Lévy-Brühl “Kolektif simgesellikle doğruluğu aşikar kabul
edilen, yaygın biçimde geçerli düşünceleri, örneğin ruhlar, cinler, büyü,
büyüsel malzemelerin gücü gibi konuları içeren ilkel düşünceleri
kastetmektedir. Bizim için insanların yaşlılık veya ölümcül bir hastalık
nedeniyle ölmesi gayet mantıklı görünürken, ilkel insan için durum farklıdır.
O, yaşlı bir insan öldüğünde, ölümün yaşlılık sonucu olduğuna inanmaz. Daha
uzun yaşayan insanların bulunduğunu söyler. Benzer şekilde, hiç kimse bir
hastalık sonucu ölemez, çünkü aynı hastalıktan iyileşen veya o hastalığa hiç
yakalanmayan insanlar vardır. Ona göre asıl neden her zaman büyüdür. İnsanı ya
bir ruh öldürür ya da büyü. Çoğu ilkel kabile ancak savaş esnasında ölümü doğal
bir ölüm olarak kabul eder. Ancak savaşta ölümü bile doğal görmeyen kabileler
vardır, onlara göre ölümü getiren düşman ya bir büyücüdür ya da kullandığı silah
büyülüdür.
Biz “bu ev yıldırım çarptığı için yandı” dediğimizde, bir
doğal olaylar zincirini ifade ettiğimizi düşünürüz. İlkel insan da “büyücü bu
evi yakmak için yıldırımı kullandı” dediğinde, benzer bir duygu içinde, doğal
bir zinciri izlediğini düşünmektedir. Bütünüyle tuhaf ve olağandışı olmadıkça,
ilkel insanın yaşamında benzer temellere oturt ulamayacak hiçbir şey yoktur.
Olayları kendi tarzında açıklarken bize çok benzer; varsayımlarını sorgulamaz.
Nasıl ki onun için hastalığın ruhlar veya büyüler kanalıyla gelmesi şaşmaz bir
doğruysa, bizim için de hastalığın doğal nedenlerinin olması uzun zaman önce
kararlaştırılmıştır. Biz nasıl bunu büyüye bağlayamazsak, o da doğal nedenlere
bağlayamaz. Zihinsel aktivitesi bizimkinden farklı değildir. Daha önce dediğim
gibi, onu bizden farklı kılan sadece varsayımlarıdır.
Bizim için, ve ilkel insan için, bu tür şeylerin ahlakla
hiçbir ilgisi yok. Çok dürüst ve asil kafa avcıları var, ' dinî ve vicdanî
duygularla vahşi törenler düzenleyenler var veya haklı olduğuna inanarak
cinayet işleyenler var. İlkel adam ahlaklı bir davranışı değerlendirmek
konusunda bizden daha yeteneksiz değil. Onun iyisi en az bizim iyimiz kadar
iyi, onun kötüsü en az bizimki kadar kötü. Sadece iyinin ve kötünün görünme
biçimleri değişik; ahlaki yargının süreci aynı.
Benzer şekilde, ilkel insanın duyu organlarının bizimkilerden
daha duyarlı olduğu veya bir şekilde değişik olduğu düşünülür. Ama onun oldukça
gelişkin yön duygusu veya duyma ve görme duyusu tamamen onun uğraşlarıyla
ilgilidir. Yaşam deneyimine yabancı durumlarla karşı karşıya geldiğinde,
inanılmaz derecede yavaş ve beceriksizdir. Bir keresinde şahin gibi görme
kapasitesine sahip yerli avcılara bir dergiden, çocuklarımızdan herhangi
birinin anında insan figürü olarak tanımlayabileceği, resimler gösterdim.
Avcılar sayfaları evirdiler, çevirdiler ve sonunda içlerinden biri önce
parmağını resmin üstünde gezdirdi, sonra “Bunlar beyaz adam” dedi. Hepsi bunu
büyük bir keşif olarak kutladı. Birçok yerlinin sahip olduğu, kendi alanını çok
iyi tanıma duygusu bir alışkanlık ve pratik konusudur. Balta girmemiş ormanlarda
yollarını bulmak onlar için bir zorunluluktur Bir Avrupalı bile, Afrika’da bir
süre geçirdikten sonra, daha önce fark edebileceğini hayal bile edemeyeceği
şeyleri fark etmeye başlar; bunu pusulasına rağmen, çaresiz bir şekilde
kaybolma korkusuyla yapar.
İlkel insanın bizden köklü bir şekilde farklı düşündüğünü,
hissettiğini ve algıladığı gösteren hiçbir şey yoktur. Ruhsal işleyişi aynıdır
-ancak temel varsayımları değişiktir. Bununla kıyasladığımızda, bize oranla
daha sınırlı bir bilince sahip olması, veya sahipmiş gibi görünmesi, veya
zihinsel faaliyetlerini fazla, hatta hiç, odak lay amam ası göreceli olarak daha
önemsiz bir veridir. Zihinsel açıdan odaklanamama Avrupalılara çok acayip
gelmektedir. Örneğin, ben asla bir sohbeti iki saatten uzun sürdüremedim, çünkü
yerliler yorulduklarını belirttiler. Çok zor olduğunu söylediler, oysa ben
gelişigüzel biçimde çok basit sorular soruyordum. Ama aynı yerliler avlanırken
veya bir yolculuk esnasında harika bir odaklanma kapasitesi ve dayanıklılık
gösteriyorlardı. Örneğin benim mektuplarımı taşıyan yerli hiç durmadan yetmiş
beş mil koşabiliyordu. Altı aylık hamile bir kadının sırtında bebeği, ağzında
uzun piposu, 95 derece sıcaklıkta, bir ateşin çevresinde sabaha kadar hiç
yorulmadan dans ettiğini gördüm. Bu nedenle ilkel insanların kendilerini
ilgilendiren konulara odaklanma kapasitelerini inkar etmek mümkün değildir. Eğer
biz de bizi ilgilendirmeyen konulara dikkatimizi yoğunlaştırmaya uğraşırsak, ne
kadar kısa sürede odaklanma gücümüzün azaldığını görebiliriz.
Klinik çalışmalarda bulunan bütün doktorlar vakaların
tekrarladığım bilirler. Würzburg’da eski bir psikiatri profesörü ender görülen
bir klinik vakasından-dan söz ederken her zaman şöyle derdi: “Baylar, bu
kesinlikle eşsiz bir vakadır -yarın bunun aynısını tekrar göreceğiz.”
Büyük düşünürlerin dünyaları aydınlatanın parlak güneş mi,
yoksa güneşle ilişki nedeniyle
Büyük düşünürlerin dünyaları aydınlatanın parlak güneş mi,
yoksa güneşle ilişki nedeniyle insan gözü mü olduğu sorusuyla güreştiklerini
biliyoruz. Arkaik insan bunun güneş olduğunu, uygar insansa göz olduğunu
-şimdiye kadar, herhalde, bütünü yansıttığı ve sanatçı hastalığına
yakalanmadığı sürece- düşünür. Doğaya egemen olabilmek için onu ruhsal
özelliklerden kurtarması gerekir; dünyasını objektif görebilmesi için bütün
arkaik yansıtmalarını geri alması gerekir.
Örneğin ben, eğer çakıl taşı dolu bir çanağın içindeki her
taşı tartıp ortalama 145 gr. ağırlık elde etsem, bu bana çakıl taşlarının
gerçek niteliği hakkında çok az bilgi verir. Bu hesaba dayanarak eline aldığı
bir çakıl taşının 145 gr. ağırlığında olacağını düşünen birisi ciddi bir
yanılgıya düşebilir. Hatta, istediği kadar arasın tam 145 gr. gelen tek bir
çakıl taşı bulamayabilir.
Biyolojik bir tür olan insan, aynı zamanda istatiksel bir
birim olarak da tanımlanabilir ve tanımlanmalıdır; aksi halde onun hakkında
hiçbir genelleme yapılamaz. Bu amaçla, insan karşılaştırmalı bir birim olarak
düşünülmelidir. Bu da, insanı, tüm bireysel özelliklerinin çıkartıldığı,
ortalama bir birim olarak soyut bir tablo içinde gösteren ve evrensel
geçerlilik taşıyan antropoloji veya psikoloji bilimini ortaya çıkartır. Ama
insanı anlamak için gereken en önemli özellikler bu çıkartılanlardır. Eğer bir
bireyi anlamak istiyorsam, ortalama insan hakkındaki tüm bilimsel bilgileri bir
yana atıp, tüm teorileri gozardı ederek tümüyle yeni ve önyargısız bir tavır
benimsemek zorundayım. Anlamak işine ancak tam özgür ve açık bir kafayla
yaklaşabilirim, oysa insanı bilme veya insan karakterini kavrama çabası
insanlık hakkında her türlü genel bilgiyi önceden varsayar.
Ve eğer söz konusu psikolog, hastasını sadece bilimsel
olarak sınıflandırmak değil, aynı zamanda onu bir insan olarak da anlamak
isteyen bir tıp doktoru ise, birbirine zıt ve karşılıklı olarak birbirini
dışlayan iki yaklaşım -yani bilmek ile anlamak- arasında mesleki bir çelişki
yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu çelişki, uya bunu, ya onu” seçersin
mantığı ile değil, ancak iki-yönlü bir düşünme ile çözülebilir, yani birini
yaparken, diğerini de göz önünde tutmakla.
Bilimsel varsayımların etkisi altında, sadece insan ruhu
değil, bizzat birey ve, kuşkusuz, tek tek her bir olay tesviye edilip
düzeltilmekte ve ortaya, gerçeğin kavramsal bir ortalamaya dönüştürüldüğü,
bulanık bir tablo çıkartılmaktadır. Bu istatistiksel dünya görünümünün
psikolojik etkisini azımsamamalı-yız, çünkü bireyi tablodan çıkartıp onun
yerine, üst üste yığılarak kitle formasyonları oluşturan anonim birimleri
koymaktadır. Bilim bize, somut birey yerine, örgüt isimleri ve en tepede,
politik gerçeğin prensibi olarak soyut Devlet fikrini sunmaktadır. Bu durumda
bireyin ahlaki sorumluluğu kaçınılmaz olarak yerini Devlet politikasına
bırakır. Bireyin ahlaki ve zihinsel farklılaşması yerine kamu, refahı ve yaşam
standardının yükseltilmesi geçer. Bireysel yaşamın (ki gerçek olan tek yaşam
budur) amacı ve anlamı artık kendi kişisel gelişmesine değil, Devlet
politikasının insafına bırakılmış olur. Devlet politikası bireye dışardan
empoze edilen bir güçtür ve nihai olarak tüm yaşamı kendine doğru çeken soyut
bir düşüncenin tatbik edilmesiyle meydana gelir. Birey kendi hayatını nasıl
yaşayacağı hakkında kendi ahlaki kararlarını verme olanağından giderek daha
fazla yoksun kalır. Sosyal bir ünite gibi yönetilir, beslenir, giydirilir ve
eğitilir, uygun görülen bir konutta barındırılır ve kitlelerin hoşuna giden,
zevkine hitap eden standartlarla eğlendirilir. Yöneticiler de, aynen
yönetilenler gibi, birer sosyal birim olurlar, tek farkları Devlet doktrininin
sözcülüğünü yapmakta uzmanlaşmış olmalarıdır. Akıl yürütme ve yargılama
yeteneğine sahip olmaları gerekmez, kendi iş alanlarının dışında hiçbir işe
yaramayan teşekküllü birer uzman olmaları yeterli-dir. Neyin öğretileceğine,
neyin araştırılacağına Devlet politikası karar verir.
İman kesin bir kolektif inancın ifadesidir, oysa din
sözcüğü belli bazı fizikötesi ve dünyaötesi faktörlerle kurulan öznel ilişkiyi
ifade eder. İman ana hedefi bu dünya olan bir inanç
bildirimidir, dolayısıyla dünyevi bir ilişkidir. Oysa dinin anlamı ve
amacı (Hıristiyanlık, Musevilik ve İslamda olduğu gibi) bireyin Tanrı ile
ilişkisinde veya (Budizmde olduğu gibi) bireyi kurtuluşa ve özgürleşmeye
götüren yolda saklıdır. Tüm ahlak sistemleri bu temel gerçekten
türemişlerdir, o olmaksızın bireyin Tanrı’ya karşı sorumluluğu töresel
veya göreneksel bir erdem olmaktan öteye gidemez.
İman resmi Kilise ile birlikte varolan birşeydir, ya da
sadece gerçek inanç sahiplerinin değil, aynı zamanda dinsel konularda
“kayıtsız” diye tanımlanabilecek ve salt alışkanlıkların etkisiyle Kiliseye
devam eden muazzam sayıda insanın da ait olduğu bir kamu kurumudur. İşte burada
din ile iman arasındaki fark gözle görülür hale gelir. Demek ki, iman
sahibi olmak her zaman dinsel bir konu değil, daha ziyade sosyal bir konudur ve
böyle olduğu için bireye hiçbir temel dayanak kazandırmaz. İman sahibi kişi
kendini desteklemek için bu dünyaya ait olmayan bir otoriteyle ilişkisine güvenmek
zorundadır.
Burjuva mantığında diktatör Devletin büyük bir avantajı
vardır: bireyin yanısıra dinsel güçleri de yutar. Devlet Tanrı’nın yerini
almıştır. İşte bu nedenle, sosyalist diktatörlükler din haline gelmiş ve Devlet
köleliği bir ibadet biçimi olmuştur.
Sonuçta durum, her seferinde olduğu gibi, fanatizm şeklinde
aşırı bir yolla telafi edilir ve fanatizm en ufak bir muhalefet kıvılcımını
bile ezen bir silah olarak kullanılır. ‘Amaca ulaşmak için tüm yollar, en
aşağılık olanlar bile, meşrudur’ gerekçesi ile özgür düşünce ayaklar altına
alınır ve ahlaki yargı hakkı acımasızca bastırılır. Devletin politikası
iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi
ve kötünün ötesinde bir yarı-tanrı haline gelir ve ona kendini adayan
insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi
şereflendirilir. Sadece bir tek gerçek vardır, ondan başka hiçbir gerçek
yoktur. Bu gerçek çok kutsal ve dokunulmazdır, eleştiri-üstüdür. Farklı
düşünen herkes bir zındıktır ve, tarihten de bildiğimiz gibi, her türlü kötü
akıbetle karşılaşma tehlikesi içindedir. Sadece politik gücü elinde tutan parti
başkanı Devlet doktrinini aslına sadık biçimde yorumlayabilir.
Bunu da kendine uygun gördüğü bir şekilde, kafasına estiğince ya-par.
Zira, sihir veya büyünün önemi azımsanamayacak büyük bir
psikolojik etkisi vardır. “Büyülü” bir performans gerçekleştirmek, bunu yapan
kişiye, kararını yerine getirmek için kesinlikle gerekli olan güven duygusunu
verir, çünkü karar almak kaçınılmaz olarak tek yanlı bir eylemdir ve bu
nedenle, bir risk olarak hissedilir. Bir diktatör bile, kendi Devlet
kanunlarını tehditlerle yerine getirmekle kalmaz, bunların çeşitli törenlerle
gerçekleştirilmesini ister. Bandoların, bayrakların, flamaların, törenlerin ve
kitlesel gösterilerin, kilise cemaati yürüyüşlerinden, şeytanı kaçırmak için
yapılan şeylerden prensipte hiçbir farkı yoktur.
Daha önce de söylediğim gibi, diktatör Devlet bireyin
haklarını elinden almakla kalmaz, varlığının metafizik temellerinden yoksun
bırakarak bilfiil ayaklarının altındaki zemini de kaydırır. Bireylerin kişisel
ahlaki kararlarının hiçbir hükmü yoktur —önemli olan kitlelerin kör
hareketidir ve yalan politik hareketin etkin bir prensibi haline gelir. Tüm
haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca Devlet kölesinin varlığının
kanıtladığı gibi, Devlet bu durumdan kârlı sonuçlar çıkartır.
Kaç tane sıfırı eklerseniz ekleyin bir birim elde
edemeyeceğiniz gibi, bir topluluğun değeri de onu oluşturan bireylerin
ruhsal ve ahlaki büyüklüklerine bağlıdır.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, “komün” kavramı kitleleri
örgütlemekte vazgeçilmez bir yardımcıdır ve dolayısıyla iki ucu keskin bir
silahtır.
Maalesef çok açıktır ki, birey kendini ruhen yeniden
yaratamazsa, toplum da yaratamaz, çünkü toplum kurtuluşu arayan bireylerin
toplamından oluşur.
Kitlesel toplantıların kişiye böyle kurtuluş
düşünceleri sergiledikleri ve kitle telkini yoluyla bu fikirleri ona
aşıladıkları doğrudur, ancak bu sarhoşluk hali geçtiğinde kitle insanı
kendisini bir başka daha bariz ve çığırtkan bir slogana hemen teslim eder.
Bireyin Tanrı ile kişisel ilişkisi bu tehlikeli etkilere karşı güçlü bir
kalkandır. İsa mü-ridlerini hiç kitle toplantılarına çağırmış mıdır? Beslediği
beş bin kişiden bir teki bile, Peter gibi taş yürekli bir adamın
bile tereddütler içinde kıvrandığı anlarda, "Çarmıha gerin!”
diye bağıran güruhun karşısına dikilip “durun” diyebilmiş midir? İsa
ile havarisi Paul, kamuoyunu gözardı ederek, kendi bireysel yollarında
içsel deneyimlerine güvenerek, yoluna devam eden insanların prototipleri
değil midir?
Örgütlü kitleye direnebilmek, ancak ve ancak, insanın
bireyliğini o örgütün organizasyonu kadar iyi organize etmesi ile mümkündür.
Birey Kiliseyi ve kendilerine ruhu tedavi etme
görevinin verilmiş olduğu kilise sözcülerini sorguladığı zaman, bir imana
—kesinlikle dünyevi bir kurum olan imana— mensup olmanın dinsel inancın zorunlu
kıldığı bir koşul olduğu, bireyin kuşkuya düştüğü inanç sorunlarının somut
tarihi olaylar olduğu, belli ritüel davranışların mucizevi sonuçlar
yaratacağı, İsa’nın kendisinin yerine çektiği acıların onu günahtan ve
sonuçlarından (yani ebedi lanetten) kurtarmış olduğu söylenmektedir. Eğer
birey, elindeki sınırlı olanaklarla, bu sorular üzerinde düşünmeye başlarsa,
hiçbir şey anlamadığını ve önünde sadece iki seçenek bulunduğunu itiraf etmek
zorunda kalacaktır: ya tam inanacak, ya da anlayamadığı, içinden
çıkamadığı bu iddiaları tümden reddedecektir.
Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında
ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.
Bilinçli aktivitemizin özünde içgüdüye dayandığı,
dinamizmini ve düşünce biçiminin temel özelliklerini içgüdüden aldığı
gerçeği hayvanlar dünyası için de, insan psikolojisi için de aynı önemi
taşır. İnsanın bilgisi, aslında bize apriori (önsel) olarak verilen ezeli
düşünce modellerine sürekli olarak uyum sağlama çabasından oluşur. Bu
düşünceleri belli ölçüde değiştirmek gerekir, çünkü özgün şekilleriyle arkaik
bir yaşam tarzına uygundurlar ve artık çok değişmiş bir çevrenin
gereksinimlerine karşılık veremezler.
Komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin
yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır, çünkü sadece sosyal anlamda değil,
ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. Politik zorlukların
yanısıra, Batı dünyası Nazi Almanyası günlerinde bile kendisini
hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir diktatörün varlığı
parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar.
Komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin
yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır, çünkü sadece sosyal anlamda değil,
ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. Politik
zorlukların yanısıra, Batı dünyası Nazi Almanyası günlerinde bile
kendisini hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir
diktatörün varlığı parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar.
Diktatör açıkça politik sınırın öteki tarafındadır, oysa biz iyinin
ta-rafındayız ve doğru ideallere sahip olmanın tadını çıkartıyoruz.
Elli yıldan fazla bir süredir biliyoruz, ya da bilebilirdik,
ki bilince karşıt (onu dengeleyecek) bir bilinçdışı vardır.
Tıbbi psikoloji bunun tüm gerekli ampirik ve deneysel
kanıtlarını ortaya koymuştur. Bilinci ve onun içeriğini açıkça etkileyen
bilinçdışı bir ruhsal gerçek vardır. Tüm bunlar bilinmektedir, ancak
bundan hiçbir pratik sonuç çıkartılmamıştır. Hâlâ eskisi gibi düşünmeye ve
davranmaya devam ediyoruz, sanki duplex (çift) değil, simplex (tek)mişiz
gibi. Buna uygun olarak kendimizi zararsız, aklı başında ve insancıl olarak
hayal ediyoruz. Güdülerimize, nedenlerimize güvenmemek veya içimizdeki
insana dış dünyada yaptığımız şeyler hakkında ne hissettiğini sormak
aklımıza gelmiyor. Oysa, bilinçdışının tepkisini ve bakış açısını görmezden
gelmek, gerçekten bizim ciddiyetsizliğimizi, yüzeyselliğimizi ve
mantıksızlığımızı, üstelik de fiziksel olarak sağlıksızlığımızı
gösteriyor. Bir insan midesinin veya kalbinin önemsiz olduğunu, hor
görülmeyi hak ettiğini düşünebilir, ama bu, aşırı yemek yemenin veya bedeni
fazla yormanın o insanın bütününü etkileyecek sonuçlara yol açmasını
engellemez. Oysa biz ruhsal hataları ve bunların yol açtığı sorunları salt
sözcüklerle başımızdan def edebileceğimizi zannediyoruz. Zira pekçok insan için
“ruhsal" kelimesi hava cıvadan öte bir şey değildir. Yine de, hiç
kimse ruh olmadan bir dünya olamayacağını, hele hele insancıl bir dünya
olamayacağını inkar edemez. Hemen her şey insan ruhuna ve onun işlevlerine
bağlıdır. Ruhumuz verebileceğimiz kadar çok ilgiye layıktır, özellikle
geleceğimizin iyi ya da kötü kaderinin vahşi hayvanların saldırıları veya
doğal afetler veya dünya çapında salgın hastalıklar tarafından değil, sadece
insanın içindeki ruhsal değişimler tarafından tayin edileceğinin herkesçe kabul
edildiği günümüzde. Yöneticilerimizden yalnızca birkaçının kafasında oluşan
belli belirsiz bir denge kaybı, dünyayı kan, ateş ve radyoaktivite cehennemine
çevirmeye yeterlidir. Bunu başlatmak için gereken teknik araçlar her iki
tarafın da elinde mevcuttur. Ve bazı bilinçli niyetlerin, bunları kontrol
altında tutan içsel bir karşıt olmadığı zaman, ne denli kolaylıkla
harekete geçebileceklerini bir “Lider’in örneğinde gördük. Modern insanın
bilinci dış nesnelere hâlâ o kadar sıkı sıkıya bağlıdır ki, her şeyden sadece
onları sorumlu tutar, sanki tüm kararlar bu nesnelere bağlıymış gibi. Bazı
bireylerin ruhsal durumlarını nesnelerin davranışlarından kurtarabilecekleri,
üzerinde pek az düşünülen bir konudur, oysa bu tür mantıksızlıklar her gün
görülmekte ve herkesin başına gelebilmektedir.
İşte bu noktada kendimize şu soruyu sormalıyız: Beni bir
birey olarak, kalabalıkların içinde erimekten koruyacak dinsel bir yaşamım
ve Tanrı ile doğrudan, yakın bir ilişkim var mı?
Bu soruya olumlu bir cevap verebilmek için, bireyin büyük
bir özenle benliğini sorgulama ve kendini tanıma çabasına gönüllü olması
gerekir. Bu niyetinde kararlılık gösterirse, sadece kendi hakkında bazı
önemli gerçekleri keşfetmekle kalmayacak, aynı zamanda, psikolojik bir
kazanç da elde edecektir: kendisini ciddi bir ilgiye ve sevecen bir dikkate
layık hissetmeyi başaracaktır. Kendi insanlık onurunu ilan etme cesaretini
üstlenecek ve bilincinin temellerine doğru —yani dinsel deneyimin
erişilebilir tek kaynağı olan bilinçdışına doğru— ilk adımları atacaktır.
Dindar insan çağımızın başında Demokles'in kılıcı gibi
dikilen o can alıcı soruyu yanıtlamakta büyük bir üstünlüğe sahiptir: kişisel
(öznel) varlığının temelinin “Tanrı” ile ilişkisine dayandığını gayet net bir
şekilde bilir. Burada etkinliğinin ve sembolizminin bilinçdışı psişe
ortamında filtre edildiği antro-pomorfik (insan biçimci) bir düşünceyle
uğraştığımız için Tanrı sözcüğünü tırnak içine alıyorum. Tanrıya inansın veya
inanmasın, her insan eğer isterse bu tür deneyimlerin kaynağına, en azından,
yaklaşabilir.
Hukuken konuşursak, suçun ortağı olmasak bile, insan
tabiatımız yüzünden her zaman potansiyel suçlularız. Sadece o cehennem gibi
meydan kavgasına sürüklenecek uygun ortamı bulamadık şimdiye
dek. Hiçbirimiz insanlığın o kolektif kara gölgesinin dışında değiliz.
Suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve
her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla insan
biraz “kötülüğü hayal etse” iyi olurdu, zira ancak bir aptal kendi
doğasının durumunu sürekli olarak görmezden gelebilir. Gerçekten de, bu gaflet
insanı kötülüğün aracı yapmanın en etkili yoludur. Zararsızlık ve naiflik,
bir kolera hastası ile yakınlarının hastalığın bulaşıcılı-ğından bihaber
olmaları ne kadar işe yararsa, o kadar işe yarar. Aksine, zararsız ve naif
olmak farkedilmeyen kötülüğün “ötekine” yansıtılmasına yol açar.
Ama eğer kötülüğün insanın, kendi seçimi olmadığı halde,
doğasında daima yaşadığı gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda
kötülük iyinin eşit ve zıt partneri olarak yerini alır.
Günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla
kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini
harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara
sahiptir.
Teoride, nükleer parçalanma gibi cehennem ölçeğindeki
deneyleri yapmaktan, sırf tehlikesi yüzünden de olsa, vazgeçmek aklın gücü
dahilindedir. Ancak, insanın kendi bağrında değil de daima başkalarının
bağrında gördüğü kötülükten korkması her seferinde mantığına engel
olmaktadır, yoksa insan bu silahı kullanmanın canlı yaşamını dünya yüzünden
sileceğini zaten biliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder