Aptallaştığım konusunda herhangi bir soru işareti görmüyorum ve bu sebeple de “Aptallaştık mı?” gibi bir soruyu sormak yerine “Ne derecede aptallaştık?” sorusunu sormayı tercih ediyorum kendime. İşte bu noktada kendi kendime söyleyebileceğim şeylerin sınırını ötesini bilmiyorum. Öncelikle çerçeve denilen olguyu tamamen kaybettiğimi fark ediyorum, bu iyi veya kötü çerçeveye sahip olduğum zamanlar bundan neredeyse iki sene önceydi. Bir çerçeveye sahip olmak için aslında belirli kalıplar üretmiştim kendime ama bunların hepsi daha sonradan neden oluşturulduğu unutulmuş törelere döndü ve yapılmaya devam edilse bile asıl amaçları ortadan kayboldu ve tüm bu davranışlar yozlaştı. Öncelikle yalnız olmanın kabul edilmesi gerektiği gerçeğini ortaya koymuş ve bunun ne biçimde radikalleştirilmesi gerektiği üzerine düşünceler arasında dolaşmıştım. Bu noktada bulduğum çözümün etraftaki insanların gerçekten ne kadar ahmak olduklarının anlaşılması ve bir yandan da bu tür insanlarla beraber gezmenin dolaşmanın, sahip oldukları ahmaklığı bana da bulaştıracakları korkusuydu. Ancak buraya gelmeden önce aldığım harika ve kesinlikle yerinde bir karar olan “Madem beni arzulamıyorsunuz o halde ben de çeker giderim” mantalitesinin nüvelerini barındıran ama kendisini şu cümleyle açığa çıkaran yaklaşım oldu: “Siktirin gidin lan o zaman.” Evet, bu bir kıvılcımın ortaya konulmasını sağlayan temel noktaydı ve bu noktaya ulaşmak için çok fazla kan dökülmüştü, bu kanlar ortaya çıkan mantalitenin bedelleriydi aslında ve iyi bir savaş vermenin her türlü amacı anlamlı kılacağı noktasına büyük bir destek sağladı. Her şeye rağmen yalnız olmaya katlanmak konusunda atılmış ufak bir adım, bir kar topunun çığa dönüşmesi gibi büyüdü, belirginleşti ve en sonunda yıkılması imkânsız olan devasa bir yapıya dönüştü. Elbette atılan ilk adımdan sonra hemen geri çekilmek radikalleştirildi ve bilinen ve rahatlık olan alışılmış alana geri dönüldü. Ancak bu noktadaki birtakım durumların bana ilk yalnızlaşma adımını atmamı sağlayan olayları çağrıştırdığı için derhal yalnızlaşma noktasına geri çekilme kararı aldım ve bu aynı iki karar arasında yaklaşık olarak altı aylık bir süre vardı. Bu, rahatlığın ve alışılmış olanın insanın kararlarını etkileme gücünü açık bir şekilde ortaya koyuyor. Tercih edilen kişi olmadığım müddetçe, katlanılan kişi olmaktan da vazgeçmek olgusuydu işte tüm bunlar. Bu noktada yaptığım ikinci bir hata da elbette şu sıralar yaşadığım rezaletlerin de müsebbibidirler. Bu noktada şimdilik bir yorum yapmayacağım. Bir ilişkiler zincirini bitirmeye karar verdikten sonra en ufak açıkta verdiğim karardan geri döndüğüm gerçeğiyle yüzleşmek zorundayım şu anda. Aslında temel olarak Zerdüşt’ün buyruklarına uymam gerektiğini düşünmüş ve yalnızlığıma kaçmam gerektiğini ortaya koymuştum ve bundan sonra da o kutlu vecizeyi ortaya koymuştum: “Bir kitabı on kere okumak -kitabın ne olduğundan bağımsız olarak- kişinin hayatını değiştirir.” Evet, bu tam olarak böyleydi aslında bunun altında yatan düşünceyi de daha da temellendirilmiş olarak bulmak mümkün; bu, Evren’in bize emrettiği “Duruş sağlamlığı” yasasında da açıkça ortaya konulmuştur.
Bir duruşun şart olduğunu
ortaya koyduktan sonra bir duruşun nasıl inşa edileceği konusuna da gelmek
zorunda kalıyorum şimdi, bir duruş demek ne demektir öncelikle buna bakalım.
Bir duruş ortaya koymak aslında, “Bedeli ne olursa olsun belirli bir davranış
kalıbını yapmayacağım” demektir. Bu belirli davranış kalıplarını ise insan
kendi tiksindiği davranışlardan ortaya çıkarabilir. Bu davranış kalıplarına bir
örnek olarak çirkinleşmemeyi verebiliriz. “Ben, ne olursa olsun
çirkinleşmeyeceğim” demek bir duruş ortaya koymaktır ve bu duruşu yürütmek de
insanın kendi karakter inşasını oluşturmasıdır. Ortaya koyduğumuz duruş, bizi
özümüzde istediğimiz şeylerden vazgeçiremez ancak istediğimiz şeyleri hangi
yolla elde edeceğimiz veya hangi yolla elde etmekten kaçınacağımız konusunda
bize harika bir yol gösterir ve bu duruş bizim davranışlarımızı kendimize
açıklamamız demektir ve davranışlarını kendisine açıklayabilen bir insan da
özgüvenli bir insandır. Özgüven hakkında söylenen tüm saçmalıklardan öte bir
yerde bu tanımı kullanabiliriz. Özgüven, insanın kendisini tanıması ve
kendisini taşımasıdır aslında ve bir duruşu ortaya koyduğumuz anda hem
kendimizi tanırız hem de kendimizi taşımayı da beceririz ve bu kusursuz bir
özgüveni bize dolaylı yoldan getirir. İşte bu yüzden, özgüven çalışmak asla
hiçbir işe yaramaz. Özgüven, çalışılarak elde edilecek bir olgu değil, kendi
davranışlarını kendine kusursuz bir şekilde açıklayabilmenin dolaylı sonucudur.
Bu sonuç elbette ki insan için faydalıdır ancak burada tüm değeri özgüvene
vermek aptallıktır, itiraf etmeliyim ki ben de bu hataya düştüm. Özgüven
tamamen önemsiz bir kavramdır, önemli ve elde tutulmaya çalışılması gereken şey
ise duruştur. Bir duruşunun olması insanın yaşamına anlam da katacaktır ve tüm
kuralsızlıkların içerisinde kendisine bir kural oluşturmasını sağlayacaktır.
Evet, belki bunlar dinlerle bir noktada benzeşiyorlardır ancak duruş noktasında
kendi eylemlerimizi bir başkası değil, kendi saf aklımız sağlamaktadır ve bu
yüzden de çok değerlidir.
Duruş noktasında birkaç
örnek vermem gerekirse, kendini bir başkasına açıklama zorunluluğu hissetmemek
ve açıklamamak bir duruştur. İnsanlar beni yanlarına çağırana kadar ben onları
çağırmayacağım demek bir duruştur. Hiçbir kıza ben yürümeyeceğim demek bir
duruştur. Kızlarla konuşurken sadece onları anlamaya ve aynı zamanda eğlenmeye
odaklanacağım demek bir duruştur. Bir davranışı yapmadan önce bu davranışı
kendime açıklayacağım demek de bir duruştur, yani bir nevi “Benim, durum ne
olursa olsun bir duruşum olacak” demek de bir duruştur. Yani, insanın bir
duruşunun olması da aslında bir duruş örneğidir. Bana yazılmadan asla
yazmayacağım çünkü onların beni istemesi gerekiyor demek bir duruştur. Bu duruşların
temelleri de duruşları sağlam kılacaklardır.
Bir kadına yazmayacağım
duruşunu ortaya koymak, bir müddet sonra neden yazmayayım sorgusunu akla
getirebilir ve bu noktadan sonra duruş kolaylıkla bozulabilir hale gelir. İşte
tam bu noktada “kızlara yazmayacağım çünkü yavşak bir insan olarak anılmak
istemiyorum” demek duruşu sağlamlaştırır ve ölümsüz kılar. Bir duruş olarak
yediklerine dikkat etmek de ortaya konulabilir, ben sağlıksız yemeyeceğim çünkü
vücudumun iyi gözükmesini istiyorum temellendirmesi ve bu düşünceye biat etmek,
insanın bir daha sağlıksız şeyler yemeyeceğini garanti altına alır. Duruş demek
tam olarak bu demektir.
Şimdi, bir erkeğin
hayatında ortaya koyması gereken birkaç duruştan bahsedeceğim. Bir ülkücünün
davranışlarına yakınsamamak için hiçbir insana -gerekmedikçe- kaba davranmamak.
Kandıran insanlara karşı duyduğum eğreti hissinden dolayı kendime bakıp
iğrenmemek için başka insanları kandırmamak. Bir fino köpeğine dönüşmemek için
hiçbir insanın bana kaba davranmasına izin vermemek ve kesin yargılarımdan
sonra asla gülmemek veya ortamı yumuşatma hamlelerinde bulunmamak, isterse
ortalık yansın ve kavga çıksın bu davranışı yapmamak. Kendi düşüncelerime olan
güvenimden emin olmak için bir ortamda konuşmamı gerektirecek noktalarda susmamak
ve korkmadan fikirlerimden ve dolayısıyla kendimden utanmadığımı, konuşarak
kendime kanıtlamak. Taşlara takılmamak için nasıl ki taşların nerede olduğuna
dikkat ederek yürüyorsam, insanlara takılmamak için de insanların hareketlerini
izleyerek nereye varmak istediklerini gözlemlemek ve bunlar üzerinde
yönlendirici etkilerde bulunmak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder