Bilim, benzer koşullar altında belli bir yöntemle daima aynı
sonuçların elde edilmesi gereğine bağlıdır. Bu gereği karşılayamayan, elde
edilen bulgulara ne yoldan ulaşılacağı dile getirilemeyen kişisel başarılar,
bizim için şaşırtıcı ya da çok göz kamaştırıcı olabilir, fakat bilimsel olamaz.
felsefenin işlevi, insanoğluna pratik bir çıkar ya da yarar
sağlama değil, olsa olsa onun bilme, anlama ve gerçeği görme merakını
gidermedir.
Yukarda bir genellemenin kapsamına giren nesnelerin (hiç değilse
potansiyel olarak) sınırsız olması gerektiğini, yoksa gerçek değil, sözde bir
genelleme ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmiştik.
Şimdi bu çıkarımın bir ölçüt olarak uygulanmasını örnekle
gösterdim: “Bütün metaller elektrik iletkenidir,” genel önermesi gerçek bir
genellemedir; çünkü bu genelleme şu “olguya karşın” çıkarıma elvermektedir:
Eğer şu değnek metal olsaydı, elektrik iletirdi. Oysa sözde bir genelleme olan
şu genel önermenin, “Kitaplığımın üst gözündeki bütün kitaplar romandır,”
“olguya-karşın” bir çıkarıma elverdiği iddia edilemez; çünkü Şimdi elimde
tuttuğum mantık kitabı kitaplığımın üst gözünde bulunsaydı roman olurdu, gibi
ortakduyumuzun hemen reddettiği bir sonuç ortaya çıkmaktadır. “Elimdeki değnek
metal olsaydı elektrik iletirdi” çıkarımı akla uygun düştüğü halde, “elimdeki
mantık kitabının kitaplığın üst gözünde olması halinde roman olacağı” çıkarımı
bize saçma gelmektedir.
Her genelleme iki veya daha fazla değişken arasında
değişmez, ya da belli bir ölçüde değişen, bir ilişkiyi dile getirir. Bu ilişki
gözlenebilir türden bir ilişki ise genelleme betimleyici (alt-düzeyde),
gözlenebilir türden değilse, genelleme açıklayıcı veya teorik (üst-düzeyde) bir
genellemedir. İkinci tür genellemelerden henüz yeterince doğrulanmamış olanlara
“hipotez”, yeterince doğrulanmış olanlara ise “açıklayıcı yasa” dendiğini
yukarda belirtmiştik.
Betimleyici genellemelerin doğrulanması konusunda
söylediklerimizi şu üç temel noktada toplayabiliriz: (1) Bir genellemenin
doğrulanması, doğrulayıcı gözlemlerin sayısından çok, yanlışlayıcı bir gözleme
rastlanmamasına bağlıdır. Her doğrulayıcı gözlem, ancak genellemenin doğruluk
olasılığını artırır, yoksa onu ispatlamaz. (2) Doğrulayıcı gözlemler, ne
kadar çok olursa olsun, bir genellemeyi kesinlikle doğrulamaya yetmediği halde,
tek bir yanlışlayıcı gözlem çürütmeye yetmektedir. (3) Betimleyici bir
genellemenin doğrulanması, ilişkin olduğu gözlemler veya bu gözlemleri dile
getiren önermelerle doğrudan bir karşılaştırma işlemine dayanır.
“Bütün kuğular
beyazdır.” genellemesini ele alalım. Bu genelleme bir nesnenin kuğu olması ile
beyaz olması arasında değişmez bir ilişkiyi dile getirmektedir. O halde, kuğu
olan bir nesnenin aynı zamanda beyaz olduğunu saptayan her gözlemimiz
genellemeyi doğrulayıcı bir kanıt sayılır. Şimdi, tüm gözlemlerimizin, kuğu
olan nesnelerin, aynı zamanda beyaz olduğunu gösterdiğini varsayalım. Söz
konusu genelleme geniş ölçüde (belki de yeterince) doğrulanmış sayılacaktır. Ne
var ki, “tüm gözlemlerimiz” olası gözlemlerin ancak bir bölümü olduğundan,
genellemenin artık bir daha yanlışlanamayacağı anlamını çıkaramayız.
Doğrulayıcı gözlemlerimizin büyük sayıda olması kuşkusuz genellemenin doğru
olma olasılığını yükseltir, ancak bu sayı ne kadar büyük olursa olsun
yanlışlanma olasılığı hiçbir zaman ortadan kalkmaz
“Nedensellik” deyince
sadece istisnasız bir tekrarın söz konusu olduğu kolayca kabul edilebilir mi?
Gece ile gündüzün birbirini izlemesi istisnasız tekrarın mükemmel bir
örneğidir. Ne var ki, ikisi arasındaki ilişkinin nedensel olduğunu, başka bir
deyişle gecenin gündüze, gündüzün geceye yol açtığını söylemek güçtür. Bu da
gösteriyor ki. “sürekli birlikte gidiş” veya Reichenbach'ın deyimi ile
“istisnasız tekrar” gerçek ilişki ile eğreti ilişkiyi birbirinden ayırmak için
yeterli değildir.
Karl Popper..başlangıç
Beni kuşkuya düşüren, o teorilerin yanlış olma olasılığı
değil, başka bir şeydi. Bilim olarak psikoloji ve sosyolojinin matematiksel
fizikten daha az kesin olmaları da beni rahatsız eden şey değildi. Problemim ne
doğruluk endişesinden, ne de ölçülebilirlik kaygısından ileri geliyordu.
Problemim düpedüz bu tür teorilerin, tüm bilimsel görünümlerine karşın,
bilimden çok ilkel efsane veya masalları andırmaları, astronomiden çok
astrolojiye benzemeleri idi.
Marx'ı, Freud'ı ve Adler’i beğenenlerin, bazı ortak noktalar
üzerinde birleştiklerini, teorilerin görünürdeki açıklayıcı güçlerinden son
derece etkilendiklerini görüyordum. Bu teoriler kendi alanlarında olup biten
hemen her şeyi açıklayabilir güçte görünüyordu. Her biri kişiye, o zamana kadar
kendisi için kapalı olan yepyeni bir dünya açıyordu sanki. Bir kez inanınca,
artık her şey tam bir açıklık kazanmakta, dinde olduğu gibi yanıtsız soru
kalmamaktaydı. Teoriyi benimsemeniz, doğru olduğunu görmeniz için yeterliydi.
Dünya teoriyi doğrulayan olaylarla doluydu. Ne olursa olsun, teoriyi
doğrulamaktan geri kalmıyordu. Teorinin doğruluğu apaçıktı. İnanmayanlar
gözleri apaçıklığa kapalı kimselerdi. Onlar gerçeği göremezlerdi, çünkü ya
bağlı oldukları sınıf çıkarları buna engeldi, ya da henüz psiko-analizi
yapılmamış bilinçaltı düğümleri buna elvermiyordu.
Dikkatimden kaçmayan en belirgin özellik de, teorileri
“doğrulayan” gözlemlerin bir türlü bitmek tükenmek bilmez çokluğuydu.
Teorilerin destekleyicilerinin de üzerinde en çok durdukları noktaydı bu. Bir
Marxist hangi gazeteyi açsa, tarihi maddeciliği doğrulayan bir sürü kanıt
gösterebilirdi. Yalnız haberlerde değil, haberleri veriş biçiminde de (çünkü
gazetenin sınıfsal eğilimi söz konusudur) bu olanak vardı. Hatta gazetenin
yazmadıklarında da böyle kanıtlar bulunuyordu. Freud'cu analistler de klinik
gözlemlerinde teorilerini sürekli doğrulayıcı kanıtlar bulduklarını söylüyorlardı.
Adler'e gelince, kişisel bir yaşantım durumu açıklamaya yeter: 1919'da
teorisine pek uymayan bir olayı iletmiştim ona. Oysa, o olayı teorisiyle
açıklamada en küçük bir güçlük görmedi; olayın kahramanı çocuğu bir kez olsun
görmeden "aşağılık duygusu” deyip işin içinden çıktı. Bundan nasıl emin
olabileceğini sorduğumda, "Çünkü,” dedi, "böyle bin tane deneyimim
var.” kendimi tutamayarak, "Bu olayla deneyiminiz şimdi bin bir oldu
öyleyse.” dedim.
Adler için her olgu teorisini doğrulayan bir kanıt olarak
yorumlanabilirdi. Ama bu ne demekti? Bir olguya teorinize uygun bir anlam
verebileceğinizi göstermiş olmanın ötesinde bir anlamı yoktu bunun. Adler’inki,
Freud'unki türden teorilere uymayan gözlem olabilir miydi? İnsan davranışı ile
ilgili birbirinden çok farklı iki örnek vererek demek istediğimi açıklayayım:
Örneğin birinde, boğmak anacıyla bir çocuğu suya iten biri var; ötekinde, tam
tersine, çocuğu kurtarmak için boğulmayı göze alan bir başkası var. Birbirine
zıt düşen bu iki davranışı hem Freud'un hem de Adler’in teorisine dayanarak
açıklamak olanaklı. Freud'a göre, adamlardan ilki Oedipus kompleksinin bir
öğesi olan “represiyondan” mustariptir; ikinci adam ise "sublimasyon”a
erişmiştir. Adler'e göre ise, her iki adam da aşağılık kompleksinin etkisinde
davranmıştır; şu farkla ki, biri cinayet işleyebileceğini, diğeri yüce bir
eyleme yetenekli olduğunu kendine ispatlamak gereksinmesini duymuştur.
Gerçekten, bu teorilere aykırı düşecek bir davranış düşünülemezdi. Bu teorileri
tutanların gözünde de teorilerin sağlamlığı her şeyi açıklar görünmelerindeki
güçten ileri geliyordu. Oysa bana göre görünürdeki bu güç, onların en zayıf
yanıydı.
Einstein’ın teorisinde durum tümüyle değişikti. Bir örnek
olsun diye, o sıra Eddington’un bulgularıyla doğrulanın öndeyiyi (prediction)
ele alalım. Einstein’ın gravitasyon teorisine göre, güneş gibi büyük bir
kütlenin yakınından geçen bir ışık, herhangi bir maddesel nesne gibi, çekilir.
Bu demektir ki konumu güneşe göre yakın görünen sabit bir yıldız, gönderdiği
ışığın etkilenmesi nedeniyle olması gereken konumundan belli bir miktarda
sapmış görünecektir. Başka bir deyişle güneşe yakın olan yıldızları, güneşten
ve birbirinden bir miktar uzaklaşmış göreceğiz. Bu gün ışığında saptanamayacak
bir olgudur; ancak bir güneş tutulması sırasında çekilen fotoğraflar aynı
yıldızların geceleyin çekilen fotoğraflarıyla mukayese edildiğinde beklenen
sonucun var olup olmadığı ortaya konabilirdi. Şimdi buradaki can alıcı nokta
böyle bir öndeyinin taşıdığı risktir. Gözlemler, beklenen sonucun var
olmadığını gösterseydi, teori düpedüz yanlışlanmış olacaktı. Bilimsel bir
teori, olası gözlem sonuçlarının tümüyle bağdaşır nitelikte olamaz; belli bazı
gözlemler teoriyle ters düşecektir. Nitekim Einstein’dan önce herkesin
beklentisi herhangi bir sapmayı içermeyen bir gözlemi gerektirmekteydi. İki tür
teori arasındaki fark ne kadar çarpıcı, değil mi? Daha önce sözünü ettiğim
teorilere, ne denli değişik olursa olsun, hiçbir davranış ters düşmemekteydi;
her olgu doğrulayıcı bir kanıt niteliğindeydi.
Bu farkın o zaman (1919-20) beni götürdüğü sonuçları şimdi
şöyle özetleyebilirim: 15. İstediğimiz bir teoriyi doğrulamaksa, doğrulayıcı
kanıtlar bulmakta bir güçlük yoktur. 16. Bir kanıtı, risk taşıyan bir öndeyinin
sonucu ise, doğrulayıcı saymalıyız. Başka bir deyişle, teori ışığında
yorumlanmamış haliyle, teoriye ters düşeceğini, daha doğrusu teoriyi
yanlışlayacağını beklediğimiz bir olgu ancak doğrulayıcı kanıt olabilir. 17.
Her “iyi” bilimsel teori bir yasaklamadır; bazı şeylerin olmasını yasaklar. Bir
teoriyi yasakladığı ölçüde iyi saymalıyız. 18. Düşünülebilen hiçbir olguyla
reddedemeyeceğimiz bir teori bilimsel değildir. Reddedilemezlik, çok kez
sanıldığının tersine, bir teori için bir erdem değil, bir kusur, bir
yetmezliktir. 19. Bir teoriyi gerçekten test etme onu yanlışlamaya çalışmakla
olanak kazanır. Test edilebilirlik yanlışlanabilirlik demektir. Ancak
testedilebilirlik bir derece sorunudur; kimi teoriler testedilebilirlik
yönünden daha elverişli, dolayısı ile daha fazla yanlışlanabilir niteliktedir.
Bunlar riski büyük teorilerdir. 20. Eldeki teoriye yönelik gerçek bir
yoklamanın sonucu olmadıkça hiçbir kanıtı doğrulayıcı saymamalıyız; bu ise
teorinin tüm yanlışlama çabalarımıza karşın dayanma gücü göstermesi demektir.
21. Gerçekten test edilebilir kimi teorilerin yanlış oldukları anlaşıldıktan
sonra da atılmadıklarını görüyoruz. Bunların durumuna göre ya bazı ek
varsayımlarla pekiştirilerek ya da yeniden yorumlanarak reddi önlenir. Bir
teoriyi, bilimsel niteliğini yok etmek veya hiç değilse düşürmek yoluyla
reddedilmekten kurtarmak her zaman olasıdır. (Bu türden kurtarma girişimlerini,
daha sonra, “sıradan çarpıtma” diye adlandırdım.) Tüm bu dediklerimizi bir tek
cümlede şöyle dile getirebiliriz: Bir teorinin bilimsellik ölçütü onun
yanlışlanabilirlik, reddedilebilirlik ya da test edilebilirlik niteliğidir.
karl popper son.
İşte bu nedenledir ki, Newton yöntemini, akıl ile olgunun
bir örgüsü diye niteliyorum. Bu örgüde Descartes’in mantıksal görüşü Bacon'un
deney tutkusuyla birleşmiştir.
Bilimsel düşünmede bulduğumuz yaratıcı ve eleştirisel öğeler
arasındaki bu ayırım mantıksal düzeyde bir saptamadır. Uygulamada, iki süreç o
denli iç içe ve birbirini bütünleyicidir ki, aradaki farkı görmek kolay
değildir. Gerçi, bilim kafası için hem yaratıcı imge hem eleştirisel düşünme
vazgeçilmez gereklerdir. Ne var ki, bu yetenekleri pek az kimsede aynı derecede
gelişmiş buluruz. Öte yandan yeteneklerden birinde veya diğerinde aşırılığa
kaçmayı da meslek çevresi hoş karşılamaz. Vaktini başkalarının düşüncelerini
eleştirmeye harcayan bilim adamına, kendi düşüncesi yok diye, kuşkuyla
bakıldığı gibi, durmadan yeni düşünceler üreten ama çok geçmeden ilgisini
yitirip bunları deneme ihtiyacı duymayan bilim adamına da çekilmez bir lafazan
gözüyle bakılır. Ana çizgileri ile belirttiğim iki görüşü kapsamında
bağdaştıran, daha da ileri giderek birleştiren, genel bilim anlayışına
“hipotetik-dedüktif' anlayış diyenler var. Bu anlayışı mantıksal yapısı ve
geniş bilimsel içerikleri ile bize anlamlı kılmada başlıca rolü Karl Popper'in
Logik der Forschung. 1934 (İngilizce çevirisi: The Logic of Scientific
Descovery) adlı yapıtı oynamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder