın veda edene!
Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Ne önemi
var ki onların alay etmesinin! Sen itaat etmeyi unutmuş birisin: şimdi emretmen
gerekiyor! Bilmiyor musun yoksa, herkesin en çok kimi gereksindiğini? Büyük
emirler vereni. Büyük işler başarmak zordur: ama daha da zoru, büyük emirler
vermektir. En bağışlanamaz yanın bu işte: gücün var ve hükmetmek istemiyorsun.”
– Ben de şu yanıtı verdim: “Aslanın sesi eksik bende, herkese emretmek için.”
Bunun üzerine yine bir fısıltı gibi konuştu benimle: “En sessiz sözcüklerdir
fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı. Ey
Zerdüşt, gelmesi gerekenin bir gölgesi olarak gideceksin: böyle emredeceksin ve
emrederek önden gideceksin.” – Ben de dedim ki: “Utanıyorum.” Bunun üzerine
yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Bir çocuk olmalısın daha, utanç nedir
bilmeyen. Gençliğin gururu var henüz üstünde, gençliğe geç ulaştın sen: ama
gençliğini de aşmalıdır çocuk olmak isteyen.”
Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Ne önemi
var ki onların alay etmesinin! Sen itaat etmeyi unutmuş birisin: şimdi emretmen
gerekiyor! Bilmiyor musun yoksa, herkesin en çok kimi gereksindiğini? Büyük
emirler vereni. Büyük işler başarmak zordur: ama daha da zoru, büyük emirler
vermektir. En bağışlanamaz yanın bu işte: gücün var ve hükmetmek istemiyorsun.”
– Ben de şu yanıtı verdim: “Aslanın sesi eksik bende, herkese emretmek için.”
Bunun üzerine yine bir fısıltı gibi konuştu benimle: “En sessiz sözcüklerdir
fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı.
Ey Zerdüşt, gelmesi gerekenin bir gölgesi olarak gideceksin: böyle emredeceksin
ve emrederek önden gideceksin.” – Ben de dedim ki: “Utanıyorum.” Bunun üzerine
yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Bir çocuk olmalısın daha, utanç nedir
bilmeyen. Gençliğin gururu var henüz üstünde, gençliğe geç ulaştın sen: ama
gençliğini de aşmalıdır çocuk olmak isteyen.” – Uzun süre düşündüm ve titredim.
Ama sonunda ilk söylediğimi söyledim: “İstemiyorum.” Bunun üzerine bir kahkaha
koptu etrafımda. Ah, nasıl da parçaladı içimi ve söktü yüreğimi bu kahkaha! Ve
son bir defa konuştu benimle: “Ey Zerdüşt, meyvelerin olgun, ama sen olgun
değilsin meyvelerin için! Bu yüzden yeniden dönmelisin yalnızlığına: çünkü daha
yumuşamalısın.”
Ah dostlarım! Size bir şey söyleyecektim, size bir şey
verecektim! Neden vermiyorum ki! Cimri miyim ben? – Zerdüşt bu sözleri
söyleyince, acısının şiddetine ve dostlarından ayrılma zamanının yaklaşmasına
dayanamadı ve acı acı ağlamaya başladı; hiç kimse teselli edemedi onu. Ama gece
olunca yalnız başına yola çıktı ve dostlarını terk etti.
“Yükselmek
istediğiniz zaman yukarıya bakıyorsunuz. Oysa ben, yükselmiş olduğumdan aşağıya
bakıyorum. Var mı içinizde hem gülebilen ve hem de yükselmiş birisi? En yüksek
dağlara çıkan, güler tüm yas-oyunlarına ve yas ciddiyetlerine.”
Ve hiçbir merdivenin yoksa bundan böyle, öğrenmelisin kendi
başının üzerine tırmanmayı: başka nasıl çıkacaksın ki yukarıya? Kendi başının
üzerine ve kendi yüreğinin ötesine! En yumuşak yerin de en sert yerin olmalı
artık. Kendini hep sakınan, sonunda hasta düşer fazla sakınmaktan. Övgüler
olsun insanı sert kılana! Övmüyorum yağ ve bal akan ülkeyi. Kendini görmemeyi
öğrenmek gerekir, çok şey görmek için: – bu sertlik gereklidir dağa-çıkan
herkese. Bilmek için gözlerini her şeye çeviren biri, nesnelerin ön yüzünden
başka ne görebilir ki? Oysa sen Zerdüşt, her şeyin temeline ve arka yüzüne
bakmak istedin; bu yüzden kendi üzerine bile çıkmalısın, – yukarıya, yükseğe,
kendi yıldızların bile senin altında kalıncaya dek! Evet! Yukarıdan bakmalıyım
kendime ve yıldızlarıma: ancak buna derim ben doruğum diye; bir tek bu kaldı
benim son doruğum olarak!
Sevgidir en yalnız kişinin tehlikesi, her şeye duyulan
sevgi, canlı olsun yeter ki! Gerçekten gülünç benim deliliğim ve sevgideki
alçakgönüllülüğüm!”
Sevgidir en yalnız kişinin tehlikesi, her şeye duyulan
sevgi, canlı olsun yeter ki! Gerçekten gülünç benim deliliğim ve sevgideki
alçakgönüllülüğüm!” – Böyle söyledi Zerdüşt ve bir kez daha güldü: ama hemen
geride bıraktığı dostları geldi aklına –, sanki düşüncelerinde onlara karşı bir
suç işlemiş gibi, öfkelendi kendi düşüncelerine. Ve çok geçmeden ağlamaya
başladı gülen kişi: – acı acı ağlıyordu Zerdüşt, öfkeden ve özlemden.
Bunun üzerine sustu cüce; uzun sürdü bu suskunluk. Ama onun
suskunluğu bunalttı beni; sahiden böyle iki kişiyken bir başına olduğundan daha
yalnızdır insan!
Ama cesaret adını verdiğim bir şey var bende: şimdiye kadar
içimdeki her türlü sıkıntıyı öldürmüştür o. Sonunda bu cesaret durdurdu ve
konuşturdu beni: “Cüce! Ya sen! Ya da ben!” – Cesarettir en iyi öldürücü, –
saldıran cesaret: çünkü bir zafer çığlığı vardır her saldırıda. Ama insan en
cesur hayvandır: cesaretiyle yenmiştir her hayvanı – zafer çığlıklarıyla
yenmiştir her acıyı; ama insanın acısı en derin acıdır. Cesaret uçurumun kenarındaki
baş dönmesini de öldürür: insanın uçurum kenarında durmadığı bir
Ama cesaret adını verdiğim bir şey var bende: şimdiye kadar
içimdeki her türlü sıkıntıyı öldürmüştür o. Sonunda bu cesaret durdurdu ve
konuşturdu beni: “Cüce! Ya sen! Ya da ben!” – Cesarettir en iyi öldürücü, –
saldıran cesaret: çünkü bir zafer çığlığı vardır her saldırıda. Ama insan en
cesur hayvandır: cesaretiyle yenmiştir her hayvanı – zafer çığlıklarıyla
yenmiştir her acıyı; ama insanın acısı en derin acıdır. Cesaret uçurumun
kenarındaki baş dönmesini de öldürür: insanın uçurum kenarında durmadığı bir yer
oldu mu ki? Görmek bile – uçurumları görmek değil midir?
Oysa en iyi yıkıcıdır cesaret, saldıran cesaret: ölümü bile
yıkar, çünkü der ki: “Bu muydu yaşam? Pekâlâ! Yeni baştan!” Böyle bir sözde pek
büyük bir zafer çığlığı vardır. Kulakları olan işitsin. –
Ancak, mutlu adalardan ve dostlarından uzağa dört gün yol
aldıktan sonra yendi tüm acılarını –: zaferle ve dimdik duruyordu yine
kaderinin üzerinde. O zaman şöyle dedi Zerdüşt, sevinç içindeki vicdanına:
Yalnızım yeniden ve yalnız olmak istiyorum, açık gök ve açık denizle baş başa;
ve yine ikindi oldu etrafımda.
Çünkü sadece çocuğunu ve eserini candan sevebilir kişi; ve
kişinin kendine büyük bir aşk duyduğu yerdedir gebeliğin belirtisi: orada
buldum ben onu.
Çünkü sadece çocuğunu ve eserini candan sevebilir kişi; ve
kişinin kendine büyük bir aşk duyduğu yerdedir gebeliğin belirtisi: orada
buldum ben onu. Henüz ilk baharlarında yeşeriyorlar çocuklarım, birbirlerine
yakın duruyor ve hep birlikte sallanıyorlar rüzgârlarla bahçemin ve en iyi
toprağımın ağaçları.
Ama zamanı gelince onları yerinden sökeceğim ve her birini
tek başına bırakacağım: yalnızlığı, inadı ve dikkat etmeyi öğrensinler diye.
Dallı budaklı, iki büklüm ve esnek bir dayanıklılıkla durmalılar denizin
kenarında, yenilmez yaşamın canlı bir deniz feneri gibi.
Uzaklaş buradan mutlu saat! İstemediğim bir mutluluk geldi
bana seninle birlikte. En derin acımı arzulayarak duruyorum burada: – zamansız
geldin sen!
Yaklaşıyor akşam: güneş batıyor. Uzaklaş – mutluluğum! –
Böyle söyledi Zerdüşt. Ve bütün gece mutsuzluğunu bekledi: ama boşuna
beklemişti. Gece hep aydınlık ve sakindi ve mutluluk ona gitgide daha çok yaklaşıyordu.
Sabaha karşı güldü Zerdüşt yüreğine ve alaylı alaylı dedi ki: “Mutluluk
peşimden geliyor. Kadınların peşinden koşmadığım için geliyor. Oysa bir
kadındır mutluluk!”
Bu aracılara ve karıştırıcılara öfkeliyiz: bu geçen
bulutlara; bu yarım-yarımlara, ne kutsamayı bilirler, ne de yürekten
lanetlemeyi.
Çünkü bu ihtiyatlı, kuşku dolu kedi-sessizliğindense,
gürültüyü, fırtınayı ve hava lanetlerini yeğlerim ben; ve insanlar arasında en
çok adımını usulca atanlardan, bayağılardan ve kararsızlık ve tereddütle
geçen-bulutlardan nefret ederim. Ve “Kutsamasını bilmeyen, lanet etmesini
öğrenmeli!” – Bu aydınlık öğreti düştü bana aydınlık gökten, bu yıldız durur
hâlâ kara gecelerde, benim göğümde.
Aslında çoğunlukla tek bir şeyi isterler saflık içinde:
kimsenin kendilerine acı çektirmemesini. Bu yüzden herkesten erken davranıp,
iyilik yapmak isterler herkese. Oysa korkaklıktır bu: adına “erdem” denilse
bile.
Onlara göre erdem alçakgönüllü ve uysal yapan şeydir:
böylelikle kurdu köpeğe, insanı da insanın en evcil hayvanına çevirdiler.
“İnlemek isteyen,
ellerini açıp yalvarmak isteyen tüm korkak şeytanları kovun içinizden,” diye
bağırdığımda, “Zerdüşt tanrısızdır,” diye bağırıyorlar. Özellikle de boyun
eğmeyi öğretenler bağırıyorlar böyle –; oysa tam da onların kulaklarının içine
bağırmayı seviyorum ben: Evet! Benim Zerdüşt, o tanrısız!
Pekâlâ! Onların kulaklarına vereceğim öğüt bu: Benim
Zerdüşt, o tanrısız, derim ki: “Kim var ki benden daha tanrısız, sevineyim
öğretisine?” Benim Zerdüşt, o tanrısız: nerede bulurum dengimi? Kendi istemini
kendi belirleyen ve her türden boyun eğmeyi reddeden herkes benim-dengimdir.
Benim Zerdüşt, o tanrısız: her rastlantıyı pişiririm kendi çanağımda.
Pekâlâ! Onların kulaklarına vereceğim öğüt bu: Benim
Zerdüşt, o tanrısız, derim ki: “Kim var ki benden daha tanrısız, sevineyim
öğretisine?” Benim Zerdüşt, o tanrısız: nerede bulurum dengimi? Kendi istemini
kendi belirleyen ve her türden boyun eğmeyi reddeden herkes benim-dengimdir.
Benim Zerdüşt, o tanrısız: her rastlantıyı pişiririm kendi çanağımda.
Pekâlâ! Onların kulaklarına vereceğim öğüt bu: Benim
Zerdüşt, o tanrısız, derim ki: “Kim var ki benden daha tanrısız, sevineyim
öğretisine?” Benim Zerdüşt, o tanrısız: nerede bulurum dengimi? Kendi istemini
kendi belirleyen ve her türden boyun eğmeyi reddeden herkes benim-dengimdir.
Benim Zerdüşt, o tanrısız: her rastlantıyı pişiririm kendi çanağımda. Ancak
iyice piştiğinde kabul ederim onu kendi yemeğim olarak.
Ah, her şeyi yarım istemeyi bırakıp da, eylemde olduğu gibi
üşengeçlikte de kararlı olsanız! Ah, şu sözümü anlayabilseniz: “Her zaman istediğinizi
yapın, – ama önce isteyebilen birileri olun!” “Her zaman komşunuzu da kendiniz
gibi sevin – ama önce, kendini seven birileri olun – – büyük bir sevgiyle
seven, büyük bir aşağılamayla seven!” Böyle söylüyor Zerdüşt, o tanrısız.
Kimse benim derinliğimi ve asıl istemimi öğrenmesin diye –
bu yüzden keşfettim uzun uzun ve açık açık susmayı.
Bu dumanlı, rahatına düşkün, bitip tükenmiş, sararıp solmuş
ruhlar – nasıl dayanabilirdi ki onların kıskanç-lığı mutluluğuma! Bu yüzden
onlara sadece doruklarımdaki buzu ve kışı gösteriyorum – ve göstermiyorum
dumanlı, rahatına düşkün, bitip tükenmiş, sararıp solmuş
ruhlar – nasıl dayanabilirdi ki onların kıskanç-lığı mutluluğuma! Bu yüzden
onlara sadece doruklarımdaki buzu ve kışı gösteriyorum – ve göstermiyorum
dağımın hâlâ tüm güneş kuşaklarıyla çevrili olduğunu!
Ne kadar çürümüş, kokuşmuş, şehvetli, karanlık, vıcık vıcık,
irinli, entrikacı varsa, hepsinin bir araya toplandığı bu şehre: – tükür bu
büyük şehre de geri dön!” – Ama Zerdüşt ağzı köpüren delinin sözünü burada
kesti ve ağzını kapattı. “Yeter artık! – diye bağırdı Zerdüşt. – Çoktandır
tiksindiriyor beni konuşman ve karakterin! Madem öyle, neden uzun süredir bu
bataklıkta oturdun da, kendin de bir kurbağaya dönüştün? Senin damarlarında da
çürük, köpüklü bir bataklık kanı dolaşmıyor mu, kurbağa gibi ötmeyi ve
küfretmeyi öğrenmeni sağlayan? Neden gitmedin ormana? Ya da işlemedin toprağı?
