21 Aralık 2017 Perşembe

Birdaha Asla Başarısız Olmayacaksın

Hayattaki en önemli şey denemektir. Başarısız olmak için denemek. Denedikçe başarısız olmak ve yine denemek. İnsan denedikçe başarılı olacağını düşünür genelde ama yanlıştır bu. İnsan d nedikçe başarısız olur. Ve başarısız oldukça başarıya yaklaşır. Bir işi başarmak istyorsan yapman gereken şey o işi başaramamaya kadar denemek. Ve başaramadıkça baştan tekrar denemek yine başarısız olmaktır. Motivasyonun kuralını hatırlayalım. Herkes motivasyon—> denemek—> başarmak sanıyor. Ama asıl olan denemek—> başarısız olmak—-> denemek—-> başarılı olmak—> motivasyon. Bu şekildedir. 

Bir şeyi başaramadığını, beceremediğimi düşünüyorsan. Onu başaramamayı hedefle. Olumsuzu hedefle. 200 defa olumsuz tecrübe yaşamaya çalış. Başarısız olmadan başarılı da olamazsın. 


Hayatta başarının tek kuralı işte budur. Bir işte en az 200 kere başarısız olmak. 

Edit: Başarı motivasyonun sadece sonucu değil aynı zamanda sebebidir de...

Sarımsak

2gr sarımsak.

Kas yenilenmesini hızlandırıyor.

Performansı artırıyor.

Anti kanser. Anti bakteriyel ve anti viral.

Dogal viagra. Direkt mala gidiyor.

Kötü kolesterol azaltır.

2-3 tane günde.

7den fazlası toksik.

Tam bir süper yiyecek.

Bitter Çikolata

%50 kakaolu 100 gram---> 150gr epikatekin yapar.
%85 kakaolu 60 gr---->150 gr epikatekin yapar.

bu oranlar kas gelişimine çok faydalıdır.

günde 350-700 arası kalori yapsa da kas gelişimine faydalı.

Balık Yağı

omega 3 asitleri  epa dpa vücutta yapılmaz.

kolesterol azaltır.

depresyona iyi gelir

hafızayı artırır.

diyabete faydalı.

imflamasyonu azaltır

göze, kemiğe sağlıklı

250gr epa+dpa lazım

kas yapımına faydası bilinmiyor.

Alınması gerekli.

