29 Aralık 2020 Salı

Böyle Söyledi Zerdüşt v.3

 

Hasta olmaya ve güvensizlik duymaya günahkârlık gözüyle bakar son insanlar: temkinli olurlar. Hâlâ taşlara ya da insanlara takılıp tökezleyen, budaladır!

==========

Ruhun bedeninden önce ölmüş olacak, hiç korkma artık!”

==========

Bu arada akşam oldu ve pazaryeri karanlığa gömüldü; bunun üzerine halk dağıldı, çünkü merak ve korku bile yorgun düşer eninde sonunda.

==========

Yeni değerler yaratmak – aslanın da gücü yetmez henüz buna. Ama yeni bir yaratım için özgürlük yaratmak – buna yeter aslanın gücü. Kendine özgürlük yaratmak, ödevini bile kutlu bir Hayır’la yanıtlamak: işte, kardeşlerim, bunun için gerek var aslana. Yeni değerler yaratma hakkını ele geçirmek – dayanıklı ve saygılı bir tin için, en korkunç adım budur. Gerçekten, bir yağmacılıktır ve yırtıcı bir hayvanın işidir bu onun gözünde.

==========

aslana. Ama söyleyin kardeşlerim, aslanın gücünün yetmediği, ama çocuğun yapabileceği ne var ki? Neden yırtıcı aslanın bir de çocuk olması gerekiyor ki? Masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir Evet deyiştir. Evet, kutlu bir Evet-deyiş gerekir yaratma oyununa, kardeşlerim: şimdi kendi istemini ister ruh, kendi dünyasını kazanır dünyayı kaybeden.

==========

Onun bilgeliği şu: iyi uyumak için uyanık olmak. Yaşamın bir anlamı olmasaydı da anlamsızlığı seçmek zorunda kalsaydım eğer, anlamsızlıkların arasında en iyi seçenek bu olurdu doğrusu. İnsanlar bir zamanlar erdem öğretmenleri ararken, aslında aradıkları neydi, şimdi anlıyorum açıkça. İyi bir uyku ve üstüne afyonlu erdemlermiş aradıkları!

==========

İyi ve kötü, haz ve acı, Ben ve Sen – renkli buhur gibi görünüyordu bana, yaratıcı gözlerin önündeki. Kendisini görmek istemiyordu yaratan – bunun üzerine dünyayı yarattı. Kendi acılarını görmemek ve kendinden geçmek, mest edici bir haz gibidir acı çekene. Mest edici bir haz ve kendini kaybetmek gibi görünüyordu bir zamanlar dünya bana.

==========

İyi ve kötü, haz ve acı, Ben ve Sen – renkli buhur gibi görünüyordu bana, yaratıcı gözlerin önündeki. Kendisini görmek istemiyordu yaratan – bunun üzerine dünyayı yarattı. Kendi acılarını görmemek ve kendinden geçmek, mest edici bir haz gibidir acı çekene. Mest edici bir haz ve kendini kaybetmek gibi görünüyordu bir zamanlar dünya bana. Bu dünya ezelden beri eksik, bengi bir çelişkinin sureti ve kusurlu bir sureti, – kusurlu yaratıcısı için mest edici bir haz: – böyle görün bir zamanlar dünya bana.

==========

Bir zamanlar Zerdüşt de insan ötesinin hayaline kapılmıştı, tüm ötedünyacılar[4] gibi. O zaman dünya acı çeken ve işkence gören bir tanrının eseriymiş gibi görünüyordu bana.

==========

Sahiden, güçtür tüm varlığı kanıtlamak ve güçtür onu konuşturmak. Söyleyin bana kardeşlerim, tüm şeylerin en harikası zaten en iyi kanıtlanmış olan değil midir? Evet, kendi içindeki çelişkisi ve karışıklığıyla da bu Ben’dir, kendi varlığından hâlâ en dürüst söz eden; yaratan, isteyen, değer biçen Ben, tüm şeylerin ölçütü ve değeri olan Ben. Ve bu en dürüst varlık, Ben – bu konuşur bedenden ve hâlâ bedeni ister, şiir yazdığında, hayal kurduğunda ve kırık kanatlarını çırptığında bile. Hep daha dürüstçe konuşmayı öğrenir bu Ben: ve öğrendikçe daha çok sözcük bulup saygı duyar bedene ve yeryüzüne. Yeni bir gurur öğretti bana Ben’im, onu öğretiyorum insanlara: kafasını göksel şeylerin kumuna artık gömmemeyi, aksine, yeryüzüne anlam veren bu yeryüzü-kafasını özgürce taşımayı!

==========

Yeni bir istem öğretiyorum insanlara: insanın körlemesine yürüdüğü bu yolu istemeyi, onu uygun görmeyi, hastalar ve ölüm döşeğindekiler gibi ondan kaçmaya çalışmamayı!

==========

Sefilliklerinden kaçmak istiyorlardı ve yıldızlar onlara çok uzaktı. İç çektiler bu yüzden: “Ah, göksel yollar olsa da, usulca yaklaşsak başka bir varlığa ve mutluluğa!” – Bunun üzerine icat ettiler hilelerini ve kanlı içkiciklerini! Böylece kendi bedenlerinden ve yeryüzünden uzaklaştıklarını zannediyorlardı, bu nankörler. Peki kime borçluydular başka âlemlere gitmelerinin acısını ve sevincini? Bedenlerine ve bu yeryüzüne.

==========

Bedeni Aşağılayanlar Üzerine Bir çift sözüm var bedeni aşağılayanlara. Ne yeni bir şey öğrensinler, ne de yeni bir şey öğretsinler, sadece kendi bedenlerine hoşça kal desinler – ve böylece sussunlar. “Bedenim ben, hem de ruh” – böyle konuşur çocuk. Neden çocuklar gibi konuşmayalım ki? Ama uyanmış, bilen kişi der ki: Bütünüyle bedenim ben, başka hiçbir şey değilim onun dışında; ruh da bedendeki bir şeye verilen addır sadece. Beden büyük bir akıldır, tek bir duygusu olan bir çoğulluktur, bir savaş ve bir barıştır, bir sürü ve bir çobandır. Senin küçük aklın da bedeninin aletidir, kardeşim, şu senin “tin” dediğin, senin büyük aklının küçük bir aleti ve oyuncağıdır. “Ben,” diyorsun ve gurur duyuyorsun bu sözcükten, inanmak istemeyeceksin ama – senin bedenin ve onun büyük aklı daha da büyüktür oysa; o Ben demez, ama Ben’i oluşturur. Duyunun hissettiğinin ve tinin idrak ettiğinin kendi içinde bir sonu yoktur asla. Ama duyu ve tin, her şeyin onlarda sona erdiğine ikna etmek isterler seni: bu kadar kibirlidir onlar. Duyu ve tin alettir, oyuncaktır: onların ardındaysa benlik vardır. Benlik bilincin gözleriyle de arar, tinin kulaklarıyla da duyar. Benlik hep kulak kesilir ve arar: karşılaştırır, zapt eder, fetheder, yıkar. Egemen olur ve Ben’e de egemendir. Düşüncelerinin ve duygularının ardında güçlü bir buyurgan, bilinmeyen bir bilge vardır kardeşim – benlik denir ona. Senin bedeninde yaşar o, senin bedenindir o. Bedeninde senin en büyük bilgeliğinden daha çok akıl vardır. Kim bilebilir ki, en büyük bilgeliğin niçin gerektiğini bedenine? Benliğin gülüp geçer Ben’ine ve onun gururlu sıçrayışlarına. “Ne önemi var ki düşüncenin sıçrayışlarının ve uçuşlarının benim için?” der kendi kendine. “Amacıma giden birer dolambaçlı yol bunlar. Ben’in dizginlerini tutan ve onun kavramlarını kulağına fısıldayan benim.” Benlik der ki Ben’e: “Burada acı duy!” Bunun üzerine Ben acı çeker ve acıdan nasıl kurtulacağını düşünür – ve tam da bu nedenle düşünmesi gereklidir. Benlik der ki Ben’e: “Burada haz duy!” Bunun üzerine Ben sevinir ve nasıl sık sık sevinebileceğini düşünür – ve tam da bu nedenle düşünmesi gereklidir. Bir çift sözüm var bedeni aşağılayanlara. Aşağılamaları saygılarındandır. Saygıyı ve aşağılamayı ve değeri ve istemi yaratan nedir? Yaratıcı benlik saygıyı ve aşağılamayı yarattı kendisi için, hazzı ve acıyı yarattı. Yaratıcı beden, istemine bir el olarak ruhu yarattı kendisine. Budalalığınızla ve aşağılamalarınızla bile kendi benliğinize hizmet ediyorsunuz, siz bedeni aşağılayanlar. Diyorum ki size: Benliğiniz ölmek istiyor ve yaşama sırt çeviriyor. En çok istediği şeyi yapabilecek halde değil artık: – Kendinden öte bir şey yaratmak. En çok bunu istiyor, budur onun tüm tutkusu. Oysa çok geç kaldı artık bunun için: – bu yüzden benliğiniz yok olmak istiyor sizin, ey bedeni aşağılayanlar. Yok olmak istiyor benliğiniz ve bu yüzden bedeni aşağılıyorsunuz siz! Çünkü artık kendinizden öte bir şey yaratacak halde değilsiniz. İşte bu yüzden yaşama ve yeryüzüne öfkeleniyorsunuz şimdi. Haset dolu, bilinçdışı bir kıskançlık var aşağılamanızın şaşı bakışlarında. Ben sizin yolunuzdan yürümüyorum, ey bedeni aşağılayanlar! Siz benim için Üstinsana giden köprü değilsiniz! – Böyle söyledi Zerdüşt.

==========

Kardeşim, bir erdemin varsa ve o senin erdeminse, hiç kimseyle paylaşmazsın bu erdemi. Gerçekten, ona adıyla hitap etmek ve okşamak istersin; onun kulaklarını çekmek ve onunla oyalanmak istersin. Bak hele! Şimdi onun adını halkla paylaşıyorsun ve erdeminle halk ve sürü oldun sen de! Daha iyi yapmış olurdun: “Dile getirilemezdir ve adsızdır, ruhuma acı ve hoşluk veren, üstelik yüreğimin açlığını çektiği şey,” deseydin. Erdemin, adların mahremiyetinden daha yüce olsun; ondan söz etmen gerektiğinde dilinin dolaşmasından utanma. Böylece ağzında şunları gevele: “Bu benim iyim, bunu seviyorum, bu tam da böyle benim hoşuma gidiyor, sadece böyle istiyorum iyiyi.

==========

Eskiden tutkuların vardı ve kötü dedin onlara. Ama şimdi sadece erdemlerin var: onlar senin tutkularından doğdu.

==========

Ve ister ansızın öfkelenenlerden ol, ister şehvetlilerden, istersen de bağnazlardan ya da intikam düşkünlerinden ol: Sonunda tüm tutkuların erdemlere dönüşecek, tüm şeytanların da meleklere.

==========

Ve artık bundan böyle kötü bir şey doğmayacak senden, senin erdemlerinin çatışmasından doğan kötüden öte.

==========

Her bir erdem bir diğerini kıskanır ve kıskançlık korkunç bir şeydir. Erdemler de mahvolabilir kıskançlık yüzünden. Kıskançlık ateşinin ortasında kalan, sonunda kendine yöneltir zehirli iğnesini, tıpkı bir akrep gibi. Ah, kardeşim, hiç görmedin mi şimdiye kadar bir erdemin kendi kendine iftira edip, iğnesini kendine batırdığını? İnsan aşılması gereken bir şeydir: işte bu yüzden erdemlerini sevmelisin – çünkü onlarda yok olacaksın.

==========

Demek hayvan başını eğmeden önce öldürmek istemiyorsunuz onu, siz yargıçlar ve kurban edenler! Bakın, solgun suçlu başını eğdi, büyük aşağılama konuşuyor gözlerinde. “Aşılması gereken bir şeydir Ben’im: İnsanın en büyük aşağılanışıdır Ben’im”: böyle konuşuyor bu gözler. Kendi hükmünü vermesi yaşamının doruk noktasıydı: yücelmiş olanın yeniden alçalmasına izin vermeyin! Kendi kendinden böyle acı çekene tez bir ölümden başka kurtuluş yoktur.

==========

“Düşman” demelisiniz, “kötü” değil; “hasta” demelisiniz, “alçak” değil; “budala” demelisiniz, “günahkâr” değil.

==========

Nedir bu insan? Bir aradayken nadiren barış içinde yaşayan yabani yılanlardan oluşan bir yumak – kendi başlarına giderler uzaklara ve av ararlar yeryüzünde.

==========

Ancak, bu kulaklarınıza girmez ki: sizin iyilerinize zararının dokunduğunu söylüyorsunuz bana. Ama sizin iyileriniz benim ne umurumda! Sahiden, sizin kötüleriniz değil, iyilerinizdeki pek çok şey tiksindiriyor beni. İsterdim ki, sizi yok edecek bir cinnete kapılasınız, tıpkı bu solgun suçlu gibi! Sahiden, cinnetinizin adı hakikat ya da sadakat ya da adalet olsun isterdim; ama erdemleriniz var sizin, uzun bir yaşam ve sefil bir huzur için. Bir korkuluğum ben ırmak kenarında, tutunabilen tutunsun bana! Sizin koltuk değneğiniz değilim ama.

==========

Tüm yazılanların içinde insanın kendi kanıyla yazdığını severim sadece. Kanınla yaz: göreceksin ki kan tindir. Yabancı kanı anlamak pek de kolay değildir: okuyan aylaklardan nefret ederim. Okuru tanıyan, artık okur için hiçbir şey yapmaz. Bir yüzyıl daha okurlar olursa – tin bile kokuşacaktır. Herkesin okumayı öğrenme hakkının olması, zamanla sadece yazmayı değil, düşünmeyi de mahveder. Bir zamanlar tanrıydı tin, sonra insan oldu ve şimdi hatta ayaktakımından birisi olacak. Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil ezbere bilinmek ister. Dağlarda en kısa yol doruktan doruğadır: ama bunun için uzun bacakların olmalı. Özdeyişler doruk olmalı; kendisine hitap edilen de irikıyım ve uzun boylu.

==========

Yükselmek istediğiniz zaman yukarıya bakıyorsunuz. Oysa ben, yükselmiş olduğumdan aşağıya bakıyorum. Var mı içinizde hem gülebilen ve hem de yükselmiş birisi? En yüksek dağlara çıkan, güler tüm yas-oyunlarına[7] ve yas ciddiyetlerine.

==========

Cesur, tasasız, alaycı, zorba – böyle olmamızı ister bilgelik: bir dişidir o ve her zaman yalnızca savaşçıyı sever. Diyorsunuz ki, “Taşımak zor yaşamı.” Yoksa neye yarardı sabahları gururlu olup da akşamları teslim oluşunuz? Taşımak zordur yaşamı: ama bu kadar çıtkırıldım olmayın siz de! Hepimiz şirin, dayanıklı eşekleriz, erkeğiyle dişisiyle. Nedir ortak yanımız, üzerinde bir çiy tanesi durduğu için titreyen bir gül goncasıyla? Doğrudur: severiz yaşamı, yaşama değil de, sevmeye alışkın olduğumuz için. Her zaman biraz çılgınlık vardır aşkta. Ama her zaman biraz da akıl vardır çılgınlıkta.

==========

İnanacak olsaydım, dans etmesini bilen bir tanrıya inanırdım. Ve şeytanımı gördüğümde, onu ciddi, sağlam, derin, vakur buldum: ağırlığın ruhuydu o – onun sayesinde düşer tüm şeyler. Öfkeyle değil, gülmeyle öldürür insan. Hadi, öldürelim ağırlığın ruhunu! Yürümeyi öğrendim: o zamandan beri koşturuveriyorum. Uçmayı öğrendim: o zamandan beri kimse itmeden havalanıveriyorum. Hafifim şimdi, uçuyorum şimdi, kendimle baş başa görüyorum kendimi, şimdi bir tanrı dans ediyor bende.

==========

Zerdüşt’ün gözleri bir delikanlının kendisinden kaçındığını görmüştü. Ve bir akşam, “Alaca İnek” denilen şehri çevreleyen dağlarda bir başına gezmeye çıktığında: o da ne, gezinirken bu delikanlıyı bir ağaca yaslanıp oturmuş ve yorgun bakışlarla vadiyi seyrederken görmesin mi? Zerdüşt delikanlının yaslandığı ağacı tuttu ve şunları söyledi: “Bu ağacı ellerimle sallamak isteseydim, gücüm yetmezdi buna. Oysa gözümüzle göremediğimiz rüzgâr ona istediği gibi eziyet ediyor, onu eğip büküyor. Görünmez ellerdir bize en kötü eziyetleri çektirenler, bizi eğip bükenler.” Bunun üzerine delikanlı şaşkınlık içinde ayağa kalktı ve “Zerdüşt’ün sesini duyuyorum, tam da onu düşündüğüm sırada,” dedi. Zerdüşt delikanlıya şöyle yanıt verdi: “Bu yüzden niye dehşete kapılıyorsun ki? – Oysa insanlar da ağaç gibidir. Ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse, o kadar kuvvetle toprağın altına inmek ister kökleri, karanlığa, derinliğe – kötülüğe.” “Evet, kötülüğe!” diye bağırdı delikanlı. “Nasıl oluyor da ruhumu keşfedebiliyorsun?” Zerdüşt gülümsedi ve dedi ki: “Kimi ruhlar asla keşfedilemez. Meğerki yeni icat edilmiş olsunlar.” “Evet, kötülüğe!” diye bağırdı delikanlı bir kez daha. “Sen hakikati dile getirdin, Zerdüşt. Yükseğe çıkmak istediğimden beri, ben bile güvenmiyorum artık kendime, hiç kimse güvenmiyor artık bana – peki, nasıl oluyor bu? Hızla değişiyorum: bugünüm dünümle çelişiyor. Yukarı çıkarken sık sık basamakları atlıyorum – hiçbir basamak bağışlamıyor beni. Yukarı vardığımda, hep yalnız buluyorum kendimi. Hiç kimse konuşmuyor benimle, yalnızlığın ayazı titretiyor beni. Ne arıyorum ki yükseklerde? Aşağılamam ve özlemim birlikte gelişiyor; ne denli yükseğe çıkarsam, o denli aşağılıyorum yukarı çıkanı. Ne arıyor ki yükseklerde? Ne kadar utanıyorum, yukarı çıkarkenki halimden ve sendeleyişimden! Nasıl da alay ediyorum, nefes nefese kalışımla! Nasıl da nefret ediyorum uçanlardan! Ne kadar yorgun oluyorum yükseklerde!” Delikanlı burada sustu. Zerdüşt yanlarındaki ağaca bakıp şöyle söyledi: “Bu ağaç bir başına duruyor bu dağda; insanlardan ve hayvanlardan daha yükseğe uzanmış. Konuşmak isteseydi, kendisini anlayan hiç kimseyi bulamayacaktı: o kadar yükselmiş. Şimdi bekliyor da bekliyor – neyi bekliyor ki? Bulutların yatağına yakın oturuyor: belli ki ilk yıldırımı bekliyor.” Zerdüşt bunu söylediğinde delikanlı heyecanlı el kol hareketleri yaparak bağırdı: “Evet, Zerdüşt, hakikati söylüyorsun. Yükseğe çıkmak istediğimde, batışımdı arzuladığım, ve sensin beklediğim yıldırım! Bak, ne hale geldim senin bize görünmenden beri? Sana duyduğum hasettir mahveden beni!” – Böyle konuştu delikanlı ve acı acı ağlamaya başladı. Ama Zerdüşt kolunu onun boynuna doladı ve onu yanına aldı. Bir süre birlikte yürüdükten sonra Zerdüşt şöyle söyledi: Yüreğim paralanıyor. Gözlerin sözlerinden daha iyi anlatıyor bana içinde bulunduğun tehlikeyi. Özgür değilsin henüz, hâlâ özgürlüğü arıyorsun. Uykusuz ve aşırı uyanık kılmış arayışın seni. Özgür yüksekliklere çıkmak istiyorsun, yıldızlara susamış ruhun. Ama kötü dürtülerin de özgürlüğe susamış. Vahşi köpeklerin özgür kalmak istiyor; tinin tüm zindanların kapısını açmaya çalıştığında, zevkten uluyorlar mahzenlerinde. Henüz bir tutsaksın benim gözümde, özgürlüğü tasarlayan: ah, kurnazdır böyle tutsakların ruhu, ama hilebaz ve kötüdür aynı zamanda. Arınması da gerekir tinden azat olanın. Hâlâ zindanın ve çürümenin izleriyle doludur içi: arınması gerekir gözlerinin de. Evet, biliyorum seni bekleyen tehlikeyi. Ancak, sevgim ve umudumla sesleniyorum sana: sevgini ve umudunu fırlatıp atma! Soylu hissediyorsun hâlâ kendini, sana kızgın olanlar ve kötü bakışlar fırlatanlar da soylu hissediyorlar kendilerini. Bil ki, herkesin yolunda engel olan bir soylu vardır. İyilerin de yolunda engel olan bir soylu vardır: kendileri ona iyi biri deseler bile, böylelikle onu bertaraf etmek isterler. Yeni şeyler ve yeni bir erdem yaratmak ister soylu kişi. Eski şeyleri ve eskilerin korunmasını ister iyi kişi. Ama soylu kişideki tehlike onun iyi olması değildir, aksine, küstah, alay eden, yok eden biri olmasıdır. Ah, soylular tanırdım, en yüce umutlarını kaybettiler. Şimdi de kara çalıyorlar tüm yüce umutlara... Şimdi küstahça ve anlık zevklerle yaşıyorlar, hiçbir hedef koymuyorlar ertesi güne bile. “Tin aynı zamanda şehvettir,” – diyorlardı. Bu sırada tinlerinin kanatları kırıldı: şimdi sürünüyor ve kemirdiği her şeyi pisletiyor tinleri. Bir zamanlar kahraman olmayı düşünüyorlardı: şehvet düşkünü oldular şimdi. Bir öfke ve bir dehşettir kahraman onlara. Ama sevgimle ve umudumla sesleniyorum sana: gönlündeki kahramanı fırlatıp atma! Kutsal tut, en yüce umudunu!