Denizde bol bol yeşil ada yok mu? Aşağılıyorum senin aşağılamanı; eğer beni
uyarıyorsan, – neden uyarmadın kendi kendini? Sadece sevgiden havalanır benim
aşağılamam ve benim uyarıcı kuşum: bataklıktan değil! – Benim maymunum diyorlar
sana, ağzı köpüklü deli seni; böğüren domuzum derim
Ne kadar çürümüş, kokuşmuş, şehvetli, karanlık, vıcık vıcık,
irinli, entrikacı varsa, hepsinin bir araya toplandığı bu şehre: – tükür bu
büyük şehre de geri dön!” – Ama Zerdüşt ağzı köpüren delinin sözünü burada
kesti ve ağzını kapattı. “Yeter artık! – diye bağırdı Zerdüşt. – Çoktandır
tiksindiriyor beni konuşman ve karakterin! Madem öyle, neden uzun süredir bu
bataklıkta oturdun da, kendin de bir kurbağaya dönüştün? Senin damarlarında da
çürük, köpüklü bir bataklık kanı dolaşmıyor mu, kurbağa gibi ötmeyi ve
küfretmeyi öğrenmeni sağlayan? Neden gitmedin ormana? Ya da işlemedin toprağı?
Denizde bol bol yeşil ada yok mu? Aşağılıyorum senin aşağılamanı; eğer beni
uyarıyorsan, – neden uyarmadın kendi kendini? Sadece sevgiden havalanır benim
aşağılamam ve benim uyarıcı kuşum: bataklıktan değil! – Benim maymunum diyorlar
sana, ağzı köpüklü deli seni; böğüren domuzum derim ben sana, – böğürmelerinle
öldürüyorsun deliliğe övgümü de.
Sana da veda ederken şunu öğreteyim deli: artık sevemediğin
yerin – önünden geçip gitmeli! –
Bu genç yüreklerin tümü de yaşlanmış şimdiden, – yaşlı bile
değiller! Sadece yorgun, bayağı,
Bu genç yüreklerin tümü de yaşlanmış şimdiden, – yaşlı bile
değiller! Sadece yorgun, bayağı, keyfine düşkün oldular: – “Yeniden dini bütün
olduk,” diyorlar buna.
Benim gibi birisi, benim yaşadıklarımı yaşayacaktır yolunda:
yani ilk yoldaşları cesetler ve maskaralar olacaktır. Ama ikinci yoldaşları, –
onun müminleri diyeceklerdir kendilerine: fazlasıyla sevgi, fazlasıyla
budalalık, fazlasıyla toy bir tapınmayla dolu, canlı bir sürü. Benim gibi biri,
bu müminlere bağlamamalı yüreğini; insanın değişken-korkak doğasını tanıyan,
inanmamalı bu renkli bahar çimenine! Başka
Benim gibi birisi, benim yaşadıklarımı yaşayacaktır yolunda:
yani ilk yoldaşları cesetler ve maskaralar olacaktır. Ama ikinci yoldaşları, –
onun müminleri diyeceklerdir kendilerine: fazlasıyla sevgi, fazlasıyla
budalalık, fazlasıyla toy bir tapınmayla dolu, canlı bir sürü. Benim gibi biri,
bu müminlere bağlamamalı yüreğini; insanın değişken-korkak doğasını tanıyan,
inanmamalı bu renkli bahar çimenine!
Oysa bir utançtır dua etmek! Herkes için değil, ama senin
benim gibiler için ve kafasının içinde bilinç”[25] olanlar için! Senin için bir
utançtır dua etmek! Çok iyi biliyorsun ya; içindeki korkak şeytan, ellerini
açmaktan, ellerini kucağında kavuşturmaktan ve rahat etmekten hoşlanır – bu
korkak şeytan der ki sana: “Bir tanrı vardır!”
Sahiden, böyle olacak benim ölümüm, gülmekten boğulacağım,
eşekleri sarhoş gördüğümde ve gece bekçilerinin tanrıdan kuşkulandığını
duyduğumda.
En tanrıtanımaz sözün bir tanrının ağzından çıkmasıyla
gerçekleşti bu: “Tek bir tanrı vardır! Benden başka tanrın olmayacak!” sözüydü
bu – – yaşlı, öfkeden sakalları titreyen, kıskanç bir tanrı böyle unuttu
kendini: Ve tüm tanrılar güldüler o zaman ve sandalyelerinde kaykılıp
bağırdılar: “Tanrının değil de tanrıların olması değil midir tanrılık?”
Kulakları olan işitsin. –
Eski tanrıların işi çok zaman önce bitti: – ve sahiden iyi,
neşeli, tanrılara yaraşır bir sonları oldu! “Alacakaranlıkta” sönüp gitmediler
onlar, – bunu diyenler yalan söylüyor! Aksine: bir defasında kendilerine
ölesiye-güldüler! En tanrıtanımaz sözün bir tanrının ağzından çıkmasıyla
gerçekleşti bu: “Tek bir tanrı vardır! Benden başka tanrın olmayacak!” sözüydü
bu – – yaşlı, öfkeden sakalları titreyen, kıskanç bir tanrı böyle unuttu
kendini: Ve tüm tanrılar güldüler o zaman ve sandalyelerinde kaykılıp
bağırdılar: “Tanrının değil de tanrıların olması değil midir tanrılık?”
Kulakları olan işitsin.
Ey yalnızlık! Ey yurdum yalnızlık! O kadar uzun süre yabanıl
yaşadım ki yaban ellerde, sana dönerken gözyaşı dökmemek mümkün değil! Hadi
tehdit et beni parmağınla annelerin tehdit edişi gibi, hadi gülümse bana
annelerin gülümseyişi gibi, hadi de ki: “Kimdi o, bir zamanlar bir fırtına gibi
esip uzaklaşan benden? – – Kimdi ayrılırken şöyle seslenen: Uzun süre oturdum
yalnızlıkta, unuttum susmayı! Bunu – iyice öğrendin mi şimdi? Ey Zerdüşt, her
şeyi biliyorum: çoğunluğun içinde bir başına, benim yanımda olduğundan daha
terk edilmiş olduğunu da! Terk edilmişlik başkadır, yalnızlık başka: Bunu –
öğrendin şimdi sen! Ve insanların arasında her zaman yabanıl ve yabancı
olacağını da: – Yabanıl ve yabancı olacaksın seni sevseler bile: çünkü her
şeyden önce esirgenmek isterler! Ama burada yurdunda ve evindesin; burada her
şeyi söyleyebilir ve bütün sebepleri döküp sayabilirsin, hiçbir şey gizli,
inatçı duygulardan utanmaz burada. Burada her şey sevgiyle yaklaşır konuşmana
ve şımartır seni; çünkü senin sırtına binmek isterler. Her türlü benzetmenin
sırtında koşturursun burada her türlü hakikate. Dosdoğru ve dobra dobra
konuşabilirsin burada her şeyle: ve sahiden, nasıl da övgü gibi gelir
kulaklarına birinin her şeyle – doğru konuşması! Oysa terk edilmiş olmak başka
bir şeydir. Çünkü hatırlıyor musun, ey Zerdüşt? Bir zamanlar kuşun senin
üzerinde haykırdığında, sen ormanda bir cesedin yanında, nereye gideceğine karar
verememiş, durduğunda: – – ‘Hayvanlarım yol göstersin bana! İnsanların arasında
daha tehlikede olduğumu gördüm, hayvanların arasında olduğumdan,’ dediğinde. –
İşte buydu terk edilmişlik!
Ey, etrafımdaki mutlu sessizlik! Ey, etrafımdaki temiz
kokular! Ey, bu sessizlik nasıl da soluk alır derin bir göğüsten! Ey, nasıl da
kulak verir bu mutlu sessizlik! Ama aşağıda – orada her şey konuşur, her şey
duymazdan gelinir. Kişi bilgeliğini çanlarla duyurabilir; çan sesleri
pazaryerindeki tüccarların metelik seslerinde boğulacaktır! Her şey konuşur
onlarda, hiç kimse bilmez artık dinlemeyi. Her şey suya düşer, hiçbir şey
düşmez artık derin kuyulara.
Ey insani varlık, sen tuhaf şey! Sen karanlık sokaklardaki
gürültü! Şimdi yine arkamda kaldın: – en büyük tehlikem arkamda kaldı!
Esirgemek ve acımaktı her zaman en büyük tehlike bana; ve her türlü insani
varlık da esirgenmek ve acınmak ister.
Zehirli sinekler tarafından sokularak ve sayısız kötülük
damlasıyla taşlar gibi oyularak oturdum onların arasında: “Küçük olan hiçbir
şeyin kendi suçu değildir küçük olmak!” dedim bir de kendime. Kendilerine
“iyiler” diyenlerin en zehirli sinekler olduklarını gördüm; tüm
masumiyetleriyle sokar, tüm masumiyetleriyle yalan söylerler; nasıl
başarabilirler ki bana karşı – adil olmayı! İyilerin arasında yaşayana merhamet
öğretir yalan söylemeyi. Merhamet tüm özgür ruhları boğucu bir havayla sarar.
Akıl sır ermez iyilerin budalalığına.
Onların uyuşuk bilgelerine: bilge dedim, uyuşuk değil, –
sözcükleri yutmayı öğrendim böylelikle. Onların mezar kazıcılar araştırmacılar
ve sınamacılar dedim – sözcükleri birbiriyle değiştirmeyi öğrendim böylelikle.
Kutsamayı öğreten lanet etmeyi de öğretti; dünyada en çok
lanet edilen üç şey nedir? Bunları koyacağım teraziye. Şehvet, iktidar
düşkünlüğü, bencillik: şimdiye dek en çok lanet edilmiş, adı kötüye çıkmış ve
çıkarılmış üç şey bunlardır, – bu üç şeyi insanca bir güzel tartacağım.
Benim ağzım – halk ağzıdır: fazla kaba ve dobra konuşurum
ben çıtkırıldımlar için. Daha da yabancı gelir sözlerim mürekkep-balıklarına ve
kalem-tilkilerine.
Midem – bir kartalın midesi olsa gerek! Çünkü en çok da kuzu
etini sever. Şurası kesin ki, bir kuşun midesidir o.
Benim ağzım – halk ağzıdır: fazla kaba ve dobra konuşurum
ben çıtkırıldımlar için. Daha da yabancı gelir sözlerim mürekkep-balıklarına ve
kalem-tilkilerine. Ellerim – bir delinin elleridir: vay haline tüm masaların ve
duvarların, vay haline bir delinin süslemeleri ve karalamaları için yeri olan
her şeyin! Ayaklarım – bir atın ayaklarıdır; böylece rahvan ve tırıs koşarım
dağda taşta, tarlada bayırda, şeytanın ta kendisiyim zevkten, hızlı koşarken.
Midem – bir kartalın midesi olsa gerek! Çünkü en çok da kuzu etini sever.
Şurası kesin ki, bir kuşun midesidir o. Masum şeylerle ve az sayıda şeyle
beslenirim, hazırımdır ve sabırsızlanırım her an uçmaya – işte budur benim
tarzım: kuşlara özgü bir yan nasıl olmaz ki bunda?
İnsanlara bir gün uçmayı öğreten, tüm sınır taşlarını
yerinden oynatacaktır; tüm sınır taşları havaya uçacak karşısında, yeryüzünü
yeniden vaftiz edecek o – “hafif” koyacak adını. Devekuşu en hızlı attan daha
hızlı koşar, ama yine de kafasını iyice toprağa gömer: işte tam da böyle yapar
henüz uçamayan insan. Ağır der o, yeryüzüne ve yaşama; böyle olmasını ister
ağırlığın tini! Ne ki hafif olmak ve bir kuş olmak isteyen kendisini sevmeli: –
böyle öğretiyorum ben.
İnsan kendini sevmeyi öğrenmeli, – böyle öğretiyorum ben –
şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle: insan kendisine katlansın ve orada burada
sürtmesin diye. Böyle orada burada sürtmek “komşu sevgisi” adıyla vaftiz eder
kendini: bu sözcüklerle şimdiye dek en iyi başarılan şey yalan söylemek ve
ikiyüzlülük olmuştur, özellikle de dünyaya ağır gelenlerin tümü tarafından. Ve
sahiden, kendini sevmeyi öğrenmek bugünden yarına yerine getirilecek bir buyruk
değildir. Daha çok, tüm sanatların içinde en incesi, en kurnazı, en sonuncusu
ve en sabırlısıdır. Kişinin sahip olduğu her şey çok iyi gizlenmiştir
sahibinden; ve tüm hazinelerden en son kendi hazinesini gün ışığına çıkartır
kişi, – böyle gerektirir ağırlığın tini.
İnsanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesiyse en
zorudur; çoğu kez tin yalan söyler ruh hakkında. Böyle gerektirir ağırlığın
tini. Ama kendisini keşfetmiştir, budur benim iyim ve kötüm diyen kişi: böylece
susturmuştur “Herkes için iyi, herkes için kötü,” diyen köstebeği ve cüceyi. Sahiden,
her şeye iyi ve üstelik bu dünyaya da en iyi diyenleri de sevmem. Bulduğuyla
yetinenler derim bunlara. Bulduğuyla yetinmek, her şeyi tadabilmek: en iyi
damak zevki değildir bu! Yemek seçen en inatçı dillere ve midelere saygı
duyarım ben, “Ben” ve “Evet” ve “Hayır” demeyi öğrenmişlerdir onlar. Oysa her
şeyi çiğnemek ve hazmetmek – tam bir domuz tarzıdır bu! Her zaman İ-A[31]demek
– sadece eşek öğrenir bunu ve eşek tinli biri!
Sahiden, beklemeyi de öğrendim, hem de yürekten, – ama
sadece kendimi beklemeyi. Ve her şeyden önce ayağa kalkmayı ve yürümeyi ve
koşmayı ve sıçramayı ve tırmanmayı ve dans etmeyi öğrendim. İşte budur benim
öğretim: bir gün uçmayı öğrenmek isteyenin önce ayağa kalkmayı ve yürümeyi ve
koşmayı ve tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmesi gerekir: – uçmak uçarak
öğrenilmez birdenbire! İp merdivenlerle kimi pencerelere tırmanmayı öğrendim,
tez ayaklarla yüksek direklere çıktım: bilginin yüksek direklerinde oturmak hiç
de azımsanacak bir mutluluk gibi gelmedi bana, – – yüksek direklerin üzerinde
küçük alevler gibi titremek: gerçi küçük bir ışıktır ama, büyük bir tesellidir
gemisi sürüklenmiş gemiciler ve batan gemiden kurtulanlar için! – Çok çeşitli
yollardan ve yöntemlerden vardım kendi hakikatime; tek bir merdivenin üzerinde
çıkmadım yükseğe, gözlerimin kendi uzağıma baktığı yere. Ve hiç sevmedim yol
sormayı – hep ters geldi bu beğenime! Yolları yollara sormayı ve denemeyi
sevdim hep. Bir sorma ve denemeydi benim tüm yürüyüşüm: – sahiden, yanıt
vermeyi de öğrenmek gerek böylesi sorulara! Ama budur – benim beğenim: – iyi
değildir, kötü değildir, ama benim beğenimdir, ne utanırım, ne de sıkılırım
artık ondan. “Budur – işte şimdi benim yolum – sizinki nerede?” diye yanıt
verdim bana “yolu” soranlara. Çünkü o yol – yoktur zaten! Böyle söyledi
Zerdüşt. *
Bu arada, zamanı olan birisi olarak konuşuyorum kendime. Hiç
kimse yeni bir şey anlatmıyor bana: bu yüzden anlatıyorum kendi kendime. –
Kendini komşunda bile aş: ve zorla alabileceğin bir hakkın
sana verilmesine izin verme! Senin yaptığını kimse yapamaz sana. Bak, kısasa
kısas yoktur. Kendisine emretmesini bilmeyen itaat etmelidir. Ve kimileri
kendisine emredebilir, ama kendisine itaat de etmesi için hâlâ çok yetersizdir!
Budur soylu ruhların isteği: hiçbir şeye bedavadan sahip
olmak istemezler, hele yaşama. Ayaktakımından biri bedavadan yaşamak ister; ama
biz, yaşamın kendisini verdiği ötekiler, – her zaman düşünürüz ona karşılık ne
verebileceğimizi! Ve sahiden, seçkin bir sözdür şu: “Yaşamın bize vaat ettiğini
yerine getirmek isteriz biz – yaşam için!” Tat vermediği yerde tat almak
istememeli kişi. Ve – tat almak istememeli kişi! Tat ve masumiyet en utangaç
şeylerdir: ikisi de aranmak istemez. Onlara sahip olmak gerekir –, ama daha
iyisi suçu ve acıyı aramaktır!
Hakiki olmak – bunu çok az kişi başarabilir! Ve bunu başarabilen
de hakiki olmak istemez henüz! Ama en az da iyiler başarır bunu. Ah şu iyiler!
– İyi insanlar asla hakikati söylemez; bu ölçüde iyi olmak bir hastalıktır tin
için.
İyilerin kötü dediği her şey bir araya gelmelidir ki, bir
hakikat doğsun; ah kardeşlerim, bu hakikat için yeterince kötü müsünüz?
“Çalmamalısın!
Öldürmemelisin!” – Bir zamanlar kutsal sayılırdı böylesi sözler; insanlar diz
çöker, boyun eğer ve pabuçlarını çıkarırdı bu sözlerin önünde. Ama soruyorum
size: bu kutsal sözlerden daha iyi hırsızlar ve katiller görülmüş müdür
dünyanın herhangi bir yerinde? Yaşamın tümü zaten – çalma ve öldürme değil
midir? Ve böylesi sözlere kutsal demekle hakikatin kendisi – öldürülmüş olmaz
mı? Yoksa ölümün bir vaazı mıydı bu, yaşamla çelişen ve tersini öğütleyen her
şeye kutsal diyen? – Ey kardeşlerim, kırın, kırın şu eski levhaları!
Asaletin olması için pek çok asil kişiye ve pek çok çeşit
asil kişiye gerek var! Ya da bir zamanlar benzetmeyle konuştuğum gibi,
“Tanrının değil de tanrıların olması; işte budur tanrısallık!”
Ey kardeşlerim, sizi kutsuyor ve yeni bir asalete
yöneltiyorum: geleceği doğuranlar, yetiştirenler ve geleceğin tohumunu atanlar
olun, – – sahiden, tüccar altınlarıyla ve tüccarlar gibi satın alabileceğiniz
bir asalete değil: çünkü fiyatı olan her şeyin çok azdır değeri. Nereden
geldiğiniz değil, nereye gittiğiniz belirlesin bundan sonra şerefinizi! Sizin
ötenize geçmek isteyen isteminiz ve ayaklarınız – bunlar belirlesin şerefinizi!
Sahiden, bir hükümdara hizmet etmiş olmanız değil, – ne önemi var ki artık
hükümdarların! – ya da duran bir şeye daha sağlam dursun diye hisar olarak
hizmet etmiş olmanız değil! Soyunuz saraylarda saraylılaştığı için değil ve bir
flamingo gibi rengârenk, saatler boyunca sığ göllerde durmayı öğrendiğiniz için
değil. – Çünkü ayakta-durabilmek bir meziyettir saray ahalisi arasında; ve tüm
saray ahalisi inanır ölümden sonraki bir mutluluk olduğuna, – oturmayı-hak
etmenin!
“Niye yaşamalı? Her
şey boş! Yaşamak – havanda su dövmektir; yaşamak – kendi kendini yakıp kavurmak
ve yine de ısınamamaktır.” – Eski çağlardan kalma bu laflar “bilgelik”
sayılıyor hâlâ; ama eski oluşları ve küf kokmaları yüzünden daha da saygı
duyuluyor bunlara. Çürümek de asilleştiriyor. – Çocuklar böyle konuşabilir;
onlar ateşten ürker ellerini yaktığı için! Çocuksu çok şey vardır eski bilgelik
kitaplarında. Her zaman “havanda su döven”lerin ne hakkı vardır harman dövmek
üzerine sayıp sövmeye! Çenesini bağlamalı böyle delilerin! Masaya otururlar da
bunlar, hiçbir şey getirmezler yanlarında, iyi bir açlık bile: – ve sonra sövüp
sayarlar, “Her şey boş!” diye. Ama iyi yiyip iyi içmek, ey kardeşlerim, sahiden
de boş bir sanat değildir! Kırın, kırın bu hiçbir zaman hoşnut olmayanların
levhalarını!
İstemek özgürleştirir: çünkü istemek yaratmaktır: bunu
öğretiyorum ben. Ve sadece yaratmak için öğrenmelisiniz!
İşte orada kayık, – öbür tarafa, belki büyük hiçliğe
gidiyor. – Kim binmek ister ki bu “belki”ye? İçinizden hiç kimse binmek istemez
ölüm kayığına! Peki öyleyse dünya-yorgunu olmak isteyişiniz niye? Dünya
yorgunu! Yeryüzünden çekip gitmemişsiniz bile! Her zaman yeryüzünü arzular
İşte orada kayık, – öbür tarafa, belki büyük hiçliğe
gidiyor. – Kim binmek ister ki bu “belki”ye? İçinizden hiç kimse binmek istemez
ölüm kayığına! Peki öyleyse dünya-yorgunu olmak isteyişiniz niye? Dünya
yorgunu! Yeryüzünden çekip gitmemişsiniz bile! Her zaman yeryüzünü arzular
buldum sizi, sevdalıydınız hâlâ yeryüzü-yorgunluğunuzla!
İflah olmazlara hekim olunmaz: bunu öğretir Zerdüşt: – bu
yüzden geçip gitmelisiniz! Ama bir son vermek için, yeni bir dize yazmaktan
daha çok cesaret gereklidir: tüm hekimler ve tüm şairler bunu bilir.
Ey kardeşlerim, zalim miyim ben? Ama derim ki: Düşmekte
olanı itmeli bir de! Bugüne ait olan her şey – düşüyor, çürüyor: kim tutmak
ister onu! Ama ben – ben itmek istiyorum bir de! Taşları derin vadilere
yuvarlamanın şehvetini bilir misiniz? – Günümüzün insanları: bakın, nasıl
yuvarlanıyorlar benim derinliklerime! Daha iyi oyuncuların bir ön oyunuyum ben,
ey kardeşlerim! Bir örneğiyim! Benim örneğime göre davranın! Eğer uçmayı
öğretmiyorsanız – daha hızlı düşmeyi öğretin!
Severim gözü pekleri: ama yeterli değildir kılıç ustası
olmak – darbeyi kime vuracağını da bilmeli! Ve çoğu zaman kişinin kendini tutup
da, oradan geçip gitmesinde daha büyük bir gözü peklik vardır: böylelikle daha
onurlu düşmanlara saklar kendini! Sadece nefret edilesi düşmanlarım olmalı,
aşağılanası düşmanlarım değil: düşmanlarınızla övünmelisiniz; bunu öğretmiştim
bir kez. Daha layık düşmanlara saklamalısınız kendinizi dostlarım: bu yüzden
birçoğunun yanından geçip gitmelisiniz, – – özellikle de, halk ve halklar
hakkında yaygara koparan ayaktakımının yanından.
Ey bir halkın kendine, “Halkların üzerinde – egemen olmak
istiyorum!” dediği kutlu uzak zamanlar. Çünkü kardeşlerim: en iyi olan egemen
olmalı, en iyi olan egemen olmak ister de. Öğretinin başka türlü olduğu yerde –
eksiktir en iyi olan..
Nikâh yutkunmaktansa, nikâh yalanı söylemektense, nikâh
yeminini çiğnemek daha iyi. – Şöyle demişti bana bir kadın: “Evet, çiğnedim
nikâh yeminini, ama ilk önce nikâh çiğnedi beni!” Uygunsuz çiftleşenlerin daima
en kötü kinciler olduğunu gördüm: artık yalnız olamamalarının intikamını
alıyorlardı tüm dünyadan. Bu yüzden, dürüstlerin birbirleriyle şöyle
konuşmasını isterim:[37] “Birbirimizi seviyoruz: görelim bakalım, koruyacak
mıyız sevgimizi! Yoksa bir hata mı olacak vaadimiz? – Bir süre verin bize ve
küçük bir evlilik, görelim bakalım, yeterli miyiz büyük evliliğe! Büyük bir
iştir her zaman iki kişi olmak!”
Ey kardeşlerim! İnsanlığın tüm geleceğindeki en büyük
tehlike nerededir? İyilerde ve adillerde değil midir? – – “Biz biliyoruz zaten
neyin iyi ve adil olduğunu, üstelik sahibiz de ona; yazık burada onu hâlâ
arayana!” diye konuşanlar ve yüreklerinde hissedenlerde değil midir? Kötüler ne
kadar zarar verirlerse versinler: iyilerin verdiği zarar en zararlı zarardır!
Dünyaya kara çalanlar ne kadar zarar verirlerse versinler: iyilerin verdiği
zarar en zararlı zarardır. Ey kardeşlerim, birisi iyilerin ve adillerin
yüreğine bakmıştı da demişti ki: “Ferisilerdir bunlar.” Ama kimse anlamamıştı
onu. İyiler ve adiller de anlayamazlardı onu: ruhları tutsaktır vicdanlarının
rahatlığında. İyilerin budalalığı anlaşılamaz bir biçimde akıllıdır. Ama budur
hakikat: iyiler Ferisi olmalıdırlar – başka seçenekleri yoktur! İyiler kendi
erdemini kendisi bulan kişiyi çarmıha germek zorundadırlar! Budur hakikat! Ama
onların ülkesini, iyilerin ve adillerin ülkesini, yüreğini ve yeryüzü
krallığını keşfeden ikinci kişi şöyle soran kişiydi: çok kimden nefret eder onlar?” Yaratan
kişiden nefret ederler en çok: levhaları ve değerleri kıran, yere çalandan –
suçlu derler ona. Çünkü iyiler – yaratamazlar: her zaman sonun başlangıcıdır
onlar: – – çarmıha gererler yeni değerleri yeni levhalara yazanı, kendilerine
kurban ederler geleceği – çarmıha gererler tüm insanlığın geleceğini! İyiler –
her zaman sonun başlangıcıydı onlar.
“Neden bu kadar
sertsin?” – demişti bir zamanlar alelade kömür elmasa; “Oysa biz yakın akraba
değil miyiz?” – Neden bu kadar yumuşaksınız? – diye soruyorum ben size, ey
kardeşlerim: yoksa – kardeşlerim değil misiniz? Neden böyle yumuşak, bu kadar
uysalsınız, neden her şeye bu kadar razısınız? Neden bu kadar çok inkâr ve
reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az kader var bakışlarınızda? Ve kader
olmayacak, acımasızlar olmayacaksanız: nasıl zafer kazanacaksınız benimle
birlikte? Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün
birinde benimle birlikte nasıl – yaratacaksınız? Çünkü yaratanlar serttir.
Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak
görmelisiniz, – – bin yıllık istemin üzerine madenin üzerine kazır gibi
kazımayı, mutluluk olarak görmelisiniz – madenden daha sert, madenden daha
asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan. Bu yeni levhayı koyuyorum
üzerinize; ey kardeşlerim: Sert olun! –
Çık yukarı, dipsiz düşünce, derinliklerimden! Ben senin
horozun ve gün ağartınım, uykucu solucan: Kalk! Kalk! Sesim uyandıracak seni
bir horoz gibi! Kulağının düğümlerini çöz: kulak ver! Çünkü seni dinlemek
istiyorum! Kalk! Kalk! Burada mezarlara bile dinlemeyi öğretecek kadar gürleme
var! Uykuyu ve tüm bönlüğü, körlüğü sil gözlerinden! Gözlerinle de dinle beni:
doğuştan körler için bile bir şifadır sesim. Bir kez uyandığında sonsuza dek
uyanık kalmalısın. Benim tarzım değildir büyük büyük nineleri uykudan
uyandırmak, söylemek için – uykuya devam etmelerini! Kıpırdıyor, geriniyor,
hırıldıyor musun? Kalk! Kalk! Hırıldaman değil – konuşman gerek benimle!
Zerdüşt çağırıyor seni, o tanrısız! Ben, Zerdüşt, yaşamı savunan, acıyı
Çık yukarı, dipsiz düşünce, derinliklerimden! Ben senin
horozun ve gün ağartınım, uykucu solucan: Kalk! Kalk! Sesim uyandıracak seni
bir horoz gibi! Kulağının düğümlerini çöz: kulak ver! Çünkü seni dinlemek
istiyorum! Kalk! Kalk! Burada mezarlara bile dinlemeyi öğretecek kadar gürleme
var! Uykuyu ve tüm bönlüğü, körlüğü sil gözlerinden! Gözlerinle de dinle beni:
doğuştan körler için bile bir şifadır sesim. Bir kez uyandığında sonsuza dek
uyanık kalmalısın. Benim tarzım değildir büyük büyük nineleri uykudan
uyandırmak, söylemek için – uykuya devam etmelerini! Kıpırdıyor, geriniyor,
hırıldıyor musun? Kalk! Kalk! Hırıldaman değil – konuşman gerek benimle!
Zerdüşt çağırıyor seni, o tanrısız! Ben, Zerdüşt, yaşamı savunan, acıyı
savunan, çemberi savunan – seni çağırıyorum, en dipsiz düşüncemi!
bir yerde, dünya bir bahçe gibi geliyor bana.
Ve siz, tüm bunları seyrettiniz ha? Ey hayvanlarım, siz de
mi zalimsiniz? Siz de mi benim büyük acılarımı seyretmek istediniz, insanların
yaptığı gibi? Çünkü en zalim hayvandır insan. En çok yas-oyunlarından, boğa
güreşlerinden ve çarmıha germelerden hoşlanır o; ve kendine cehennemi icat
ettiğinde, bakın, işte orasıydı onun yeryüzündeki cenneti.
Ey ruhum, her şeyi verdim sana, ellerim sende boşaldı: – ve
şimdi! şimdi soruyorsun gülümseyerek ve hüzünle: “Hangimiz teşekkür borçlu? – –
verenin alana teşekkür etmesi gerekmez mi aldığı için? Armağan etmek bir
zorunluluk değil midir? Almak – merhamet değil midir?”
Ey ruhum, her şeyi verdim sana, ellerim sende boşaldı: – ve
şimdi! şimdi soruyorsun gülümseyerek ve hüzünle: “Hangimiz teşekkür borçlu? – –
verenin alana teşekkür etmesi gerekmez mi aldığı için? Armağan etmek bir
zorunluluk değil midir? Almak – merhamet değil midir?” – Ey ruhum, anlıyorum
hüznünün gülümseyişini: aşırı-zenginliğin kendiliğinden uzatıyor şimdi özlem
dolu ellerini!
Ve birbirimizi yürekten sevmesek bile –, öfkelenmek mi
gerekir, yürekten sevmeyince?
Bundan sonra düşünceli düşünceli bakındı yaşam etrafına ve
şunları söyledi usulca: “Ey Zerdüşt, yeterince sadık değilsin bana! Uzun
zamandır, söylediğin kadar sevmiyorsun beni; biliyorum, çok geçmeden terk
etmeyi düşünüyorsun beni. Eski, ağır mı ağır, homurtulu bir çan vardır:
geceleyin senin mağarana kadar çıkar homurtusu: – duyunca bu gece yarısı
çanının saati vurduğunu, saat bir ile on iki arasında düşünürsün bunu –
“Ey Zerdüşt,”
dediler, “mutluluğunu mu görmeye çalışıyorsun?” – “Ne önemi var mutluluğun!”
diye yanıtladı Zerdüşt, “Artık uzun süredir mutluluk peşinde değilim, eserimin
peşindeyim.” – “Ey Zerdüşt,” diye konuştu hayvanlar yeniden, “çok fazla iyi
şeye sahip birisi olarak söylüyorsun bunları. Mutluluğun gök mavisi gölünde
uzanmış yatmıyor musun?” – “Sizi gidi şakacı soytarılar sizi,” diye yanıtladı
Zerdüşt ve gülümsedi, “nasıl da iyi seçtiniz bu benzetmeyi! Ama biliyorsunuz
ki, benim mutluluğum ağırdır ve akıp giden bir su dalgası gibi değildir: beni
sıkıştırır ve benden uzaklaşmak istemez, erimiş zift gibidir.” –
Anlaşılmazdı da aynı zamanda. Neden öfkelendi ki bize, o
burnundan soluyan, onu kötü anladık diye! Kendisi niye daha açık konuşmadı ki
bizimle? Sorun bizim kulaklarımızdaysa, neden kendisini kötü işiten kulaklar
verdi ki bize? Kulaklarımızda çamur varsa, pekâlâ! Kim koydu çamuru oraya?
Birçok şeyi başaramadı bu çömlekçi, işini hakkıyla öğrenememişti!
Başaramayışının intikamını çömleklerinden ve yarattıklarından alması – iyi
beğeniyle çelişen bir günahtı bu. Dindarlıkta da vardır iyi beğeni: sonunda
dedi ki ‘Olmaz olsun tanrının böylesi! Hiç tanrı olmasın daha iyi, kendi
kaderini kendin çizmen daha iyi, deli olman, kendi kendinin tanrısı olman daha
iyi!’” – “Neler duyuyorum!” dedi bu sırada yaşlı papa, kulak kabartarak; “Ey
Zerdüşt, sen sandığımdan daha dindarsın böyle bir inançsızlıkla! İçindeki bir
tanrı döndürmüş seni dinden, tanrısızlığına.
bağışlayın beni! Ümitsiz birini gören herkes cesurlaşır.
Ümitsiz birine cesaret vermek – bu iş için herkes yeterince güçlü zanneder
kendini.
çoktan kesildi yardım çığlıklarımız. Çoktan açıldı ve
büyülendi zihnimiz ve
Bağışlayın beni, siz ümitsizler, böyle küçük, doğrusu
yakışıksız sözcüklerle konuştuğum için önünüzde, böyle misafirlerin önünde! Ama
yüreğimi coşturan nedir, bilemezsiniz: – – Sizsiniz ve görünüşünüz bunun
sebebi, bağışlayın beni! Ümitsiz birini gören herkes cesurlaşır. Ümitsiz birine
cesaret vermek – bu iş için herkes yeterince güçlü zanneder kendini. Bana siz verdiniz
bu gücü, – iyi bir armağan, yüce dostlarım benim! Doğru bir misafir armağanı!
Pekâlâ, öfkelenmeyin, ben de size kendi armağanımı sunuyorum diye.
Sizin gibi, kendileri de hastalıklı ve cılız bacaklar
üzerinde duranlar, kendileri bunu bilseler de bilmeseler de, esirgenmek
isterler her şeyden önce. Ama ben kollarımı ve bacaklarımı esirgemem,
Sizin gibi, kendileri de hastalıklı ve cılız bacaklar
üzerinde duranlar, kendileri bunu bilseler de bilmeseler de, esirgenmek
isterler her şeyden önce. Ama ben kollarımı ve bacaklarımı esirgemem, ben savaşçılarımı
esirgemem: ne işe yarardınız benim savaşımda?
“İyimserliğini koru,
sen de benim gibi,” diyerek yanıtladı Zerdüşt. “Kendi ahlakını koru, eşsiz
kişi, buğdayını öğüt, suyunu iç, yemeklerini öv; yeter ki seni neşeli
kılsınlar. Ben sadece benimkiler için bir yasayım, ben herkes için bir yasa
değilim. Ama bana ait olanın kemikleri güçlü, ayakları hafif olmalı – –
savaşlardan ve şölenlerden zevk almalı, bir gam küpü olmamalı, bir hayalperest
olmamalı, şölene gider gibi gitmeli en ağır işe de, sağlıklı ve zinde olmalı.
En iyisi aittir benimkilere ve bana; ve bize verilmezse, biz alırız onu – en
iyi yiyeceği, en temiz göğü, en güçlü düşünceleri, en güzel kadınları!”
Siz, daha yüce insanlar, bunu öğrenin benden: pazaryerinde
hiç kimse inanmaz daha yüce insana. Orada konuşmak mı istiyorsunuz, pekâlâ! Ama
ayaktakımı göz kırpar, “Hepimiz eşitiz,” diye. “Siz daha yüce insanlar,” –
böyle göz kırpar ayaktakımı – “daha yüce insan yoktur. Hepimiz eşitiz; insan
insandır, tanrının önünde – hepimiz eşitiz!” Tanrının önünde! – Oysa artık bu
tanrı öldü. Ama biz ayaktakımının önünde eşit olmak istemiyoruz. Siz daha yüce
insanlar, uzaklaşın pazaryerinden!
En kaygılılar şöyle soruyorlar bugün: “İnsan nasıl
korunacak?” Ama ilk defa ve sadece Zerdüşt soruyor: “İnsan nasıl aşılacak?”
Soğuk ruhlulara, katırlara, körlere, sarhoşlara yürekli
demem ben. Korkuyu bilen, ama korkuyu yenendir, uçurumu gören, ama ona gururla
bakandır yürekli kişi. Uçurumu gören, ama uçuruma kartal gözleriyle bakandır,
uçurumu kartal pençeleriyle kavrayandır: cesaretli kişi.
“İnsan kötüdür” –
böyle söylüyor en bilge kişiler beni avutmak için. Ah, keşke bugün hâlâ doğru
olsa bu! Çünkü kötülük insanın en iyi kudretidir. “İnsan daha iyi ve daha kötü
olmalı” – böyle öğretiyorum ben. En kötü, Üstinsanın iyiliği için gereklidir.
Sizin türünüzden gittikçe daha fazlası, gittikçe daha
iyileri yok olmalı – çünkü işiniz gittikçe daha berbat ve daha zor olmalı.
Böyle yalnız, – – böyle yalnız büyür insan, yıldırımın ona isabet edip onu
parçalayacağı o yüksekliğe: yıldırım için yeterli yüksekliğe!
Gücünüzü aşan şeyler istemeyin: güçlerini aşan şeyler
isteyenlerde kötü bir sahtelik vardır. Özellikle de büyük şeyler isterlerse!
Çünkü bu kurnaz kalpazanlar ve oyuncular, büyük şeylere karşı şüphe
uyandırırlar: – – Sonunda kendilerine karşı da sahteleşene dek, güçlü sözlere,
göstermelik erdemlere, parıltılı sahte başarılara bürünmüş bu şaşılar, bu
gizlenmiş kurt yenikleri. Çok dikkatli olun onlara karşı, ey siz daha yüce
insanlar! Çünkü dürüstlükten daha değerli ve daha az bulunur bir şey yoktur
bugün benim gözümde.
Çok şüpheci olun, siz daha yüce insanlar, siz yürekliler!
Siz açık yürekliler! Ve gizli tutun sebeplerinizi! Çünkü gün ayaktakımının
günüdür. Ayaktakımının bir zamanlar sebepsiz inanmaya alıştığı şeyleri kim
sebepler öne sürerek – yıkabilir ki? Ve pazaryerinde insan el kol
hareketleriyle ikna eder. Oysa sebepler ayaktakımını şüpheci kılar.
Böyle kişiler yalan söylememeleriyle övünürler: ama yalan
söylemeye gücü olmamak hakikati seviyor olmak anlamına gelmez henüz. Sakının
kendinizi! Ateşli olmamak idrak anlamına gelmez henüz! Soğumuş tinlere inanmam.
Yalan söyleyemeyen hakikatin ne olduğunu bilmez.
Yukarı mı çıkmak istiyorsunuz, kendi bacaklarınızı kullanın!
Kendinizi yukarı taşıtmayın, başkalarının sırtına ve kafasına oturmayın. Ata
biniyorsun, öyle mi? Şimdi de süratle hedefine at koşturuyorsun, öyle mi?
Pekâlâ, dostum! Ama kötürüm ayağın da oturuyor atın sırtında! Hedefine
vardığında, atından aşağıya adadığında; tam da kendi doruğunda, sen daha yüce
insan – sendeleyeceksin.
Unutun şu “için” sözünü, ey yaratıcılar; sizin erdeminiz,
hiçbir şeyi “için” ve “uğruna” ve “çünkü” ile yapmamanızı ister. Bu sahte küçük
sözcüklere tıkayın kulaklarınızı. “Komşular için”, sadece küçük insanların
erdemidir; orada, “davul bile dengi dengine,” ve “bugün sen bana, yarın ben
sana”: denilir – sizin kadar bencil olmaya ne hakları, ne de güçleri vardır
onların!
Cesaretiniz kırılmasın, ne önemi var ki bunun? Daha ne çok
şey mümkün! Kendinize gülmeyi öğrenin, gerektiği gibi gülmeyi!
Türü ne kadar yüceyse, o kadar ender başarılır bir şey. Siz,
buradaki daha yüce insanlar, hepiniz – başarısızlık değil misiniz? Cesaretiniz
kırılmasın, ne önemi var ki bunun? Daha ne çok şey mümkün! Kendinize gülmeyi
öğrenin, gerektiği gibi gülmeyi!
Bu gülenlerin tacını, bu gül çelengi tacı: ben taktım bu
tacı kendime, ben kutsadım kahkahamı. Başka birini bulamadım bugün bunu yapacak
kadar güçlü olan. Dansçı Zerdüşt, hafif Zerdüşt, kanatlarıyla işaret veren,
uçuşa hazır, tüm kuşlara işaret veren, hazır ve amade, mutlu bir tez canlı: –
Kehanette bulunan Zerdüşt, kehaneti gülen Zerdüşt, sabırsız biri değil, dediğim
dedik biri değil, sıçrayışları ve kaçamakları seven biri; ben taktım bu tacı
kendime!
Yükseğe kaldırın yüreklerinizi kardeşlerim, yükseğe, daha
yükseğe! Bacaklarınızı da unutmayın! Bacaklarınızı da kaldırın, ey iyi
dansçılar: iyisi mi, amuda da kalkın! Mutlulukta da ağır hayvanlar vardır,
doğuştan hantal olanlar vardır. Amuda kalkmaya çalışan bir fil gibi tuhaf bir
halde didinirler. Ama mutluluktan deli olmak mutsuzluktan deli olmaktan daha
iyidir, hantal dans etmek aksak yürümekten daha iyidir. Bu yüzden öğrenin şu
bilgelik sözümü: En kötü şeyin bile iki iyi ters yüzü vardır, – – en kötü şeyin
bile dans edecek iyi bacakları vardır: bu yüzden, daha yüce insanlar, doğru
bacaklar üzerinde durmayı öğrenin! Bu yüzden unutun kederden oflayıp puflamayı
ve tüm ayaktakımı üzüntülerini! Ah ne kadar da üzgün görünüyorlar bugün gözüme,
ayaktakımının soytarıları! Ama gün ayaktakımının günüdür.
Ey daha yüce insanlar, en kötü yanınız bu sizin: hiçbiriniz
gerektiği gibi dans etmesini öğrenmediniz – kendinizi aşarak dans etmesini! Ne
önemi var ki, başarısızlık olmanızın! Daha ne çok şey mümkün! Kendinizi aşarak
gülmesini öğrenin en azından! Kaldırın yüreklerinizi, ey iyi dansçılar,
yükseğe, daha yükseğe! Ve güzel gülmeyi de unutmayın! Bu gülenlerin tacını, bu
gül çelengi tacı: size atıyorum, kardeşlerim bu tacı! Gülmeyi kutsadım ben; siz
daha yüce insanlar, öğrenin – gülmeyi!
Çünkü korku – insanın ilk ve temel duygusudur; korkuyla
açıklanır her türlü ilk günah ve ilk erdem. Korkudan doğdu benim erdemim de,
bilim deniyor ona. Yabanıl hayvanlardan duyulan korku – en uzun zamandır
insanın içinde beslenen korkudur bu ve insanın içinde sakladığı ve korktuğu
hayvan da dahildir buna: – ‘içindeki hayvan’ der Zerdüşt buna.
Çünkü korku – bizim istisnamızdır. Oysa cesaret ve serüven
ve bilinmeyenden, denenmemişten hoşlanmak – bana öyle geliyor ki cesaret
insanın tüm ön tarihidir. İnsan en yabanıl, en cesur hayvanların tüm
erdemlerini kıskanmı ve onlardan çalmıştır: ancak böyle olabilmiştir – insan.
Bu cesaret, sonunda incelmiş, ruhanileşmiş, tinselleşmiş, kartal kanatlı
cesaret, bu yılan akıllı cesaret – bana öyle geliyor ki günümüzde bunun adı – ”
“Mükemmelleşen,
olgunlaşan her şey, – ölmek ister!” diyorsun sen. Kutlu olsun, kutlu olsun
bağcı bıçağı! Ama ham olan her şey yaşamak ister: yazık! Acı der ki: “Yok ol!
Git, ey acı!” Ama acı çeken her şey, yaşamak ister, olgunlaşsın ve neşelensin
ve özlem duysun diye, – daha uzaktakine, daha yüksektekine, daha aydınlık olana
özlem duysun diye. “Mirasçı isterim,” der acı çeken her şey, “çocuk isterim,
kendimi istemem,” – Ama haz mirasçı istemez, çocuk istemez – haz kendisini
ister, bengilik ister, geri gelmek ister, her-şeyin-hep-aynı olmasını ister.
Acı der ki: “Parçalan, kana, yürek! Yürü, bacak! Kanat, uç! Buraya, yukarıya!
Sancı!” Pekâlâ! Hadi bakalım! Ey yaşlı yüreğim: Acı der ki: “Yok ol!”
“Ey büyük yıldız,”
diye konuştu bir zamanlar konuştuğu gibi, “ey derin mutluluk gözü,
aydınlattıkların olmasaydı, ne olurdu mutluluğun? Ve sen uyanıp da geldiğinde
ve armağan edip paylaştığında, onlar hâlâ odalarında kalsalardı: nasıl da
öfkelenirdi gururlu utancın buna!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)