13 Aralık 2017 Çarşamba

10 Aralık 2017 Pazar

Benim de Söyleyeceklerim Var

- Böyle düşünen bir kadını kim niye ve nasıl bu hale getirmişti?.. Aylaklığa Övgü kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir kadın, şimdi benden set üstü ocak taksidine girmemi istiyorsa ben yakarım o kitabı aga!
- Dalgalı denizi seyrederken sürekli seni, geçen mutlu günlerimizi, nasıl olup da bu görkemli ilişkiyi bitirdiğimizi, nerede yanlış yaptığımı düşündüm. Denize bakarken bir ara dalmışım, “Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim. Ama sonra hemen vazgeçip tekrar seni ve geçmiş günleri düşündüm.
- Gonca’yla beraber pencerenin kenarında durmuş yağan yağmuru öylece seyrediyorduk. Yağmuru seyretmeye on beş dakika önce başlamıştık ama henüz tek kelime bile etmemiştik. Normalde konuşkan, dilbaz bir insan olan Gonca şimdi niye susuyordu bilmiyordum ama benim aklıma konuşacak hiçbir şey gelmiyordu, o yüzden susuyordum.
- Hemen fırladım koştum dolaba. Aldım elime şişeyi, ağzımla açmaya çalıştım dişim acıdı açamadım, çatalla mantarı oymaya çalıştım olmadı, en sonunda bi kaşığın sapıyla mantarı şişenin içine ittim, şarap fışkırdı. Biraz mutfağın içine sıçtım ama sonunda şarabı açmayı başardım.
- En sonunda dayanamadım, kâğıdı açıp poğaçaları önüne koydum. Eğildi, önce peynirliyi, sonra sadeleri, sonra tekrar peynirliyi kokladı ve hiçbirini yemeden bana baktı. “Aslında biliyor musun, sen de aynı bana benziyorsun” dedim. “İlk başta bi şekilde, şans eseri bir kıymalı yiyorsun, sonra sanıyorsun ki, bir kere daha o tadı bulacaksın. Hatta bu özleme saatlerce, günlerce binlerinin peşinden bıkmadan usanmadan gidiyorsun. Seni kovuyorlar, kırıyorlar, aşağılıyorlar, yine de ardı sıra gidiyorsun peşlerinden, yılmıyorsun. Tam buldum diye seviniyorsun ama bir bakıyorsun ki önüne konulan o kıymalı poğaça değil, iki sade bir peynirli. Onu da tabiî ki beğenmiyorsun” diye de devam ettim.
- İşte o an tepem attı. “Lan .mına koydunuz yuvamın, ben sizden tiksinip buraya kaçtım oğlum anlasanıza lan!” diye kükredim. Hiddetimi dizginleyemeyip hatta istemeden de bi tekme savurdum. Ben kızacaklarını, beni dergiden atacaklarını beklerken, onlar “Ehe ehe ehe ehe!” diye kaçtılar. Bi kere daha tiksindim...
- Dün gece ansızın kapı çalındı. “Kim bu münasebetsiz acaba ?” dedim kendi kendime. Gittim açtım, gelen bendim. Evet bendim. “Vayyy” dedim, “arkadaş bir insan bu kadar mı kimsesiz olur, bu kadar mı yalnız olur!? Şu geceyarısı bir dost, ne bileyim bir arkadaş beklerken gele gele şu tipini ziktiim geldi” dedim. “Ağzını topla” dedi, “şurda misafir olarak evine gelmişim, bir hoş geldin diyeceğine, içeri buyur edeceğine, hayvan gibi karşılıyosun beni.” Zoraki olarak içeri buyur ettim. Geldi, sanki babasının eviymiş gibi kuruldu.
- Mola yerinde bi baktım Orhan, MetÜst’e “İstanbul’a döndüğümüzde senin kitabı basmaları konusunda o yayıneviyle konuşucam” gibisinden bir şeyler anlatıyordu. Hemen müdahale ettim, “Ya Metin Abi, bırak yaa bırak Allah aşkına, inanma bu palavracıya. Onun ipiyle kuyuya inilmez, saf gördü seni sallıyor yalanları” diye bağırdım. Cevap bile vermesine fırsat vermeden “Kitabını basmaları için yayıneviyle konuşacakmış. İstanbul’a döndüğünde ‘Ne kitabı Metinciğim?’ der bu. O erkekse benim evde yazdığım sekiz yüz sayfalık roman için konuşsun Metin Abi!” diye devam ettim. “Tamam Umutçuğum, senin kitabın için de konuşurum” dedi Orhan. “Ben Metin Abi’yle konuşuyorum Orhan. Seninle muhatap olan yok, terbiyesizlik etme” diye soktum lafı. Neyse İzmir’e gittik okurlarla kaynaştık, İstanbul’a döndük. Üç gün sonra Orhan geldi, “Yayıneviyle konuştum, senin kitabı bekliyorlar, yarın getir” dedi. “Eee abi ben onu elde yazdım, bilgisayara geçirmem lazım, bana biraz zaman tanı” dedim. “Biz dizeriz onu, sen yarın getir” dedi, çaresiz kabul ettim. Hemen koştum eve sekiz yüz sayfalık romanı yazmaya başladım. Nereye sekiz yüz sayfa yazıyorsun, sabaha kadar sıfır uykuyla topu topu (büyük büyük yazarak) üç sayfa yazabildim. Hiç uyumadan doğruca dergiye gittim. “Orhan Abi seni soruyordu” dediler, iyice gerildim. Orhan’la karşılaştığımızda gittim sarıldım, her şeyi açık açık anlattım. “Abi” dedim, “ben, sen beni unuttun diye öyle fevrî davrandım, benimle ilgilenesin diye ‘roman yazdım’ dedim, bak ancak üç sayfa yazabildim” dedim ve başladım “ımıhıhı, ımıhıhı” diye Orhan’ın göğsünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Yorgunluktan olacak ağlarken öylece uyumuş kalmışım.
- Yine böyle ateşli nöbetler geçirdiğim bir akşam dayımgiller bize geldi, hep beraber yemeğe oturduk. Önümdeki lokmayı yemiyor sadece çatalımla oynuyordum. Annem neyim olduğumu sordu. “Bi şeyim yok anne. Sadece aç değilim, müsaade ederseniz odama çekilmek istiyorum” dedim. Durumu olgunlukla karşılayıp izin verdiler. Holde kendime ait bir odamın olmadığını fark edip masaya döndüğümde ise dayım benim tabağı ekmekle sıyırıyordu. O günden sonra dayıma karşı hep nötr durdum.