==========

“Yaşam sadece acı çekmektir” – böyle der diğerleri ve yalan söylemiş de sayılmazlar: o halde siz buna bir son vermeye bakın! O halde sadece acı çekmek olan yaşamı sona erdirmeye bakın!

==========

Eğer yürekten merhametli olsalardı, komşularına yaşamı zehir ederlerdi. Kötü olmak – bu onların haklı iyiliği olurdu. Oysa yaşamla bağlarını koparmak istiyorlar: ama zincirleriyle ve armağanlarıyla diğerlerini yaşama daha sıkı bağladıkları umurlarında mı ki?

==========

Yüreğinizdeki nefreti ve hasedi bilirim. Nefreti ve hasedi bilmeyecek kadar büyük değilsiniz. En azından kendinizden utanmayacak kadar büyük olun!

==========

Gözleri daima bir düşmanı arayanlardan olun – kendi düşmanını. Ve kimileriniz ilk bakışta nefret edenlerdendir. Kendi düşmanınızı aramalısınız ve kendi düşünceleriniz uğruna kendi savaşınızı vermelisiniz! Kendi düşünceniz yenilse bile, dürüstlüğünüz zafer çığlıkları atmalı! Barışı sevmelisiniz yeni savaşların aracı niyetine. Ve kısa süren barışı uzunundan daha çok sevmelisiniz. Çalışmayı değil, savaşmayı öğütlüyorum size. Barışı değil, zaferi öğütlüyorum. Çalışmanız bir kavga, barışınız bir zafer olsun! Ancak oku ve yayı olan birisi susup da oturabilir sessizce: yoksa konuşur ve çekişir insan. Barışınız bir zafer olsun! İyi bir dava, savaşı bile kutsallaştırandır diyorsunuz öyle mi? Ben de diyorum ki size: iyi bir savaş her davayı kutsallaştırır.

==========

“İyi nedir?” diye soruyorsunuz. Cesur olmak iyidir. Bırakın küçük kızlar: “Aynı zamanda hem güzel, hem de dokunaklı olmak iyidir,” desinler. Kalpsiz diyorlar size: ama sahicidir sizin kalbiniz ve ben utangaçlığını seviyorum sizin içtenliğinizin. Siz yüreğinizin taşmasından utanıyorsunuz ve başkaları yüreklerinin kurumasından utanıyorlar. Çirkin misiniz? Pekâlâ, kardeşlerim! Yüce olanı alın üstünüze, çirkinliğin hırkasını!

==========

İsyan etmek – budur seçkinliği kölelerin. Sizin seçkinliğiniz itaat etmek olsun! Buyurmanız bile itaat olsun!

==========

İyi bir savaşçının kulağına “yapmalısın” sözü “istiyo-rum”dan daha hoş gelir. Ve hoşunuza giden her şeyin önce kendinize emredilmesini sağlayın.

==========

Sadece nefret edilesi düşmanlarınız olmalı, aşağılanası düşmanlarınız olmamalı. Gurur duymalısınız düşmanlarınızla: çünkü düşmanlarınızın başarıları sizin de başarılarınızdır.

==========

Devlet diyorum, herkesin, iyilerin ve kötülerin zehir içtiği o yere: devlet, herkesin iyilerin ve kötülerin kendini kaybettiği yer: devlet herkesin yavaş yavaş intihar etmesine – “yaşam” adı verilen yer.

==========

Şu çevik maymunların tırmanışına bakın! Birbirlerinin sırtına tırmanırlar, böylece çamura ve derine batarlar.

==========

Büyük ruhlar için özgür bir yaşam açık duruyor önlerinde hâlâ. Sahiden, kim az şeye sahipse başkaları da ona daha az sahip olur: şan olsun küçük yoksulluğa! Orada, devletin bittiği yerde başlar, fazlalık olmayan ilk insan: orada başlar gerekli olanın şarkısı, biricik ve eşsiz bir biçimde. Oraya, devletin bittiği yere – oraya bakın kardeşlerim! Görmüyor musunuz gökkuşağını ve Üstinsana giden köprüleri?

==========

Yeni değerleri bulanların etrafında döner dünya: – görünmezdir dönüşü. Oysa oyuncuların etrafında döner halk ve ün: böyledir dünyanın gidişatı.

==========

Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı. Onları sahneye koyan biri olmadıkça, en iyi şeyler bile bir işe yaramaz bu dünyada: büyük adamlar der halk bu sahneye koyanlara. Pek kavramaz halk büyük olanı, yani: yaratanı. Ama hoşlanır büyük davaları sahneye koyan ve oynayan herkesten.

==========

Bu dediği dedik, ısrarcı kişileri kıskanma sen hakikat sevdalısı! Hakikat hiçbir zaman dediği dedik birinin kollarına bırakmamıştır kendini. Bu apansızlar yüzünden geri dön güvende olduğun yere: sadece pazaryerinde saldırırlar bir Evet ya da Hayır’la adamın üzerine. Yavaştır idraki tüm derin kuyuların: uzun süre beklemeleri gerekir, derinliklerine neyin düştüğünü anlayabilmeleri için. Pazaryerinin ve ünün öbür tarafında yer alır büyük olan ne varsa: çarşının ve ünün öbür tarafında yaşamıştır daima, yeni değerler yaratan kim varsa. Kaç dostum, yalnızlığına kaç: zehirli sineklerin soktuğunu görüyorum seni. Kaç, rüzgârın sert ve şiddetli estiği yere! Kaç yalnızlığına! Küçüklere ve sefillere fazla yakın yaşıyordun. Kaç onların görünmez intikamından! Sana karşı, intikamdan başka bir şey değildir onlar. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar ve senin kaderin bir sineklik olmak değildir. Sayısızdır bu küçükler ve sefiller; yağmur damlaları ve yabani otlar bile yetmiştir kimi gururlu yapıları çökertmeye. Bir taş değilsin sen, ama çok fazla damlayla şimdiden oyuldu için. Kırılıp paramparça olacaksın bir de sayısız damla yüzünden. Zehirli sineklerden yorgun düştüğünü görüyorum, bedenindeki yüzlerce çizikten kanlar aktığını görüyorum; ve tüm bunlar karşısında gururun öfkeye bile kapılmıyor.

==========

Oysa sen, derin kişi, derin acılar çekiyorsun küçük yaralardan da; ve daha sen iyileşmeden önce aynı zehirli solucan tırmanıyor eline.

==========

Övgüleriyle de vızıldarlar etrafında: ısrarcılıktır onların övgüsü. Senin derine ve kanına yakın olmak isterler. Dalkavukluk ederler sana, bir tanrı ya da şeytana dalkavukluk eder gibi; sızlanırlar karşında, bir tanrının ya da şeytanın karşısındaymış gibi. Neye yarar ki! Dalkavuk ve sızlanandır onlar, işte bu kadar! Çoğu zaman kendilerini sevimli de gösterirler sana. Oysa korkakların her zamanki kurnazlığıdır bu. Evet, korkaklar kurnazdır!

==========

Yumuşak başlı ve dürüst olduğun için dersin ki: “Masumdur onlar, küçük varoluşlarında.” Oysa onların daracık ruhları düşünür ki: “Suçludur tüm büyük varoluşlar!” Onlara yumuşak davransan, onları aşağıladığını düşünürler; ve senin iyiliklerine gizli kötülüklerle karşılık verirler. Senin sessiz gururun her zaman ters düşer onların beğenisine;

==========

Yumuşak başlı ve dürüst olduğun için dersin ki: “Masumdur onlar, küçük varoluşlarında.” Oysa onların daracık ruhları düşünür ki: “Suçludur tüm büyük varoluşlar!” Onlara yumuşak davransan, onları aşağıladığını düşünürler; ve senin iyiliklerine gizli kötülüklerle karşılık verirler. Senin sessiz gururun her zaman ters düşer onların beğenisine; bir kere olsun kibirli davranma tevazusunu gösterirsen, sevinirler.

==========

Bir insanda fark ettiğimiz şeyi alevlendiririz de. Bu yüzden koru kendini küçüklerden! Senin karşında küçük hissederler kendilerini, ve küçüklükleri yanar tutuşur sana karşı, görünmez bir intikam içinde.

==========

Fark etmedin mi onlarla karşılaştığında ne de çok suskun kaldıklarını, ve nasıl da güçlerini yitirdiklerini, sönmeye yüz tutmuş bir ateşten çıkan duman misali? İşte, dostum, vicdan azabısın sen komşuların için: çünkü değersizdir onlar senin yanında. Bu yüzden nefret ederler senden ve can atarlar kanını emmeye. Komşuların her zaman zehirli sinekler olacak; senin büyüklüğün, – daha da zehirli kılar onları ve daha da sinekleştirir. Kaç dostum, yalnızlığına ve sert, şiddetli bir havanın estiği yere. Senin kaderin değil sineklik olmak.

==========

Bakın şu adamlara: gözlerinden belli – bir kadının yanında yatmaktan daha iyi bir şey bildikleri yok yeryüzünde. Çamur var onların ruhlarının temelinde; eyvah, bir de hâlâ tin varsa çamurlarında! Hiç olmazsa hayvan olarak kusursuz olsalardı! Oysa hayvan olmak için masumiyet gerekir. Duyularınızı öldürmeyi mi öğütlüyorum size? Duyuların masumiyetini öğütlüyorum size. Bekâreti mi öğütlüyorum size? Kimilerine göre bir erdemdir bekâret, ama bir kusurdur kimilerine göre de. Bunlar sıkı perhiz yaparlar: ama yaptıkları her şeyden hasetle bakar şehvet denen dişi köpek. Erdemlerinin doruklarına ve soğuk ruhlarına dek izler onları bu hayvan ve huzursuzluğu. Nasıl da ustalıkla bilir bu şehvet denen dişi köpek bir parça tin dilenmesini, bir parça et esirgendiğinde kendisinden! Yas-oyunlarını ve yürek paralayan her şeyi seviyorsunuz, öyle mi? Oysa ben güvenmiyorum dişi köpeğinize. Çok zalim gözleriniz var bence ve şehvetle bakıyorsunuz acı çekenlere. Şehvetiniz kılık değiştirip de merhamet adını almadı mı sadece? Ve şu benzetmeyi de veriyorum size: Hiç de az değildir şeytanlarını kovmak isterken kendi ayaklarıyla gidenler dişi domuzlara.

==========

Kime zor geliyorsa bekâret, tavsiye edilmemelidir ona: böylece düşmesin diye cehennem yoluna – çamura ve ruhun kızışmasına. Pis şeylerden mi söz ediyorum? En berbatı bu değil benim için. Hakikat pis olduğu zaman değil, sığ olduğu zaman girmek istemez idrak eden kişi hakikatin suyuna. Sahiden, yürekten bakir olanlar vardır: kalpleri yumuşaktır, sizden daha içten ve daha sık gülerler. Bekârete de gülerler ve sorarlar: “Nedir ki bekâret! Bir budalalık değil midir bekâret? Oysa bu bekâretin kendisi geldi bize, biz gitmedik ona. Kapımızı açtık bu misafire ve kalbimizi: şimdi bizde kalıyor – istediği kadar kalabilir!”

==========

“Bir kişi daima fazladır etrafımda” – böyle düşünür mün-zevi. “Her zaman bir kere bir – zamanla iki eder bu!” Ben ve kendim her zaman çok ateşliyizdir konuşurken: nasıl dayanılırdı bir dost olmasaydı? Münzevi için dost her zaman üçüncü kişidir: üçüncü kişi, iki kişinin konuşmasının derinlere dalmasını engelleyen mantardır. Ah, tüm münzeviler için çok fazla derinlik vardır. Bu yüzden özlem duyarlar bir dosta ve onun yüksekliğine. Başkalarına duyduğumuz inanç kendimizde neye inanmak istediğimizi ele verir. Bir dosta duyduğumuz özlemdir içimizdeki hain.

==========

Bir köle misin? O halde bir dost olamazsın. Bir tiran mısın? O halde dostların olamaz. Çok uzun süredir bir köle ve bir tiran gizliydi kadında. Bu yüzden kadın henüz yatkın değildir dostluğa: sadece aşkı bilir o. Sevmediği her şeye karşı adaletsizlik ve körlük vardır kadının aşkında. Kadının bilinçli aşkında bile hâlâ fırtına ve yıldırım ve gece vardır, ışığın yanı başında.

==========

Kadın henüz yatkın değildir dostluğa: kadın hâlâ kedidir, kuştur. Ya da olsa olsa inektir. Kadın henüz yatkın değildir dostluğa. Ama söyleyin bana siz erkekler, hanginiz yatkınsınız ki dostluğa? Ah erkekler, sizin yoksulluğunuz ve ruhunuzun cimriliği! Sizin dostlarınıza verdiğiniz kadarını ben düşmanıma veririm ve yoksul da düşmem bu yüzden. Arkadaşlık var: dostluk olsun!

==========

Sahiden, insanlar kendileri verdiler kendilerine, her türlü iyi ve kötülerini. Sahiden, almadılar bunları, bulmadılar bunları, gökten bir ses olarak inmedi bunlar onlara. İnsan, varlığını sürdürebilmek için önce şeylere değer biçti – şeylerin anlamını o yarattı, insanca bir anlam yarattı. Bu yüzden “insan” diyor kendine: değer biçen demektir bu. Değer biçmek yaratmaktır: dinleyin ey yaratanlar! Değer biçmenin kendisidir, tüm değer biçilmiş şeylerin değeri ve mücevheri. Ancak değer biçmek sayesinde vardır değer biçmek olmasaydı, kof çıkardı varoluşun çekirdeği. Dinleyin ey yaratanlar! Değerlerin değişmesi – yaratanların değişmesidir bu. Her zaman yok eder yaratıcı olması gereken. Yaratan önce halklardı, sonraları birey oldu; sahiden, bireyin kendisi en genç yaratılıştır henüz.

==========

Sen daha eskidir Ben’den; Sen kutsanmıştır, ama Ben öyle değildir henüz: bu yüzden can atar insan komşusuna. Komşu sevgisini mi öğütlüyorum size? Komşudan kaçmayı ve en uzaktakini – sevmeyi öğretiyorum size! Uzaktakine ve gelecektekine duyulan sevgi daha yücedir yakındakine duyulan sevgiden; davalara ve hayaletlere duyulan sevgi daha yücedir insanlara duyulan sevgiden. Önün sıra koşan bu hayalet, kardeşim, daha güzeldir senden; neden etini ve kemiğini vermiyorsun ona? Ama korkuyorsun ve koşuyorsun komşuna.

==========

Kendinizden iyi söz edilmesini istediğinizde bir şahit çağırıyorsunuz kendinize; ve onu hakkınızda iyi şeyler düşünmesi için ayarttığınızda, siz de iyi şeyler düşünüyorsunuz kendiniz hakkında.

==========

Kendi iyini ve kötünü sen verebilir misin kendine? Ve kendi istemini bir yasa gibi asabilir misin üstüne? Kendi yasanın yargıcı ve celladı olabilir misin?

==========

Bugün hâlâ eziyet çekiyorsun çoğunluktan, sen tek olan: cesaretini ve umudunu yitirmedin henüz bugün. Oysa günün birinde yalnızlık yoracak seni, günün birinde gururun iki büklüm olacak ve cesaretin kırılacak. “Yalnızım!” diye haykıracaksın günün birinde. Günün birinde sende yüksek olanı artık görmeyeceksin ve sende alçak olana çok yakın olacaksın; kendi ululuğun bile bir hayalet gibi korkutacak seni. “Her şey sahte!” diye bağıracaksın günün birinde. Yalnız kişiyi öldürmek isteyen duygular vardır; öldürmeyi başaramazlarsa eğer, onların ölmesi gerekir! Peki gücün yetiyor mu katil olmaya?

==========

Adaletsiz davranır ve çamur atarlar onlar yalnız kişiye: ama bu yüzden daha az aydınlatmamalısın onları kardeşim, bir yıldız olmak istiyorsan eğer! İyi ve adil olandan koru kendini! Seve seve çarmıha gerer onlar, kendi erdemlerini kendisi bulanları – nefret ederler yalnız olandan.

==========

Sevgi nöbetlerinden de koru kendini! Yalnız kişi çabucak uzatır elini karşısına çıkana. Kimi insanlara elini değil, pençeni uzatmalısın sadece: ve isterim ki, tırnakları olsun senin pençenin de! Ama karşına çıkabilecek en kötü düşman her zaman sen kendin olacaksın; sen kendin pusuda bekleyeceksin kendini mağaralarda ve ormanlarda. Yalnız kişi, kendin gidiyorsun kendine giden yolda! Ve senden geçiyor yolun ve senin yedi şeytanından! Kendine karşı bir zındık olacaksın, bir cadı, bir kâhin, bir deli, bir kuşkucu, bir uğursuz ve bir alçak olacaksın.

==========

Kadındaki her şey bir bilmecedir ve kadındaki her şeyin tek bir çözümü vardır: hamilelik denir bu çözüme. Erkek bir araçtır kadın için: amaç her zaman çocuktur. Peki kadın nedir erkek için? İki şey ister gerçek bir erkek: tehlike ve oyun. Bu yüzden ister kadını, en tehlikeli oyuncak olarak.

==========

Çok tatlı meyveler – bunlardan hoşlanmaz savaşçı. Bu yüzden hoşlanır kadından; acıdır hâlâ en tatlı kadın bile. Bir kadın bir erkekten daha iyi anlar çocukları; ama bir erkek daha çocuksudur bir kadından. Gerçek bir erkekte bir çocuk gizlidir: oynamak ister. Hadi bakalım kadınlar, keşfedin erkekteki çocuğu!

==========

Cesaret olsun sevginizde! Sevginizle gidin size korku aşılayanın üzerine! Onurunuz olsun sevginizde! Yoksa pek anlamaz kadın onurdan. Ama her zaman sevildiğinden daha çok sevmek ve hiçbir zaman ikinci konuma düşmemek olsun sizin onurunuz.

==========

En çok kimden nefret eder kadın? – Demir şunu söyledi mıknatısa: “En çok senden nefret ediyorum, çektiğin için, ama kendine çekecek kadar da güçlü olmadığın için.”

==========

Kadın itaat etmeli ve yüzeyine bir derinlik bulmalıdır. Kadının duygusu yüzeydir, sığ sularda hareketli, fırtınalı ince bir tabakadır. Oysa derindir erkeğin duygusu, yeraltı mağaralarında çağıldar onun ırmağı: kadın sezinler erkeğin gücünü, ama kavrayamaz onu. –

==========

Ne tuhaf ki Zerdüşt pek tanımıyor kadınları, ama yine de haklı onlar üzerine söylediklerinde! Kadınlarda hiçbir şey imkânsız değildir, acaba ondan mı?

==========

Bir düşmanınız varsa, iyilikle karşılık vermeyin onun kötülüğüne: çünkü bu tavrınız onu utandırır. Aksine, onun da size iyi bir şey yapmış olduğunu kanıtlayın. Utandıracağınıza öfkelenin! Ve birisi size küfür ettiğinde hoşuma gitmez onun için dua etmeniz. Siz de küfür edin biraz, daha iyi! Size büyük bir haksızlık yapıldığında derhal beş küçük haksızlık da siz yapın! Korkunçtur haksızlığın altında yalnız ezileni görmek. Bunu biliyor muydunuz? Haksızlığı bölüşmek, haklılığı yarılamak demektir. Ve ancak taşıyabilen almalı haksızlığı üzerine!

==========

Haklılığını korumaktansa, kendini haksız görmek daha asildir, özellikle de haklı olunduğunda. Ancak, yeterince zengin olmak gerekir bunun için.

==========

Derin bir kuyu gibidir bir münzevi, içine bir taş atmak kolaydır, ama taş kuyunun dibine düşünce, söyleyin onu kim çıkarır? Bir münzeviyi incitmekten sakının! Ola ki bunu yaptıysanız bir kere, o zaman onu öldürün de!

==========

Bu soru sadece sana, kardeşim: bu soruyu bir iskandil gibi atıyorum ruhuna, ne kadar derin olduğunu öğreneyim diye. Gençsin ve çocuk sahibi olmak, evlenmek istiyorsun. Ben de soruyorum sana: Bir çocuk istemeye layık bir insan mısın? Muzaffer misin, kendi kendine boyun eğdiren misin, duyularına hükmeden misin, erdemlerinin efendisi misin? Bunu da soruyorum sana. Yoksa arzularında dile gelen, hayvan ve ihtiyaç mı? Yoksa yalnızlaşma mı? Yoksa kendinle barışık olmaman mı? İsterim ki, zaferin ve özgürlüğün olsun bir çocuğu özleyen. Canlı anıtlar inşa etmelisin zaferine ve özgürleşmene. Kendinin üzerinde inşa etmelisin. Ama önce sen kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla. Sürdürmekle kalmamalısın neslini, yükseltmelisin de! Bunun için yardımcı olur sana evliliğin bahçesi! Daha yüce bir beden yaratmalısın, bir ilk hareket, kendi kendine dönen bir çark, – bir yaratıcı yaratmalısın.

