- Böyle düşünen bir kadını kim niye ve nasıl bu hale getirmişti?.. Aylaklığa Övgü kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir kadın, şimdi benden set üstü ocak taksidine girmemi istiyorsa ben yakarım o kitabı aga!
- Dalgalı denizi seyrederken sürekli seni, geçen mutlu günlerimizi, nasıl olup da bu görkemli ilişkiyi bitirdiğimizi, nerede yanlış yaptığımı düşündüm. Denize bakarken bir ara dalmışım, “Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim. Ama sonra hemen vazgeçip tekrar seni ve geçmiş günleri düşündüm.
- Gonca’yla beraber pencerenin kenarında durmuş yağan yağmuru öylece seyrediyorduk. Yağmuru seyretmeye on beş dakika önce başlamıştık ama henüz tek kelime bile etmemiştik. Normalde konuşkan, dilbaz bir insan olan Gonca şimdi niye susuyordu bilmiyordum ama benim aklıma konuşacak hiçbir şey gelmiyordu, o yüzden susuyordum.
- Hemen fırladım koştum dolaba. Aldım elime şişeyi, ağzımla açmaya çalıştım dişim acıdı açamadım, çatalla mantarı oymaya çalıştım olmadı, en sonunda bi kaşığın sapıyla mantarı şişenin içine ittim, şarap fışkırdı. Biraz mutfağın içine sıçtım ama sonunda şarabı açmayı başardım.
- En sonunda dayanamadım, kâğıdı açıp poğaçaları önüne koydum. Eğildi, önce peynirliyi, sonra sadeleri, sonra tekrar peynirliyi kokladı ve hiçbirini yemeden bana baktı. “Aslında biliyor musun, sen de aynı bana benziyorsun” dedim. “İlk başta bi şekilde, şans eseri bir kıymalı yiyorsun, sonra sanıyorsun ki, bir kere daha o tadı bulacaksın. Hatta bu özleme saatlerce, günlerce binlerinin peşinden bıkmadan usanmadan gidiyorsun. Seni kovuyorlar, kırıyorlar, aşağılıyorlar, yine de ardı sıra gidiyorsun peşlerinden, yılmıyorsun. Tam buldum diye seviniyorsun ama bir bakıyorsun ki önüne konulan o kıymalı poğaça değil, iki sade bir peynirli. Onu da tabiî ki beğenmiyorsun” diye de devam ettim.
- İşte o an tepem attı. “Lan .mına koydunuz yuvamın, ben sizden tiksinip buraya kaçtım oğlum anlasanıza lan!” diye kükredim. Hiddetimi dizginleyemeyip hatta istemeden de bi tekme savurdum. Ben kızacaklarını, beni dergiden atacaklarını beklerken, onlar “Ehe ehe ehe ehe!” diye kaçtılar. Bi kere daha tiksindim...
- Dün gece ansızın kapı çalındı. “Kim bu münasebetsiz acaba ?” dedim kendi kendime. Gittim açtım, gelen bendim. Evet bendim. “Vayyy” dedim, “arkadaş bir insan bu kadar mı kimsesiz olur, bu kadar mı yalnız olur!? Şu geceyarısı bir dost, ne bileyim bir arkadaş beklerken gele gele şu tipini ziktiim geldi” dedim. “Ağzını topla” dedi, “şurda misafir olarak evine gelmişim, bir hoş geldin diyeceğine, içeri buyur edeceğine, hayvan gibi karşılıyosun beni.” Zoraki olarak içeri buyur ettim. Geldi, sanki babasının eviymiş gibi kuruldu.
- Mola yerinde bi baktım Orhan, MetÜst’e “İstanbul’a döndüğümüzde senin kitabı basmaları konusunda o yayıneviyle konuşucam” gibisinden bir şeyler anlatıyordu. Hemen müdahale ettim, “Ya Metin Abi, bırak yaa bırak Allah aşkına, inanma bu palavracıya. Onun ipiyle kuyuya inilmez, saf gördü seni sallıyor yalanları” diye bağırdım. Cevap bile vermesine fırsat vermeden “Kitabını basmaları için yayıneviyle konuşacakmış. İstanbul’a döndüğünde ‘Ne kitabı Metinciğim?’ der bu. O erkekse benim evde yazdığım sekiz yüz sayfalık roman için konuşsun Metin Abi!” diye devam ettim. “Tamam Umutçuğum, senin kitabın için de konuşurum” dedi Orhan. “Ben Metin Abi’yle konuşuyorum Orhan. Seninle muhatap olan yok, terbiyesizlik etme” diye soktum lafı. Neyse İzmir’e gittik okurlarla kaynaştık, İstanbul’a döndük. Üç gün sonra Orhan geldi, “Yayıneviyle konuştum, senin kitabı bekliyorlar, yarın getir” dedi. “Eee abi ben onu elde yazdım, bilgisayara geçirmem lazım, bana biraz zaman tanı” dedim. “Biz dizeriz onu, sen yarın getir” dedi, çaresiz kabul ettim. Hemen koştum eve sekiz yüz sayfalık romanı yazmaya başladım. Nereye sekiz yüz sayfa yazıyorsun, sabaha kadar sıfır uykuyla topu topu (büyük büyük yazarak) üç sayfa yazabildim. Hiç uyumadan doğruca dergiye gittim. “Orhan Abi seni soruyordu” dediler, iyice gerildim. Orhan’la karşılaştığımızda gittim sarıldım, her şeyi açık açık anlattım. “Abi” dedim, “ben, sen beni unuttun diye öyle fevrî davrandım, benimle ilgilenesin diye ‘roman yazdım’ dedim, bak ancak üç sayfa yazabildim” dedim ve başladım “ımıhıhı, ımıhıhı” diye Orhan’ın göğsünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Yorgunluktan olacak ağlarken öylece uyumuş kalmışım.
- Yine böyle ateşli nöbetler geçirdiğim bir akşam dayımgiller bize geldi, hep beraber yemeğe oturduk. Önümdeki lokmayı yemiyor sadece çatalımla oynuyordum. Annem neyim olduğumu sordu. “Bi şeyim yok anne. Sadece aç değilim, müsaade ederseniz odama çekilmek istiyorum” dedim. Durumu olgunlukla karşılayıp izin verdiler. Holde kendime ait bir odamın olmadığını fark edip masaya döndüğümde ise dayım benim tabağı ekmekle sıyırıyordu. O günden sonra dayıma karşı hep nötr durdum.
- Lise ve üniversite yıllarında da muhtelif zamanlarda Okan’la görüştüm. Beni çeşitli kızlarla tanıştırdı, ben o kızların çoğuna âşık oldum. Sonra o çoğu kızlar geldi Okan’ın onlara aslında ne kadar kötü davrandığını, onlara hiç değer vermediğini bana anlattı, bol bol dert dinledim. Sonra o kızlar tekrar Okan’a geri döndü. Ben sadece ağlarlarken ikisinin bacağına dokunabildim, birinin de belinden tutabildim.
- Abimi geri dönmeye ikna edip Semih’in düşen çakmağını alarak eve gittik. Odama gidip çakmağı, fermuan ve kulaklığı malzeme kutuma koydum. Elimi yıkamak için banyoya girdiğimde içeriden gelen abim ile annemin sesini duydum. “Yine gidip köpek gibi çöplüğü karıştırmış, biz de tutmuşuz bu herifi düğüne götüreceğiz de kız beğensin, insan içine çıksın diye” dedi abim.
- Saatime baktım, öğlen olmak üzereydi. Üstümü giyinip, okula gittim. Kantinde Hakan’ı gördüm, yazıyı sordu, kendimden emin bir şekilde çıkarıp verdim. Şöyle üstünkörü bir okudu, suratı asıldı, beğenmemişti. “Umut sen bizle daşşak mı geçiyorsun Allah aşkına?” diye sordu. “Ne münasebet!” diye karşılık verdim. Sinirlendi, “Bu ne oğlum” diye söze başlayıp, elindeki kâğıdı yüksek sesle “kale: Didem, sağbek: Didem, solbek: Didem, ileri üçlü: Didem, Didem, Didem...” diye okuyup, “Te-heeeeeeeeeeyyy! Lan oğlum biz de seni adam belleyip takım karmasını çıkarmayı sana emanet ettik. Ne oğlum bu?” sözleriyle devam etti. “Abi” dedim, “seviyorum.”
- “Ah be kerizim, sen hiç büyümeyeceksin! Yaş oldu yirmi dört hâlâ bi kolasına millete eşşeklik ediyor, kömür taşıyorsun” deme, kolanın yanında Biskrem de vardı. Ama Biskrem umurumda değildi, bütün çabam Hale’ye biraz daha yakın olabilmekti. Zira Hale yanında isterse dünya yakışıksak bi insan olsun, iki sap erkek kişinin “Ulan bi kıza bak bi de yanındaki lavuğun tipine bak” diyebileceği derecede güzel birisiydi. Kolalarımızı içerken Hale’yi uzun uzun inceledim, yüzünde hüzün vardı. Gözlerinin içindeki, ay ışığı vurdukça titreyen gözyaşı ha düştü ha düşecek gibiydi. Etkileyici bi tonla “Hale” dedim, “kolanın asidi burnunu yakıyorsa ya içmeden önce beklet ya da Kola Turka iç, o yakmıyor” dedim.
- Geçenlerde kız arkadaşımla buluştum. Geçenlerde dediysem iki yıl oluyor. Söylemesi ayıptır buna bir çeyrek döner, bir de ayran ısmarladım. Oturduk yiyiyoruz karşılıklı. Baktım bu yemiyor. Dedim: “Kızım n’oldu?” Dedi: “Yok bir şey.” “İyi” dedim, yemeye devam ettim. Bir müddet sonra bir baktım ısırık almamış. Dedim: “Yemiyorsan ver ben yiyeyim.” Dedi: “Umut, ilişkimizi konuşalım.” Dedim: “Olur.” Aldım döneri yedim, kesmedi, iki goralı söyledim. Onu da yedim. Dedim: “Şimdi söyle.” Dedi: “İlişki tıkandı.” Dedim: “Olur öyle.” Dedi: “Sen çok kabasın.” Dedim: “Haksızsın.” Dedi: “Ben seni terk ediyorum.” Dedim: “Oy!” Kalktı gitti. Koştum peşinden yakaladım, “Bak kızım” dedim, “yaşanan onca şeyi bir anda silemezsin” dedim. “Bir çeyrek döner için şu yaptıklarına bak” dedim. Ne derse beğenirsiniz ? “Sen o çeyrek dönerden önce benim duygularımı, gençliğimi yedin” dedi. Anlamadım, tekrar ettirdim. Kırmadı tekrar etti. “Bak kızım şimdi gidersen bir daha gelme” dedim. Gitti ama etkilendi. Döndüm büfeye hesabı ödedim.
- Bunu duyunca çok sinirlendim, arka sokağa gidip Sinem’i kenara çekerek konuşmaya çalıştım. Gelmedi, konuşmak istemedi. Ben de bunun üzerine konuyu saptırıp “Sizler insanları hakir görüyorsunuz, sokaktaki insanı anlamak yerine kolaya kaçıp nefret ediyorsunuz. Bunalıma girmek, dertli olmak sizin için hayatınızı renklendirebilecek, kimlik kazandıracak bir oyuncaktan ibaret. Her şey sizde anlam-sızlaşıyor” gibi bir şeyler geveledim. Sinem bunun üzerine karşılık verdi. Ben de ona karşılık verecek sağlam temellere dayalı bir cümle kuramadığım için anasına küfrettim ve kaçtım ordan.
- Semih’i az tanıyordum. Fazla bir yakınlığımız yoktu ama ilk bakışta hani şu herkesin çevresinde olan duygusal gibi, şerefsiz gibi insanlardan biri gibiydi. Bir konu üzerine biz okulda hareketli biçimde tartışırken o sessizce bizi dinler, sonra da hiçbir şey söylemeden giderdi. Biz Semih’i gizemli sanıyorduk ama sonra anladık ki Semih malmış.
- Varlığınızla rahatsız etmek... Yani ortada hiçbir sebep yokken ve hiçbir şey yapmadan, ağzınızı bile açmadan bir insanı ya da daha kötüsü birçok insanı sadece orada bulunarak rahatsız etmek...
- Ne zaman içerlesem ağzım büzzük gibi büzülür, gözlerimi içerlediğim kişilerden kaçırırım.
- Konu ilgimi çekti ama anlamadım, anlattı.
- Yolda giderken “Abi bi yerde oturup bi şeyler içelim, hem bi şeyler içeriz hem de size anlatmak istediğim bir çıkarımım, bir hayat çözümlemem var” dedim. Kabul etmediler ben de eve gittim.
- Özür dilemek... Şu hayatta en iyi yapabildiğim şey ne yazık ki bu. Şimdi bana o küçücük aklınla “Heyyy baba saçmalama, özür dileyebilmek en büyük erdemdir” diye akıl vermeye çalışma. Burda bahsettiğim “özür dilemek” apayrı anlamlar içeriyor. Bir nevi savunma mekanizmasından, yanlış olan bir şeyi düzeltmek yerine onu “özür dilemek” aracılığıyla legal hale getirmekten, bir kurnazlık, bir sinsilik abidesi sözcükten bahsediyorum ben.