- Lise ve üniversite yıllarında da muhtelif zamanlarda Okan’la görüştüm. Beni çeşitli kızlarla tanıştırdı, ben o kızların çoğuna âşık oldum. Sonra o çoğu kızlar geldi Okan’ın onlara aslında ne kadar kötü davrandığını, onlara hiç değer vermediğini bana anlattı, bol bol dert dinledim. Sonra o kızlar tekrar Okan’a geri döndü. Ben sadece ağlarlarken ikisinin bacağına dokunabildim, birinin de belinden tutabildim.
- Abimi geri dönmeye ikna edip Semih’in düşen çakmağını alarak eve gittik. Odama gidip çakmağı, fermuan ve kulaklığı malzeme kutuma koydum. Elimi yıkamak için banyoya girdiğimde içeriden gelen abim ile annemin sesini duydum. “Yine gidip köpek gibi çöplüğü karıştırmış, biz de tutmuşuz bu herifi düğüne götüreceğiz de kız beğensin, insan içine çıksın diye” dedi abim.
- Saatime baktım, öğlen olmak üzereydi. Üstümü giyinip, okula gittim. Kantinde Hakan’ı gördüm, yazıyı sordu, kendimden emin bir şekilde çıkarıp verdim. Şöyle üstünkörü bir okudu, suratı asıldı, beğenmemişti. “Umut sen bizle daşşak mı geçiyorsun Allah aşkına?” diye sordu. “Ne münasebet!” diye karşılık verdim. Sinirlendi, “Bu ne oğlum” diye söze başlayıp, elindeki kâğıdı yüksek sesle “kale: Didem, sağbek: Didem, solbek: Didem, ileri üçlü: Didem, Didem, Didem...” diye okuyup, “Te-heeeeeeeeeeyyy! Lan oğlum biz de seni adam belleyip takım karmasını çıkarmayı sana emanet ettik. Ne oğlum bu?” sözleriyle devam etti. “Abi” dedim, “seviyorum.”
- “Ah be kerizim, sen hiç büyümeyeceksin! Yaş oldu yirmi dört hâlâ bi kolasına millete eşşeklik ediyor, kömür taşıyorsun” deme, kolanın yanında Biskrem de vardı. Ama Biskrem umurumda değildi, bütün çabam Hale’ye biraz daha yakın olabilmekti. Zira Hale yanında isterse dünya yakışıksak bi insan olsun, iki sap erkek kişinin “Ulan bi kıza bak bi de yanındaki lavuğun tipine bak” diyebileceği derecede güzel birisiydi. Kolalarımızı içerken Hale’yi uzun uzun inceledim, yüzünde hüzün vardı. Gözlerinin içindeki, ay ışığı vurdukça titreyen gözyaşı ha düştü ha düşecek gibiydi. Etkileyici bi tonla “Hale” dedim, “kolanın asidi burnunu yakıyorsa ya içmeden önce beklet ya da Kola Turka iç, o yakmıyor” dedim.
- Geçenlerde kız arkadaşımla buluştum. Geçenlerde dediysem iki yıl oluyor. Söylemesi ayıptır buna bir çeyrek döner, bir de ayran ısmarladım. Oturduk yiyiyoruz karşılıklı. Baktım bu yemiyor. Dedim: “Kızım n’oldu?” Dedi: “Yok bir şey.” “İyi” dedim, yemeye devam ettim. Bir müddet sonra bir baktım ısırık almamış. Dedim: “Yemiyorsan ver ben yiyeyim.” Dedi: “Umut, ilişkimizi konuşalım.” Dedim: “Olur.” Aldım döneri yedim, kesmedi, iki goralı söyledim. Onu da yedim. Dedim: “Şimdi söyle.” Dedi: “İlişki tıkandı.” Dedim: “Olur öyle.” Dedi: “Sen çok kabasın.” Dedim: “Haksızsın.” Dedi: “Ben seni terk ediyorum.” Dedim: “Oy!” Kalktı gitti. Koştum peşinden yakaladım, “Bak kızım” dedim, “yaşanan onca şeyi bir anda silemezsin” dedim. “Bir çeyrek döner için şu yaptıklarına bak” dedim. Ne derse beğenirsiniz ? “Sen o çeyrek dönerden önce benim duygularımı, gençliğimi yedin” dedi. Anlamadım, tekrar ettirdim. Kırmadı tekrar etti. “Bak kızım şimdi gidersen bir daha gelme” dedim. Gitti ama etkilendi. Döndüm büfeye hesabı ödedim.
- Bunu duyunca çok sinirlendim, arka sokağa gidip Sinem’i kenara çekerek konuşmaya çalıştım. Gelmedi, konuşmak istemedi. Ben de bunun üzerine konuyu saptırıp “Sizler insanları hakir görüyorsunuz, sokaktaki insanı anlamak yerine kolaya kaçıp nefret ediyorsunuz. Bunalıma girmek, dertli olmak sizin için hayatınızı renklendirebilecek, kimlik kazandıracak bir oyuncaktan ibaret. Her şey sizde anlam-sızlaşıyor” gibi bir şeyler geveledim. Sinem bunun üzerine karşılık verdi. Ben de ona karşılık verecek sağlam temellere dayalı bir cümle kuramadığım için anasına küfrettim ve kaçtım ordan.
- Semih’i az tanıyordum. Fazla bir yakınlığımız yoktu ama ilk bakışta hani şu herkesin çevresinde olan duygusal gibi, şerefsiz gibi insanlardan biri gibiydi. Bir konu üzerine biz okulda hareketli biçimde tartışırken o sessizce bizi dinler, sonra da hiçbir şey söylemeden giderdi. Biz Semih’i gizemli sanıyorduk ama sonra anladık ki Semih malmış.
- Varlığınızla rahatsız etmek... Yani ortada hiçbir sebep yokken ve hiçbir şey yapmadan, ağzınızı bile açmadan bir insanı ya da daha kötüsü birçok insanı sadece orada bulunarak rahatsız etmek...
- Ne zaman içerlesem ağzım büzzük gibi büzülür, gözlerimi içerlediğim kişilerden kaçırırım.
- Konu ilgimi çekti ama anlamadım, anlattı.
- Yolda giderken “Abi bi yerde oturup bi şeyler içelim, hem bi şeyler içeriz hem de size anlatmak istediğim bir çıkarımım, bir hayat çözümlemem var” dedim. Kabul etmediler ben de eve gittim.
- Özür dilemek... Şu hayatta en iyi yapabildiğim şey ne yazık ki bu. Şimdi bana o küçücük aklınla “Heyyy baba saçmalama, özür dileyebilmek en büyük erdemdir” diye akıl vermeye çalışma. Burda bahsettiğim “özür dilemek” apayrı anlamlar içeriyor. Bir nevi savunma mekanizmasından, yanlış olan bir şeyi düzeltmek yerine onu “özür dilemek” aracılığıyla legal hale getirmekten, bir kurnazlık, bir sinsilik abidesi sözcükten bahsediyorum ben.

9 Aralık 2017 Cumartesi

Karanlığa Lanet(kısa)

- 2400 yıl önce, yaşlı ve hınzır Platon Laws (Yasalar) adlı eserinin VII. cildinde, bilimsel cehaletin tanımını yapmış: Biri, ikiyi, üçü sayamayan, tek sayıları çift sayılardan ayıramayan ya da hiç sayı sayamayan, geceyle gündüzün farkından ya da Güneş'in, Ay'ın ve diğer yıldızların deviniminden tümüyle habersiz biri... Kanımca, tüm özgür kişiler, Mısır'da alfabeyi öğrenen her çocuğa hemen verilmeye başlanan bu bilgilerin olabildiğince çoğunu bellemeye gayret etmelidirler. O ülkede, aritmetik oyunları sırf çocuklar keyif alsın, eğlensin diye tasarlandı... Ben bu alanlardaki cehaletimizin farkına geç yaşımda vardım ve şaşkınlığa düştüm; bence biz insandan çok domuz sayılırız. Yalnız kendi adıma değil, tüm Yunanlılar adına büyük utanç duyuyorum.
- Tarım öncesi zamanlarda, avcı-toplayıcı alalarımızın ortalama ömrü 20-30 yıldı. Ortaçağda ve Geç Roma dönemi Avru-pasında da öyle. Ortalama ömrün 40 civarını bulması, ancak 1870'lerde gerçekleşebildi. Yaşam süresi 1915'te 50ye, 1930'da 60'a, 1955'te 70'e yükseldi; bugünse (erkekler için biraz daha kısa, kadınlar için biraz daha uzun olmak kaydıyla) 80'lere yaklaştı.
- Yoksun olduğumuz ve özlemini çektiğimiz (bugün çizgi roman kahramanlarına, önceleri de tanrılara atfedilen) kişisel güçlerle ilgili fantezilerimiz, sahte bilimin özel ilgi alanını oluşturuyor.
- Komünizm döneminde İse, hem din hem de sahte bilim -devlet merkezli ideolojik dinin bağnazlığı dışında- sistematik olarak bastırılmıştı. Bilimsel diye satılan bu ideoloji, özeleştiriden uzak duran gizem kültleri gibi, amacına ulaşmayı başaramadı. Eleştirel düşünme, kapalı bilgi bölmelerinde araştırma yapan bilim adamlarından başka herkes için tehlikeli sayılmış, okul müfredatlarından uzak tutulmuş ve hatta bunu ağzına almaya cesaret edenler cezalandırılmıştı. Sonuç olarak, komünizm sonrasında, çoğunluğu bilime kuşkuyla yaklaşan bir Rus halkı çıktı ortaya.
- Sahte bilimsel hipotezler, aksini kanıtlayacak hiçbir deneye yer vermeyecek bir çerçeve içinde, ilkesel olarak bile geçersiz kılınamaz, bir şekilde sunuluyor. Hipotez sahipleri, savunmalarından asla vazgeçmiyor ve kuşkucu yaklaşımı bertaraf etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sahte bilimsel hipotezler, bilim adamlarından onay göremeyince de gerçeklerin gizlenmeye çalışıldığı iddiaları ortaya atılmaya başlıyor.
- A Candle in the Dark (Karanlıkta Bir Mum), Thomas Ady tarafından yazılmış, o sıralarda "insanları arındırmak" gerekçesiyle sürdürülen cadı avlarını şiddetle eleştiren, büyük ölçüde İncil'e dayalı, 1656'da Londra'da basılmış cesur bir kitabın adı.

Eğitimci Olarak Schopenhauer

- Tüm aldatmacaları açığa vurmak ve tüm önyargıları yıkmak isteyen Nietzsche, 1881’de Tan Kızıllığı’nı (Morgenröte), 1881-1887’de Şen Bilim’i (Die fröhliche Wissenschaft), 1883’te Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün (Also sprach Zarathustra) ilk bölümünü yayımladı. 1885’e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam etti. 1886’da İyinin ve Kötünün Ötesinde (Jenseits von Gut und Böse) 1887’de de Ahlakın Soykütüğü Üstüne’yi (Zur Genaologie der Moral) yazdı ve yayımladı. 1888’de Putların Alacakaranlığı’nı (Götzen - Daemmerung), yayımcıya gönderdi (kitap ertesi yıl basıldı). Wagner Olayı (Der Fall Wagner) Eylül 1888’de basıldı ve Deccal’i (Der Antichrist), aynı yıl yayımcıya gönderdi. 1889’da, Torino’nun bir sokağında aniden yere yıkıldı. Jena’da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanına aldı, sonra kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche, kardeşini Weimar’daki evine götürdü. Nietzsche, yaşamının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yalnız zaman zaman zekâ belirtileri gösterdi. 1888’de Nietzsche Wagner’e Karşı (Nietzsche Contra Wagner); 1888’de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886’dan beri yazmakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Güç İstenci (Der Wille zur Macht) adlı yapıtından taslaklar, aforizmalar ve parçalar kalmıştır.

-1874’ten itibaren Nietzsche, sürekli baş ağrılarından yakınmaya başladı. Aynı yıl, iki yıllığına çalıştığı fakültenin dekanlığına atandı. Mayıs 1879’da sağlık nedenleriyle istifa etmek zorunda kaldı. Bundan böyle, on yıllık öğretim görevinden dolayı kendisine bağlanan emekli aylığı ile kanton yönetiminin bağışları biricik geçim kaynağını oluşturdu. İnsanca, Pek İnsanca (Menschliches, Allzumenschliches) adlı yapıtının ilk iki cildini tamamladı. 1873-1876 arasında Çağa Aykırı Düşünceler (Unzeitgemaesse Betrachtungen) adlı dört ciltlik yapıtını yayımladı. Daha sonra yaşamı, bir kentten öbürüne göçmekle geçti; Marienbad, Rapallo, Roma, Nice, Venedik, Torino, Sils-Maria. Yapıtlarını bu göçebeliği sırasında yazdı. Wagner’le olan dostluğu bestecinin Menschliches, Allzumenschliches’in ilk cildini, filozofun da Parsifal’i yermesi üzerine son buldu (1878). Tüm aldatmacaları açığa vurmak ve tüm önyargıları yıkmak isteyen Nietzsche, 1881’de Tan Kızıllığı’nı (Morgenröte), 1881-1887’de Şen Bilim’i (Die fröhliche Wissenschaft), 1883’te Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün (Also sprach Zarathustra) ilk bölümünü yayımladı. 1885’e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam etti. 1886’da İyinin ve Kötünün Ötesinde (Jenseits von Gut und Böse) 1887’de de Ahlakın Soykütüğü Üstüne’yi (Zur Genaologie der Moral) yazdı ve yayımladı. 1888’de Putların Alacakaranlığı’nı (Götzen - Daemmerung), yayımcıya gönderdi (kitap ertesi yıl basıldı). Wagner Olayı (Der Fall Wagner) Eylül 1888’de basıldı ve Deccal’i (Der Antichrist), aynı yıl yayımcıya gönderdi. 1889’da, Torino’nun bir sokağında aniden yere yıkıldı. Jena’da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanına aldı, sonra kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche, kardeşini Weimar’daki evine götürdü. Nietzsche, yaşamının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yalnız zaman zaman zekâ belirtileri gösterdi. 1888’de Nietzsche Wagner’e Karşı (Nietzsche Contra Wagner); 1888’de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886’dan beri yazmakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Güç İstenci (Der Wille zur Macht) adlı yapıtından taslaklar, aforizmalar ve parçalar kalmıştır.

-Nietzsche, bilimsel hakikat de dahil olmak üzere, her türlü hakikatin içyüzünü ortaya çıkardı; insanın ayırt edici özelliği olan icat gücünü ve aynı zamanda yeniliğe karşı direnişini (yabancısı olduğu şeyi “barbarca”, kendi aklına uyduramadığı şeyi “akıldışı” diye niteleyen o değil midir?) göstermeye çalıştı.

-Doğada, kendi dehasını ortaya koymaktan kaçınmış olan ve sonra da sağına, soluna, önüne ve her tarafına kaçamak bakışlar yönelten insandan daha yalnız ve iğrenç bir yaratık (Geschöpf) yoktur. En

-Bu dünyada sadece senin üzerinde yürüyebileceğin tek bir yol vardır. Nereye gider bu yol? Bunu sorma, sadece o yoldan git. Şu sözü söyleyen kimdi: “gittiği yolun kendisini nereye götüreceğini bilmeyen biri kadar yücelen hiç kimse yoktur.”

-Gerçek dostları olan hiç kimse, tüm dünya düşman olarak karşısına dikilse bile, gerçek yalnızlığın ne olduğunu bilmez.

-Schopenhauer tamamen münzevi bir kişiydi; kendisine teselli verebilecek tek benzer görüşlü arkadaşı yoktu – ve bir ile hiç arasındaki sonsuzluk işte burada yatmaktadır,

-Bu yeryüzünde, böylesine moda bir yaşamın ötesinde, keşfedilmeyi ve başarılmayı bekleyen daha üstün ve daha saf şeyler olduğunu ve varoluşu yalnızca bu çirkin kılık içinde bilen ve değerlendiren herkesin varoluşa büyük bir haksızlık yaptığını gayet iyi biliyordu.

-Ve eğer ormanlar giderek seyrekleşirse, kütüphanelerin odun, saman ve tutuşturucu malzeme olarak değerlendirilmelerinin zamanı gelmiş olmayacak mıdır?

-Siyasal bir yenilik, insanların ebediyen bu yeryüzünün mutlu sakinlerine dönüştürmek için nasıl yeterli olabilir? Ama

-“Canın sıkkın ve kötüsün, bu iyi ve yerinde bir durum; ama eğer bir kerecik olsa bile gerçekten kızabilseydin, çok daha iyi olurdun.”

-O nedenle, son derece dürüst olmak gerekirse, işlerin daha iyi yürümesi için hepimizin bir kerecik bile olsa gerçekten kızması gerek.

-“Mutlu bir yaşam imkânsızdır: bir insanın erişebileceği en üstün şey kahramanca bir yaşamdır. Böyle bir yaşam hangi tarzda ve hangi nedenle olursa olsun, ezici tuhaflıklar karşısında bir şekilde herkese faydası dokunacak bir şey için mücadele eden, sonunda galip gelen ve galibiyeti için küçük bir ödül alan ya da hiçbir ödül almayan kişi tarafından yaşanır. Böylece o sonunda, tıpkı Gozzi’nin Re Corvo’sundaki gibi,[34] kendisinin bir taşa dönüştüğünü görecektir, fakat soylu bir duruşla ve yüzünde bir cömertlik ifadesiyle.

-“Olduğum gibi kalmak istiyorum!” Korkunç bir karar bu; o bunu ancak yavaş yavaş kavrar. Çünkü o şimdi dudaklarında bir dizi alışılmadık soruyla varoluşun derinliklerine inmelidir: “Ben niçin canlıyım? Hayatın bana vereceği ders nedir? Olduğum şey haline nasıl geldim ve olduğum şeyden dolayı niçin acı çekiyorum?

-Bir hayvan gibi yaşamak, açlığın ve arzuların kulu olmak ve buna rağmen bu yaşamın doğasına ilişkin hiçbir kavrayışa varamamak gerçekten de ağır bir cezadır ve içini kemiren bir eziyet tarafından çöllerde sürüklenen, nadiren tatmin olan ve üstelik de bunun, diğer hayvanlarla girişeceği leş parçalama mücadelesi boyunca ya da mide bulandırıcı bir açgözlülük veya tıka basa doymaktan ötürü şiddetli acıya dönüşen bir tatmin olduğu bir av hayvanının kaderinden daha kötü bir kader düşünemeyiz. Daha üstün bir ödül olmaksızın, yaşama böylesine körce ve çılgınca yapışmak, kişinin cezalandırıldığını ve niçin bu şekilde cezalandırıldığını hiç bilmemek, bunun yerine sanki bir mutlulukmuş gibi korkunç bir arzunun anlamsızlığıyla tam da bu cezalandırmaya susamak –işte hayvan olmanın anlamı budur.

-Ama şu hususu dikkatlice değerlendirin: Hayvan nerede biter, insan nerede başlar! Doğanın tek kaygısı olan o insan! Biri mutluluğu arzuladığı kadar yaşamı arzuladığı sürece, henüz bakışlarını hayvanın ufkunun üzerine çıkaramamıştır, tek fark, hayvanın kör bir içgüdüyle peşinde koştuğu şeyi, onun daha fazla bilinçle arzuluyor olmasıdır. Fakat yaşamlarımızın en büyük bölümü boyunca hepimizin önündeki yol budur: Çoğu zaman hayvanlığı aşmayız, bizler anlamsızca acı çekiyor gibi görünen o varlıkların ta kendisiyiz.

-Bir şeyi kabul etmek kimi zaman onu anlamaktan daha zordur ve şu önerme üzerinde düşündüklerinde çoğu insanın yaşayacağı deneyim tam da budur: “insanlık durup dinlenmeden tekil büyük insanı (einzelne grosse Menschen) yaratma doğrultusunda çalışmalıdır – görevi yalnızca ve yalnızca bu olmalıdır.”

-Sekizincisi, can sıkıntısından kaçış. Gerçek düşünür boş zamandan başka bir şeyi özlemezken, sıradan bilgin boş zamandan kaçar çünkü onunla ne yapacağını bilmez. Sıradan bilgin aradığı rahatlığı kitaplarda bulur: Bu, onun düşünmekte olan diğer insanları dinlediği ve böylelikle uzun bir gün boyunca kendisini eğlendirdiği anlamına gelir.

-Tümüyle mutlu olan çağlar, bilgini ne tanıyor ne de ona ihtiyaç duyuyordu; tümüyle hasta ve kasvetli çağlar ise bilgine üstün ve en onurlu insan olarak değer vermiş ve ona en yüksek payeyi vermiştir.

-Schopenhauer devletin tek amacının iç düşmanlara, dış düşmanlara ve koruyuculara karşı koruma sağlamak olduğuna ve devlete koruma dışında başka bir amaç atfetmenin, onun gerçek amacını kolayca tehlikeye atabileceğine inanıyordu.

-Politikacılar dışındaki insanların politika ile ilgilenmek zorunda kaldıkları tüm devletler kötü bir şekilde kurulmuştur ve bu politikacı bolluğundan dolayı yok olmayı hak eder.

-Filozof yalnızca büyük bir düşünür değil, ama aynı zamanda gerçek bir insandır. Peki, bilginin gerçek bir insan olduğu görülmüş müdür? Kavramların, fikirlerin, geçmişteki olayların veya kitapların kendisi ile şeyler arasına girmelerine izin veren herhangi biri –başka bir deyişle, kelimenin en geniş anlamında tarihe yazgılı olan herhangi biri– asla şeyleri ilk defa görmeyecek ve kendisi de asla ilk defa görülen bir şey olmayacaktır. Ama bu iki özellik filozofta iç içe geçmelidir, çünkü filozof kendi eğitiminin önemli bir kısmını kendisinden almalıdır ve çünkü filozof kendi kendisine tüm dünyanın bir benzeri ve özeti olarak hizmet eder. Eğer biri kendisini diğer insanların görüşleri doğrultusunda değerlendirirse, o zaman o kişinin kendisinde asla başka insanların görüşlerinden başka bir şey keşfedemeyeceği hiç de şaşırtıcı olmasa gerek! İşte bilginler tam da böyledirler, böyle yaşarlar, böyle görürler.

-Bunları yazmakla, zararlı karşı güçlere rağmen, felsefi dehanın günümüzde ortaya çıkabileceği bazı koşulları ortaya koymuş oldum: Özgür kişilik yiğitliği; erken yaşta insan doğası hakkında bilgilenme; hiçbir bilginlik eğitimi almama; yurtseverliğin getirdiği darlaşmadan bağımsız olma; geçimini sağlama zorunluluğundan muaf olma; devletle hiçbir bağlantısı olmama – kısacası, sadece ve sadece özgürlük, Yunanlı filozofların içinde geliştikleri o harika ve tehlikeli öğenin ta kendisi.

-Devlet hiçbir zaman gerçek ile ilgilenmez, tam tersine her zaman yalnızca kendisi için yararlı olan gerçek ile, daha doğrusu, ister gerçek ister yarı gerçek isterse de hata olsun, kendisi için yararlı olan her şey ile ilgilenir. Bundan dolayı, felsefe ile devlet arasındaki bir ittifak ancak felsefe devlet için tamamen yararlı olacağına, yani devletin çıkarlarını gerçeğin üzerinde tutacağına söz verirse anlamlı olur. Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer devlet, gerçeği hem kendi hizmetine alabilse hem de ücret bordrosuna dahil edebilseydi, bu mükemmel olurdu; ne var ki, hiç hizmet etmemenin ve hiçbir ödeme almamanın gerçeğin temel doğasının bir parçası olduğunu devletin kendisi de çok iyi bilmektedir.

Milli Bayramlarımız

Türkiye Cumhuriyetinin Millî Bayramları, bu ülkede yaşayan herkesin gerçek insan onuruna kavuşmasının merhalelerini hatırlatan önemli günlerin ve o günlerde cereyan etmiş olan olayların milletçe tekrar hatırlama ve tekrar o günlerde cereyan eden olaylara sevinme vesileleridir. Ama her şeyden önce bu bayramlar ve onların kutlanması bizlerin insan haysiyetine kavuşmamızın kutlanmasıdır. O bayramları kutlamak istemeyenler, onlara cephe alanlar insanlık düşmanı olmalıdırlar.

Bu düşüncelerimi açıklayayım:

23 Nisan Çocuk Bayramı: Bu bayramda kutlanan 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıdır. Bu olayla Türkiye’de yaşayan insanlar kendi kaderlerini kendi ellerine almaya karar verdiklerini dünyaya duyurmuşlar ve bu kararlılıklarını fiile geçirecek olan en mühim organı teşkil etmiş olduklarını tüm âleme ilân etmişlerdir. O yüce mecliste her etnik kökenden Türkiye insanı vardır ve bu insanlar kendilerini liderliği ile bir arada tutup selâmete çıkaracağına inandıkları Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçmişlerdir. Daha sonra milletin ilk kez kendini bulduğu, kendi kendine karar vermeye başladığı bu gün çocuk bayramı ilân edilerek tüm çocuklara aynı konuda ilham olunması kararlaştırılmıştır. Bu bayramı istememek, ona gölge düşürmeye çalışmak çocuk düşmanlığıdır. (Bu bayramı gölgelemek için İslam Peygamberi Muhammed’in doğduğu haftayı temel alan bir kutlu doğum haftası icat edildiği söylenmektedir. Nisan’ın ortasına yerleştirilmeye çalışılan bu haftanın zamanlamasındaki ciddî yanlışlık bu söylentileri ne yazık ki destekler görünmektedir. İslâm Peygamberi muhtemelen 570 miladi senesinin Mart sonunda dünyaya gelmiştir, zira Rebiülevvel’de olduğu iddia edilen doğumunun o sene Rebiülevvel’in baharın başına, yani bahar ekinoksu olan 21 Mart’ı izleyen haftaya müsâdif olduğuna eldeki tarihler işaret etmektedirler. Ancak bu tarihleme tüm Avrasya’da Nevruz ve diğer isimler altında kutlanan Ekinoks Bayramı’na rast gelmesi için yakıştırılmış bir tarih de olabilir. Muhammed’in doğumunun tarihini yazan ve daha sonraki İslam tarihçilerinin kullandığı İbn İshak’ın Resûlallah’ın Hayatı adlı eseri ne yazık ki kayıptır. Gerçi bu eser bile Hicretten 150 sene sonraya aittir. Yani İbn İshak eserini yazarken, peygamberi kişisel olarak tanımış kimse artık hayatta değildi.)

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı: 19 Mayıs 1919, genç bir Osmanlı generalinin Samsun'a ayak basarak Osmanlı’yı Orta Anadolu’ya hapsetmek isteyen müttefiklere karşı bir direniş ve ayaklanma hareketini başlattığı tarihtir. O zaman onun çevresindekiler de Balkan ve 1. Dünya Savaşı’nda pişmiş, bu felâketlerin acılarını kalplerinde en derin şekilde hissetmiş genç insanlardı. Onlar, kararlı, bilgili ve akıllı bir grup gencin neler yapabileceğini dünyaya gösterdiler. Bu nedenle o bayram daha sonra gençlik ve spor bayramı ilân edilerek gençlere o kararlılık, o bilgi ve o akıl hatırlatılmak istenmiştir. Bayramın aynı zamanda spor bayramı olması gençliğin sağlığına vurgu yapmak içindir. Bu bayramı gençlik ve spor bayramı yapanlar bunu “sağlıklı akıl sağlıklı vücutta bulunur” düşüncesine dayanarak yapmışlardır. Bu bayramdan çekinenler, gençlerden çekinen, gençleri bastırmak isteyen karanlık kafalar olabilir ancak.

 30 Ağustos Zafer Bayramı: Bu gün 23 Nisan’da kendi kendine karar vermek istediğini dünyaya duyuran, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan ve ondan sonra bir araya gelen gençlerin rüyası olan kendilerini zincirlemek isteyenlerin zincirlerinin ve kafalarının kırıldığı mutlu bir tarihtir. Bu mutlu ânı millete tattıran onun genç çocuklarından oluşan ordumuzdur. Onun için 30 Ağustos milletin ordusunu kutladığı, kurtarıcısını ve koruyucusunu tekrar tekrar bağrına bastığı tarihtir. 30 Ağustosa düşman olan, hürriyet ve şahsiyet arayan insanların bu isteklerine kavuşmalarını istemeyen insan müsveddeleri olabilir ancak.

 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ise, 30 Ağustos’ta artık hürriyetine, şahsiyetine, haysiyetine kavuşmuş olan bir insanlar topluluğunun bundan böyle kimsenin kulu olmayacaklarını, kendi kendilerini yöneteceklerini dünyaya ilân ettikleri tarihtir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu bu günü bayram addetmeyen, Türkiye’deki insanları sadece kulluğa, şahsiyetsizliğe ve haysiyetsizliğe lâyık gören bir insanlık düşmanı olabilir.

10 Kasım ise bir bayram değil, bir yas ve düşünce günüdür. O gün, Türkiye’de yaşayan insanlara yukarıda saydığım özgürlüğü, saygınlığı ve insan olarak yücelme şansını veren insanların kendilerine lider ve önder olarak seçtikleri, bütün dünyanın hayranlıkla kutsadığı o büyük insanın insanlığa veda ettiği kara gündür. O günü düşünerek üzülmeyene ise insanlık' sevgisinden, insana saygıdan hiç nasibini almamış bir zavallı olarak bakılabilir ancak. Türkiye Cumhuriyeti’nin millî bayramları insanlık şölenleridir. Bunu böyle görmemek için insanın gerçekten gaflet, dalâlet veya insanlığa karşı bir hıyanet içinde olması gerekir.

-Celal Şengör