14 Aralık 2019 Cumartesi

Keşfedilmemiş Benlik


Lévy-Brühl “Kolektif simgesellikle doğruluğu aşikar kabul edilen, yaygın biçimde geçerli düşünceleri, örneğin ruhlar, cinler, büyü, büyüsel malzemelerin gücü gibi konuları içeren ilkel düşünceleri kastetmektedir. Bizim için insanların yaşlılık veya ölümcül bir hastalık nedeniyle ölmesi gayet mantıklı görünürken, ilkel insan için durum farklıdır. O, yaşlı bir insan öldüğünde, ölümün yaşlılık sonucu olduğuna inanmaz. Daha uzun yaşayan insanların bulunduğunu söyler. Benzer şekilde, hiç kimse bir hastalık sonucu ölemez, çünkü aynı hastalıktan iyileşen veya o hastalığa hiç yakalanmayan insanlar vardır. Ona göre asıl neden her zaman büyüdür. İnsanı ya bir ruh öldürür ya da büyü. Çoğu ilkel kabile ancak savaş esnasında ölümü doğal bir ölüm olarak kabul eder. Ancak savaşta ölümü bile doğal görmeyen kabileler vardır, onlara göre ölümü getiren düşman ya bir büyücüdür ya da kullandığı silah büyülüdür.

Biz “bu ev yıldırım çarptığı için yandı” dediğimizde, bir doğal olaylar zincirini ifade ettiğimizi düşünürüz. İlkel insan da “büyücü bu evi yakmak için yıldırımı kullandı” dediğinde, benzer bir duygu içinde, doğal bir zinciri izlediğini düşünmektedir. Bütünüyle tuhaf ve olağandışı olmadıkça, ilkel insanın yaşamında benzer temellere oturt ulamayacak hiçbir şey yoktur. Olayları kendi tarzında açıklarken bize çok benzer; varsayımlarını sorgulamaz. Nasıl ki onun için hastalığın ruhlar veya büyüler kanalıyla gelmesi şaşmaz bir doğruysa, bizim için de hastalığın doğal nedenlerinin olması uzun zaman önce kararlaştırılmıştır. Biz nasıl bunu büyüye bağlayamazsak, o da doğal nedenlere bağlayamaz. Zihinsel aktivitesi bizimkinden farklı değildir. Daha önce dediğim gibi, onu bizden farklı kılan sadece varsayımlarıdır.

Bizim için, ve ilkel insan için, bu tür şeylerin ahlakla hiçbir ilgisi yok. Çok dürüst ve asil kafa avcıları var, ' dinî ve vicdanî duygularla vahşi törenler düzenleyenler var veya haklı olduğuna inanarak cinayet işleyenler var. İlkel adam ahlaklı bir davranışı değerlendirmek konusunda bizden daha yeteneksiz değil. Onun iyisi en az bizim iyimiz kadar iyi, onun kötüsü en az bizimki kadar kötü. Sadece iyinin ve kötünün görünme biçimleri değişik; ahlaki yargının süreci aynı.

Benzer şekilde, ilkel insanın duyu organlarının bizimkilerden daha duyarlı olduğu veya bir şekilde değişik olduğu düşünülür. Ama onun oldukça gelişkin yön duygusu veya duyma ve görme duyusu tamamen onun uğraşlarıyla ilgilidir. Yaşam deneyimine yabancı durumlarla karşı karşıya geldiğinde, inanılmaz derecede yavaş ve beceriksizdir. Bir keresinde şahin gibi görme kapasitesine sahip yerli avcılara bir dergiden, çocuklarımızdan herhangi birinin anında insan figürü olarak tanımlayabileceği, resimler gösterdim. Avcılar sayfaları evirdiler, çevirdiler ve sonunda içlerinden biri önce parmağını resmin üstünde gezdirdi, sonra “Bunlar beyaz adam” dedi. Hepsi bunu büyük bir keşif olarak kutladı. Birçok yerlinin sahip olduğu, kendi alanını çok iyi tanıma duygusu bir alışkanlık ve pratik konusudur. Balta girmemiş ormanlarda yollarını bulmak onlar için bir zorunluluktur Bir Avrupalı bile, Afrika’da bir süre geçirdikten sonra, daha önce fark edebileceğini hayal bile edemeyeceği şeyleri fark etmeye başlar; bunu pusulasına rağmen, çaresiz bir şekilde kaybolma korkusuyla yapar.