==========

Yeryüzünün anlamına layık ve olgun göründü bu adam gözüme: ama karısını gördüğümde yeryüzü bir tımarhaneymiş gibi göründü gözüme. İsterdim ki yeryüzü acıdan sarsılsın kutsal bir kişiyle bir kaz çiftleştiğinde. Bu adam bir kahraman gibi yürüdü hakikatlerin üzerine ve sonunda küçük, süslü bir yalan geçirdi ancak eline. Evliliğim diyor buna. Nobrandı bu adam ilişkilerinde ve titiz davranırdı seçimlerinde. Oysa ansızın dağıttı cemaatini sonsuza dek: evliliğim diyor buna.

==========

Bir meleğin erdemlerine sahip bir hizmetçi kız arıyordu bu adam. Oysa ansızın hizmetçisi oldu bir kadının ve şimdi melek olmak gereği duyuyor bir de.

==========

Çokları pek geç ölür ve kimileri de pek erken. “Tam zamanında öl!” diyen öğreti, kulağa henüz tuhaf geliyor. Tam zamanında öl: bunu öğretiyor Zerdüşt. Elbette, hiç tam zamanında yaşamayan, nasıl tam zamanında ölsün ki? Keşke hiç doğmamış olsalardı! – Bunu öğütlerim lüzumsuzlara. Ama lüzumsuzlar da ciddiye alırlar ölümlerini, çünkü en kof fındık bile kırılmak ister yine de. Ciddiye alıyor herkes ölümü: ama henüz bir şenlik değil ölüm. Henüz öğrenmedi insanlar en güzel törenlerin nasıl kutlandığını. Tamamlayan ölümü gösteriyorum size, yaşayanlar için bir mahmuz ve bir adak olan ölümü.

==========

Övgünün ve sövgünün üzerinde yükseldiğinizde ve isteminiz, seven birinin istemi gibi her şeye emretmek istediğinde: işte oradadır erdeminizin kaynağı. Rahat olanı ve yumuşak döşeği aşağıladığınızda, yufka yüreklilerden mümkün olduğu kadar uzaklaştığınızda: işte oradadır erdeminizin kaynağı. Tek bir isteme sahip olarak, tüm ihtiyaçlara sırt çevirmek size gerekli göründüğünde: işte oradadır erdeminizin kaynağı. Sahiden, yeni bir iyi ve kötüdür o! Sahiden, yeni bir derin uğultudur, yeni bir kaynağın sesidir o! Güç’tür, bu yeni erdem; egemen bir düşüncedir o ve akıllı bir ruh sarmıştır onu: altın bir güneş ve güneşe sarılmış bilgi yılanı.

==========

Hâlâ savaşıyoruz adım adım, rastlantı denilen devle; ve şimdiye dek tüm insanlığa hükmetti anlamsızlık, anlamı olmayan. Tininiz ve erdeminiz yeryüzünün anlamına hizmet etsin, kardeşlerim: ve tüm şeylerin değerini siz belirleyin yeni baştan! Bu yüzden savaşanlar olmalısınız! Bu yüzden yaratanlar olmalısınız! Beden kendini bilinçli arındırır; o kendini bilgiyle sınayarak yükseltir; idrak eden kişide tüm dürtüler kutsallaşır; yükselmiş kişinin ruhu şenlenir. Hekim, yardım et kendine: ancak böyle yardım edersin hastana da. En iyi yardımdır ona, kendi kendini iyileştireni gözleriyle görmesi. Binlerce yol var henüz gidilmedik; binlerce çeşit sağlık var ve binlerce gizli adacığı var yaşamın. Tüketilmemiş ve keşfedilmemiştir henüz insan ve insanın dünyası. Uyanın ve kulak verin, ey yalnızlar! Gelecekten bu yana esiyor rüzgârlar, gizli kanat vuruşlarıyla; ve hassas kulaklara ulaşıyor, iyi haberler. Bugünün yalnızları, siz aykırı düşenler, günün birinde bir halk olacaksınız: sizden, kendi kendini

==========

Hâlâ savaşıyoruz adım adım, rastlantı denilen devle; ve şimdiye dek tüm insanlığa hükmetti anlamsızlık, anlamı olmayan. Tininiz ve erdeminiz yeryüzünün anlamına hizmet etsin, kardeşlerim: ve tüm şeylerin değerini siz belirleyin yeni baştan! Bu yüzden savaşanlar olmalısınız! Bu yüzden yaratanlar olmalısınız! Beden kendini bilinçli arındırır; o kendini bilgiyle sınayarak yükseltir; idrak eden kişide tüm dürtüler kutsallaşır; yükselmiş kişinin ruhu şenlenir. Hekim, yardım et kendine: ancak böyle yardım edersin hastana da. En iyi yardımdır ona, kendi kendini iyileştireni gözleriyle görmesi. Binlerce yol var henüz gidilmedik; binlerce çeşit sağlık var ve binlerce gizli adacığı var yaşamın. Tüketilmemiş ve keşfedilmemiştir henüz insan ve insanın dünyası. Uyanın ve kulak verin, ey yalnızlar! Gelecekten bu yana esiyor rüzgârlar, gizli kanat vuruşlarıyla; ve hassas kulaklara ulaşıyor, iyi haberler. Bugünün yalnızları, siz aykırı düşenler, günün birinde bir halk olacaksınız: sizden, kendi kendini seçenlerden seçilmiş bir halk doğacak – ve bu halktan da Üstinsan.

==========

Yalnız gidiyorum şimdi, havarilerim! Siz de yalnız uzaklaşın buradan! Böyle istiyorum ben. Sahiden, öğüdüm olsun size: uzaklaşın benden ve koruyun kendinizi Zerdüşt’ten! En iyisi, utanın ondan! Belki de aldattı sizi. İdrak eden insan düşmanlarını sevmekle kalmamalı, dostlarından da nefret edebilmeli. Her zaman sadece öğrenci olarak kalırsa insan, öğretmeninin hakkını vermemiş olur. Neden yolmak istemiyorsunuz başımdaki çelengi? Saygı duyuyorsunuz bana; ya günün birinde değişirse saygınız? Dikkat edin de bir heykel devrilmesin üstünüze! Zerdüşt’e inandığınızı söylüyorsunuz, öyle mi? Ne önemi var ki Zerdüşt’ün? Siz benim müminlerimsiniz: ama ne önemi var ki, tüm müminlerin? Henüz kendinizi aramamıştınız: bu sırada beni buldunuz. Böyle yapar tüm müminler; bu yüzden değersizdir tüm inanışlar. Şimdi beni kaybetmenizi ve kendinizi bulmanızı istiyorum sizden; ve ancak hepiniz beni yadsıdığınızda yeniden döneceğim aranıza. Sahiden, kardeşlerim, o zaman başka gözlerle arayacağım kaybolan çocuklarımı; başka bir sevgiyle seveceğim o zaman sizi. Ve bir kez daha dostlarım olacaksınız benim; bir umudun çocukları olacaksınız: o zaman büyük öğle vaktini sizinle birlikte kutlamak için üçüncü kez aranızda olacağım.

==========

Oysa ruhu sevdiklerine duyduğu sabırsızlık ve arzuyla doluydu: çünkü onlara verecek daha çok şeyi vardı. Çünkü en zor iştir açık bir eli sevgiden dolayı kapatmak ve armağan eden birisi olarak utancını korumak.

==========

Budaladır mutluluğum ve budalaca konuşacak: henüz çok genç o – bu yüzden sabırlı olun ona karşı! Mutluluğumdan yaralandım ben: tüm acı çekenler hekim olsun bana!

==========

Çok uzun süredir özlemle baktım uzaklara. Çok uzun süre yalnız kaldım: bu yüzden unuttum susmayı. Ağız kesildim tepeden tırnağa ve yüksek kayalardan dökülen bir derenin uğultusu: aşağıya, vadilere dökmek istiyorum sözlerimi. Sevgi ırmağım sapa yollara düşsün isterse! Mümkün müdür bir ırmağın sonunda denize giden yolu bulmaması? Elbette bir göl var içimde, münzevi, kendi kendine yeten bir göl; ama benim sevgi ırmağım alıp götürüyor onu aşağıya – denize! Yeni yollara gidiyorum, yeni bir söz geliyor dilimin ucuna; bütün yaratıcılar gibi, usandım eski dillerden. Artık aşınmış tabanlar üzerinde yürümek istemiyor ruhum.

==========

Ve düşmanlarım da var aralarında! Nasıl da seviyorum şimdi, hitap edebildiğim herkesi! Düşmanlarım da mutluluğumun bir parçası şimdi. Ve şimdi en yabanıl atıma binmek istediğimde mızrağım her zaman yardımcı olur yükselmeme: ayağımın her daim hazır bekleyen uşağıdır o: – Düşmanlarıma fırlattığım bu mızrak! Nasıl da şükran borçluyum düşmanlarıma, sonunda fırlatabileceğim için mızrağımı! Çok büyüktü bulutumdaki gerilim: şimşeklerin kahkahaları

==========

Ve düşmanlarım da var aralarında! Nasıl da seviyorum şimdi, hitap edebildiğim herkesi! Düşmanlarım da mutluluğumun bir parçası şimdi. Ve şimdi en yabanıl atıma binmek istediğimde mızrağım her zaman yardımcı olur yükselmeme: ayağımın her daim hazır bekleyen uşağıdır o: – Düşmanlarıma fırlattığım bu mızrak!

==========

Ve düşmanlarım da var aralarında! Nasıl da seviyorum şimdi, hitap edebildiğim herkesi! Düşmanlarım da mutluluğumun bir parçası şimdi. Ve şimdi en yabanıl atıma binmek istediğimde mızrağım her zaman yardımcı olur yükselmeme: ayağımın her daim hazır bekleyen uşağıdır o: – Düşmanlarıma fırlattığım bu mızrak! Nasıl da şükran borçluyum düşmanlarıma, sonunda fırlatabileceğim için mızrağımı!

==========

Bir tanrı yaratabilir misiniz? – Öyleyse tanrılar hakkında tek söz söylemeyin bana! Oysa pekâlâ yaratabilirsiniz Üstinsanı.

==========

Ve dünya dediğiniz şeyi önce siz yaratmalısınız: bizzat sizin aklınız, sizin imgeniz, sizin isteminiz, sizin sevginizde şekil bulmalı o! Ve sahiden, sizin mutluluğunuz için olacak bu, siz idrak edenler!

==========

Yaratmak – acılardan büyük kurtuluştur ve yaşamın hafiflemesidir. Ama yaratıcı olmak için acı çekmek gerekir, pek çok dönüşümden geçmek gerekir.

==========

İstemek özgürleştirir: budur istemin ve özgürlüğün gerçek öğretisi – böyle öğretiyor size Zerdüşt. Artık-istememek, artık-değer-biçmemek ve artık-yaratmamak! Ah, bu büyük yorgunluk her daim uzak olsun diye benden!

==========

Eğer acı çeken bir dostun varsa, dinleneceği yer ol acısının; ama adeta sert bir yatak gibi ol, bir sahra yatağı gibi: en çok böyle faydan dokunur ona. Ve bir dostun kötülük yaparsa sana, de ki: “Bağışlıyorum seni bana yaptığından ötürü; ama kendine yaptığını – nasıl bağışlayabilirdim ki bunu?”

==========

Bir defasında şöyle demişti şeytan bana: “Tanrının da var kendi cehennemi: insanlara duyduğu sevgi.” Ve geçenlerde şöyle dediğini işittim şeytanın: “Tanrı öldü; insanlara duyduğu merhamet yüzünden öldü tanrı.”

==========

İçim parçalanıyor şu rahiplere. Hiç de hazzetmiyorum onlardan; ama insanlar arasında olduğumdan beri, en önemsiz şey bu benim için. Oysa ben acı çektim ve çekiyorum onlarla birlikte: tutsaktırlar onlar benim gözümde, damgalıdırlar. Onların kurtarıcı dedikleri kişi sıkı sıkıya zincirlemiş onları: – Sahte değerlerin ve kuruntu-sözlerin zincirleriyle! Ah, birisi de kurtarıcılarından kurtarsaydı onları!

==========

Onların kurtarıcılarına inanabilmem için daha güzel şarkılar söylemeliydiler bana: kurtulmuş görünmeliydi bu kurtarıcının havarileri bana!

==========

Oysa kan en kötü tanığıdır hakikatin; kan en saf öğretiyi bile zehirler kuruntuyla ve yüreklerin nefretiyle. Ve biri öğretisi uğruna ateşin içinden geçerse – neyi kanıtlar ki bu! İnsanın kendi öğretisinin kendi yangınından geldiği daha doğrudur! Sıkıntılı yürek ve serin akıl: bunların buluştuğu yerde ortaya çıkar o şiddetli rüzgâr, o “kurtarıcı”.

==========

Size güldü bugün güzelliğim, ey erdemliler. Ve şöyle ulaştı sesi bana: “Bir de istiyorlar ki – ücret ödensin onlara!” Bir de ücret ödensin istiyorsunuz, siz erdemliler! Erdem için ücret, yeryüzü için cennet ve bugününüz için sonsuzluk mu istiyorsunuz? Ve ne ücret, ne de veznedar var diye öğrettiğim için öfkeleniyor musunuz bana şimdi de? Ve sahiden, erdem kendi kendisinin ödülüdür diye bile öğretmiyorum ben. Ah, budur benim üzüntüm: şeylerin temeline ödülü ve cezayı soktular yalanla dolanla – ve ey erdemliler, hatta ruhlarınızın temeline de!

==========

Ve insandaki yücelikleri göremeyen kimileri de, insanın aşağılıklarını çok yakından görmeyi erdem zanneder: yani kendi kem gözüne erdem der. Bazıları da yüksek duygulara sahip olmak ve ruhen yükselmiş olmak ister ve buna erdem der; ve kimileri de yıkılmak ister – onlar da buna erdem der. Böylelikle neredeyse herkes, erdeme sahip olduğuna inanır; ve herkes en azından “iyi” ve “kötü” hakkında uzman olmak ister. Oysa Zerdüşt tüm bu yalancılara ve delilere: “Ne anlarsınız ki siz erdemden? Nereden bileceksiniz ki siz erdemi!” demek için gelmedi. – Aksine, dostlarım, delilerden ve yalancılardan öğrendiğiniz eski sözcüklerden usanasınız diye geldi Zerdüşt: “Ödül”, “kısasa kısas”, “ceza”, “adil intikam” gibi sözcüklerden usanasınız diye – “Bir eylemin iyiliği, bencilce yapılmayışındandır,” gibi sözler söylemekten usanasınız diye geldi. Ah, dostlarım! Annenin çocukta oluşu gibi, sizin benliğinizin eylemin içinde oluşu: bu olsun sizin erdem sözünüz!

==========

Ve yaşamdan yüz çevirenlerin bazıları, aslında ayaktakımından yüz çevirmişlerdir sadece: kuyuları, alevleri ve meyveleri ayaktakımıyla paylaşmak istememişlerdir. Ve kendini çöllere vurup, yırtıcı hayvanlarla birlikte susuzluk çeken kimileri de, pis devecilerle aynı sarnıcın başında oturmak istemedikleri için yapmıştır bunu.

==========

Ve yaşamdan yüz çevirenlerin bazıları, aslında ayaktakımından yüz çevirmişlerdir sadece: kuyuları, alevleri ve meyveleri ayaktakımıyla paylaşmak istememişlerdir. Ve kendini çöllere vurup, yırtıcı hayvanlarla birlikte susuzluk çeken kimileri de, pis devecilerle aynı sarnıcın başında oturmak istemedikleri için yapmıştır bunu. Ve tüm meyve bahçelerine bir yok edici gibi, bir dolu gibi gelen kimileri de, ayaktakımının boğazına basıp, gırtlağını tıkamak istemişlerdir sadece.

==========

Peki ne oldu bana? Nasıl kurtuldum bu tiksintiden? Kim canlandırdı gözlerimi? Nasıl uçtum ayaktakımının da kuyudan içmediği yüksekliklere? Tiksintim mi yarattı benim için kanatlarımı ve pınarları sezen güçlerimi? Sahiden, en yükseğe uçmam gerekti hazzın pınarını yeniden bulabilmek için! Hey, buldum onu kardeşlerim! Burada, en yüksekte fışkırıyor hazzın pınarı! Ve ayaktakımından hiç kimsenin içmediği bir yaşam var burada!

==========

Şimdi temiz gözlerinizi hazzımın kaynağına dikin, dostlar! Bu yüzden nasıl bulanır ki bu kaynak! Size kahkahayla karşılık verecek, kendi temizliğiyle. Gelecek ağacına kuruyoruz yuvamızı; kartallar gagalarıyla yemek getirecek biz yalnızlara! Sahiden, temiz olmayanların da yiyebileceği yemekler değil bunlar! Ateş yediklerini zanneder onlar ve ağızlarını yakarlar!

==========

Ve güçlü rüzgârlar gibi yaşamak istiyoruz onların üzerinde, kartallara komşu, karlara komşu, güneşe komşu: böyle yaşar şiddetli rüzgârlar. Ve bir rüzgâr gibi eseceğim onların arasında, ve onların tininin soluğunu keseceğim kendi tinimle: böyle ister geleceğim bunu. Sahiden, güçlü bir rüzgârdır Zerdüşt, tüm alçak yerlerde; ve şunu öğütler düşmanlarına ve tüküren herkese: “Sakın ha tükürmeyin rüzgâra karşı!”

==========

fırlasın diye. Çünkü insanın intikamdan kurtarılması: en yüce umuda giden köprüdür ve uzun fırtınalardan sonraki gökkuşağıdır benim için. Elbette başka türlü olsun ister zehirli örümcekler. “Dünyanın intikam fırtınalarıyla dolu olmasına adalet diyelim biz,” – diye konuşurlar kendi aralarında. “İntikam almak istiyoruz ve bizimle aynı olmayan herkese küfretmek” – böyle ant içer örümcek-yürekliler.

==========

Coşkulu kişilere benziyorlar: ama yürek değildir onları coşturan – intikamdır. Ve kibar ve soğukkanlı olduklarında tinleri değil, hasetleridir onları kibar ve soğukkanlı yapan. Kıskançlıkları düşünürlerin yolundan yürütür onları; ve budur kıskançlıklarının belirtisi – hep çok uzağa giderler: sonunda yorgunluktan karların üstünde uyuyakalıncaya dek. Her yakınışlarında intikamın sesi çınlar, her övgülerinde bir kötü niyet vardır; ve yargıç-olmak mutluluk görünür onlara. Bu yüzden benden size nasihat, dostlarım: cezalandırma dürtüsü güçlü olan hiç kimseye güvenmeyin! Türü ve soyu kötü insanlardır bunlar; yüzlerinde cellat ve hafiye köpeği bakışı vardır. Güvenmeyin kendi adaletinden çok sık söz eden hiç kimseye! Sahiden, onların ruhlarında eksik olan bal değildir sadece. Ve kendilerine, “İyiler ve adiller” deseler bile, unutmayın onların Ferisiler[14] olmak için tek eksiklerinin güç olduğunu.

==========

Bu zehirli örümceklerin, mağaralarında yaşama yüz çevirmiş otururken, yaşamdan yana konuşmaları: acı çektirmek isteyişlerindendir. Şimdi gücü elinde bulunduranlara acı çektirmek isterler; çünkü ölüm vaazı onlarda yerini bulur.

==========

Bu eşitlik vaazcılarıyla bir araya getirilmek ve karıştırılmak istemiyorum. Çünkü şöyle sesleniyor bana adalet: “İnsanlar eşit değildir.” Eşit olmamalılar da! Başka türlü konuşsaydım, Üstinsana duyduğum sevginin ne anlamı kalırdı?

==========

Halka ve halkın batıl inancına hizmet ettiniz hepiniz, siz ünlü bilgeler – hakikate değil! İşte tam da bu yüzden saygı gösterildi size.

==========

Ama köpekler kurtlardan nasıl nefret ederse: işte öyle nefret eder halk da özgür tinli kişiden, zincirlerin düşmanından, tapınmayandan, ormanı mesken edinenden. Onu saklandığı delikten çıkarmak – halkın gözünde her zaman “adalet anlayışı” budur: hâlâ en keskin dişli köpeklerini salar onun üzerine. “Hakikat neredeyse: halk da zaten orada! Yazık, yazık arayanlara!” – Bu sözler yankılanmıştır ezelden beri.

==========

Tanrısız çöllerde gezen ve saygı duyan yüreğini parçalamış olana derim ben – hakikatli diye. Sarı kumların üzerinde, güneşten yanarak, susuzluk içinde, canlıların gölgeli ağaçlar altında dinlendiği, kaynaklarla dolu vahaları arayarak gezinir. Ama bu rahatlığa ayak uydurmaya susuzluğu bile kandıramaz onu: çünkü vahaların olduğu yerde putlar da vardır. Acıkmış, zorba, yalnız, tanrısız: böyle olmak ister aslan-istemi. Kölelerin mutluluğundan sıyrılmış, tanrılardan ve tapınmalardan kurtulmuş, korkusuz ve korkunç, büyük ve yalnız: budur hakikatlinin istemi. Hakikatliler ve özgür tinliler çöllerin efendileri olarak çölleri mesken edinmişlerdir ezelden beri; ama şehirlerde yaşar iyi besili ünlü bilgeler – yük hayvanları. Çünkü her zaman çekerler, eşekler olarak – halkın arabasını!

==========

Tin, kendi canını yakan yaşamın kendisidir; kendi acısıyla çoğaltır kendi bilgisini, – biliyor muydunuz bunu? Ve budur tinin mutluluğu: kurbanlık hayvan gibi yağlanıp, gözyaşlarıyla kutsanmış olmak – biliyor muydunuz bunu? Ve körün körlüğü de, onun el yordamıyla arayışı da kanıtlayacaktır daha baktığı güneşin gücünü – biliyor muydunuz bunu?

==========

Kartal değilsiniz siz: bu yüzden ruhun dehşetinin mutluluğunu yaşamadınız. Ve kuş olmayan, uçurumların üzerine yerleşmemeli. Benim için ılıksınız siz: oysa soğuk akar her derin bilgi. Buz gibi soğuktur tinin en derindeki pınarı: ferahlık verir sıcak ellere ve eylemcilere.

==========

Elbette bir orman ve bir geceyim ben karanlık ağaçlardan: ama benim karanlığımdan ürkmeyen, gül çardakları da bulur servilerimin altında.

==========

En zor işimi başarıp da, kendimi aşmalarımın zaferini kutladığımda, beni sevenleri bağırttınız, en çok onların canını acıtıyormuşum diye. Sahiden, hep bunu yaptınız siz: zehir ettiniz bana en iyi balımı ve en iyi arılarımın emeğini. Hep en arsız dilencileri gönderdiniz yufka yürekliliğimin önüne; ve hep en iflah olmaz edepsizleri saldınız merhametimin üzerine. Böyle zedelediniz erdemimin inancını.

==========

Söylenmemiş ve gerçekleşmemiş kaldı en yüce umudum! Ve gençliğimin tüm hayalleri ve tesellileri öldü! Nasıl katlandım buna? Nasıl iyileştim, nasıl atlattım böylesi yaraları? Nasıl kalktı ruhum yeniden bu mezarlardan? Evet, yara almaz, gömülmez, kayaları parçalayan bir şey var bende: benim istemimdir bunun adı. Sessizce ve değişmeden yürür yıllar boyunca. Kendi yolunu yürümek ister benim ayaklarımla benim yaşlı istemim; yaradılışı taş yürekli ve yaralanmazdır. Yara almaz tek yerim topuğumdur benim. Hâlâ orada yaşıyorsun ve hep aynısın, ey en sabırlı olan! Hâlâ kalkıp çıkarsın tüm mezarlardan! Gençliğimin iflah olmamış şeyleri yaşıyor senin içinde; yaşam gibi, gençlik gibi umut içinde oturuyorsun burada, sararmış mezar-yıkıntılarının üstünde. Evet, hâlâ tüm mezarları yıkansın sen: selam sana istemim! Ve yalnızca mezarların olduğu yerde gerçekleşir dirilişler.

==========

Canlı olanın peşinden gittim ben, en büyük ve en küçük yollardan yürüdüm onun doğasını öğrenmek için. Yüz katlı aynayla yakaladım bakışlarını, ağzı kapalıyken: gözleri konuşsun diye benimle. Ve gözleri konuştu benimle. Ama nerede bir canlı buldumsa, orada itaat hakkında konuşulduğunu da duydum. Her canlı bir itaat edendir. Ve şuydu ikinci duyduğum: kendi kendine itaat edemeyene emredilir. Böyledir canlıların doğası. Üçüncü olarak da şunu duydum: emretmek daha zordur itaat etmekten. Ve emredenin tüm itaat edenlerin yükünü taşıması ve bu yükün onu kolayca ezmesi değildir bunun tek nedeni: – Bir çaba ve bir cesaret göründü gözüme tüm emirlerde; emreden kişi her emrettiğinde kendi kendini tehlikeye sokar. Ve kendi kendine emir verdiğinde de: o zaman da ödemelidir kendi emrinin bedelini. Kendi yasasının yargıcı ve celladı ve kurbanı olmak zorundadır. Peki nasıl olabiliyor bu? diye sordum kendime. Canlıyı itaat etmeye ve emretmeye ve emrederken hâlâ itaatkâr olmaya ikna eden nedir? Dinleyin şu sözümü, ey en bilgeler! İyice bir sınayın yaşamın yüreğine kadar ve yaşamın yüreğinin köklerine dek inip inmediğimi! Nerede bir canlı gördüysem, orada güç istemini gördüm; ve hizmet edenin isteminde bile efendi olma istemini gördüm. Zayıf olanın güçlü olana hizmet ettiğine ikna eder istemi, daha da zayıfların üstünde efendi olmak isteyenin: bir tek bu zevkten mahrum bırakamaz kendini. Nasıl ki küçük en küçükten zevk alsın ve onun üstünde güç sahibi olsun diye, kendini daha büyüğe feda ediyorsa: en büyük de fedakârlık eder ve güç uğruna – yaşamı koyar ortaya. Cesaret ve tehlike oluşu ve ölümüne bir zar atmak oluşu: budur fedakârlığı en büyüğün. Fedakârlığın, hizmetlerin ve sevdalı bakışların olduğu yerde: orada da vardır efendi olma istemi. Zayıf olan gizli kuytu yollardan sokulur kalesine, hatta güçlü olanın ta yüreğine – ve çalar oradan gücü. İşte bu sırrı verdi bana yaşamın kendisi. “Bak,” dedi, “ben kendini sürekli olarak aşması gerekenim. Elbette siz ona dölleme istemi ya da hedefe, daha yükseğe, daha uzağa, daha çeşitli olana ulaşma dürtüsü dersiniz: ama tüm bunların hepsi tek bir sırdır. Bu tek olanı yadsımaktansa, yok olmayı tercih ederdim; sahiden, her nerede yok oluş ve yaprak dökümü hüküm sürüyorsa, bak, orada feda eder kendini yaşam – güç uğruna. Kavga olmam, oluş olmam gerektiğini, hedef ve hedeflerin çatışması olmam gerektiğini keşfeden, – ah, benim istemimin ne olduğunu keşfeden – keşfeder ayrıca onun hangi çarpık yollardan geçmesi gerektiğini! Ne yaratırsam yaratayım, onu nasıl seversem seveyim, – çok geçmeden düşman olmam gerekir ona ve sevgime: böyle ister benim istemim. Ve sen de, idrak eden kişi, bir patikası ve ayak izisin benim istemimin: sahiden, benim güç istemim senin isteminin ayaklarıyla yürür hakikate! Hakikati gözünden vurmak için ‘var olma istemi’ lafını ortaya atan, isabet ettiremedi şüphesiz: böyle bir istem – yok çünkü. Çünkü: var olmayan isteyemez de; ama var olan nasıl bir de var olmayı ister ki! Sadece yaşamın olduğu yerde vardır istem de: ama yaşama istemi değil, aksine – böyle öğretiyorum sana – güç istemi! Yaşayanlar birçok şeye yaşamdan daha çok değer verirler; ama tam da değer biçmekte dile gelir – güç istemi!” – Bunu öğretmişti yaşam bana: ve bu sayede çözüyorum, ey en bilgeler, yüreğinizin bilmecesini. Sahiden, diyorum ki size: iyinin ve kötünün ölümsüzlüğü – yoktur böyle bir şey! Onlar da kendiliklerinden tekrar tekrar aşmak zorundadırlar kendilerini. Siz iyi ve kötüye ilişkin değerlerinizle ve sözcüklerinizle güç uyguluyorsunuz, siz değer biçenler: ve budur sizin gizli sevdanız ve gönlünüzün parıldaması, titremesi ve sevinçle taşması. Oysa daha büyük bir güç ve yeni bir kendini aşma doğar sizin değerlerinizden: ona çarpıp kırılır yumurta ve yumurtanın kabuğu. Ve iyinin ve kötünün yaratıcısı olmak isteyen: sahiden, önce bir yok edici olmalıdır ve değerleri paramparça etmelidir. En büyük kötülük de en büyük iyilikle beraberdir böylece: ama bu yaratıcı iyiliktir. – Kötü olsa da söz edelim bundan, ey en bilgeler. Susmak daha kötüdür; suskunlukla geçiştirilmiş tüm hakikatler zehirlenir. Parçalanabilecek ne varsa, bırakın parçalansın hakikatlerimize çarpıp da! İnşa edilecek pek çok ev var hâlâ!

==========

Canavarları alt etti, bilmeceleri çözdü: ama bir de kendi canavarlarını ve bilmecelerini azat etmeli, onları cennet çocuklarına dönüştürmeli daha. Henüz gülümsemeyi ve kıskançlıktan arınmayı öğrenmedi idraki; henüz akıp coşan tutkusu güzellikte durulmadı. Sahiden, doygunlukta değil, güzellikte susmalı ve dalmalı derinlere onun arzusu!

==========

Gevşek kaslarla ve koşumsuz bir istemle durmak: sizin için en zor şey budur, tüm yüce kişiler! Güç lütufkâr olduğunda ve görünürün düzeyine indiğinde: güzellik derim ben böyle bir alçalışa. Başka hiç kimseden değil, senden isterim güzelliği, ey kudretli kişi: senin iyiliğin kendini son kez yenişin olsun.

==========

Yüceliğinden yorgun düşerse bir gün bu yüce kişi: o zaman başlayacak güzelliği – ben de ancak o zaman tadına bakacağım ve güzel bulacağım onu. Ve ancak, kendisinden yüz çevirdiğinde kendi gölgesinin üstünden atlayabilecek – ve sahiden! Kendi güneşine. Çok uzun süre oturdu gölgede, yanakları soldu tini tövbelinin; handiyse açlıktan ölüyordu beklentileri yüzünden. Aşağılama var hâlâ gözlerinde; ve tiksinti sinmiş dudaklarına. Gerçi dinleniyor şimdi, ama henüz güneşin altında dinlenmiş değil. Boğalar gibi davranmalıydı; ve toprak kokmalıydı mutluluğu, yeryüzünün aşağılanması gibi değil. Burnundan soluyarak ve böğürerek pulluğun önünden giden beyaz bir boğa olarak görmek isterim onu: böğürtüsü de yeryüzüne ait olan her şeyi övmeli!

==========

Yüce bir kişiyi gördüm bugün, heybetli birini, tini tövbeliyi: ah, nasıl da güldü ruhum onun çirkinliğine. Göğsünü kabartarak ve soluğunu tutar gibi susarak duruyordu orada yüce kişi: Donanmıştı kendi avladığı çirkin hakikatlerle ve lime limeydi giysileri; dikenler de batmıştı üstüne başına – henüz bir gül göremedim ama. Henüz öğrenmemişti gülmeyi ve güzelliği. Sıkıntılı dön- müştü bu avcı idrak ormanından. Yırtıcı hayvanlarla dönmüştü savaştan eve: ama ciddiyetinde bile bir yırtıcı hayvanın bakışları vardı hâlâ – yenik düşmemiş bir hayvanın bakışları! Sıçramaya hazır bir kaplan gibi duruyor hâlâ orada; ama sevmem ben bu gergin ruhları, hiç hazzetmem bu kendi içine kapanmışlardan.

==========

Sahiden, ne çok gülmüşümdür, keskin pençeleri olmadığı için kendilerini iyi zanneden zayıflara!

==========

Evet, yüce kişi, önce güzel olmalı ve kendi güzelliğine ayna tutmalısın. O zaman tanrısal arzularla titreyecek ruhun; tapınma olacak kibrinde bile! İşte budur ruhun gizemi: ancak kahramanı onu terk ettiğinde yaklaşır ona rüyasında, – üst-kahraman.

==========

Kısırsınız siz; bu yüzden inancınız da eksik. Oysa yaratmak zorunda olanın gelecekten haber veren rüyaları ve yıldız-burçları da olmuştur daima – ve inanmaya inanmıştır o!

==========

Çocuklarımda telafi etmek isterim, atalarımın çocuğu olmamı: ve bütün bir gelecekte – bu şimdiyi!

==========

Ama şimdi, sizin hadım şaşılığınız, “düşüncelere dalmak” adını almak istiyor! Ve korkak gözlerle dokunabildiğinize “güzel” adını vermek istiyorsunuz! Ah, tüm soylu adları kirleten sizler! Siz lekesizler, siz salt-görenler, hiç doğurmamak olacak oysa lanetiniz, geniş ve gebe dursanız da ufukta.

==========

Budur en sevdiğim,” – böyle baştan çıkarır kendini, baştan çıkarılmış olan – “ayın sevdiği gibi sevmek yeryüzünü ve yalnızca gözlerimle dokunmak onun güzelliğine. İşte, tüm nesnelerin lekesiz idraki derim buna; karşılarında yüz gözlü bir ayna gibi durmak dışında, nesnelerden hiçbir şey istememeye.” – Ah, duyarlı ikiyüzlüler, siz şehvetliler! Masumiyet eksik sizin arzunuzda: ve bu yüzden kara çalıyorsunuz arzulamaya! Sahiden, yaratanlar, dölleyenler, oluşa sevinenler olarak sevmiyorsunuz yeryüzünü! Nerededir masumiyet? Dölleme isteminin olduğu yerde. Ve kendisinden öte bir şey yaratmak isteyendedir en arı istem.

==========

Kendinize inanmaya cesaret edin önce – kendinize ve iç organlarınıza! Kendine inanmayan yalan söyler her zaman.

==========

Bakın şuna! Suçüstü yakalanmış ve solgun bir halde duruyor orada – tan kızıllığının karşısında! Çünkü geliyor işte, akkor halinde – onun yeryüzüne duyduğu aşk geliyor! Masumiyet ve yaratıcının – şehvetidir güneşin her aşkı! Bakın şuraya, nasıl da sabırsızca geliyor denizin üstünden! Aşkının susuzluğunu ve sıcak soluğunu hissetmiyor musunuz? Denizi emmek ve denizin derinliklerini kendi yüksekliğine çekmek istiyor: denizin şehveti kabarıyor binlerce göğüsle.

==========

Sahiden, güneş gibi seviyorum yaşamı ve tüm derin denizleri.

==========

Ben uyurken başımdaki sarmaşıktan çelengi yemiş bir koyun, – bir yandan yiyip, bir yandan da, “Zerdüşt artık bir bilgin değil,” demiş. Bunu söyleyip çekip gitmiş hoplaya zıplaya ve de gururla. Bir çocuk anlattı bunları bana.

==========

Ama bir bilgin değilim artık koyunların gözünde: böyle istedi kaderim – övgüler olsun ona! Çünkü hakikat şu ki: bilginler evinden çıkıp gittim: kapıyı da arkamdan çektim.[19] Uzun süre oturdu ruhum aç açına, onların masasında; onlar gibi, ceviz kırarcasına idrak etmeye terbiye edilmedim. Özgürlüğü severim ve taze toprağın üstündeki havayı; onların onurları ve saygınlıkları üstünde uyumaktansa, yeğlerim öküz postları üstünde uyumayı. Ateş oldum, yanıp tutuştum kendi düşüncelerimden: çoğu kez soluğum kesilecek gibi olur. Bu yüzden açık havaya çıkmam, tüm tozlu salonlardan uzaklaşmam gerekir. Ama onlar serin serin otururlar gölgede: her şeye seyirci kalmak isterler ve güneşin basamakları yaktığı yerde oturmaktan kaçınırlar. Sokakta durup da gelen geçene bakanlar gibi: beklerler ve başkalarının düşündüğü düşüncelere bakarlar.

==========

İyi saatlerdir onlar: yeter ki doğru kurulsunlar! O zaman hiç şaşmadan gösterirler zamanı ve mütevazı bir gürültü yaparlar bu arada. Değirmenler ve tokmaklar gibi çalışırlar: sadece tanecikleri atmak yeter önlerine! – bilirler buğdayı öğütmeyi ve beyaz toza dönüştürmeyi.

==========

“Bedeni daha iyi tanıdığımdan beri,” – dedi bir gün Zerdüşt havarilerinden birine – “tin benim için sadece lafta tin; sadece bir benzetmedir ayrıca ‘ölümsüz’ denilen her ne varsa.” “Daha önce de böyle konuşmuştun,” diye yanıt verdi havari; “Ve o zaman, ‘ama şairler çok yalan söyler,’ de demiştin. Neden, şairler çok fazla yalan söyler dedin ki?” “Neden mi?” dedi Zerdüşt. “Nedenini soruyorsun demek. Ben nedenleri sorulabilenlerden değilim. Dün mü yaşadım bunları? Çok zaman geçti görüşlerimin nedenlerini yaşamamın üzerinden. Bir bellek fıçısı olup çıkmaz mıydım, nedenlerimi de saklasaydım kendimde? Çok geliyor bana görüşlerimi kendimde saklamak bile; kimi kuşlar da uçup gitti. Kimi zaman uçup gelmiş bir kuş bulurum güvercinliğimde, yabancıdır bana ve titrer elimi uzattığımda. Peki ne söylemişti eskiden Zerdüşt sana? Şairlerin çok yalan söylediğini mi? – Zerdüşt’ün kendisi de bir şairdir oysa. İnanıyor musun şimdi bu konuda hakikati söylediğine? Niçin inanıyorsun ki buna?” Havari yanıt verdi: “Zerdüşt’e inanıyorum ben.” Ama Zerdüşt başını salladı ve gülümsedi. İnanç beni mutlu etmez, dedi, hele ki bana duyulan inanç. Hadi diyelim ki, adamın biri tüm ciddiyetiyle, şairler çok yalan söyler dedi: hakkı vardır, – çok yalan söyleriz biz. Çok da az şey biliriz ve kötü öğrencileriz: zaten bu yüzden gereklidir yalan söylememiz.

==========

Sahiden, gök hep çeker bizi kendine – yani bulutların ülkesine: onların üstüne oturturuz rengârenk kuklalarımızı ve sonra tanrılar ve Üstinsanlar deriz onlara: – Tam da bu sandalyelere uygun hafifliktedir onlar! – tüm bu tanrılar ve Üstinsanlar!

==========

İnsanların arasına karıştığımdan beri, gördüğüm en önemsiz şeylerdir bunlar: ‘Bunun bir gözü yok, şunun da bir kulağı, bir başkasının bacağı yok, kimilerinin de dili eksik ya da burnu ya da kafası.’ Öyle berbat, öyle iğrenç şeyler gördüm ve görüyorum ki, kimilerinin sözünü bile etmek, kimilerinin hakkındaysa susmak bile istemiyorum: öyle insanlar gördüm ki, her şeyleri eksik de bir şeyleri çok fazla – büyük bir gözden, büyük bir ağızdan ya da büyük bir karından ya da herhangi büyük bir şeyden ibaret bu insanlar, – tersine sakatlar diyorum bunlara. Yalnızlığımdan çıkıp da ilk defa bu köprüden geçtiğimde: gözlerime inanamadım, defalarca baktım ve dedim ki sonunda: ‘Bir kulak bu! Bir insan kadar büyük bir kulak!’ Daha yakından baktım: gerçekten de kulağın altında kıpırdayan bir şey vardı, acınacak kadar küçük, zavallı ve çelimsiz bir şey. Sahiden, devasa kulak küçük bir sapın üstünde duruyordu – oysaki bu sap bir insandı! Büyüteçle bakan: küçük, kıskanç bir çehrecik de görebilirdi; bu sapın ucunda şişkin bir canın sallandığını da. Oysa halk bana bu büyük kulağın sadece bir insan değil, büyük bir insan, bir dâhi olduğunu söyledi. Ama asla inanmamıştım ben halka, ne zaman büyük insanlardan söz etse – bunun her şeyin çok azına ve bir şeyin çok fazlasına sahip olan, tersine bir sakat olduğuna inandım hep.”

==========

Tüm ‘böyleydi’ bir kırıntıdır, bir bilmecedir, ürkütücü bir rastlantıdır – ta ki yaratıcı istem: ‘Ama böyle olsun istemiştim ben!’ diyene dek. – Ta ki yaratıcı istem: ‘Ama böyle istiyorum ben! Böyle olsun isteyeceğim!’ diyene dek. Peki hiç böyle konuştu mu? Ne zaman olacak peki bu? İstem sıyrıldı mı kendi budalalığından?

==========

Ancak, kambur bu konuşmayı dinlemiş ve dinlerken de yüzünü örtmüştü; Zerdüşt’ün gülüşünü duyunca merakla baktı ve yavaşça dedi ki: “Peki niçin Zerdüşt, havarileriyle konuştuğundan farklı konuşuyor bizimle?” Zerdüşt şu yanıtı verdi: “Şaşılacak ne var bunda! Kamburlarla zaten kambur konuşulabilir!” “İyi,” dedi kambur; “öğrencilerle de okulla ilgili gevezelik edilebilir. Peki ama Zerdüşt neden kendi kendisiyle konuştuğundan farklı konuşuyor – öğrencileriyle?”

==========

Yükseklik değil: uçurumdur korkunç olan! Bakışın aşağıya düştüğü ve elin yukarıya uzandığı uçurum. Başı döner yüreğin orada bu ikili isteminden. Ah, dostlarım, anlayabildiniz mi benim yüreğimin ikili istemini? İşte budur benim uçurumum ve tehlikem: bakışlarımın yukarıya düşmesi ve ellerimin tutunmak ve dayanmak istemesidir – derinliğe! İnsanlara kenetlenir istemim, zincirlerle bağlarım kendimi insanlara, çünkü yukarı çekilirim, Üstinsana: oraya gitmek ister öteki istemim de.

==========

Kapımın önünde oturur, her türlü alçağın yolunu beklerim ve sorarım: kim dolandıracak beni? Yaptığım ilk insanca-akıllılık budur benim: dolandırıcılara karşı hep tetikte durmayayım diye bırakırım dolandırsınlar beni. Ah, tetikte dursaydım insanlara karşı: bir çıpa olabilir miydi ki insan balonuma? Kolayca çeker götürürdü balonum beni yukarıya ve ötelere! Böyle yazılmış benim yazım, dikkatsiz olmalıyım. İnsanların arasında susuzluktan ölmek istemeyen biri tüm bardaklardan içmeyi öğrenmeli; ve insanların arasında temiz kalmak isteyen pis sularla yıkanmasını da bilmeli. Sık sık şöyle teselli ederim kendimi: “Pekâlâ! Hadi bakalım! Yaşlı yürek! Bir felaket geldi başına: tadını çıkar onun – mutluluğun gibi!”

==========

Benim üçüncü insanca-akıllılığım da kötüleri seyretme zevkini bozmasına izin vermeyişimdir korkaklığınızın. Mutlu olurum sıcak güneşin yaydığı harikaları görünce: kaplanları, palmiyeleri ve çıngıraklıyılanları. İnsanların arasında da vardır kızgın güneşten türeyen güzel bir soy ve harikulade çok şey vardır kötülerde.

==========

Ben de şöyle yanıtladım: “Henüz sözüm hiçbir dağı yerinden oynatmadı ve konuştuklarım insanlara ulaşmadı, insanların arasına gittim, ama henüz varamadım yanlarına.” Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Sen ne biliyorsun ki bu konuda! Gecenin en sessiz saatinde düşer çiy otların üstüne.” – Ve ben de şu yanıtı verdim: “Alay ettiler benimle, kendi yolumu bulup da yürüdüğümde; o zaman ayaklarım titriyordu aslında. Ve şöyle dediler bana: Yolu unuttun, şimdi yürümeyi de unutuyorsun!” Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Ne önemi var ki onların alay etmesinin! Sen itaat etmeyi unutmuş birisin: şimdi emretmen gerekiyor! Bilmiyor musun yoksa, herkesin en çok kimi gereksindiğini? Büyük emirler vereni. Büyük işler başarmak zordur: ama daha da zoru, büyük emirler vermektir. En bağışlanamaz yanın bu işte: gücün var ve hükmetmek istemiyorsun.” – Ben de şu yanıtı verdim: “Aslanın sesi eksik bende, herkese emretmek için.” Bunun üzerine yine bir fısıltı gibi konuştu benimle: “En sessiz sözcüklerdir fırtınayı getiren. Güvercin adımlarıyla gelen düşünceler yönlendirir dünyayı. Ey Zerdüşt, gelmesi gerekenin bir gölgesi olarak gideceksin: böyle emredeceksin ve emrederek önden gideceksin.” – Ben de dedim ki: “Utanıyorum.” Bunun üzerine yine ses çıkarmadan konuştu benimle: “Bir çocuk olmalısın daha, utanç nedir bilmeyen. Gençliğin gururu var henüz üstünde, gençliğe geç ulaştın sen: ama gençliğini de aşmalıdır çocuk olmak isteyen.” – Uzun süre düşündüm ve titredim. Ama sonunda ilk söylediğimi söyledim: “İstemiyorum.” Bunun üzerine bir kahkaha koptu etrafımda. Ah, nasıl da parçaladı içimi ve söktü yüreğimi bu kahkaha! Ve son bir defa konuştu benimle: “Ey Zerdüşt, meyvelerin olgun, ama sen olgun değilsin meyvelerin için! Bu yüzden yeniden dönmelisin yalnızlığına: çünkü daha yumuşamalısın.”

==========

Zerdüşt dağa çıkarken, gençliğinde yaptığı sayısız gezintiyi ve şimdiye dek ne çok dağa, sırta ve doruğa çıktığını anımsadı. Ben bir gezginim ve bir dağcıyım dedi yüreğine, düzlükleri sevmem ve öyle görünüyor ki, uzun süre duramam oturduğum yerde. Kader ve yaşantı olarak daha ne gelecekse başıma, – bir dağ gezintisi ve bir dağ tırmanışı da olacaktır onda:

==========

Zerdüşt dağa çıkarken, gençliğinde yaptığı sayısız gezintiyi ve şimdiye dek ne çok dağa, sırta ve doruğa çıktığını anımsadı. Ben bir gezginim ve bir dağcıyım dedi yüreğine, düzlükleri sevmem ve öyle görünüyor ki, uzun süre duramam oturduğum yerde. Kader ve yaşantı olarak daha ne gelecekse başıma, – bir dağ gezintisi ve bir dağ tırmanışı da olacaktır onda: sadece kendisini yaşantılar insan sonunda.

==========

Gidiyorsun kendi büyüklük yoluna: artık ardında hiçbir yolun olmaması en büyük yürekliliğin olmalı şimdi!

==========

Gidiyorsun kendi büyüklük yoluna: artık ardında hiçbir yolun olmaması en büyük yürekliliğin olmalı şimdi! Gidiyorsun kendi büyüklük yoluna; kimse gizlice gelmeyecek ardından! Kendi ayağınla sildin arkandaki yolu ve bu yolun üstünde ‘imkânsızlık’ yazıyor. Ve hiçbir merdivenin yoksa bundan böyle, öğrenmelisin kendi başının üzerine tırmanmayı: başka nasıl çıkacaksın ki yukarıya? Kendi başının üzerine ve kendi yüreğinin ötesine! En yumuşak yerin de en sert yerin olmalı artık. Kendini

==========

Kendini görmemeyi öğrenmek gerekir, çok şey görmek için: – bu sertlik gereklidir dağa-çıkan herkese. Bilmek için gözlerini her şeye çeviren biri, nesnelerin ön yüzünden başka ne görebilir ki? Oysa sen Zerdüşt, her şeyin temeline ve arka yüzüne bakmak istedin; bu yüzden kendi üzerine bile çıkmalısın, – yukarıya, yükseğe, kendi yıldızların bile senin altında kalıncaya dek! Evet! Yukarıdan bakmalıyım kendime ve yıldızlarıma: ancak buna derim ben doruğum diye; bir tek bu kaldı benim son doruğum olarak!

==========

En yüksek dağımın önünde ve en uzun gezintimin başındayım şimdi: bu yüzden şimdiye dek indiğimden daha da derine inmeliyim: – acının şimdiye dek inmediğim kadar derinine, acının en karanlık akıntısına kadar! Bunu istiyor kaderim: Pekâlâ! Ben hazırım. Nereden gelir en yüksek dağlar? diye sorardım bir zamanlar. Sonra öğrendim, denizden geldiklerini. Bunun kanıtı onların kayalarında ve doruklarındaki duvarlarda yazılıdır. En derinden gelmelidir en yüce olan, kendi yüceliğine.

==========

Her şey henüz uykuda şimdi dedi; deniz de uykuda. Uyku sarhoşluğuyla ve tuhaf bakıyor gözleri bana. Ama soluğu sıcak, hissediyorum bunu. Hissediyorum rüya gördüğünü de. Kıvrılıyor rüya görerek sert yastıklar üzerinde. Kulak ver! Bak! Nasıl da inliyor kötü anılardan! Yoksa kötü beklentilerden mi? Ah, üzülüyorum senin için, karanlık canavar seni, kızgınım kendime de senin yüzünden. Ah, yeterince güçlü değil ellerim! Sahiden, keşke kötü rüyalardan kurtarabilseydim seni! – Zerdüşt böyle söyleyince, hüzün ve acı içinde güldü kendine. “Nasıl yani Zerdüşt?” dedi kendine, “denizi mi teselli etmek istiyorsun bir de?” Ah tatlı kaçık Zerdüşt, güvenmeye pek heveslisin! Ama hep böyleydin sen: hep güvenle yaklaştın korkunç olan her şeye. Her canavarı okşamak istersin. Bir nebze sıcak soluk, bir tutam yumuşak tüy pençesinde –: ve sen hemen hazırsın sevmeye ve baştan çıkarmaya. Sevgidir en yalnız kişinin tehlikesi, her şeye duyulan sevgi, canlı olsun yeter ki! Gerçekten gülünç benim deliliğim ve sevgideki alçakgönüllülüğüm!” – Böyle söyledi Zerdüşt ve bir kez daha güldü: ama hemen geride bıraktığı dostları geldi aklına –, sanki düşüncelerinde onlara karşı bir suç işlemiş gibi, öfkelendi kendi düşüncelerine. Ve çok geçmeden ağlamaya başladı gülen kişi: – acı acı ağlıyordu Zerdüşt, öfkeden ve özlemden.

==========

“Ey Zerdüşt,” diye fısıldadı alay edercesine tane tane, “sen bilgelik taşı! Yükseğe fırlattın kendini, ama fırlatılan her taşın vardır bir – düşüşü! Ey Zerdüşt, sen bilgelik taşı, sen sapan taşı, sen yıldızları-parçalayan! Öyle yükseğe fırlattın ki kendini – ama fırlatılan her taşın – vardır bir düşüşü! Kendine ve kendini taşlamaya mahkûmsun: ey Zerdüşt, uzaklara attın taşı – ama senin üstüne düşecek o geriye!” Bunun üzerine sustu cüce; uzun sürdü bu suskunluk. Ama onun suskunluğu bunalttı beni; sahiden böyle iki kişiyken bir başına olduğundan daha yalnızdır insan!

==========

Tırmandım, tırmandım, rüya gördüm, düşündüm – ama tüm bunlar bunalttı beni. Çektiği acıdan bitkin düşen ve kötü bir rüyayla yeniden uykusundan uyanan bir hasta gibiydim. – Ama cesaret adını verdiğim bir şey var bende: şimdiye kadar içimdeki her türlü sıkıntıyı öldürmüştür o. Sonunda bu cesaret durdurdu ve konuşturdu beni: “Cüce! Ya sen! Ya da ben!” – Cesarettir en iyi öldürücü, – saldıran cesaret: çünkü bir zafer çığlığı vardır her saldırıda. Ama insan en cesur hayvandır: cesaretiyle yenmiştir her hayvanı – zafer çığlıklarıyla yenmiştir her acıyı; ama insanın acısı en derin acıdır. Cesaret uçurumun kenarındaki baş dönmesini de öldürür: insanın uçurum kenarında durmadığı bir yer oldu mu ki? Görmek bile – uçurumları görmek değil midir? En iyi yıkıcıdır cesaret: merhameti de yıkar. Ama en derin uçurumdur merhamet: insan ne denli derinine bakarsa yaşamın, o denli derinden görür acıyı. Oysa en iyi yıkıcıdır cesaret, saldıran cesaret: ölümü bile yıkar, çünkü der ki: “Bu muydu yaşam? Pekâlâ! Yeni baştan!” Böyle bir sözde pek büyük bir zafer çığlığı vardır. Kulakları olan işitsin. –

==========

Can yoldaşlarını arıyordu bir zamanlar, yaratıcı kişi ve kendi umudunun çocuklarını: gel gör ki, onları bulamayacağı ortaya çıktı, onları önce kendi yaratmadığı sürece. Böylece ortasındayım eserimin, çocuklarıma gidiyorum ve onlardan dönüyorum: Zerdüşt çocukları uğruna mükemmelleştirmeli kendini. Çünkü sadece çocuğunu ve eserini candan sevebilir kişi; ve kişinin kendine büyük bir aşk duyduğu yerdedir gebeliğin belirtisi: orada buldum ben onu. Henüz ilk baharlarında yeşeriyorlar çocuklarım, birbirlerine yakın duruyor ve hep birlikte sallanıyorlar rüzgârlarla bahçemin ve en iyi toprağımın ağaçları. Sahiden! Böyle ağaçların birbirlerine yakın durduğu yerdedir mutlu adalar! Ama zamanı gelince onları yerinden sökeceğim ve her birini tek başına bırakacağ yalnızlığı, inadı ve dikkat etmeyi öğrensinler diye. Dallı budaklı, iki büklüm ve esnek bir dayanıklılıkla durmalılar denizin kenarında, yenilmez yaşamın canlı bir deniz feneri gibi. Fırtınaların denize sökün ettiği ve dağın hortumunun su içtiği yerde, herkes bir defa gündüz ve gece nöbeti tutmalı, kendini sınamak ve bilmek için. Tanınmalı ve sınanmalı benim türümden ve kökenimden mi, – sonu gelmez bir istemin efendisi mi, konuşurken bile susar mı ve verirken alabiliyor mu?: –

==========

Ey yaşamımın öğleden sonrası! Ey akşamdan önceki mutluluk! Ey açık denizdeki liman! Ey bilinmeyendeki huzur! Nasıl da kuşkulanıyorum hepinizden! Sahiden, kuşku duyuyorum sizin sinsi güzelliğiniz karşısında! Fazlasıyla yumuşak gülücüklerden kuşkulanan bir âşık gibiyim ben. Nasıl uzaklaştırıyorsa kıskanç âşık en sevdiğini kendinden, nasıl sertken bile yumuşaklığını koruyorsa –, ben de öyle uzaklaştırıyorum mutlu saatimi kendimden. Uzaklaş buradan mutlu saat! İstemediğim bir mutluluk geldi bana seninle birlikte. En derin acımı arzulayarak duruyorum burada: – zamansız geldin sen! Uzaklaş buradan mutlu saat! Orada konakla daha iyi – çocuklarımın yanında! Acele et! ve henüz akşam olmadan kutsa onları benim mutluluğumla! Yaklaşıyor akşam: güneş batıyor. Uzaklaş – mutluluğum! – Böyle söyledi Zerdüşt. Ve bütün gece mutsuzluğunu bekledi: ama boşuna beklemişti. Gece hep aydınlık ve sakindi ve mutluluk ona gitgide daha çok yaklaşıyordu. Sabaha karşı güldü Zerdüşt yüreğine ve alaylı alaylı dedi ki: “Mutluluk peşimden geliyor. Kadınların peşinden koşmadığım için geliyor. Oysa bir kadındır mutluluk!”

==========

Aslında çoğunlukla tek bir şeyi isterler saflık içinde: kimsenin kendilerine acı çektirmemesini. Bu yüzden herkesten erken davranıp, iyilik yapmak isterler herkese. Oysa korkaklıktır bu: adına “erdem” denilse bile.

==========

Akıllıdırlar, erdemlerinin akıllı parmakları vardır. Ama yumrukları yoktur, parmakları bilmez yumrukların ardına saklanmayı. Onlara göre erdem alçakgönüllü ve uysal yapan şeydir: böylelikle kurdu köpeğe, insanı da insanın en evcil hayvanına çevirdiler.

==========

Benim Zerdüşt, o tanrısız: nerede bulurum dengimi? Kendi istemini kendi belirleyen ve her türden boyun eğmeyi reddeden herkes benim-dengimdir.

==========

Kış, kötü bir misafir, oturuyor evimde; mosmor kesildi ellerim dostça el sıkıştığımız halde.

==========

Katı yürekli bir misafir o, – ama konuk ederim onu ve nazikler gibi hemen tapınmam o şiş göbekli ateş-putuna. Putlara tapınmaktansa, biraz dişlerim takırdasın daha iyi! – Böyle gerektirir karakterim. Ve özellikle nefret ederim tüm kızışmış, buharı tüten, küf kokulu ateş-putlarından.

==========

Sana da veda ederken şunu öğreteyim deli: artık sevemediğin yerin – önünden geçip gitmeli!

==========

Ah! Hep çok azdır yüreklerinde uzun soluklu bir cesaret ve cüret bulunanlar; tini de sabırlıdır bunların. Geri kalanlarsa korkaktır. Geri kalanlar: bunlar her zaman büyük çoğunluktur, o sıradanlar, o lüzumsuzlar, o fazlalıklar – korkaktır bunların tümü! – Benim gibi birisi, benim yaşadıklarımı yaşayacaktır yolunda: yani ilk yoldaşları cesetler ve maskaralar olacaktır. Ama ikinci yoldaşları, – onun müminleri diyeceklerdir kendilerine: fazlasıyla sevgi, fazlasıyla budalalık, fazlasıyla toy bir tapınmayla dolu, canlı bir sürü. Benim gibi biri, bu müminlere bağlamamalı yüreğini; insanın değişken-korkak doğasını tanıyan, inanmamalı bu renkli bahar çimenine! Başka türlü olabilseler, elbette başka türlü de isteyeceklerdi. Yarım-yarım olanlar mahvediyorlar bütün olan ne varsa. Yaprakların solması, – ne var yakınacak bunda! Bırak geçsinler ve düşsünler, ey Zerdüşt, yakınma! En iyisi, hışırdayan rüzgârlarla es aralarında, – – es bu yapraklar arasında, ey Zerdüşt: eski daha hızlı uzaklaşsın senden, solmuş ne varsa!

==========

Oysa bir utançtır dua etmek! Herkes için değil, ama senin benim gibiler için ve kafasının içinde bilinç”[25] olanlar için! Senin için bir utançtır dua etmek! Çok iyi biliyorsun ya; içindeki korkak şeytan, ellerini açmaktan, ellerini kucağında kavuşturmaktan ve rahat etmekten hoşlanır – bu korkak şeytan der ki sana: “Bir tanrı vardır!”

==========

“Tek bir tanrı vardır! Benden başka tanrın olmayacak!” sözüydü bu – – yaşlı, öfkeden sakalları titreyen, kıskanç bir tanrı böyle unuttu kendini: Ve tüm tanrılar güldüler o zaman ve sandalyelerinde kaykılıp bağırdılar: “Tanrının değil de tanrıların olması değil midir tanrılık?” Kulakları olan işitsin.

==========

Ey yalnızlık! Ey yurdum yalnızlık! O kadar uzun süre yabanıl yaşadım ki yaban ellerde, sana dönerken gözyaşı dökmemek mümkün değil! Hadi tehdit et beni parmağınla annelerin tehdit edişi gibi, hadi gülümse bana annelerin gülümseyişi gibi, hadi de ki: “Kimdi o, bir zamanlar bir fırtına gibi esip uzaklaşan benden? – – Kimdi ayrılırken şöyle seslenen: Uzun süre oturdum yalnızlıkta, unuttum susmayı! Bunu – iyice öğrendin mi şimdi? Ey Zerdüşt, her şeyi biliyorum: çoğunluğun içinde bir başına, benim yanımda olduğundan daha terk edilmiş olduğunu da! Terk edilmişlik başkadır, yalnızlık başka: Bunu – öğrendin şimdi sen! Ve insanların arasında her zaman yabanıl ve yabancı olacağını da: – Yabanıl ve yabancı olacaksın seni sevseler bile: çünkü her şeyden önce esirgenmek isterler!

==========

Oysa terk edilmiş olmak başka bir şeydir. Çünkü hatırlıyor musun, ey Zerdüşt? Bir zamanlar kuşun senin üzerinde haykırdığında, sen ormanda bir cesedin yanında, nereye gideceğine karar verememiş, durduğunda: – – ‘Hayvanlarım yol göstersin bana! İnsanların arasında daha tehlikede olduğumu gördüm, hayvanların arasında olduğumdan,’ dediğinde.  İşte buydu terk edilmişlik! Ve

==========

İnsandaki her şeyi kavramak isteyen, her şeye dokunmak zorundadır. Ama bunun için fazlasıyla temiz ellerim.

==========

Onların uyuşuk bilgelerine: bilge dedim, uyuşuk değil, – sözcükleri yutmayı öğrendim böylelikle. Onların mezar kazıcılarına: araştırmacılar ve sınamacılar dedim – sözcükleri birbiriyle değiştirmeyi öğrendim böylelikle.

==========

Ve o zaman şu da olmuştu, – ve sahiden, ilk kez olmuştu bu! – Zerdüşt’ün sözü bencilliği övmüştü, şifalı, sağlıklı bencilliği, güçlü bir ruhtan taşan: – – yüce bedene ait olan güçlü ruhtan, o güzel, muzaffer, canlandıran bedene; çevresindeki her şeyin bir aynaya dönüştüğü bedene: – öylesine kıvrak, ikna edici bir beden, öyle iyi bir dansçıdır ki o, kendinden hoşlanan ruhtur onun benzetmesi ve özeti. Böylesi bedenlerin ve ruhların kendilerinden hoşlanması “erdem” der kendine. İyiye ve kötüye ilişkin sözleriyle perdeler kendini böyle bir kendinden hoşlanma, kutsal ağaçlıklarla kendini korur gibi; kendi mutluluğunun adıyla uzaklaştırır aşağılanası her şeyi. Kendinden uzaklaştırır korkan her şeyi: der ki: Fena – korkak bu! Aşağılanasıdır onun gözünde her zaman tasalanan, inleyen, yakınan ve en küçük çıkarları bile kollayan. Aşağılar tüm dokunaklı bilgeliği de: çünkü sahiden, karanlıkta çiçek açan bir bilgelik de vardır, gecenin gölgelerinin bilgeliği: sızlanır hiç durmadan, “Her şey boş!” diye. Ürkek güvensizliği küçümser o, bakışlar ve eller yerine yeminler isteyen herkesi de: fazlasıyla çekingen bilgeliği de – çünkü korkak ruhların tarzıdır böylesi. Daha da küçümser çabuk hoşnut kalanı, köpek gibi olanı, hemen sırtüstü yatanı, boyun eğeni de: alçakgönüllü, köpek gibi, dindar ve çabuk hoşnut kalan bir bilgelik de vardır. Nefret eder ve hatta tiksinir kendini asla savunmak istemeyenden, zehirli salyaları ve bakışları yutandan, fazlasıyla sabırlı olandan, her şeyi sineye çekenden, bulduğuyla yetinenden: çünkü kölelerin tarzıdır bu. İster tanrıların ve tanrısal tekmelerin önünde, ister insanların ve aptalca insan görüşlerinin önünde köleleşsinler, tarzından olan her şeye tükürür bu kutlu bencillik! Kötü: diye adlandırır, ezik büzük, diz çökmüş ve kölece ne varsa, esir gözleri, ezik yürekleri ve kalın, korkak dudaklarla öpen o sahte teslimiyetçi tarzı.

==========

Benim ağzım – halk ağzıdır: fazla kaba ve dobra konuşurum ben çıtkırıldımlar için. Daha da yabancı gelir sözlerim mürekkep-balıklarına ve kalem-tilkilerine.

==========

Söyleyecek bir şarkım var yaşadıklarıma dair[30]– – ve söyleyeceğim onu: ıssız bir evde yalnız olsam da, kendi kulaklarımdan başka dinleyen olmasa da.

==========

Devekuşu en hızlı attan daha hızlı koşar, ama yine de kafasını iyice toprağa gömer: işte tam da böyle yapar henüz uçamayan insan. Ağır der o, yeryüzüne ve yaşama; böyle olmasını ister ağırlığın tini! Ne ki hafif olmak ve bir kuş olmak isteyen kendisini sevmeli: – böyle öğretiyorum ben. Elbette hastaların ve düşkünlerin sevgisiyle değil: çünkü onlarda kokuşmuştur, özseverlik bile! İnsan kendini sevmeyi öğrenmeli, – böyle öğretiyorum ben – şifalı ve sağlıklı bir sevgiyle: insan kendisine katlansın ve orada burada sürtmesin diye.

==========

Ve sahiden, kendini sevmeyi öğrenmek bugünden yarına yerine getirilecek bir buyruk değildir. Daha çok, tüm sanatların içinde en incesi, en kurnazı, en sonuncusu ve en sabırlısıdır. Kişinin sahip olduğu her şey çok iyi gizlenmiştir sahibinden; ve tüm hazinelerden en son kendi hazinesini gün ışığına çıkartır kişi, – böyle gerektirir ağırlığın tini.

==========

Daha beşikte bile ağır sözler ve değerler verilir bize: “iyi” ve “kötü” sözcükleriyle – böyle adlandırır kendini bu çeyiz. Ve bunun yüzü suyu hürmetine bağışlanır yaşıyor oluşumuz. Ve dahası, bebeği yanlarına gelmeye zorlarlar ki, geç kalmadan yasaklayabilsinler ona kendini sevmeyi: böyle gerektirir ağırlığın tini. Ve biz – sadakat içinde taşırız bize verileni sert omuzlarımızın üstünde ve yalçın dağların üstünden! Ve terlediğimiz zaman şöyle derler bize: “Evet, zordur taşımak yaşamı!” Ama sadece kendisini taşımak zor gelir insana! Çünkü çok fazla yabancı şey yüklenir omuzlarına. Develer gibi diz çöker ve yükünü güzelce yükletir sırtına. Özellikle de güçlü kuvvetli, taşıyabilen insan, içinde saygı bulunan kişi: çok fazla yabancı ağır sözcük ve değer yüklenir sırtına – şimdi yaşam bir çöl gibi görünür ona! Ve

==========

İnsanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesiyse en zorudur; çoğu kez tin yalan söyler ruh hakkında. Böyle gerektirir ağırlığın tini. Ama kendisini keşfetmiştir, budur benim iyim ve kötüm diyen kişi: böylece susturmuştur “Herkes için iyi, herkes için kötü,” diyen köstebeği ve cüceyi. Sahiden, her şeye iyi ve üstelik bu dünyaya da en iyi diyenleri de sevmem. Bulduğuyla yetinenler derim bunlara. Bulduğuyla yetinmek, her şeyi tadabilmek: en iyi damak zevki değildir bu! Yemek seçen en inatçı dillere ve midelere saygı duyarım ben, “Ben” ve “Evet” ve “Hayır” demeyi öğrenmişlerdir onlar.

==========

İnsanı keşfetmek zordur, insanın kendisini keşfetmesiyse en zorudur; çoğu kez tin yalan söyler ruh hakkında. Böyle gerektirir ağırlığın tini. Ama kendisini keşfetmiştir, budur benim iyim ve kötüm diyen kişi: böylece susturmuştur “Herkes için iyi, herkes için kötü,” diyen köstebeği ve cüceyi. Sahiden, her şeye iyi ve üstelik bu dünyaya da en iyi diyenleri de sevmem. Bulduğuyla yetinenler derim bunlara. Bulduğuyla yetinmek, her şeyi tadabilmek: en iyi damak zevki değildir bu! Yemek seçen en inatçı dillere ve midelere saygı duyarım ben, “Ben” ve “Evet” ve “Hayır” demeyi öğrenmişlerdir onlar. Oysa her şeyi çiğnemek ve hazmetmek – tam bir domuz tarzıdır bu! Her zaman İ-A[31]demek – sadece eşek öğrenir bunu ve eşek tinli biri!

==========

Sahiden, beklemeyi de öğrendim, hem de yürekten, – ama sadece kendimi beklemeyi. Ve her şeyden önce ayağa kalkmayı ve yürümeyi ve koşmayı ve sıçramayı ve tırmanmayı ve dans etmeyi öğrendim. İşte budur benim öğretim: bir gün uçmayı öğrenmek isteyenin önce ayağa kalkmayı ve yürümeyi ve koşmayı ve tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmesi gerekir: – uçmak uçarak öğrenilmez birdenbire!

==========

Çok çeşitli yollardan ve yöntemlerden vardım kendi hakikatime; tek bir merdivenin üzerinde çıkmadım yükseğe, gözlerimin kendi uzağıma baktığı yere. Ve hiç sevmedim yol sormayı – hep ters geldi bu beğenime! Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma ve denemeydi benim tüm yürüyüşüm: – sahiden, yanıt vermeyi de öğrenmek gerek böylesi sorulara! Ama budur – benim beğenim: – iyi değildir, kötü değildir, ama benim beğenimdir, ne utanırım, ne de sıkılırım artık ondan. “Budur – işte şimdi benim yolum – sizinki nerede?” diye yanıt verdim bana “yolu” soranlara. Çünkü o yol – yoktur zaten!

==========

Burada oturuyor ve bekliyorum, etrafımda eski kırık levhalar ve yarısı yazılı yeni levhalar. Ne zaman gelecek benim saatim? – Aşağıya inişimin, batışımın saati: çünkü bir kez daha insanların arasına karışmak istiyorum. İşte bekliyorum şimdi: önce benim saatimin geldiğinin işaretleri gelmeli bana, – yani güvercin sürüsüyle birlikte gülen aslan. Bu arada, zamanı olan birisi olarak konuşuyorum kendime. Hiç kimse yeni bir şey anlatmıyor bana: bu yüzden anlatıyorum kendi kendime.

==========

ve zorla alabileceğin bir hakkın sana verilmesine izin verme! Senin yaptığını kimse yapamaz sana. Bak, kısasa kısas yoktur. Kendisine emretmesini bilmeyen itaat etmelidir. Ve kimileri kendisine emredebilir, ama kendisine itaat de etmesi için hâlâ çok yetersizdir!

==========

Budur soylu ruhların isteği: hiçbir şeye bedavadan sahip olmak istemezler, hele yaşama. Ayaktakımından biri bedavadan yaşamak ister; ama biz, yaşamın kendisini verdiği ötekiler, – her zaman düşünürüz ona karşılık ne verebileceğimizi! Ve sahiden, seçkin bir sözdür şu: “Yaşamın bize vaat ettiğini yerine getirmek isteriz biz – yaşam için!” Tat vermediği yerde tat almak istememeli kişi. Ve – tat almak istememeli kişi! Tat ve masumiyet en utangaç şeylerdir: ikisi de aranmak istemez. Onlara sahip olmak gerekir –, ama daha iyisi suçu ve acıyı aramaktır!

==========

Bizim içimizde oturuyor hâlâ, eski put rahibi, şölen için kızartıyor en iyimizi. Ah, kardeşlerim, nasıl da kurban olmasınlar ki ilk göz ağrıları! Ama böyledir bizim tarzımız; ve severim kendini korumak istemeyenleri. Yok olanları severim tüm sevgimle: çünkü onlar öteki tarafa geçerler.

==========

Hakiki olmak – bunu çok az kişi başarabilir! Ve bunu başarabilen de hakiki olmak istemez henüz! Ama en az da iyiler başarır bunu. Ah şu iyiler! – İyi insanlar asla hakikati söylemez; bu ölçüde iyi olmak bir hastalıktır tin için. Vazgeçer bu iyiler, teslim olurlar, yürekleri söyleneni tekrarlar, candan söz dinlerler: ne ki söz dinleyen kendini duymaz!

==========

Eski bir kuruntu var, iyi ve kötü denilen. Kâhinlerin ve yıldız falcılarının çevresinde döndü şimdiye dek bu kuruntunun çarkı. Eskiden inanılırdı kâhinlere ve yıldız falcılarına: ve bu yüzden inanıldı şuna: “Her şey kaderdir: Yapacaksın, çünkü yapmalısın!” Sonra yeniden kuşkuyla bakıldı tüm kâhinlere ve yıldız falcılarına: ve bu yüzden inanıldı şuna: “Her şey özgürlüktür: yapabilirsin, çünkü istiyorsun!” Ey kardeşlerim, yıldızlar ve gelecek hakkında sadece kuruntular vardı şimdiye dek, bilgi değil: ve bu yüzden iyi ve kötü hakkında sadece kuruntu sahibi olunmuştur şimdiye dek, bilgi değil!

==========

Bu yüzden, ey kardeşlerim, tüm ayaktakımına ve tüm zorbalara karşı çıkacak ve yeni levhaların üzerine “asil” sözcüğünü yeniden yazacak yeni bir asalete gerek var. Asaletin olması için pek çok asil kişiye ve pek çok çeşit asil kişiye gerek var! Ya da bir zamanlar benzetmeyle konuştuğum gibi, “Tanrının değil de tanrıların olması; işte budur tanrısallık!”

==========

Nereden geldiğiniz değil, nereye gittiğiniz belirlesin bundan sonra şerefinizi! Sizin ötenize geçmek isteyen isteminiz ve ayaklarınız – bunlar belirlesin şerefinizi!

==========

Atalarınızın çocuğu oluşunuzu kendi çocuklarınızda telafi etmelisiniz: böyle kurtarmalısınız geçmişteki her şeyi!

==========

“Niye yaşamalı? Her şey boş! Yaşamak – havanda su dövmektir; yaşamak – kendi kendini yakıp kavurmak ve yine de ısınamamaktır.” – Eski çağlardan kalma bu laflar “bilgelik” sayılıyor hâlâ; ama eski oluşları ve küf kokmaları yüzünden daha da saygı duyuluyor bunlara. Çürümek de asilleştiriyor. – Çocuklar böyle konuşabilir; onlar ateşten ürker ellerini yaktığı için! Çocuksu çok şey vardır eski bilgelik kitaplarında. Her zaman “havanda su döven”lerin ne hakkı vardır harman dövmek üzerine sayıp sövmeye! Çenesini bağlamalı böyle delilerin! Masaya otururlar da bunlar, hiçbir şey getirmezler yanlarında, iyi bir açlık bile: – ve sonra sövüp sayarlar, “Her şey boş!” diye. Ama iyi yiyip iyi içmek, ey kardeşlerim, sahiden de boş bir sanat değildir! Kırın, kırın bu hiçbir zaman hoşnut olmayanların levhalarını!

==========

“Çok öğrenen, unutur tüm şiddetli arzuları” – bunu fısıldıyor insanlar kendilerine tüm karanlık sokaklarda. “Bilgelik yorgun düşürür, değmez, değmez – hiçbir şeye; arzu duymamalısın!” – Bu yeni levhayı asılı buldum pazaryerlerinde bile. Kırın, ah kardeşlerim, kırın bu yeni levhayı da! Dünya yorgunları,[34] ölümü vaaz edenler ve eli sopalılar astı onu; çünkü bakın, aynı zamanda bir kölelik vaazıdır bu! – Kötü öğrendikleri ve en iyisini öğrenmedikleri için, her şeyi çok erken ve çok hızlı öğrendikleri için; çok kötü yedikleri için, bu yüzden bozuldu mideleri, – – bozuk bir midedir onların tini: ölümü salık verir bu tin! Çünkü sahiden, kardeşlerim tin bir midedir! Yaşam bir haz pınarıdır: ama kimin içinden dert küpü, bozuk bir mide konuşuyorsa, zehirlidir tüm pınarlar onun için. İdrak: bir hazdır aslan-istemlilere! Ama usanan biri sadece “istemi olan”dır, oyuncağı olur o tüm dalgaların. Hep böyledir zayıf insanların doğası: kendi yollarında kaybederler kendilerini. Ve sonunda yorgunlukları bile sorar: “Niye gidiyorduk ki yollarda! Her şey aynı!” Hoş gelir bunların kulaklarına, “Değmez hiçbir şeye! Hiçbir şey istemeyeceksiniz!” vaazı. Ama bu bir kölelik vaazıdır. Ey kardeşlerim, uğuldayan serin bir rüzgâr gibi geliyor Zerdüşt tüm yol yorgunlarına; hapşırtacak sayısız burnu. Duvarların arasından da esiyor benim özgür soluğum, zindanlara ve esir tinlere de! İstemek özgürleştirir: çünkü istemek yaratmaktır: bunu öğretiyorum ben. Ve sadece yaratmak için öğrenmelisiniz! Öğrenmeyi de önce benden öğrenmelisiniz, iyi öğrenmeyi! – Kulakları olan işitsin!

==========

İşte orada kayık, – öbür tarafa, belki büyük hiçliğe gidiyor. – Kim binmek ister ki bu “belki”ye? İçinizden hiç kimse binmek istemez ölüm kayığına! Peki öyleyse dünya-yorgunu olmak isteyişiniz niye? Dünya yorgunu! Yeryüzünden çekip gitmemişsiniz bile! Her zaman yeryüzünü arzular buldum sizi, sevdalıydınız hâlâ yeryüzü-yorgunluğunuzla! Boş yere sarkmıyor dudaklarınız: – küçük bir yeryüzü dileği duruyor hâlâ kenarında. Ve gözlerinizde – küçük, unutulmamış bir yeryüzü arzusu – bir bulut gibi süzülmüyor mu hâlâ?

==========

Ama siz dünya-yorgunları! Sizi yeryüzü tembelleri! Kızılcık sopasıyla okşamalı sizi! Kızılcık sopasının okşayışlarıyla yeniden canlandırmalı ayaklarınızı! Çünkü: yeryüzünü yorgun düşüren hasta ve bitkin küçük adamlar değilseniz eğer, kurnaz tembel hayvanlar ya da aç gözlü, büzüşmüş haz kedilerisiniz o zaman. Yeniden neşeyle koşturmak istemiyorsanız – geçip gitmelisiniz! İflah olmazlara hekim olunmaz: bunu öğretir Zerdüşt: – bu yüzden geçip gitmelisiniz! Ama bir son vermek için, yeni bir dize yazmaktan daha çok cesaret gereklidir: tüm hekimler ve tüm şairler bunu bilir.

==========

Ey kardeşlerim, zalim miyim ben? Ama derim ki: Düşmekte olanı itmeli bir de! Bugüne ait olan her şey – düşüyor, çürüyor: kim tutmak ister onu! Ama ben – ben itmek istiyorum bir de! Taşları derin vadilere yuvarlamanın şehvetini bilir misiniz? – Günümüzün insanları: bakın, nasıl yuvarlanıyorlar benim derinliklerime! Daha iyi oyuncuların bir ön oyunuyum ben, ey kardeşlerim! Bir örneğiyim! Benim örneğime göre davranın! Eğer uçmayı öğretmiyorsanız – daha hızlı düşmeyi öğretin!

==========

Severim gözü pekleri: ama yeterli değildir kılıç ustası olmak – darbeyi kime vuracağını da bilmeli! Ve çoğu zaman kişinin kendini tutup da, oradan geçip gitmesinde daha büyük bir gözü peklik vardır: böylelikle daha onurlu düşmanlara saklar kendini! Sadece nefret edilesi düşmanlarım olmalı, aşağılanası düşmanlarım değil: düşmanlarınızla övünmelisiniz; bunu öğretmiştim bir kez. Daha layık düşmanlara saklamalısınız kendinizi dostlarım: bu yüzden birçoğunun yanından geçip gitmelisiniz,

==========

Böyle olmasını istiyorum erkeğin ve kadının: biri savaşmaya düşkün, diğeri doğurmaya yetkin, ama ikisi de dans edebilmeli kafasıyla ve bacaklarıyla. Kayıp gözüyle bakmalıyız, bir kez bile dans etmeden geçen güne! Yanlış kabul etmeliyiz, bir kahkaha içermeyen her türlü hakikati!

==========

Sizin evlilik bağlarınız: dikkat edin, kötü bir bağlanma olmasın bu! Çok hızlı bağlanıyorsunuz: bu yüzden de nikâh yeminini çiğnemek geliyor ardından. Nikâh yutkunmaktansa, nikâh yalanı söylemektense, nikâh yeminini çiğnemek daha iyi. – Şöyle demişti bana bir kadın: “Evet, çiğnedim nikâh yeminini, ama ilk önce nikâh çiğnedi beni!” Uygunsuz çiftleşenlerin daima en kötü kinciler olduğunu gördüm: artık yalnız olamamalarının intikamını alıyorlardı tüm dünyadan. Bu yüzden, dürüstlerin birbirleriyle şöyle konuşmasını isterim:[37] “Birbirimizi seviyoruz: görelim bakalım, koruyacak mıyız sevgimizi! Yoksa bir hata mı olacak vaadimiz? – Bir süre verin bize ve küçük bir evlilik, görelim bakalım, yeterli miyiz büyük evliliğe! Büyük bir iştir her zaman iki kişi olmak!” Bunu öğütlerim tüm dürüstlere; Üstinsana ve gelecek olan her şeye duyduğum sevgi neye yarardı, başka türlü öğütleyip konuşsaydım! Sadece üremek için değil, yükselmek için de – yardım etmeli size, kardeşlerim, evlilik bahçesi!

==========

Ey kardeşlerim, birisi iyilerin ve adillerin yüreğine bakmıştı da demişti ki: “Ferisilerdir bunlar.” Ama kimse anlamamıştı onu.

==========

İyiler kendi erdemini kendisi bulan kişiyi çarmıha germek zorundadırlar! Budur hakikat!

==========

Ama onların ülkesini, iyilerin ve adillerin ülkesini, yüreğini ve yeryüzü krallığını keşfeden ikinci kişi şöyle soran kişiydi: “En çok kimden nefret eder onlar?” Yaratan kişiden nefret ederler en çok: levhaları ve değerleri kıran, yere çalandan – suçlu derler ona. Çünkü iyiler – yaratamazlar: her zaman sonun başlangıcıdır onlar: – – çarmıha gererler yeni değerleri yeni levhalara yazanı, kendilerine kurban ederler geleceği – çarmıha gererler tüm insanlığın geleceğini! İyiler – her zaman sonun başlangıcıydı onlar. –

==========

Dimdik yürüyün bu zamanlarda, ey kardeşlerim, dimdik yürümeyi öğrenin! Deniz fırtınalı: birçokları size tutunarak doğrulmak istiyor.

==========

“Neden bu kadar sertsin?” – demişti bir zamanlar alelade kömür elmasa; “Oysa biz yakın akraba değil miyiz?” – Neden bu kadar yumuşaksınız? – diye soruyorum ben size, ey kardeşlerim: yoksa – kardeşlerim değil misiniz? Neden böyle yumuşak, bu kadar uysalsınız, neden her şeye bu kadar razısınız? Neden bu kadar çok inkâr ve reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az kader var bakışlarınızda? Ve kader olmayacak, acımasızlar olmayacaksanız: nasıl zafer kazanacaksınız benimle birlikte? Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl – yaratacaksınız? Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz, – – bin yıllık istemin üzerine madenin üzerine kazır gibi kazımayı, mutluluk olarak görmelisiniz – madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan. Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize; ey kardeşlerim: Sert olun! –

==========

Ah, istemim! Her zorunluluğa boyun eğdiren, benim zorunluluğum! Bütün küçük zaferlerden esirge beni! Ah, ruhumun kısmeti, kader dediğim! İçimdeki! Üzerimdeki! Daha büyük bir kader için esirge beni! Ve son büyüklüğünü, istemim, son çabana sakla, – kendi zaferin içinde acımasız olasın diye! Ah, kim yenilmemiştir ki kendi zaferine? Ah, kimin gözleri kararmamıştır ki bu sarhoş alacakaranlıkta! Ah, kimin ayakları sendelememiş ve unutmamıştır ki zaferde – ayakta durmayı! – – Zamanı gelince hazır ve olgun olayım diye büyük öğlede: akkor halindeki maden gibi hazır ve olgun, şimşek yüklü bulut gibi ve sütle şişmiş memeler gibi: – – hazır olayım diye kendime ve en gizli istemime: okunu isteyen bir yay, yıldızlarını isteyen bir ok gibi: – – kendi öğle vaktinde hazır ve olgun bir yıldız gibi, parlak, yok edici güneş oklarından delik deşik, mutluluk içinde: – – bir güneş olayım diye kendime ve acımasız bir güneş-istemi, yok etmeye hazır, zaferde! Ah, istemim. Her zorunluluğa boyun eğdiren, benim zorunluluğum! Büyük bir zafer için esirge beni! –

==========

Uykuyu ve tüm bönlüğü, körlüğü sil gözlerinden! Gözlerinle de dinle beni: doğuştan körler için bile bir şifadır sesim. Bir kez uyandığında sonsuza dek uyanık kalmalısın. Benim tarzım değildir büyük büyük nineleri uykudan uyandırmak, söylemek için – uykuya devam etmelerini! Kıpırdıyor, geriniyor, hırıldıyor musun? Kalk! Kalk! Hırıldaman değil – konuşman gerek benimle! Zerdüşt çağırıyor seni, o tanrısız! Ben, Zerdüşt, yaşamı savunan, acıyı savunan, çemberi savunan – seni çağırıyorum, en dipsiz düşüncemi! Şifa ver bana! Geliyorsun – duyuyorum seni! Uçurumum konuşuyor, son derinliğimi ışığa çıkardım!

==========

Uykuyu ve tüm bönlüğü, körlüğü sil gözlerinden! Gözlerinle de dinle beni: doğuştan körler için bile bir şifadır sesim. Bir kez uyandığında sonsuza dek uyanık kalmalısın. Benim tarzım değildir büyük büyük nineleri uykudan uyandırmak, söylemek için – uykuya devam etmelerini! Kıpırdıyor, geriniyor, hırıldıyor musun? Kalk! Kalk! Hırıldaman değil – konuşman gerek benimle! Zerdüşt çağırıyor seni, o tanrısız! Ben, Zerdüşt, yaşamı savunan, acıyı savunan, çemberi savunan – seni çağırıyorum, en dipsiz düşüncemi! Şifa ver bana! Geliyorsun – duyuyorum seni! Uçurumum konuşuyor, son derinliğimi ışığa çıkardım! Şifa ver bana! Yaklaş! Uzat elini – – hah! Bırak! Ha ha! – Tiksinti, tiksinti, tiksinti – – – vay halime!

==========

Ah hayvanlarım dedi Zerdüşt, bu sohbete devam edin ve bırakın da dinleyeyim! Sohbet edişiniz öyle ferahlatıyor ki beni: sohbet edilen bir yerde, dünya bir bahçe gibi geliyor bana. Ne kadar da hoş, sözcüklerin ve seslerin olması: sözcükler ve sesler birer gökkuşağı ve sonsuza-dek-ayrılmış olanlar arasında birer sahte köprü değil midir? Her ruhun başka bir dünyası vardır; her bir ruh için başka bir ruh ötedünyadır. Görünüş en güzel yalanını tam da birbirine en çok benzeyenler arasında söyler; çünkü en son aşılır en küçük uçurum. Benim için – benim-dışımda bir şey nasıl olabilir? Dışarısı yok! Ama bunu unutuyoruz biz tüm seslerde; ne kadar hoştur unutuyor olmamız! İnsan şeylerde ferahlasın diye verilmiş değil midir şeylere adlar ve sesler? Güzel bir çılgınlıktır konuşmak: böylece her şeyin üstünde dans eder insan. Ne hoştur seslerin tüm yalanları ve tüm konuşmaları! Seslerle dans eder sevgimiz, rengârenk gökkuşakları üzerinde.

==========

Çıplak görmüştüm eskiden ikisini de, en büyük ve en küçük insanı: çok benziyorlardı birbirlerine – pek insancaydı henüz en büyüğü bile! Pek küçüktü, en büyüğü! – Buydu benim bıkkınlığım insandan! Ve en küçüğün bile bengi yeniden gelişi! – Buydu benim bıkkınlığım tüm varoluştan! Ah, tiksinti! Tiksinti! Tiksinti!” – – böyle söyledi Zerdüşt ve iç çekip titredi; çünkü hastalığını anımsamıştı. Ama hayvanları onu daha fazla konuşturmadılar.

==========

“Gözlerinin içine baktım geçenlerde, ey yaşam: gece gözlerinde gördüm altının ışıltısını, – yüreğim durdu bu şehvetin karşısında: – Altın bir kayığın parıldadığını gördüm geceleyin sularda, batan, dalıp çıkan, yeniden parıldayan altın bir salıncak-kayığın! Dans için yanıp tutuşan ayaklarıma bir bakış attın, gülen, soran, eriyen bir salıncak-bakış: Sadece iki defa şıngırdattın parmak zilini küçük ellerinle – bak, dans etmek için yanıp tutuşan ayaklarım oynamaya başladı bile. – Topuklarım şahlandı, ayak parmaklarım kulak kesildi seni anlayabilmek için: ayak parmaklarıdır – bir dansçının kulakları! Sana doğru sıçradım: bunun üzerine geri kaçtın; ve bana doğru uzandı senin kaçan, uçan saçlarının dili!

==========

Soğukluğun tutuşturuyor, nefretin baştan çıkarıyor, kaçışın bağlıyor, alayın – dokunuyor: – nefret etmeyen oldu mu senden, büyük bağlayıcı, sarmalayıcı, deneyici, arayıcı, bulucu kadın! Sevmeyen oldu mu seni, masum, sabırsız, aceleci, çocuk gözlü dişi günahkâr!

==========

Hey bu lanetli çevik, kıvrak yılan ve sürüngen cadı! Nereye kayboldun? Ama yüzümde hissediyorum elimin bıraktığı iki beneği ve kırmızı lekeyi! Sahiden yoruldum her zaman senin koyun gibi çobanın olmaktan! Seni cadı, şimdiye dek ben şarkı söyledim sana, bundan sonra sen bana – haykıracaksın! Benim kırbacımın ritmine göre dans edeceksin ve haykıracaksın! Kırbacı unutmadım değil mi? – Hayır! – ”

==========

Bunun üzerine yanıt verdi yaşam bana ve bu sırada tıkadı narin kulaklarını: “Ey Zerdüşt! Kırbacını öyle korkunç şaklatma! Biliyorsun ya: Gürültü düşünceleri öldürür, – ve az önce aklıma nazlı düşünceler geldi. İkimizden de ne iyilik gelir ne de kötülük, iyinin ve kötünün ötesinde bulduk adacığımızı ve yeşil çayırımızı – sadece ikimiz! Sırf bu yüzden bile iyi geçinmeliyiz! Ve birbirimizi yürekten sevmesek bile –, öfkelenmek mi gerekir, yürekten sevmeyince?

==========

Bundan sonra düşünceli düşünceli bakındı yaşam etrafına ve şunları söyledi usulca: “Ey Zerdüşt, yeterince sadık değilsin bana! Uzun zamandır, söylediğin kadar sevmiyorsun beni; biliyorum, çok geçmeden terk etmeyi düşünüyorsun beni.

==========

“Evet,” diye yanıt verdim tereddütle, “ama sen de biliyorsun bunu.” – Sonra bir şeyler fısıldadım kulağına, dağınık sarı, budala saç püsküllerinin ortasına. “Demek biliyorsun bunu, ey Zerdüşt? Kimse bilmez bunu.” – – Sonra birbirimize baktık, yeşil çayırı seyrettik, serin akşam çökmek üzereydi üstüne ve ağladık birlikte. – Ama o sırada yaşamı, tüm bilgeliğimi sevdiğimden daha çok seviyordum.

==========

bir deniz ki, rengârenk balıklarla ve yengeçlerle dolu, tanrılar bile tatmak isterler de onu, avcılara ve ağ atanlara dönüşürler bu yüzden: böylesine zengindir dünya büyük ve küçük harikalardan yana! Özellikle de insanların-dünyası, insanların-denizi: – bu denize sallıyorum ben altın oltamı ve diyorum ki: Açıl ey insanların uçurumu! Açıl da balıklarını ve parıltılı yengeçlerini at bana! En iyi yemlerle yemliyorum bugün en harika insan-balıkları! – kendi mutluluğumu fırlatıyorum tüm enginlere ve uzaklara, gündoğumu, öğle ve günbatımı arasında sayısız insan balık mutluluğuma takılmayı ve çırpınmayı öğrenmeyecek mi, göreyim diye. Ta ki onlar sivri, gizli çengellerime takılıp benim yüksekliğime gelmek zorunda kalıncaya dek, uçurumun en renkli balıkları tüm insan-balıkçılarının en hınzırına gelinceye dek.

==========

bir deniz ki, rengârenk balıklarla ve yengeçlerle dolu, tanrılar bile tatmak isterler de onu, avcılara ve ağ atanlara dönüşürler bu yüzden: böylesine zengindir dünya büyük ve küçük harikalardan yana! Özellikle de insanların-dünyası, insanların-denizi: – bu denize sallıyorum ben altın oltamı ve diyorum ki: Açıl ey insanların uçurumu! Açıl da balıklarını ve parıltılı yengeçlerini at bana! En iyi yemlerle yemliyorum bugün en harika insan-balıkları! – kendi mutluluğumu fırlatıyorum tüm enginlere ve uzaklara, gündoğumu, öğle ve günbatımı arasında sayısız insan balık mutluluğuma takılmayı ve çırpınmayı öğrenmeyecek mi, göreyim diye. Ta ki onlar sivri, gizli çengellerime takılıp benim yüksekliğime gelmek zorunda kalıncaya dek, uçurumun en renkli balıkları tüm insan-balıkçılarının en hınzırına gelinceye dek. Benim o, yürekten ve en baştan beri böyleyim, çeken, yanına çeken, yukarıya çeken, eğiten, çeken biri, yetiştiren biri ve bir terbiyeciyim ben, bir zamanlar boşuna demedim: “Kendin ol!” diye. Böylece artık insanlar çıkabilir yukarıya, yanıma: çünkü hâlâ aşağıya inme zamanımın geldiğine dair bir işaret bekliyorum; inmem gerekiyor, ama henüz inmiyorum insanların yanına. Bu yüzden bekliyorum, kurnazca ve alay ederek burada, yüksek dağlarda; ne sabırsız, ne de sabırlıyım, daha çok sabrı da unutmuş biriyim – artık “katlanmadığı” için. Kaderim zaman tanıyor bana: herhalde unuttu beni! Yoksa büyük bir kayanın ardında gölgede oturmuş sinek mi avlıyor?

==========

çünkü Zerdüşt eski balı son damlasına kadar tüketmiş ve israf etmişti. Ama elinde bir sopayla oturup, topraktaki gölgesinin hatlarını çizerken, düşünürken, – sahiden! kendisi ya da gölgesi hakkında değildi düşünceleri – ansızın dehşetle yerinden sıçradı: çünkü kendi gölgesinin yanında bir gölge daha görmüştü. Aniden etrafına bakınıp ayağa kalktığında, ne görsün, bir zamanlar sofrasında yedirip içirdiği kâhin duruyordu yanında;

==========

“Seni kötü haberci,” diye konuştu sonunda Zerdüşt, “bu bir yardım çığlığı ve bir insanın çığlığı, mutlaka kara bir denizden geliyor olmalı. Ama beni ne ilgilendirir insanın – zora düşmesi! Bana ayrılan son günahım – biliyor musun adını?” –“Merhamet!” diye yanıtladı kâhin coşkulu bir yürekle, iki elini de yukarı kaldırdı. – “Ey Zerdüşt, seni son günahını işlemen için baştan çıkarmaya geliyorum!” –

==========

Tüm insanların kaderleri içinde, yeryüzünün güçlülerinin aynı zamanda en öndeki insanlar olmayışından daha kötüsü yoktur. Bu yüzden her şey yanlış olur, ters gider ve korkunçlaşır. Hele ki yeryüzünün güçlülerinin en gerideki insanlar ve insandan çok hayvan olmaları durumunda: ayaktakımının fiyatı artar da artar ve sonunda ayaktakımının erdemi şöyle der: ‘Bakın, benden başka erdem yok!’” “Ne duyuyor kulaklarım?” diye yanıtladı Zerdüşt; “Bu ne bilgelik böyle, krallardaki! Coşkuya kapıldım ve sahiden, buna bir uyak düşmek istedi canım: – – herkesin kulaklarına göre bir uyak olmasa bile. Çok oldu uzun kulakları dikkate almayı unutalı.

==========

“Peki sen kimsin?” diye bağırdı bu sırada yaşlı büyücü, küstahça bir sesle, “kim konuşabilir ki böyle benimle, bugün yaşayanların en büyüğüyle?” – Ve yeşil bir şimşek çaktı gözünden Zerdüşt’e doğru. Ancak, hemen ardından değişti ve üzüntüyle dedi ki: “Ey Zerdüşt, usandım, tiksindim bu sanatımdan, ben büyük değilim, niye gizleyeyim ki gerçek yüzümü! Ama sen de çok iyi biliyorsun – büyüklüğü arıyordum ben! Büyük bir insanı oynamak istedim ve birçoklarını da kandırdım: ama bu yalan gücümü aştı. Bu yalandan parçalanıyorum. Ey Zerdüşt, her şey yalandır bende; ama parçalanıyor oluşum – benim bu parçalanışım sahici işte!” – “Onur verir sana,” dedi Zerdüşt kederle ve yana bakarak, “büyüklüğü arayışın sana onur verir, ama seni ele de verir. Büyük değilsin sen.

==========

Kimilerini gördüm ki, uzanıp şişiniyorlardı ve halk da: ‘Bakın, büyük bir insan!’ diye bağırıyordu. Ama körükler neye yarar, hava çıkıp gider sonunda.

==========

Kimilerini gördüm ki, uzanıp şişiniyorlardı ve halk da: ‘Bakın, büyük bir insan!’ diye bağırıyordu. Ama körükler neye yarar, hava çıkıp gider sonunda. Patlar eninde sonunda kendini çok fazla şişiren bir kurbağa: hava çıkar dışarı. Kabarıp şişmiş birinin karnını delmeye iyi bir eğlence derim ben. Duyun bunu delikanlılar! Günümüz ayaktakımının günüdür: kim biliyor ki, neyin büyük neyin küçük olduğunu? Kim başarılı olmuş büyüklüğü arayışında! Sadece bir deli: delilerin şansı vardır.

==========

Dupduru bakan ve dürüst konuşan her şeyi seviyorum. Ama o, – biliyorsun ya, seni yaşlı rahip, senin türünden bir şeyler vardı onda, rahiplerin türünden – çeşitli anlamlara gelirdi o. Anlaşılmazdı da aynı zamanda. Neden öfkelendi ki bize, o burnundan soluyan, onu kötü anladık diye! Kendisi niye daha açık konuşmadı ki bizimle? Sorun bizim kulaklarımızdaysa, neden kendisini kötü işiten kulaklar verdi ki bize? Kulaklarımızda çamur varsa, pekâlâ! Kim koydu çamuru oraya? Birçok şeyi başaramadı bu çömlekçi, işini hakkıyla öğrenememişti! Başaramayışının intikamını çömleklerinden ve yarattıklarından alması – iyi beğeniyle çelişen bir günahtı bu. Dindarlıkta da vardır iyi beğeni: sonunda dedi ki ‘Olmaz olsun tanrının böylesi! Hiç tanrı olmasın daha iyi, kendi kaderini kendin çizmen daha iyi, deli olman, kendi kendinin tanrısı olman daha iyi!’” – “Neler duyuyorum!” dedi bu sırada yaşlı papa, kulak kabartarak; “Ey Zerdüşt, sen sandığımdan daha dindarsın böyle bir inançsızlıkla! İçindeki bir tanrı döndürmüş seni dinden, tanrısızlığına.

==========

Sen ey dışlanmış, sen kendini dışlayan, insanların arasında ve insanların-merhametinin içinde yaşamak istemiyorsun, öyle mi? Pekâlâ, sen de benim gibi yap! Böylece benden de bir şey öğrenmiş olursun; sadece yapan öğrenir. Ve her şeyden önce ve önemlisi, hayvanlarımla konuş! En gururlu hayvan ve en akıllı hayvan – bunlar ikimiz için de en doğru yol gösterici olabilirler!” – –

==========

deridir. ‘Hiçbir şey gerçek değil, her şeye izin var’: – böyle söyledim kendime. En soğuk sulara daldım kafam ve yüreğimle. Ah, ne çok, kırmızı yengeç gibi çıplak kaldım bu yüzden!

==========

‘Yaşamak, arzuladığım gibi ya da hiç yaşamamak’: – bunu istiyorum, bunu ister en ermiş olan da. Ama ne yazık! Nasıl olabilir ki benim hâlâ – arzum? Var mı benim – hâlâ bir hedefim? Benim yelkenimin yöneldiği bir liman var mı? İyi bir rüzgâr mı? Ah, ancak nereye gittiğini bilen, bilir hangi rüzgârın iyi ve uygun rüzgâr olduğunu. Ne kaldı bana geriye? Yorgun ve şımarık bir yürek; huzursuz bir istem; titrek kanatlar; kırık bir omurga. Bu kendi yurdumu arayışım: ey Zerdüşt, bilir misin ki benim felaketimdi,[44] kemirip bitiriyor bu beni. ‘Nerede – benim yurdum?’ – Bunu sordum ve aradım durdum, ama bulamadım. Ey sonsuz Her yer, ey bengi Hiçbir yer, ey bengi – Boşuna!” Böyle söyledi gölge ve Zerdüşt’ün yüzü asıldı bu sözlerle. “Sen benim gölgemsin!” dedi sonunda üzüntüyle. “Başındaki tehlike hiç de küçük değil, ey özgür tinli ve gezgin! Kötü bir gün geçirdin: dikkat et de başına daha kötü bir akşam gelmesin! Senin gibi bir yersiz yurtsuza sonunda bir zindan bile kutlu görünür. Hapisteki suçluların nasıl uyuduklarını gördün mü hiç? Sakin uyurlar, yeni kavuştukları güvenliğin tadını çıkararak. Dikkat et de sonunda dar bir inanç yakalamasın seni, sert, zorlu bir kuruntu! Çünkü dar ve sıkı olan her şey cezbeder ve baştan çıkarır seni. Kaybettin hedefini: yazık, nasıl dindireceksin bu kaybın acısını, nasıl güleceksin haline? Yolunu kaybettin – böylelikle kaybettin hedefini de! Zavallı gezgin, hayalperest, yorgun kelebek seni! Bu akşam başını sokup da dinlenecek bir yer ister misin? Öyleyse mağarama çık! Şu yol benim mağarama gider. Şimdi ben senden hızla uzaklaşmalıyım. Adeta bir gölge var peşimde.

==========

Bunun üzerine bir üzüm koparmak ve susamışlığım gidermek istedi Zerdüşt; daha kolunu henüz uzatmıştı ki, bir şeyi daha çok çekti canı: yani tam öğle saatinde ağacın yanına uzanıp, bir güzel uyumayı. Bu istediğini yaptı Zerdüşt; ve yere, rengârenk otların sessizliğine ve kuytuluğuna uzanır uzanmaz susamışlığını unuttu ve uykuya daldı. Çünkü Zerdüşt’ün bir özdeyişindeki gibi: Her şey birbirinden daha gereklidir. Ancak, gözleri açık kaldı: – çünkü ağacı ve asma dalının aşkını görmeye ve övmeye doyamamışlardı. Ama Zerdüşt uyurken şöyle konuştu yüreğiyle: “Sessiz ol! Sessiz! Dünya az önce mükemmelleşmedi mi? Ne oluyor ki bana? Çarşaf gibi bir denizin üzerinde, görünmeden dans eden narin bir rüzgâr kadar hafif, tüy gibi hafif: böyle – dans ediyor uyku üzerimde.

==========

En durgun koyda böyle yorgun bir gemi gibi: böyle dinleniyorum yeryüzüne yakın, sadık, güvenerek, bekleyerek, en ince bağlarla ona bağlı.

==========

Böyle güler bir tanrı. Sessiz! –

==========

Bağışlayın beni, siz ümitsizler, böyle küçük, doğrusu yakışıksız sözcüklerle konuştuğum için önünüzde, böyle misafirlerin ön Ama yüreğimi coşturan nedir, bilemezsiniz: – – Sizsiniz ve görünüşünüz bunun sebebi, bağışlayın beni! Ümitsiz birini gören herkes cesurlaşır. Ümitsiz birine cesaret vermek – bu iş için herkes yeterince güçlü zanneder kendini. Bana siz verdiniz bu gücü, – iyi bir armağan, yüce dostlarım benim! Doğru bir misafir armağanı! Pekâlâ, öfkelenmeyin, ben de size kendi armağanımı sunuyorum diye.

==========

Yüce, güçlü bir istemden daha sevindirici bir şey yetişmez yeryüzünde, ey Zerdüşt: yeryüzünün en güzel bitkisidir bu. Tüm bir yöre canlanır böyle bir ağaç sayesinde. Senin gibi büyüyen birini bir çam ağacına benzetirim, ey Zerdüşt: uzun, suskun, sert, yalnız, en esnek odundan, azametli, – – ama sonunda güçlü yeşil dallarıyla uzanır kendi hükümdarlığına, zorlu sorular sorar rüzgârlara, fırtınalara ve yükseklerde bulunan her şeye, – güçlü yanıtlar vererek emir veren, muzaffer biri; böyle ağaçları görmek için kim yüksek dağlara çıkmaz ki? Buradaki ağacın, ey Zerdüşt, en kederlileri, en beceriksizleri bile canlandırır; senin bakışların en huzursuz kişi için bile güvenliktir, onun yüreğine şifa verir.

==========

Sizler değildiniz burada, bu dağda beklediğim, sizler değilsiniz son kez birlikte aşağıya ineceklerim. Sadece bir işaret olarak, daha yüce olanların şimdiden yola koyulduğunun işareti olarak geldiniz bana, – – Büyük özlemin, büyük tiksintinin, büyük sıkıntının insanlarını değil, tanrının son kalıntıları olarak andıklarınızı da değil. – Hayır! Hayır! Üç kere hayır! Başkalarını bekliyorum burada, bu dağlarda ve onlar gelmeden buradan bir yere adım atmayacağım, – daha yüce, daha güçlü, daha muzaffer, daha neşeli olanları, bedeni ve gönlü dik olanları bekliyorum: gülen aslanlar gelmeli!

==========

Ben sadece benimkiler için bir yasayım, ben herkes için bir yasa değilim. Ama bana ait olanın kemikleri güçlü, ayakları hafif olmalı – – savaşlardan ve şölenlerden zevk almalı, bir gam küpü olmamalı, bir hayalperest olmamalı, şölene gider gibi gitmeli en ağır işe de, sağlıklı ve zinde olmalı. En iyisi aittir benimkilere ve bana; ve bize verilmezse, biz alırız onu – en iyi yiyeceği, en temiz göğü, en güçlü düşünceleri, en güzel kadınları!” –

==========

Daha Yüce İnsan Üzerine

==========

İnsanlara ilk defa gidişimde münzevilere özgü bir budalalık, büyük bir budalalık yaptım: pazaryerine girdim. Ve herkesle konuştuğumda hiç kimseydi aslında konuştuğum. O akşam ip cambazları ve cesetler oldu yoldaşım; bir ceset oluyordum neredeyse kendim de. Ama yeni doğan günle birlikte yeni bir hakikat geldi bana: “Beni ne ilgilendirir ki pazaryeri ve ayaktakımı ve ayaktakımının gürültüsü ve ayaktakımının uzun kulakları!” demesini öğrendim. Siz, daha yüce insanlar, bunu öğrenin benden: pazaryerinde hiç kimse inanmaz daha yüce insana. Orada konuşmak mı istiyorsunuz, pekâlâ! Ama ayaktakımı göz kırpar, “Hepimiz eşitiz,” diye. “Siz daha yüce insanlar,” – böyle göz kırpar ayaktakımı – “daha yüce insan yoktur. Hepimiz eşitiz; insan insandır, tanrının önünde – hepimiz eşitiz!” Tanrının önünde! – Oysa artık bu tanrı öldü. Ama biz ayaktakımının önünde eşit olmak istemiyoruz. Siz daha yüce insanlar, uzaklaşın pazaryerinden!

==========

Pekâlâ! Hadi bakalım! Siz, daha yüce insanlar! İşte şimdi insan geleceğinin dağı doğum sancıları çekiyor. Tanrı öldü: şimdi biz istiyoruz ki, – Üstinsan yaşasın.

==========

En kaygılılar şöyle soruyorlar bugün: “İnsan nasıl korunacak?” Ama ilk defa ve sadece Zerdüşt soruyor: “İnsan nasıl aşılacak?”

==========

Aşağılıyor olmanız, ey daha yüce insanlar, umutlandırıyor beni. Büyük aşağılayanlardır çünkü büyük saygı duyanlar. Kuşku duyuyor olmanızda saygı duyulacak çok şey var. Çünkü siz teslim olmayı öğrenmediniz, küçük kurnazlıkları öğrenmediniz. Günümüzde küçük insanlar efendi oldu: hepsi de boyun eğmeyi ve alçakgönüllülüğü ve kurnazlığı ve çalışkanlığı ve gözetmeyi ve bunlar gibi bir sürü küçük erdemi vaaz ediyorlar. Kadınca olan ne varsa, kölelikten gelen ne varsa ve özellikle de ayaktakımı kalabalığına özgü ne varsa: İşte bunlar efendi olmak istiyorlar tüm insanların – kaderine – ah, tiksinti! Tiksinti! Tiksinti! Şunu sorup duruyorlar hiç usanmadan: “İnsan kendini en iyi, en uzun, en hoş nasıl koruyabilir?” İşte böyle, günümüzde efendi oluyorlar.

==========

Aşın siz daha yüce insanlar, ey kardeşlerim, aşırı küçük erdemleri, küçük kurnazlıkları, kum taneciğini bile gözetmeyi, karınca sürüsü kıvıldaşmasını, sefil huzuru, “çoğunluğun mutluluğu”nu! – Boyun eğmektense, ümitsiz olun daha iyi. Ve sahiden, bugün nasıl yaşanacağını bilmediğiniz için seviyorum sizi, daha yüce insanlar! Çünkü böyle yaşarsınız siz, – en iyi!

==========

Cesaretiniz var mı, ey kardeşlerim? Yürekli misiniz? Tanıklar önündeki cesaret değil, hiçbir tanrının tanıklık etmediği bir münzevi cesareti, bir kartal cesareti gerekli. Soğuk ruhlulara, katırlara, körlere, sarhoşlara yürekli demem ben. Korkuyu bilen, ama korkuyu yenendir, uçurumu gören, ama ona gururla bakandır yürekli kişi. Uçurumu gören, ama uçuruma kartal gözleriyle bakandır, uçurumu kartal pençeleriyle kavrayandır: cesaretli kişi.

==========

“İnsan kötüdür” – böyle söylüyor en bilge kişiler beni avutmak için. Ah, keşke bugün hâlâ doğru olsa bu! Çünkü kötülük insanın en iyi kudretidir. “İnsan daha iyi ve daha kötü olmalı” – böyle öğretiyorum ben. En kötü, Üstinsanın iyiliği için gereklidir.

==========

Yoksa bundan böyle siz acı çekenlere, daha rahat yataklar sunmak istediğimi mi? Ya da siz yersiz yurtsuzlara, yolunu şaşırmışlara, tırmanırken düşmüşlere, yeni ve daha kolay patikalar göstereceğimi mi? Hayır! Hayır! Üç kere hayır! Sizin türünüzden gittikçe daha fazlası, gittikçe daha iyileri yok olmalı – çünkü işiniz gittikçe daha berbat ve daha zor olmalı. Böyle yalnız, – – böyle yalnız büyür insan, yıldırımın ona isabet edip onu parçalayacağı o yüksekliğe: yıldırım için yeterli yüksekliğe!

==========

Yıldırımın artık zarar vermiyor oluşu yeterli değil benim için. İletip uzaklaştırmak istemem onu; öğrenmeli benim için – çalışmayı.

==========

Gücünüzü aşan şeyler istemeyin: güçlerini aşan şeyler isteyenlerde kötü bir sahtelik vardır. Özellikle de büyük şeyler isterlerse! Çünkü bu kurnaz kalpazanlar ve oyuncular, büyük şeylere karşı şüphe uyandırırlar: – – Sonunda kendilerine karşı da sahteleşene dek, güçlü sözlere, göstermelik erdemlere, parıltılı sahte başarılara bürünmüş bu şaşılar, bu gizlenmiş kurt yenikleri. Çok dikkatli olun onlara karşı, ey siz daha yüce insanlar! Çünkü dürüstlükten daha değerli ve daha az bulunur bir şey yoktur bugün benim gözümde.

==========

Bilginlerden koruyun kendinizi! Nefret eder onlar sizden: çünkü kısırdır onlar! Soğuk, kurumuş gözleri vardır, önlerinde duran her kuşun tüyleri yolunmuştur. Böyle kişiler yalan söylememeleriyle övünürler: ama yalan söylemeye gücü olmamak hakikati seviyor olmak anlamına gelmez henüz. Sakının kendinizi! Ateşli olmamak idrak anlamına gelmez henüz! Soğumuş tinlere inanmam. Yalan söyleyemeyen hakikatin ne olduğunu bilmez.

==========

Yukarı mı çıkmak istiyorsunuz, kendi bacaklarınızı kullanın! Kendinizi yukarı taşıtmayın, başkalarının sırtına ve kafasına oturmayın. Ata biniyorsun, öyle mi? Şimdi de süratle hedefine at koşturuyorsun, öyle mi? Pekâlâ, dostum! Ama kötürüm ayağın da oturuyor atın sırtında! Hedefine vardığında, atından aşağıya adadığında; tam da kendi doruğunda, sen daha yüce insan – sendeleyeceksin.

==========

Unutun şu “için” sözünü, ey yaratıcılar; sizin erdeminiz, hiçbir şeyi “için” ve “uğruna” ve “çünkü” ile yapmamanızı ister. Bu sahte küçük sözcüklere tıkayın kulaklarınızı. “Komşular için”, sadece küçük insanların erdemidir; orada, “davul bile dengi dengine,” ve “bugün sen bana, yarın ben sana”: denilir – sizin kadar bencil olmaya ne hakları, ne de güçleri vardır onların!

==========

Ey yaratıcılar, ey daha yüce insanlar! Doğurmayı bekleyen hastadır; doğurmuş olansa kirlidir. Kadınlara sorun: keyif verdiği için doğum yapılmaz. Sancıdır tavukları ve şairleri gıdaklatan.

==========

Yalnızlığının içine ne taşıdıysan, ancak o büyür yalnızlıkta – içindeki hayvan da işte böyle. Bu yüzden birçoklarına tavsiye edilmemelidir yalnızlık.

==========

Ürkek, utangaç, beceriksiz, sıçramayı beceremeyen bir kaplan gibi: sık sık böyle bir kenara çekilirken gördüm sizi, ey daha yüce insanlar. Tutmadı attığınız zar. Ama siz zar atıcılar, ne önemi var ki bunun? Oynamayı ve alay etmeyi gerektiği gibi öğrenmediniz siz! Her zaman büyük bir kumar ve alay masasında oturmuyor muyuz? Büyük bir başarısızlığa uğrasanız da bu yüzden başarısız mı sayılırsınız? Kendiniz başarısız olsanız da bu yüzden insan mıdır başarısız olan? Ama insan başarısızlığa uğramışsa: pekâlâ! Hadi bakalım!

==========

Türü ne kadar yüceyse, o kadar ender başarılır bir şey. Siz, buradaki daha yüce insanlar, hepiniz – başarısızlık değil misiniz? Cesaretiniz kırılmasın, ne önemi var ki bunun? Daha ne çok şey mümkün! Kendinize gülmeyi öğrenin, gerektiği gibi gülmeyi!

==========

En büyük günah neydi şimdiye kadar? “Burada gülenlerin vay haline!” diyenin sözleri değil miydi? Kendisi bulamamış mıydı yeryüzünde gülmek için bir sebep? İyi arayamamıştı o halde. Bir çocuk bile bulur burada gülmek için bir sebep. O kişi – yeterince sevmiyordu: yoksa bizi de severdi, biz gülenleri! Ama nefret ediyordu bizden ve alay ediyordu bizimle, ulumak ve diş bilemekti bize vaat ettiği. Sevmeyince hemen lanetlemek mi gerekir? Bu – kötü bir beğeni gibi geliyor bana. İşte böyle yaptı ama o dediği dedik kişi. Ayaktakımından geliyordu o. O yeterince sevmiyordu sadece: yoksa sevilmemesine daha az öfkelenirdi. Sevgi değildir, bütün büyük sevgilerin arzuladığı: – daha fazlasını ister onlar.

==========

Kişinin şimdiden kendi yolunda yürüyüp yürümediği attığı adımdan belli olur: bu yüzden yürüyüşüme dikkat edin! Ama hedefine yaklaşan dans eder. Ve sahiden, bir heykel olmadım ben, henüz öyle durmuyorum, kaskatı, hissiz, taştan bir sütun gibi; seviyorum hızlı hızlı yürümeyi. Yeryüzü bataklıklarla ve koyu kederlerle dolu olsa da; hafif ayakları olan yürür balçığın üzerinden bile ve dans eder kaygan buzun üstündeymiş gibi.

==========

Bu gülenlerin tacını, bu gül çelengi tacı: ben taktım bu tacı kendime, ben kutsadım kahkahamı. Başka birini bulamadım bugün bunu yapacak kadar güçlü olan.

==========

diken kafalara ve kılı kırk yaranlara düşman, tüm solmuş yapraklara ve yabani otlara düşman: bataklıkta da, kederde de çimler üzerindeymiş gibi dans eden bu vahşi, hayırlı, özgür kasırga tinine övgüler olsun! Ayaktakımının yok olup giden köpeklerinden ve tüm o cılkı çıkmış, kasvetli güruhtan nefret eden, tüm karamsarların ve açgözlülerin gözlerine toz savuran bu güleç fırtınaya, tüm özgür ruhların ruhuna övgüler olsun! Ey daha yüce insanlar, en kötü yanınız bu sizin: hiçbiriniz gerektiği gibi dans etmesini öğrenmediniz – kendinizi aşarak dans etmesini! Ne önemi var ki, başarısızlık olmanızın! Daha ne çok şey mümkün! Kendinizi aşarak gülmesini öğrenin en azından! Kaldırın yüreklerinizi, ey iyi dansçılar, yükseğe, daha yükseğe! Ve güzel gülmeyi de unutmayın! Bu gülenlerin tacını, bu gül çelengi tacı: size atıyorum, kardeşlerim bu tacı! Gülmeyi kutsadım ben; siz daha yüce insanlar, öğrenin – gülmeyi!

==========

Ve sizin en çok hoşunuza giden, tehlikenin içinden çekip çıkaracak bir yol gösterici değil, sizi tüm yollardan saptıracak bir yoldan saptırıcıdır.

==========

Çünkü korku – bizim istisnamızdır. Oysa cesaret ve serüven ve bilinmeyenden, denenmemişten hoşlanmak – bana öyle geliyor ki cesaret insanın tüm ön tarihidir. İnsan en yabanıl, en cesur hayvanların tüm erdemlerini kıskanmış ve onlardan çalmıştır: ancak böyle olabilmiştir – insan.

==========

“Neşeleri yerinde,” diye başladı yeniden, “ve belki de ev sahibinin zararınadır neşeleri; benden öğrendiler gülmeyi, ama benim gülüşüm değil bu öğrendikleri. Ama ne önemi var bunun! Yaşlı insanlar bunlar; kendi tarzlarınca iyileşiyorlar, kendi tarzlarınca gülüyorlar; kulaklarım daha berbatlarına katlandılar da, hırçınlaşmadılar. Bir zaferdir bu gün: uzaklaşıyor, kaçıyor ağırlığın tini, benim eski baş düşmanım! Öylesine berbat ve zor başlayan bu gün ne kadar güzel sona eriyor!

==========

Ey asma dalı! Ne översin beni? Kestim ya seni! Gaddarım ben, kanıyorsun sen –: ne ister övgün benim sarhoş gaddarlığımdan? “Mükemmelleşen, olgunlaşan her şey, – ölmek ister!” diyorsun sen. Kutlu olsun, kutlu olsun bağcı bıçağı! Ama ham olan her şey yaşamak ister: yazık! Acı der ki: “Yok ol! Git, ey acı!” Ama acı çeken her şey, yaşamak ister, olgunlaşsın ve neşelensin ve özlem duysun diye, – daha uzaktakine, daha yüksektekine, daha aydınlık olana özlem duysun diye. “Mirasçı isterim,” der acı çeken her şey, “çocuk isterim, kendimi istemem,” – Ama haz mirasçı istemez, çocuk istemez – haz kendisini ister, bengilik ister, geri gelmek ister, her-şeyin-hep-aynı olmasını ister. Acı der ki: “Parçalan, kana, yürek! Yürü, bacak! Kanat, uç! Buraya, yukarıya! Sancı!” Pekâlâ! Hadi bakalım! Ey yaşlı yüreğim: Acı der ki: “Yok ol!”

==========

Bir çiy tanesi miyim? Bir sonsuzluk buğusu ve kokusu muyum? Duymuyor musunuz? Kokusunu almıyor musunuz? Az önce mükemmelleşti benim dünyam, gece yarısı öğledir de, – bir hazdır da ağrı, bir kutsamadır da lanet, bir güneştir aynı zamanda gece – çekip gidin ya da öğrenin; bir bilgedir aynı zamanda bir deli de. Hiç Evet dediniz mi hazza? Ey dostlarım, o zaman Evet demiş oldunuz her acıya. Her şey birbirine kenetli, bağlı, sevdalıdır, – – hiçbir defayı iki defa olsun istediniz mi; hiç dediniz mi “Hoşuma gidiyorsun mutluluk! Sessiz ol, an!” Öyleyse istemiş oldunuz her şeyi geriye! – Her şey yeni baştan, her şey bengi, her şey birbirine kenetli, bağlı, sevdalı, böyle sevdiniz siz dünyayı, – – siz bengi olanlar, sonsuza dek ve her zaman seversiniz onu: ve acıya dersiniz ki: Yok ol, ama gel geri! Çünkü her türlü haz – bengilik ister!

==========

“Ne oluyor bana?” diye sordu Zerdüşt şaşkın yüreğine ve yavaş yavaş çöktü mağarasının çıkışının yanındaki büyük taşın üzerine. Ama elleriyle etrafını, yukarıyı, aşağıyı yoklarken ve narin kuşları kovalarken, bakın hele, tuhaf bir şey daha oldu: farkına varmadan sıcak, sık bir saç yumağını yakaladı; ama aynı zamanda bu yumaktan bir kükreme sesi duyuldu, – yumuşak, uzun bir aslan kükremesi. “İşaret geliyor,” diye konuştu Zerdüşt ve değişti dönüştü yüreği. Ve aslında, ortalık aydınlandığında görkemli sarı bir hayvan duruyordu ayaklarının önünde ve başını dizlerine yaslıyordu sevgiyle, uzaklaşmak istemiyordu ve eski sahibini yeniden bulmuş bir köpek gibi davranıyordu.

==========

Ama bu arada Zerdüşt’ün ma- ğarasındaki daha yüce insanlar uyanmışlardı ve hep birlikte Zerdüşt’e doğru yürümek ve ona sabah selamlarını sunmak için bir sıra oluşturmuşlardı: çünkü uyandıklarında artık aralarında olmadığını görmüşlerdi. Ama mağaranın kapısına vardıklarında, adımlarının gürültüsü onlardan önce duyulduğunda aslan heybetle doğruldu, ansızın Zerdüşt’ten ayrılıp vahşice kükreyerek mağaraya doğru sıçradı; ama daha yüce insanlar aslanın kükremesini duyar duymaz hepsi birden, bir ağızdan bağrıştılar, geriye kaçtılar ve gözden kayboldular. Ama Zerdüşt’ün kendisi, hissiz ve yabancı bir halde, oturduğu yerden doğruldu, etrafına bakındı, şaşkın şaşkın orada durdu, yüreğine sordu ve düşündü; yalnızdı. “Ne duydum ben böyle?” diye konuştu sonunda yavaşça, “Ne oldu bana az önce?” Ve sonra anımsamaya başladı ve bir bakışta dün ile bugün arasında olup biten her şeyi kavradı, “İşte buradaki taş,” diye konuştu ve sakalını sıvazladı, “bunun üzerinde oturmuştum dün sabah; ve burada çıkmıştı karşıma kâhin ve ilk önce burada duymuştum az önce duyduğum çığlığı, büyük yardım çığlığını. Ey siz daha yüce insanlar, sizin sıkıntınızdı, dün sabah o yaşlı kâhinin bana haber verdiği, – – sizin sıkıntınıza ayartmak ve sınamak istiyordu beni: ‘Ey Zerdüşt,’ diye konuştu benimle, ‘seni son günahını işleyesin diye baştan çıkarmak için geliyorum.’ Son günahımı mı?” diye bağırdı Zerdüşt ve güldü öfkeyle kendi sesine: “Ne kaldı ki elimde, son günahımdan başka?” – Ve bir kez daha Zerdüşt iç dünyasına daldı ve yeniden büyük taşın üstüne oturdu ve düşünmeye başladı. Ansızın oturduğu yerden sıçradı,– “Merhamet! Daha yüce insanlara merhamet!” diye bağırdı ve yüzü taş kesildi. “Pekâlâ! Bunun da – zamanı geçti! Acım ve merhametim – ne önemi var ki bunun! Mutluluğu mu arıyorum ben? Kendi eserime varmak istiyorum! Pekâlâ! Aslan geldi, çocuklarım yakında, Zerdüşt olgunlaştı, saatim geldi: – Bu benim sabahım, benim günüm yükseliyor; yüksel şimdi, yüksel, ey büyük öğle!” – – Böyle söyledi Zerdüşt ve mağarasını terk etti, karanlık dağlardan doğan bir sabah güneşi gibi parlak ve güçlü.

==========