İlkel insanın bizden köklü bir şekilde farklı düşündüğünü, hissettiğini ve algıladığı gösteren hiçbir şey yoktur. Ruhsal işleyişi aynıdır -ancak temel varsayımları değişiktir. Bununla kıyasladığımızda, bize oranla daha sınırlı bir bilince sahip olması, veya sahipmiş gibi görünmesi, veya zihinsel faaliyetlerini fazla, hatta hiç, odak lay amam ası göreceli olarak daha önemsiz bir veridir. Zihinsel açıdan odaklanamama Avrupalılara çok acayip gelmektedir. Örneğin, ben asla bir sohbeti iki saatten uzun sürdüremedim, çünkü yerliler yorulduklarını belirttiler. Çok zor olduğunu söylediler, oysa ben gelişigüzel biçimde çok basit sorular soruyordum. Ama aynı yerliler avlanırken veya bir yolculuk esnasında harika bir odaklanma kapasitesi ve dayanıklılık gösteriyorlardı. Örneğin benim mektuplarımı taşıyan yerli hiç durmadan yetmiş beş mil koşabiliyordu. Altı aylık hamile bir kadının sırtında bebeği, ağzında uzun piposu, 95 derece sıcaklıkta, bir ateşin çevresinde sabaha kadar hiç yorulmadan dans ettiğini gördüm. Bu nedenle ilkel insanların kendilerini ilgilendiren konulara odaklanma kapasitelerini inkar etmek mümkün değildir. Eğer biz de bizi ilgilendirmeyen konulara dikkatimizi yoğunlaştırmaya uğraşırsak, ne kadar kısa sürede odaklanma gücümüzün azaldığını görebiliriz.

Klinik çalışmalarda bulunan bütün doktorlar vakaların tekrarladığım bilirler. Würzburg’da eski bir psikiatri profesörü ender görülen bir klinik vakasından-dan söz ederken her zaman şöyle derdi: “Baylar, bu kesinlikle eşsiz bir vakadır -yarın bunun aynısını tekrar göreceğiz.”

Büyük düşünürlerin dünyaları aydınlatanın parlak güneş mi, yoksa güneşle ilişki nedeniyle

Büyük düşünürlerin dünyaları aydınlatanın parlak güneş mi, yoksa güneşle ilişki nedeniyle insan gözü mü olduğu sorusuyla güreştiklerini biliyoruz. Arkaik insan bunun güneş olduğunu, uygar insansa göz olduğunu -şimdiye kadar, herhalde, bütünü yansıttığı ve sanatçı hastalığına yakalanmadığı sürece- düşünür. Doğaya egemen olabilmek için onu ruhsal özelliklerden kurtarması gerekir; dünyasını objektif görebilmesi için bütün arkaik yansıtmalarını geri alması gerekir.

Örneğin ben, eğer çakıl taşı dolu bir çanağın içindeki her taşı tartıp ortalama 145 gr. ağırlık elde etsem, bu bana çakıl taşlarının gerçek niteliği hakkında çok az bilgi verir. Bu hesaba dayanarak eline aldığı bir çakıl taşının 145 gr. ağırlığında olacağını düşünen birisi ciddi bir yanılgıya düşebilir. Hatta, istediği kadar arasın tam 145 gr. gelen tek bir çakıl taşı bulamayabilir.

Biyolojik bir tür olan insan, aynı zamanda istatiksel bir birim olarak da tanımlanabilir ve tanımlanmalıdır; aksi halde onun hakkında hiçbir genelleme yapılamaz. Bu amaçla, insan karşılaştırmalı bir birim olarak düşünülmelidir. Bu da, insanı, tüm bireysel özelliklerinin çıkartıldığı, ortalama bir birim olarak soyut bir tablo içinde gösteren ve evrensel geçerlilik taşıyan antropoloji veya psikoloji bilimini ortaya çıkartır. Ama insanı anlamak için gereken en önemli özellikler bu çıkartılanlardır. Eğer bir bireyi anlamak istiyorsam, ortalama insan hakkındaki tüm bilimsel bilgileri bir yana atıp, tüm teorileri gozardı ederek tümüyle yeni ve önyargısız bir tavır benimsemek zorundayım. Anlamak işine ancak tam özgür ve açık bir kafayla yaklaşabilirim, oysa insanı bilme veya insan karakterini kavrama çabası insanlık hakkında her türlü genel bilgiyi önceden varsayar.

Ve eğer söz konusu psikolog, hastasını sadece bilimsel olarak sınıflandırmak değil, aynı zamanda onu bir insan olarak da anlamak isteyen bir tıp doktoru ise, birbirine zıt ve karşılıklı olarak birbirini dışlayan iki yaklaşım -yani bilmek ile anlamak- arasında mesleki bir çelişki yaşama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu çelişki, uya bunu, ya onu” seçersin mantığı ile değil, ancak iki-yönlü bir düşünme ile çözülebilir, yani birini yaparken, diğerini de göz önünde tutmakla.

Bilimsel varsayımların etkisi altında, sadece insan ruhu değil, bizzat birey ve, kuşkusuz, tek tek her bir olay tesviye edilip düzeltilmekte ve ortaya, gerçeğin kavramsal bir ortalamaya dönüştürüldüğü, bulanık bir tablo çıkartılmaktadır. Bu istatistiksel dünya görünümünün psikolojik etkisini azımsamamalı-yız, çünkü bireyi tablodan çıkartıp onun yerine, üst üste yığılarak kitle formasyonları oluşturan anonim birimleri koymaktadır. Bilim bize, somut birey yerine, örgüt isimleri ve en tepede, politik gerçeğin prensibi olarak soyut Devlet fikrini sunmaktadır. Bu durumda bireyin ahlaki sorumluluğu kaçınılmaz olarak yerini Devlet politikasına bırakır. Bireyin ahlaki ve zihinsel farklılaşması yerine kamu, refahı ve yaşam standardının yükseltilmesi geçer. Bireysel yaşamın (ki gerçek olan tek yaşam budur) amacı ve anlamı artık kendi kişisel gelişmesine değil, Devlet politikasının insafına bırakılmış olur. Devlet politikası bireye dışardan empoze edilen bir güçtür ve nihai olarak tüm yaşamı kendine doğru çeken soyut bir düşüncenin tatbik edilmesiyle meydana gelir. Birey kendi hayatını nasıl yaşayacağı hakkında kendi ahlaki kararlarını verme olanağından giderek daha fazla yoksun kalır. Sosyal bir ünite gibi yönetilir, beslenir, giydirilir ve eğitilir, uygun görülen bir konutta barındırılır ve kitlelerin hoşuna giden, zevkine hitap eden standartlarla eğlendirilir. Yöneticiler de, aynen yönetilenler gibi, birer sosyal birim olurlar, tek farkları Devlet doktrininin sözcülüğünü yapmakta uzmanlaşmış olmalarıdır. Akıl yürütme ve yargılama yeteneğine sahip olmaları gerekmez, kendi iş alanlarının dışında hiçbir işe yaramayan teşekküllü birer uzman olmaları yeterli-dir. Neyin öğretileceğine, neyin araştırılacağına Devlet politikası karar verir.

İman kesin bir kolektif inancın ifadesidir, oysa din sözcüğü belli bazı fizikötesi ve dünyaötesi faktörlerle kurulan öznel ilişkiyi ifade eder. İman ana hedefi bu dünya olan bir inanç bildirimidir, dolayısıyla dünyevi bir ilişkidir. Oysa dinin anlamı ve amacı (Hıristiyanlık, Musevilik ve İslamda olduğu gibi) bireyin Tanrı ile ilişkisinde veya (Budizmde olduğu gibi) bireyi kurtuluşa ve özgürleşmeye götüren yolda saklıdır. Tüm ahlak sistemleri bu temel gerçekten türemişlerdir, o olmaksızın bireyin Tanrı’ya karşı sorumluluğu töresel veya göreneksel bir erdem olmaktan öteye gidemez.

İman resmi Kilise ile birlikte varolan birşeydir, ya da sadece gerçek inanç sahiplerinin değil, aynı zamanda dinsel konularda “kayıtsız” diye tanımlanabilecek ve salt alışkanlıkların etkisiyle Kiliseye devam eden muazzam sayıda insanın da ait olduğu bir kamu kurumudur. İşte burada din ile iman arasındaki fark gözle görülür hale gelir. Demek ki, iman sahibi olmak her zaman dinsel bir konu değil, daha ziyade sosyal bir konudur ve böyle olduğu için bireye hiçbir temel dayanak kazandırmaz. İman sahibi kişi kendini desteklemek için bu dünyaya ait olmayan bir otoriteyle ilişkisine güvenmek zorundadır.

Burjuva mantığında diktatör Devletin büyük bir avantajı vardır: bireyin yanısıra dinsel güçleri de yutar. Devlet Tanrı’nın yerini almıştır. İşte bu nedenle, sosyalist diktatörlükler din haline gelmiş ve Devlet köleliği bir ibadet biçimi olmuştur.

Sonuçta durum, her seferinde olduğu gibi, fanatizm şeklinde aşırı bir yolla telafi edilir ve fanatizm en ufak bir muhalefet kıvılcımını bile ezen bir silah olarak kullanılır. ‘Amaca ulaşmak için tüm yollar, en aşağılık olanlar bile, meşrudur’ gerekçesi ile özgür düşünce ayaklar altına alınır ve ahlaki yargı hakkı acımasızca bastırılır. Devletin politikası iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi ve kötünün ötesinde bir yarı-tanrı haline gelir ve ona kendini adayan insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi şereflendirilir. Sadece bir tek gerçek vardır, ondan başka hiçbir gerçek yoktur. Bu gerçek çok kutsal ve dokunulmazdır, eleştiri-üstüdür. Farklı düşünen herkes bir zındıktır ve, tarihten de bildiğimiz gibi, her türlü kötü akıbetle karşılaşma tehlikesi içindedir. Sadece politik gücü elinde tutan parti başkanı Devlet doktrinini aslına sadık biçimde yorumlayabilir. Bunu da kendine uygun gördüğü bir şekilde, kafasına estiğince ya-par.

Zira, sihir veya büyünün önemi azımsanamayacak büyük bir psikolojik etkisi vardır. “Büyülü” bir performans gerçekleştirmek, bunu yapan kişiye, kararını yerine getirmek için kesinlikle gerekli olan güven duygusunu verir, çünkü karar almak kaçınılmaz olarak tek yanlı bir eylemdir ve bu nedenle, bir risk olarak hissedilir. Bir diktatör bile, kendi Devlet kanunlarını tehditlerle yerine getirmekle kalmaz, bunların çeşitli törenlerle gerçekleştirilmesini ister. Bandoların, bayrakların, flamaların, törenlerin ve kitlesel gösterilerin, kilise cemaati yürüyüşlerinden, şeytanı kaçırmak için yapılan şeylerden prensipte hiçbir farkı yoktur.

Daha önce de söylediğim gibi, diktatör Devlet bireyin haklarını elinden almakla kalmaz, varlığının metafizik temellerinden yoksun bırakarak bilfiil ayaklarının altındaki zemini de kaydırır. Bireylerin kişisel ahlaki kararlarının hiçbir hükmü yoktur —önemli olan kitlelerin kör hareketidir ve yalan politik hareketin etkin bir prensibi haline gelir. Tüm haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca Devlet kölesinin varlığının kanıtladığı gibi, Devlet bu durumdan kârlı sonuçlar çıkartır.

Kaç tane sıfırı eklerseniz ekleyin bir birim elde edemeyeceğiniz gibi, bir topluluğun değeri de onu oluşturan bireylerin ruhsal ve ahlaki büyüklüklerine bağlıdır.

Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, “komün” kavramı kitleleri örgütlemekte vazgeçilmez bir yardımcıdır ve dolayısıyla iki ucu keskin bir silahtır.

Maalesef çok açıktır ki, birey kendini ruhen yeniden yaratamazsa, toplum da yaratamaz, çünkü toplum kurtuluşu arayan bireylerin toplamından oluşur.

Kitlesel toplantıların kişiye böyle kurtuluş düşünceleri sergiledikleri ve kitle telkini yoluyla bu fikirleri ona aşıladıkları doğrudur, ancak bu sarhoşluk hali geçtiğinde kitle insanı kendisini bir başka daha bariz ve çığırtkan bir slogana hemen teslim eder. Bireyin Tanrı ile kişisel ilişkisi bu tehlikeli etkilere karşı güçlü bir kalkandır. İsa mü-ridlerini hiç kitle toplantılarına çağırmış mıdır? Beslediği beş bin kişiden bir teki bile, Peter gibi taş yürekli bir adamın bile tereddütler içinde kıvrandığı anlarda, "Çarmıha gerin!” diye bağıran güruhun karşısına dikilip “durun” diyebilmiş midir? İsa ile havarisi Paul, kamuoyunu gözardı ederek, kendi bireysel yollarında içsel deneyimlerine güvenerek, yoluna devam eden insanların prototipleri değil midir?

Örgütlü kitleye direnebilmek, ancak ve ancak, insanın bireyliğini o örgütün organizasyonu kadar iyi organize etmesi ile mümkündür.

Birey Kiliseyi ve kendilerine ruhu tedavi etme görevinin verilmiş olduğu kilise sözcülerini sorguladığı zaman, bir imana —kesinlikle dünyevi bir kurum olan imana— mensup olmanın dinsel inancın zorunlu kıldığı bir koşul olduğu, bireyin kuşkuya düştüğü inanç sorunlarının somut tarihi olaylar olduğu, belli ritüel davranışların mucizevi sonuçlar yaratacağı, İsa’nın kendisinin yerine çektiği acıların onu günahtan ve sonuçlarından (yani ebedi lanetten) kurtarmış olduğu söylenmektedir. Eğer birey, elindeki sınırlı olanaklarla, bu sorular üzerinde düşünmeye başlarsa, hiçbir şey anlamadığını ve önünde sadece iki seçenek bulunduğunu itiraf etmek zorunda kalacaktır: ya tam inanacak, ya da anlayamadığı, içinden çıkamadığı bu iddiaları tümden reddedecektir.

Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.

Bilinçli aktivitemizin özünde içgüdüye dayandığı, dinamizmini ve düşünce biçiminin temel özelliklerini içgüdüden aldığı gerçeği hayvanlar dünyası için de, insan psikolojisi için de aynı önemi taşır. İnsanın bilgisi, aslında bize apriori (önsel) olarak verilen ezeli düşünce modellerine sürekli olarak uyum sağlama çabasından oluşur. Bu düşünceleri belli ölçüde değiştirmek gerekir, çünkü özgün şekilleriyle arkaik bir yaşam tarzına uygundurlar ve artık çok değişmiş bir çevrenin gereksinimlerine karşılık veremezler.

Komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır, çünkü sadece sosyal anlamda değil, ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. Politik zorlukların yanısıra, Batı dünyası Nazi Almanyası günlerinde bile kendisini hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir diktatörün varlığı parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar.

Komünist devrim, insanı demokratik kolektif psikolojinin yaptığından çok daha fazla alçaltmıştır, çünkü sadece sosyal anlamda değil, ahlaki ve ruhsal açıdan da insanın özgürlüğünü yok etmiştir. Politik zorlukların yanısıra, Batı dünyası Nazi Almanyası günlerinde bile kendisini hissettiren büyük bir psikolojik dezavantaj yaşamıştır: bir diktatörün varlığı parmağımızı kendimizden uzağa, gölgeye uzatmamıza yol açar. Diktatör açıkça politik sınırın öteki tarafındadır, oysa biz iyinin ta-rafındayız ve doğru ideallere sahip olmanın tadını çıkartıyoruz.

Elli yıldan fazla bir süredir biliyoruz, ya da bilebilirdik, ki bilince karşıt (onu dengeleyecek) bir bilinçdışı vardır. Tıbbi psikoloji bunun tüm gerekli ampirik ve deneysel kanıtlarını ortaya koymuştur. Bilinci ve onun içeriğini açıkça etkileyen bilinçdışı bir ruhsal gerçek vardır. Tüm bunlar bilinmektedir, ancak bundan hiçbir pratik sonuç çıkartılmamıştır. Hâlâ eskisi gibi düşünmeye ve davranmaya devam ediyoruz, sanki duplex (çift) değil, simplex (tek)mişiz gibi. Buna uygun olarak kendimizi zararsız, aklı başında ve insancıl olarak hayal ediyoruz. Güdülerimize, nedenlerimize güvenmemek veya içimizdeki insana dış dünyada yaptığımız şeyler hakkında ne hissettiğini sormak aklımıza gelmiyor. Oysa, bilinçdışının tepkisini ve bakış açısını görmezden gelmek, gerçekten bizim ciddiyetsizliğimizi, yüzeyselliğimizi ve mantıksızlığımızı, üstelik de fiziksel olarak sağlıksızlığımızı gösteriyor. Bir insan midesinin veya kalbinin önemsiz olduğunu, hor görülmeyi hak ettiğini düşünebilir, ama bu, aşırı yemek yemenin veya bedeni fazla yormanın o insanın bütününü etkileyecek sonuçlara yol açmasını engellemez. Oysa biz ruhsal hataları ve bunların yol açtığı sorunları salt sözcüklerle başımızdan def edebileceğimizi zannediyoruz. Zira pekçok insan için “ruhsal" kelimesi hava cıvadan öte bir şey değildir. Yine de, hiç kimse ruh olmadan bir dünya olamayacağını, hele hele insancıl bir dünya olamayacağını inkar edemez. Hemen her şey insan ruhuna ve onun işlevlerine bağlıdır. Ruhumuz verebileceğimiz kadar çok ilgiye layıktır, özellikle geleceğimizin iyi ya da kötü kaderinin vahşi hayvanların saldırıları veya doğal afetler veya dünya çapında salgın hastalıklar tarafından değil, sadece insanın içindeki ruhsal değişimler tarafından tayin edileceğinin herkesçe kabul edildiği günümüzde. Yöneticilerimizden yalnızca birkaçının kafasında oluşan belli belirsiz bir denge kaybı, dünyayı kan, ateş ve radyoaktivite cehennemine çevirmeye yeterlidir. Bunu başlatmak için gereken teknik araçlar her iki tarafın da elinde mevcuttur. Ve bazı bilinçli niyetlerin, bunları kontrol altında tutan içsel bir karşıt olmadığı zaman, ne denli kolaylıkla harekete geçebileceklerini bir “Lider’in örneğinde gördük. Modern insanın bilinci dış nesnelere hâlâ o kadar sıkı sıkıya bağlıdır ki, her şeyden sadece onları sorumlu tutar, sanki tüm kararlar bu nesnelere bağlıymış gibi. Bazı bireylerin ruhsal durumlarını nesnelerin davranışlarından kurtarabilecekleri, üzerinde pek az düşünülen bir konudur, oysa bu tür mantıksızlıklar her gün görülmekte ve herkesin başına gelebilmektedir.

İşte bu noktada kendimize şu soruyu sormalıyız: Beni bir birey olarak, kalabalıkların içinde erimekten koruyacak dinsel bir yaşamım ve Tanrı ile doğrudan, yakın bir ilişkim var mı?

Bu soruya olumlu bir cevap verebilmek için, bireyin büyük bir özenle benliğini sorgulama ve kendini tanıma çabasına gönüllü olması gerekir. Bu niyetinde kararlılık gösterirse, sadece kendi hakkında bazı önemli gerçekleri keşfetmekle kalmayacak, aynı zamanda, psikolojik bir kazanç da elde edecektir: kendisini ciddi bir ilgiye ve sevecen bir dikkate layık hissetmeyi başaracaktır. Kendi insanlık onurunu ilan etme cesaretini üstlenecek ve bilincinin temellerine doğru —yani dinsel deneyimin erişilebilir tek kaynağı olan bilinçdışına doğru— ilk adımları atacaktır.

Dindar insan çağımızın başında Demokles'in kılıcı gibi dikilen o can alıcı soruyu yanıtlamakta büyük bir üstünlüğe sahiptir: kişisel (öznel) varlığının temelinin “Tanrı” ile ilişkisine dayandığını gayet net bir şekilde bilir. Burada etkinliğinin ve sembolizminin bilinçdışı psişe ortamında filtre edildiği antro-pomorfik (insan biçimci) bir düşünceyle uğraştığımız için Tanrı sözcüğünü tırnak içine alıyorum. Tanrıya inansın veya inanmasın, her insan eğer isterse bu tür deneyimlerin kaynağına, en azından, yaklaşabilir.

Hukuken konuşursak, suçun ortağı olmasak bile, insan tabiatımız yüzünden her zaman potansiyel suçlularız. Sadece o cehennem gibi meydan kavgasına sürüklenecek uygun ortamı bulamadık şimdiye dek. Hiçbirimiz insanlığın o kolektif kara gölgesinin dışında değiliz. Suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla insan biraz “kötülüğü hayal etse” iyi olurdu, zira ancak bir aptal kendi doğasının durumunu sürekli olarak görmezden gelebilir. Gerçekten de, bu gaflet insanı kötülüğün aracı yapmanın en etkili yoludur. Zararsızlık ve naiflik, bir kolera hastası ile yakınlarının hastalığın bulaşıcılı-ğından bihaber olmaları ne kadar işe yararsa, o kadar işe yarar. Aksine, zararsız ve naif olmak farkedilmeyen kötülüğün “ötekine” yansıtılmasına yol açar.

Ama eğer kötülüğün insanın, kendi seçimi olmadığı halde, doğasında daima yaşadığı gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda kötülük iyinin eşit ve zıt partneri olarak yerini alır.

Günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir.

Teoride, nükleer parçalanma gibi cehennem ölçeğindeki deneyleri yapmaktan, sırf tehlikesi yüzünden de olsa, vazgeçmek aklın gücü dahilindedir. Ancak, insanın kendi bağrında değil de daima başkalarının bağrında gördüğü kötülükten korkması her seferinde mantığına engel olmaktadır, yoksa insan bu silahı kullanmanın canlı yaşamını dünya yüzünden sileceğini zaten biliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder