21 Aralık 2017 Perşembe

Birdaha Asla Başarısız Olmayacaksın

Hayattaki en önemli şey denemektir. Başarısız olmak için denemek. Denedikçe başarısız olmak ve yine denemek. İnsan denedikçe başarılı olacağını düşünür genelde ama yanlıştır bu. İnsan d nedikçe başarısız olur. Ve başarısız oldukça başarıya yaklaşır. Bir işi başarmak istyorsan yapman gereken şey o işi başaramamaya kadar denemek. Ve başaramadıkça baştan tekrar denemek yine başarısız olmaktır. Motivasyonun kuralını hatırlayalım. Herkes motivasyon—> denemek—> başarmak sanıyor. Ama asıl olan denemek—> başarısız olmak—-> denemek—-> başarılı olmak—> motivasyon. Bu şekildedir. 

Bir şeyi başaramadığını, beceremediğimi düşünüyorsan. Onu başaramamayı hedefle. Olumsuzu hedefle. 200 defa olumsuz tecrübe yaşamaya çalış. Başarısız olmadan başarılı da olamazsın. 


Hayatta başarının tek kuralı işte budur. Bir işte en az 200 kere başarısız olmak. 

Edit: Başarı motivasyonun sadece sonucu değil aynı zamanda sebebidir de...

Sarımsak

2gr sarımsak.

Kas yenilenmesini hızlandırıyor.

Performansı artırıyor.

Anti kanser. Anti bakteriyel ve anti viral.

Dogal viagra. Direkt mala gidiyor.

Kötü kolesterol azaltır.

2-3 tane günde.

7den fazlası toksik.

Tam bir süper yiyecek.

Bitter Çikolata

%50 kakaolu 100 gram---> 150gr epikatekin yapar.
%85 kakaolu 60 gr---->150 gr epikatekin yapar.

bu oranlar kas gelişimine çok faydalıdır.

günde 350-700 arası kalori yapsa da kas gelişimine faydalı.

Balık Yağı

omega 3 asitleri  epa dpa vücutta yapılmaz.

kolesterol azaltır.

depresyona iyi gelir

hafızayı artırır.

diyabete faydalı.

imflamasyonu azaltır

göze, kemiğe sağlıklı

250gr epa+dpa lazım

kas yapımına faydası bilinmiyor.

Alınması gerekli.

13 Aralık 2017 Çarşamba

10 Aralık 2017 Pazar

Benim de Söyleyeceklerim Var

- Böyle düşünen bir kadını kim niye ve nasıl bu hale getirmişti?.. Aylaklığa Övgü kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir kadın, şimdi benden set üstü ocak taksidine girmemi istiyorsa ben yakarım o kitabı aga!
- Dalgalı denizi seyrederken sürekli seni, geçen mutlu günlerimizi, nasıl olup da bu görkemli ilişkiyi bitirdiğimizi, nerede yanlış yaptığımı düşündüm. Denize bakarken bir ara dalmışım, “Ulan hayatta Ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim. Ama sonra hemen vazgeçip tekrar seni ve geçmiş günleri düşündüm.
- Gonca’yla beraber pencerenin kenarında durmuş yağan yağmuru öylece seyrediyorduk. Yağmuru seyretmeye on beş dakika önce başlamıştık ama henüz tek kelime bile etmemiştik. Normalde konuşkan, dilbaz bir insan olan Gonca şimdi niye susuyordu bilmiyordum ama benim aklıma konuşacak hiçbir şey gelmiyordu, o yüzden susuyordum.
- Hemen fırladım koştum dolaba. Aldım elime şişeyi, ağzımla açmaya çalıştım dişim acıdı açamadım, çatalla mantarı oymaya çalıştım olmadı, en sonunda bi kaşığın sapıyla mantarı şişenin içine ittim, şarap fışkırdı. Biraz mutfağın içine sıçtım ama sonunda şarabı açmayı başardım.
- En sonunda dayanamadım, kâğıdı açıp poğaçaları önüne koydum. Eğildi, önce peynirliyi, sonra sadeleri, sonra tekrar peynirliyi kokladı ve hiçbirini yemeden bana baktı. “Aslında biliyor musun, sen de aynı bana benziyorsun” dedim. “İlk başta bi şekilde, şans eseri bir kıymalı yiyorsun, sonra sanıyorsun ki, bir kere daha o tadı bulacaksın. Hatta bu özleme saatlerce, günlerce binlerinin peşinden bıkmadan usanmadan gidiyorsun. Seni kovuyorlar, kırıyorlar, aşağılıyorlar, yine de ardı sıra gidiyorsun peşlerinden, yılmıyorsun. Tam buldum diye seviniyorsun ama bir bakıyorsun ki önüne konulan o kıymalı poğaça değil, iki sade bir peynirli. Onu da tabiî ki beğenmiyorsun” diye de devam ettim.
- İşte o an tepem attı. “Lan .mına koydunuz yuvamın, ben sizden tiksinip buraya kaçtım oğlum anlasanıza lan!” diye kükredim. Hiddetimi dizginleyemeyip hatta istemeden de bi tekme savurdum. Ben kızacaklarını, beni dergiden atacaklarını beklerken, onlar “Ehe ehe ehe ehe!” diye kaçtılar. Bi kere daha tiksindim...
- Dün gece ansızın kapı çalındı. “Kim bu münasebetsiz acaba ?” dedim kendi kendime. Gittim açtım, gelen bendim. Evet bendim. “Vayyy” dedim, “arkadaş bir insan bu kadar mı kimsesiz olur, bu kadar mı yalnız olur!? Şu geceyarısı bir dost, ne bileyim bir arkadaş beklerken gele gele şu tipini ziktiim geldi” dedim. “Ağzını topla” dedi, “şurda misafir olarak evine gelmişim, bir hoş geldin diyeceğine, içeri buyur edeceğine, hayvan gibi karşılıyosun beni.” Zoraki olarak içeri buyur ettim. Geldi, sanki babasının eviymiş gibi kuruldu.
- Mola yerinde bi baktım Orhan, MetÜst’e “İstanbul’a döndüğümüzde senin kitabı basmaları konusunda o yayıneviyle konuşucam” gibisinden bir şeyler anlatıyordu. Hemen müdahale ettim, “Ya Metin Abi, bırak yaa bırak Allah aşkına, inanma bu palavracıya. Onun ipiyle kuyuya inilmez, saf gördü seni sallıyor yalanları” diye bağırdım. Cevap bile vermesine fırsat vermeden “Kitabını basmaları için yayıneviyle konuşacakmış. İstanbul’a döndüğünde ‘Ne kitabı Metinciğim?’ der bu. O erkekse benim evde yazdığım sekiz yüz sayfalık roman için konuşsun Metin Abi!” diye devam ettim. “Tamam Umutçuğum, senin kitabın için de konuşurum” dedi Orhan. “Ben Metin Abi’yle konuşuyorum Orhan. Seninle muhatap olan yok, terbiyesizlik etme” diye soktum lafı. Neyse İzmir’e gittik okurlarla kaynaştık, İstanbul’a döndük. Üç gün sonra Orhan geldi, “Yayıneviyle konuştum, senin kitabı bekliyorlar, yarın getir” dedi. “Eee abi ben onu elde yazdım, bilgisayara geçirmem lazım, bana biraz zaman tanı” dedim. “Biz dizeriz onu, sen yarın getir” dedi, çaresiz kabul ettim. Hemen koştum eve sekiz yüz sayfalık romanı yazmaya başladım. Nereye sekiz yüz sayfa yazıyorsun, sabaha kadar sıfır uykuyla topu topu (büyük büyük yazarak) üç sayfa yazabildim. Hiç uyumadan doğruca dergiye gittim. “Orhan Abi seni soruyordu” dediler, iyice gerildim. Orhan’la karşılaştığımızda gittim sarıldım, her şeyi açık açık anlattım. “Abi” dedim, “ben, sen beni unuttun diye öyle fevrî davrandım, benimle ilgilenesin diye ‘roman yazdım’ dedim, bak ancak üç sayfa yazabildim” dedim ve başladım “ımıhıhı, ımıhıhı” diye Orhan’ın göğsünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Yorgunluktan olacak ağlarken öylece uyumuş kalmışım.
- Yine böyle ateşli nöbetler geçirdiğim bir akşam dayımgiller bize geldi, hep beraber yemeğe oturduk. Önümdeki lokmayı yemiyor sadece çatalımla oynuyordum. Annem neyim olduğumu sordu. “Bi şeyim yok anne. Sadece aç değilim, müsaade ederseniz odama çekilmek istiyorum” dedim. Durumu olgunlukla karşılayıp izin verdiler. Holde kendime ait bir odamın olmadığını fark edip masaya döndüğümde ise dayım benim tabağı ekmekle sıyırıyordu. O günden sonra dayıma karşı hep nötr durdum.
- Lise ve üniversite yıllarında da muhtelif zamanlarda Okan’la görüştüm. Beni çeşitli kızlarla tanıştırdı, ben o kızların çoğuna âşık oldum. Sonra o çoğu kızlar geldi Okan’ın onlara aslında ne kadar kötü davrandığını, onlara hiç değer vermediğini bana anlattı, bol bol dert dinledim. Sonra o kızlar tekrar Okan’a geri döndü. Ben sadece ağlarlarken ikisinin bacağına dokunabildim, birinin de belinden tutabildim.
- Abimi geri dönmeye ikna edip Semih’in düşen çakmağını alarak eve gittik. Odama gidip çakmağı, fermuan ve kulaklığı malzeme kutuma koydum. Elimi yıkamak için banyoya girdiğimde içeriden gelen abim ile annemin sesini duydum. “Yine gidip köpek gibi çöplüğü karıştırmış, biz de tutmuşuz bu herifi düğüne götüreceğiz de kız beğensin, insan içine çıksın diye” dedi abim.
- Saatime baktım, öğlen olmak üzereydi. Üstümü giyinip, okula gittim. Kantinde Hakan’ı gördüm, yazıyı sordu, kendimden emin bir şekilde çıkarıp verdim. Şöyle üstünkörü bir okudu, suratı asıldı, beğenmemişti. “Umut sen bizle daşşak mı geçiyorsun Allah aşkına?” diye sordu. “Ne münasebet!” diye karşılık verdim. Sinirlendi, “Bu ne oğlum” diye söze başlayıp, elindeki kâğıdı yüksek sesle “kale: Didem, sağbek: Didem, solbek: Didem, ileri üçlü: Didem, Didem, Didem...” diye okuyup, “Te-heeeeeeeeeeyyy! Lan oğlum biz de seni adam belleyip takım karmasını çıkarmayı sana emanet ettik. Ne oğlum bu?” sözleriyle devam etti. “Abi” dedim, “seviyorum.”
- “Ah be kerizim, sen hiç büyümeyeceksin! Yaş oldu yirmi dört hâlâ bi kolasına millete eşşeklik ediyor, kömür taşıyorsun” deme, kolanın yanında Biskrem de vardı. Ama Biskrem umurumda değildi, bütün çabam Hale’ye biraz daha yakın olabilmekti. Zira Hale yanında isterse dünya yakışıksak bi insan olsun, iki sap erkek kişinin “Ulan bi kıza bak bi de yanındaki lavuğun tipine bak” diyebileceği derecede güzel birisiydi. Kolalarımızı içerken Hale’yi uzun uzun inceledim, yüzünde hüzün vardı. Gözlerinin içindeki, ay ışığı vurdukça titreyen gözyaşı ha düştü ha düşecek gibiydi. Etkileyici bi tonla “Hale” dedim, “kolanın asidi burnunu yakıyorsa ya içmeden önce beklet ya da Kola Turka iç, o yakmıyor” dedim.
- Geçenlerde kız arkadaşımla buluştum. Geçenlerde dediysem iki yıl oluyor. Söylemesi ayıptır buna bir çeyrek döner, bir de ayran ısmarladım. Oturduk yiyiyoruz karşılıklı. Baktım bu yemiyor. Dedim: “Kızım n’oldu?” Dedi: “Yok bir şey.” “İyi” dedim, yemeye devam ettim. Bir müddet sonra bir baktım ısırık almamış. Dedim: “Yemiyorsan ver ben yiyeyim.” Dedi: “Umut, ilişkimizi konuşalım.” Dedim: “Olur.” Aldım döneri yedim, kesmedi, iki goralı söyledim. Onu da yedim. Dedim: “Şimdi söyle.” Dedi: “İlişki tıkandı.” Dedim: “Olur öyle.” Dedi: “Sen çok kabasın.” Dedim: “Haksızsın.” Dedi: “Ben seni terk ediyorum.” Dedim: “Oy!” Kalktı gitti. Koştum peşinden yakaladım, “Bak kızım” dedim, “yaşanan onca şeyi bir anda silemezsin” dedim. “Bir çeyrek döner için şu yaptıklarına bak” dedim. Ne derse beğenirsiniz ? “Sen o çeyrek dönerden önce benim duygularımı, gençliğimi yedin” dedi. Anlamadım, tekrar ettirdim. Kırmadı tekrar etti. “Bak kızım şimdi gidersen bir daha gelme” dedim. Gitti ama etkilendi. Döndüm büfeye hesabı ödedim.
- Bunu duyunca çok sinirlendim, arka sokağa gidip Sinem’i kenara çekerek konuşmaya çalıştım. Gelmedi, konuşmak istemedi. Ben de bunun üzerine konuyu saptırıp “Sizler insanları hakir görüyorsunuz, sokaktaki insanı anlamak yerine kolaya kaçıp nefret ediyorsunuz. Bunalıma girmek, dertli olmak sizin için hayatınızı renklendirebilecek, kimlik kazandıracak bir oyuncaktan ibaret. Her şey sizde anlam-sızlaşıyor” gibi bir şeyler geveledim. Sinem bunun üzerine karşılık verdi. Ben de ona karşılık verecek sağlam temellere dayalı bir cümle kuramadığım için anasına küfrettim ve kaçtım ordan.
- Semih’i az tanıyordum. Fazla bir yakınlığımız yoktu ama ilk bakışta hani şu herkesin çevresinde olan duygusal gibi, şerefsiz gibi insanlardan biri gibiydi. Bir konu üzerine biz okulda hareketli biçimde tartışırken o sessizce bizi dinler, sonra da hiçbir şey söylemeden giderdi. Biz Semih’i gizemli sanıyorduk ama sonra anladık ki Semih malmış.
- Varlığınızla rahatsız etmek... Yani ortada hiçbir sebep yokken ve hiçbir şey yapmadan, ağzınızı bile açmadan bir insanı ya da daha kötüsü birçok insanı sadece orada bulunarak rahatsız etmek...
- Ne zaman içerlesem ağzım büzzük gibi büzülür, gözlerimi içerlediğim kişilerden kaçırırım.
- Konu ilgimi çekti ama anlamadım, anlattı.
- Yolda giderken “Abi bi yerde oturup bi şeyler içelim, hem bi şeyler içeriz hem de size anlatmak istediğim bir çıkarımım, bir hayat çözümlemem var” dedim. Kabul etmediler ben de eve gittim.
- Özür dilemek... Şu hayatta en iyi yapabildiğim şey ne yazık ki bu. Şimdi bana o küçücük aklınla “Heyyy baba saçmalama, özür dileyebilmek en büyük erdemdir” diye akıl vermeye çalışma. Burda bahsettiğim “özür dilemek” apayrı anlamlar içeriyor. Bir nevi savunma mekanizmasından, yanlış olan bir şeyi düzeltmek yerine onu “özür dilemek” aracılığıyla legal hale getirmekten, bir kurnazlık, bir sinsilik abidesi sözcükten bahsediyorum ben.

9 Aralık 2017 Cumartesi

Karanlığa Lanet(kısa)

- 2400 yıl önce, yaşlı ve hınzır Platon Laws (Yasalar) adlı eserinin VII. cildinde, bilimsel cehaletin tanımını yapmış: Biri, ikiyi, üçü sayamayan, tek sayıları çift sayılardan ayıramayan ya da hiç sayı sayamayan, geceyle gündüzün farkından ya da Güneş'in, Ay'ın ve diğer yıldızların deviniminden tümüyle habersiz biri... Kanımca, tüm özgür kişiler, Mısır'da alfabeyi öğrenen her çocuğa hemen verilmeye başlanan bu bilgilerin olabildiğince çoğunu bellemeye gayret etmelidirler. O ülkede, aritmetik oyunları sırf çocuklar keyif alsın, eğlensin diye tasarlandı... Ben bu alanlardaki cehaletimizin farkına geç yaşımda vardım ve şaşkınlığa düştüm; bence biz insandan çok domuz sayılırız. Yalnız kendi adıma değil, tüm Yunanlılar adına büyük utanç duyuyorum.
- Tarım öncesi zamanlarda, avcı-toplayıcı alalarımızın ortalama ömrü 20-30 yıldı. Ortaçağda ve Geç Roma dönemi Avru-pasında da öyle. Ortalama ömrün 40 civarını bulması, ancak 1870'lerde gerçekleşebildi. Yaşam süresi 1915'te 50ye, 1930'da 60'a, 1955'te 70'e yükseldi; bugünse (erkekler için biraz daha kısa, kadınlar için biraz daha uzun olmak kaydıyla) 80'lere yaklaştı.
- Yoksun olduğumuz ve özlemini çektiğimiz (bugün çizgi roman kahramanlarına, önceleri de tanrılara atfedilen) kişisel güçlerle ilgili fantezilerimiz, sahte bilimin özel ilgi alanını oluşturuyor.
- Komünizm döneminde İse, hem din hem de sahte bilim -devlet merkezli ideolojik dinin bağnazlığı dışında- sistematik olarak bastırılmıştı. Bilimsel diye satılan bu ideoloji, özeleştiriden uzak duran gizem kültleri gibi, amacına ulaşmayı başaramadı. Eleştirel düşünme, kapalı bilgi bölmelerinde araştırma yapan bilim adamlarından başka herkes için tehlikeli sayılmış, okul müfredatlarından uzak tutulmuş ve hatta bunu ağzına almaya cesaret edenler cezalandırılmıştı. Sonuç olarak, komünizm sonrasında, çoğunluğu bilime kuşkuyla yaklaşan bir Rus halkı çıktı ortaya.
- Sahte bilimsel hipotezler, aksini kanıtlayacak hiçbir deneye yer vermeyecek bir çerçeve içinde, ilkesel olarak bile geçersiz kılınamaz, bir şekilde sunuluyor. Hipotez sahipleri, savunmalarından asla vazgeçmiyor ve kuşkucu yaklaşımı bertaraf etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sahte bilimsel hipotezler, bilim adamlarından onay göremeyince de gerçeklerin gizlenmeye çalışıldığı iddiaları ortaya atılmaya başlıyor.
- A Candle in the Dark (Karanlıkta Bir Mum), Thomas Ady tarafından yazılmış, o sıralarda "insanları arındırmak" gerekçesiyle sürdürülen cadı avlarını şiddetle eleştiren, büyük ölçüde İncil'e dayalı, 1656'da Londra'da basılmış cesur bir kitabın adı.

Eğitimci Olarak Schopenhauer

- Tüm aldatmacaları açığa vurmak ve tüm önyargıları yıkmak isteyen Nietzsche, 1881’de Tan Kızıllığı’nı (Morgenröte), 1881-1887’de Şen Bilim’i (Die fröhliche Wissenschaft), 1883’te Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün (Also sprach Zarathustra) ilk bölümünü yayımladı. 1885’e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam etti. 1886’da İyinin ve Kötünün Ötesinde (Jenseits von Gut und Böse) 1887’de de Ahlakın Soykütüğü Üstüne’yi (Zur Genaologie der Moral) yazdı ve yayımladı. 1888’de Putların Alacakaranlığı’nı (Götzen - Daemmerung), yayımcıya gönderdi (kitap ertesi yıl basıldı). Wagner Olayı (Der Fall Wagner) Eylül 1888’de basıldı ve Deccal’i (Der Antichrist), aynı yıl yayımcıya gönderdi. 1889’da, Torino’nun bir sokağında aniden yere yıkıldı. Jena’da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanına aldı, sonra kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche, kardeşini Weimar’daki evine götürdü. Nietzsche, yaşamının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yalnız zaman zaman zekâ belirtileri gösterdi. 1888’de Nietzsche Wagner’e Karşı (Nietzsche Contra Wagner); 1888’de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886’dan beri yazmakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Güç İstenci (Der Wille zur Macht) adlı yapıtından taslaklar, aforizmalar ve parçalar kalmıştır.

-1874’ten itibaren Nietzsche, sürekli baş ağrılarından yakınmaya başladı. Aynı yıl, iki yıllığına çalıştığı fakültenin dekanlığına atandı. Mayıs 1879’da sağlık nedenleriyle istifa etmek zorunda kaldı. Bundan böyle, on yıllık öğretim görevinden dolayı kendisine bağlanan emekli aylığı ile kanton yönetiminin bağışları biricik geçim kaynağını oluşturdu. İnsanca, Pek İnsanca (Menschliches, Allzumenschliches) adlı yapıtının ilk iki cildini tamamladı. 1873-1876 arasında Çağa Aykırı Düşünceler (Unzeitgemaesse Betrachtungen) adlı dört ciltlik yapıtını yayımladı. Daha sonra yaşamı, bir kentten öbürüne göçmekle geçti; Marienbad, Rapallo, Roma, Nice, Venedik, Torino, Sils-Maria. Yapıtlarını bu göçebeliği sırasında yazdı. Wagner’le olan dostluğu bestecinin Menschliches, Allzumenschliches’in ilk cildini, filozofun da Parsifal’i yermesi üzerine son buldu (1878). Tüm aldatmacaları açığa vurmak ve tüm önyargıları yıkmak isteyen Nietzsche, 1881’de Tan Kızıllığı’nı (Morgenröte), 1881-1887’de Şen Bilim’i (Die fröhliche Wissenschaft), 1883’te Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün (Also sprach Zarathustra) ilk bölümünü yayımladı. 1885’e kadar bu sonuncu yapıtını yazmaya devam etti. 1886’da İyinin ve Kötünün Ötesinde (Jenseits von Gut und Böse) 1887’de de Ahlakın Soykütüğü Üstüne’yi (Zur Genaologie der Moral) yazdı ve yayımladı. 1888’de Putların Alacakaranlığı’nı (Götzen - Daemmerung), yayımcıya gönderdi (kitap ertesi yıl basıldı). Wagner Olayı (Der Fall Wagner) Eylül 1888’de basıldı ve Deccal’i (Der Antichrist), aynı yıl yayımcıya gönderdi. 1889’da, Torino’nun bir sokağında aniden yere yıkıldı. Jena’da hastaneye yatırıldı. Önce annesi onu yanına aldı, sonra kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche, kardeşini Weimar’daki evine götürdü. Nietzsche, yaşamının sonuna kadar hiç konuşmadı. Yalnız zaman zaman zekâ belirtileri gösterdi. 1888’de Nietzsche Wagner’e Karşı (Nietzsche Contra Wagner); 1888’de Ecce Homo adlı yapıtları yayımlandı. 1886’dan beri yazmakta olduğunu arkadaşlarına söylediği Güç İstenci (Der Wille zur Macht) adlı yapıtından taslaklar, aforizmalar ve parçalar kalmıştır.

-Nietzsche, bilimsel hakikat de dahil olmak üzere, her türlü hakikatin içyüzünü ortaya çıkardı; insanın ayırt edici özelliği olan icat gücünü ve aynı zamanda yeniliğe karşı direnişini (yabancısı olduğu şeyi “barbarca”, kendi aklına uyduramadığı şeyi “akıldışı” diye niteleyen o değil midir?) göstermeye çalıştı.

-Doğada, kendi dehasını ortaya koymaktan kaçınmış olan ve sonra da sağına, soluna, önüne ve her tarafına kaçamak bakışlar yönelten insandan daha yalnız ve iğrenç bir yaratık (Geschöpf) yoktur. En

-Bu dünyada sadece senin üzerinde yürüyebileceğin tek bir yol vardır. Nereye gider bu yol? Bunu sorma, sadece o yoldan git. Şu sözü söyleyen kimdi: “gittiği yolun kendisini nereye götüreceğini bilmeyen biri kadar yücelen hiç kimse yoktur.”

-Gerçek dostları olan hiç kimse, tüm dünya düşman olarak karşısına dikilse bile, gerçek yalnızlığın ne olduğunu bilmez.

-Schopenhauer tamamen münzevi bir kişiydi; kendisine teselli verebilecek tek benzer görüşlü arkadaşı yoktu – ve bir ile hiç arasındaki sonsuzluk işte burada yatmaktadır,

-Bu yeryüzünde, böylesine moda bir yaşamın ötesinde, keşfedilmeyi ve başarılmayı bekleyen daha üstün ve daha saf şeyler olduğunu ve varoluşu yalnızca bu çirkin kılık içinde bilen ve değerlendiren herkesin varoluşa büyük bir haksızlık yaptığını gayet iyi biliyordu.

-Ve eğer ormanlar giderek seyrekleşirse, kütüphanelerin odun, saman ve tutuşturucu malzeme olarak değerlendirilmelerinin zamanı gelmiş olmayacak mıdır?

-Siyasal bir yenilik, insanların ebediyen bu yeryüzünün mutlu sakinlerine dönüştürmek için nasıl yeterli olabilir? Ama

-“Canın sıkkın ve kötüsün, bu iyi ve yerinde bir durum; ama eğer bir kerecik olsa bile gerçekten kızabilseydin, çok daha iyi olurdun.”

-O nedenle, son derece dürüst olmak gerekirse, işlerin daha iyi yürümesi için hepimizin bir kerecik bile olsa gerçekten kızması gerek.

-“Mutlu bir yaşam imkânsızdır: bir insanın erişebileceği en üstün şey kahramanca bir yaşamdır. Böyle bir yaşam hangi tarzda ve hangi nedenle olursa olsun, ezici tuhaflıklar karşısında bir şekilde herkese faydası dokunacak bir şey için mücadele eden, sonunda galip gelen ve galibiyeti için küçük bir ödül alan ya da hiçbir ödül almayan kişi tarafından yaşanır. Böylece o sonunda, tıpkı Gozzi’nin Re Corvo’sundaki gibi,[34] kendisinin bir taşa dönüştüğünü görecektir, fakat soylu bir duruşla ve yüzünde bir cömertlik ifadesiyle.

-“Olduğum gibi kalmak istiyorum!” Korkunç bir karar bu; o bunu ancak yavaş yavaş kavrar. Çünkü o şimdi dudaklarında bir dizi alışılmadık soruyla varoluşun derinliklerine inmelidir: “Ben niçin canlıyım? Hayatın bana vereceği ders nedir? Olduğum şey haline nasıl geldim ve olduğum şeyden dolayı niçin acı çekiyorum?

-Bir hayvan gibi yaşamak, açlığın ve arzuların kulu olmak ve buna rağmen bu yaşamın doğasına ilişkin hiçbir kavrayışa varamamak gerçekten de ağır bir cezadır ve içini kemiren bir eziyet tarafından çöllerde sürüklenen, nadiren tatmin olan ve üstelik de bunun, diğer hayvanlarla girişeceği leş parçalama mücadelesi boyunca ya da mide bulandırıcı bir açgözlülük veya tıka basa doymaktan ötürü şiddetli acıya dönüşen bir tatmin olduğu bir av hayvanının kaderinden daha kötü bir kader düşünemeyiz. Daha üstün bir ödül olmaksızın, yaşama böylesine körce ve çılgınca yapışmak, kişinin cezalandırıldığını ve niçin bu şekilde cezalandırıldığını hiç bilmemek, bunun yerine sanki bir mutlulukmuş gibi korkunç bir arzunun anlamsızlığıyla tam da bu cezalandırmaya susamak –işte hayvan olmanın anlamı budur.

-Ama şu hususu dikkatlice değerlendirin: Hayvan nerede biter, insan nerede başlar! Doğanın tek kaygısı olan o insan! Biri mutluluğu arzuladığı kadar yaşamı arzuladığı sürece, henüz bakışlarını hayvanın ufkunun üzerine çıkaramamıştır, tek fark, hayvanın kör bir içgüdüyle peşinde koştuğu şeyi, onun daha fazla bilinçle arzuluyor olmasıdır. Fakat yaşamlarımızın en büyük bölümü boyunca hepimizin önündeki yol budur: Çoğu zaman hayvanlığı aşmayız, bizler anlamsızca acı çekiyor gibi görünen o varlıkların ta kendisiyiz.

-Bir şeyi kabul etmek kimi zaman onu anlamaktan daha zordur ve şu önerme üzerinde düşündüklerinde çoğu insanın yaşayacağı deneyim tam da budur: “insanlık durup dinlenmeden tekil büyük insanı (einzelne grosse Menschen) yaratma doğrultusunda çalışmalıdır – görevi yalnızca ve yalnızca bu olmalıdır.”

-Sekizincisi, can sıkıntısından kaçış. Gerçek düşünür boş zamandan başka bir şeyi özlemezken, sıradan bilgin boş zamandan kaçar çünkü onunla ne yapacağını bilmez. Sıradan bilgin aradığı rahatlığı kitaplarda bulur: Bu, onun düşünmekte olan diğer insanları dinlediği ve böylelikle uzun bir gün boyunca kendisini eğlendirdiği anlamına gelir.

-Tümüyle mutlu olan çağlar, bilgini ne tanıyor ne de ona ihtiyaç duyuyordu; tümüyle hasta ve kasvetli çağlar ise bilgine üstün ve en onurlu insan olarak değer vermiş ve ona en yüksek payeyi vermiştir.

-Schopenhauer devletin tek amacının iç düşmanlara, dış düşmanlara ve koruyuculara karşı koruma sağlamak olduğuna ve devlete koruma dışında başka bir amaç atfetmenin, onun gerçek amacını kolayca tehlikeye atabileceğine inanıyordu.

-Politikacılar dışındaki insanların politika ile ilgilenmek zorunda kaldıkları tüm devletler kötü bir şekilde kurulmuştur ve bu politikacı bolluğundan dolayı yok olmayı hak eder.

-Filozof yalnızca büyük bir düşünür değil, ama aynı zamanda gerçek bir insandır. Peki, bilginin gerçek bir insan olduğu görülmüş müdür? Kavramların, fikirlerin, geçmişteki olayların veya kitapların kendisi ile şeyler arasına girmelerine izin veren herhangi biri –başka bir deyişle, kelimenin en geniş anlamında tarihe yazgılı olan herhangi biri– asla şeyleri ilk defa görmeyecek ve kendisi de asla ilk defa görülen bir şey olmayacaktır. Ama bu iki özellik filozofta iç içe geçmelidir, çünkü filozof kendi eğitiminin önemli bir kısmını kendisinden almalıdır ve çünkü filozof kendi kendisine tüm dünyanın bir benzeri ve özeti olarak hizmet eder. Eğer biri kendisini diğer insanların görüşleri doğrultusunda değerlendirirse, o zaman o kişinin kendisinde asla başka insanların görüşlerinden başka bir şey keşfedemeyeceği hiç de şaşırtıcı olmasa gerek! İşte bilginler tam da böyledirler, böyle yaşarlar, böyle görürler.

-Bunları yazmakla, zararlı karşı güçlere rağmen, felsefi dehanın günümüzde ortaya çıkabileceği bazı koşulları ortaya koymuş oldum: Özgür kişilik yiğitliği; erken yaşta insan doğası hakkında bilgilenme; hiçbir bilginlik eğitimi almama; yurtseverliğin getirdiği darlaşmadan bağımsız olma; geçimini sağlama zorunluluğundan muaf olma; devletle hiçbir bağlantısı olmama – kısacası, sadece ve sadece özgürlük, Yunanlı filozofların içinde geliştikleri o harika ve tehlikeli öğenin ta kendisi.

-Devlet hiçbir zaman gerçek ile ilgilenmez, tam tersine her zaman yalnızca kendisi için yararlı olan gerçek ile, daha doğrusu, ister gerçek ister yarı gerçek isterse de hata olsun, kendisi için yararlı olan her şey ile ilgilenir. Bundan dolayı, felsefe ile devlet arasındaki bir ittifak ancak felsefe devlet için tamamen yararlı olacağına, yani devletin çıkarlarını gerçeğin üzerinde tutacağına söz verirse anlamlı olur. Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer devlet, gerçeği hem kendi hizmetine alabilse hem de ücret bordrosuna dahil edebilseydi, bu mükemmel olurdu; ne var ki, hiç hizmet etmemenin ve hiçbir ödeme almamanın gerçeğin temel doğasının bir parçası olduğunu devletin kendisi de çok iyi bilmektedir.

Milli Bayramlarımız

Türkiye Cumhuriyetinin Millî Bayramları, bu ülkede yaşayan herkesin gerçek insan onuruna kavuşmasının merhalelerini hatırlatan önemli günlerin ve o günlerde cereyan etmiş olan olayların milletçe tekrar hatırlama ve tekrar o günlerde cereyan eden olaylara sevinme vesileleridir. Ama her şeyden önce bu bayramlar ve onların kutlanması bizlerin insan haysiyetine kavuşmamızın kutlanmasıdır. O bayramları kutlamak istemeyenler, onlara cephe alanlar insanlık düşmanı olmalıdırlar.

Bu düşüncelerimi açıklayayım:

23 Nisan Çocuk Bayramı: Bu bayramda kutlanan 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıdır. Bu olayla Türkiye’de yaşayan insanlar kendi kaderlerini kendi ellerine almaya karar verdiklerini dünyaya duyurmuşlar ve bu kararlılıklarını fiile geçirecek olan en mühim organı teşkil etmiş olduklarını tüm âleme ilân etmişlerdir. O yüce mecliste her etnik kökenden Türkiye insanı vardır ve bu insanlar kendilerini liderliği ile bir arada tutup selâmete çıkaracağına inandıkları Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçmişlerdir. Daha sonra milletin ilk kez kendini bulduğu, kendi kendine karar vermeye başladığı bu gün çocuk bayramı ilân edilerek tüm çocuklara aynı konuda ilham olunması kararlaştırılmıştır. Bu bayramı istememek, ona gölge düşürmeye çalışmak çocuk düşmanlığıdır. (Bu bayramı gölgelemek için İslam Peygamberi Muhammed’in doğduğu haftayı temel alan bir kutlu doğum haftası icat edildiği söylenmektedir. Nisan’ın ortasına yerleştirilmeye çalışılan bu haftanın zamanlamasındaki ciddî yanlışlık bu söylentileri ne yazık ki destekler görünmektedir. İslâm Peygamberi muhtemelen 570 miladi senesinin Mart sonunda dünyaya gelmiştir, zira Rebiülevvel’de olduğu iddia edilen doğumunun o sene Rebiülevvel’in baharın başına, yani bahar ekinoksu olan 21 Mart’ı izleyen haftaya müsâdif olduğuna eldeki tarihler işaret etmektedirler. Ancak bu tarihleme tüm Avrasya’da Nevruz ve diğer isimler altında kutlanan Ekinoks Bayramı’na rast gelmesi için yakıştırılmış bir tarih de olabilir. Muhammed’in doğumunun tarihini yazan ve daha sonraki İslam tarihçilerinin kullandığı İbn İshak’ın Resûlallah’ın Hayatı adlı eseri ne yazık ki kayıptır. Gerçi bu eser bile Hicretten 150 sene sonraya aittir. Yani İbn İshak eserini yazarken, peygamberi kişisel olarak tanımış kimse artık hayatta değildi.)

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı: 19 Mayıs 1919, genç bir Osmanlı generalinin Samsun'a ayak basarak Osmanlı’yı Orta Anadolu’ya hapsetmek isteyen müttefiklere karşı bir direniş ve ayaklanma hareketini başlattığı tarihtir. O zaman onun çevresindekiler de Balkan ve 1. Dünya Savaşı’nda pişmiş, bu felâketlerin acılarını kalplerinde en derin şekilde hissetmiş genç insanlardı. Onlar, kararlı, bilgili ve akıllı bir grup gencin neler yapabileceğini dünyaya gösterdiler. Bu nedenle o bayram daha sonra gençlik ve spor bayramı ilân edilerek gençlere o kararlılık, o bilgi ve o akıl hatırlatılmak istenmiştir. Bayramın aynı zamanda spor bayramı olması gençliğin sağlığına vurgu yapmak içindir. Bu bayramı gençlik ve spor bayramı yapanlar bunu “sağlıklı akıl sağlıklı vücutta bulunur” düşüncesine dayanarak yapmışlardır. Bu bayramdan çekinenler, gençlerden çekinen, gençleri bastırmak isteyen karanlık kafalar olabilir ancak.

 30 Ağustos Zafer Bayramı: Bu gün 23 Nisan’da kendi kendine karar vermek istediğini dünyaya duyuran, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan ve ondan sonra bir araya gelen gençlerin rüyası olan kendilerini zincirlemek isteyenlerin zincirlerinin ve kafalarının kırıldığı mutlu bir tarihtir. Bu mutlu ânı millete tattıran onun genç çocuklarından oluşan ordumuzdur. Onun için 30 Ağustos milletin ordusunu kutladığı, kurtarıcısını ve koruyucusunu tekrar tekrar bağrına bastığı tarihtir. 30 Ağustosa düşman olan, hürriyet ve şahsiyet arayan insanların bu isteklerine kavuşmalarını istemeyen insan müsveddeleri olabilir ancak.

 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ise, 30 Ağustos’ta artık hürriyetine, şahsiyetine, haysiyetine kavuşmuş olan bir insanlar topluluğunun bundan böyle kimsenin kulu olmayacaklarını, kendi kendilerini yöneteceklerini dünyaya ilân ettikleri tarihtir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu bu günü bayram addetmeyen, Türkiye’deki insanları sadece kulluğa, şahsiyetsizliğe ve haysiyetsizliğe lâyık gören bir insanlık düşmanı olabilir.

10 Kasım ise bir bayram değil, bir yas ve düşünce günüdür. O gün, Türkiye’de yaşayan insanlara yukarıda saydığım özgürlüğü, saygınlığı ve insan olarak yücelme şansını veren insanların kendilerine lider ve önder olarak seçtikleri, bütün dünyanın hayranlıkla kutsadığı o büyük insanın insanlığa veda ettiği kara gündür. O günü düşünerek üzülmeyene ise insanlık' sevgisinden, insana saygıdan hiç nasibini almamış bir zavallı olarak bakılabilir ancak. Türkiye Cumhuriyeti’nin millî bayramları insanlık şölenleridir. Bunu böyle görmemek için insanın gerçekten gaflet, dalâlet veya insanlığa karşı bir hıyanet içinde olması gerekir.

-Celal Şengör

19 Kasım 2017 Pazar

Kısa Türkiye Tarihi


Sina Akşin'in Kısa Türkiye Tarihi isimli kitabından beğendiğim bölümler. Özellikle Atatürk dönemi sonrasını bilmediğim için o kısımlar çok daha yoğun.

 

-          Kul olmanın ikinci bir sonucu, kulların ölümünde miraslarına el konmasıydı ki buna, müsadere denirdi. Herhalde müsadere daha çok, müsadereye değer serveti olan yüksek görevlilere uygulanıyor olmalıydı. Fakat bunların, ölümlerinden sonra vârislerini gözetmek için kullanabilecekleri bir imkân vardı. Cami, medrese vb gibi hayır kurumları yapıp, bunların faaliyetlerinin sürdürülmesi için vakıf kurduklarında, vârislerini vakıf mütevellisi atayıp onları bu yoldan gelir sahibi kılabilirlerdi. Zira vakıflar müsadere edilemezdi.

-           

-          14. yüzyılda Mısır’da yaşamış olan ve kimilerince toplumbilimin babası sayılan Tunuslu İbn Haldun, Mukaddime adlı yapıtında İslam tarihini inceleyerek çok dikkate değer sonuçlara ulaşmıştır. Ona göre bu toplumlar iki düzenin çatışmasına sahne oluyordu: medeniyet (medine, kent anlamındadır) ve bedeviyet (oymak ve boy olarak örgütlenmiş göçebe kandaş topluluklar). Bedeviler asabiyet denen yüksek bir dayanışma duygusu içindedirler. Savaşkan, dürüst, kaba insanlardır. Medeniler yerleşik, tarıma dayalı, kentleri olan topluluklardır. Medeni devletler sürekli bedevilerin saldırılarına uğrarlar. Zayıf düştükleri zamanlar bu saldırılara yenik düşerler, bedeviler devleti ele geçirirler. Böylece bedevi reisinin hükümdar olduğu yeni bir devlet ortaya çıkar. Bedeviler, yıktıkları devletin ülkesinde, kentlerinde yavaş yavaş medeniyeti öğrenirler. Medeniyetleri arttıkça, savaşkanlıklarını ve asabiyetlerini yitirirler. Dört kuşak sonra, yani 100-120 yıl sonra devlet, yeniden bedevilere yenik düşecek derecede yumuşamış olur. Tarih böylece tekrarlanıp gider. Niyazi Berkes’e göre Osmanlı Devleti “İbn Haldun tipi” bir devletti. Buna göre 100-120 yılda yıkılması gerekirken, bölgede yeterince güçlü bir akın yapabilecek bir bedevi topluluk kalmadığı için “doğal” bir sonu olamamıştır. Osmanlı Devleti’nin karşısındaki Avrupa devletleri İstanbul ve Boğazlar’ı içlerinden birinin kapmasını istemedikleri için Osmanlı Devleti’ni yıkmamışlar, sömürmekle yetinmişlerdir. Böylece Osmanlı Devleti, bir türlü ölemeyen yatalak ihtiyarlar gibi varlığını sürüklenerek sürdürmüştür.

-           

-          Yeni Osmanlılar içindeki en önemli kişi Namık Kemal’dir. Onun yazıları ve özellikle şiirleri yalnız kendi kuşağını değil, kendisinden sonraki kuşağı da –ki Atatürk de bu kuşağın içindedir– çok etkilemiştir. N. Kemal “vatan ve hürriyet şairi” diye tanıtılır. Hürriyeti gördük. Vatan kavramı üzerinde duralım. Daha önce vatan yalnızca insanın nereli olduğunu (“memleket”ini) anlatırdı. N. Kemal’le birlikte bu kavram kişinin uyruğu olduğu devletin bütün ülkesini kapsadığı gibi, duygusal bir anlam da yükleniyordu. Vatan, basit bir toprak parçası değil, sevilen, uğrunda fedâkarlıklar yapılacak, hatta ölünecek bir topraktır. Oysa bundan önce ülke, padişahın toprakları diye bilinirdi. Bu, “padişahın çiftliği” kavramından çok da farklı değildi.

 

-          Avrupa’da en koyu mutlakiyetlerde bile devletin adı hanedanla ilgisiz ülke adı iken (Rusya, Prusya, Fransa gibi) Osmanlı Devleti hanedan adı taşıyordu. “Türkiye” adı önce Avrupalıların taktığı, resmen ilk kez Milli Mücadele sırasında Büyük Millet Meclisi’nin benimsemiş olduğu bir ülke adıdır.

 

-          Savaştan az önce Enver, ordu içinde, eski Türkçe harflerin bitişik değil de, Latin harfleri gibi ayrı ayrı yazıldığı bir biçimi denemeye giriştiyse de, bu pek benimsenmedi ve barışta yeniden ele alınmak üzere terk edildi.

 

-          Savaştan az önce Enver, ordu içinde, eski Türkçe harflerin bitişik değil de, Latin harfleri gibi ayrı ayrı yazıldığı bir biçimi denemeye giriştiyse de, bu pek benimsenmedi ve barışta yeniden ele alınmak üzere terk edildi.

 

-          Zaten Enver’in bütün ağırlığı Kafkasya’ya vermesi yüzünden Güney cephesi adamakıllı zayıflamıştı. İngiliz taarruzu üzerine Osmanlı cephesi paramparça oldu. Cephe komutanı von Sanders çekilmeyi ve Suriye’nin güney sınırına yakın olan Şam’ın güneyinde cephe oluşturulmasını emretti. Bunun olamayacağını görünce, Humus’ta toparlanılmasını istedi. Oysa emri altındaki VII. Ordu’nun komutanı Mustafa Kemal, Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekilmek üzere emir veriyordu. Von Sanders bu açık itaatsizliğin nedenini sorunca, Mustafa Kemal Suriye’nin bir Arap ülkesi olduğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu söyledi. Von Sanders bu tür bir gerekçeyle bir ilgisi olamayacağını söyleyerek cephe komutanlığından çekildi. Komutanlık önce fiilen, sonra resmen Mustafa Kemal’e kaldı. Halep’e gelen Mustafa Kemal, evlerden Osmanlı askerinin üzerine ateş edildiğini görünce, yeni cepheyi Halep’in de kuzeyine aldı. Hatay’ı içine alan bu cephe İngiliz saldırılarına dayandı. Bu, Atatürk’ün deyimiyle, “Türk süngülerinin çizdiği sınır” olacaktı.

 

-          Zaten Bulgaristan’da Kral Ferdinand tahttan çekilmiş, yerine oğlu Boris gelmişti (4 Ekim). Almanya’da İmparator II. Wilhelm tahttan feragat etti, fakat bu da yetmedi, cumhuriyet kuruldu (9 Kasım). Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl tahttan feragat etti, yerine Avusturya (13 Kasım) ve Macaristan (16 Kasım) cumhuriyetleri kuruldu. Demek ki saltanat düzenleri tekerlenip gidiyor, cumhuriyetler kuruluyor, ya da en azından taht değişikliği oluyordu. Her iki ihtimalin de Vahdettin için son derecede tatsız olduğu açıktı. Vahdettin 1918’de, savaşın sonundan ancak birkaç ay önce tahta geçmiş olması sebebiyle, savaş ve savaş sırasında olup bitenlerle ilişiği bulunmadığını düşünerek kendini teselli ediyor olmalıydı. Ama sonunda, büyük bir ölçüde Vahdettin’in yanlış siyaseti yüzünden, hem Vahdettin tahtından olacak, hem de Türkiye’de cumhuriyet kurulacaktı.

 

-          Britanya İmparatorluğu “üzerinde güneşin batmadığı” (çünkü dünyanın her köşesinde sömürgesi vardı) bir imparatorluktu.

 

-          Böyle bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için İngilizlerin (ya da genel olarak sömürgecilerin) kullandıkları yöntemler vardı. Bunlardan biri de “böl ve yönet” yöntemiydi. Örneğin Hindistan’da Hindu ve Müslüman, Filistin’de Arap ve Yahudi, Kıbrıs’ta Türk ve Rum birbirlerine düşman ediliyordu. Diğer bir yöntem, yoğun bir “size uygarlık getiriyoruz, biz olmasak gerilik içinde ve kötü yönetim altında olurdunuz” propagandası yapmaktı.

 

-          Necip Fazıl Kısakürek’in Vatan Haini Değil, Vatan Dostu Vahidüddin adlı kitabında dile getirdiği bir iddia vardır. Güya Vahdettin Mustafa Kemal’i milli bir mücadele yürütmek için görevlendirmiş, hatta eline bir hatt-ı hümayun ve 20.000 lira vermiş. Öncelikle, hatt-ı hümayunu gören yok. Olsaydı, Mustafa Kemal Milli Mücadele’nin özellikle ilk dönemlerinde, bundan yararlanmaz mıydı? Atatürk ve arkadaşlarının bol paraları olduğuna dair bir işaret de yoktur. Nitekim Erzurum’dan Sivas’a giderken para bulmakta zorlanmışlardır. İkincisi, Vahdettin söylenenleri yapmış olsa bile bu onun kişiliğini ne denli kurtarabilir? Zira

 

-          Atatürk, kutsallığına inandığı davasına baş koyduğu sırada 38 yaşındaydı.

 

-          Vahdettin’in milliyet sorununu hiç söz konusu etmeden toprak üzerindeki bu ısrarı feodal bir tutumdur ve bütün Osmanlılar için tipiktir. Toprak uğruna kapitülasyonları sürekli kılma (1740), Mısır’ı alt edebilmek için İngilizlere çok kapsamlı ticaret ayrıcalıkları tanıma (1838), padişahların süregelmiş tutumları olmuştur. Burada da Vahdettin toprakları muhafaza edebilmek uğrunda bağımsızlıktan tamamen vazgeçebilmektedir.

 

-          Erzurum Kongresi’nin, demokratik-ulusçu hareketin yaklaşımı ise çok daha çağdaş, kapitalist zihniyete uygun bir yaklaşımdır. (Çünkü kapitalizmin, yani kapitalist bir sınıfın bağımlılık çerçevesinde gelişmesi olanaksızdı, bunu deneyimler göstermişti.) Tam bağımsızlık uğruna Arap topraklarından vazgeçebilen bir anlayış söz konusudur. Yineleyelim, arada bir görüş farkı değil, bir zihniyet, bir çağ farkı vardır.

 

-          Doğudakilerin başında Ermenistan, batıdakilerin başında Yunanistan sorunu vardı. Sonra doğudakiler her türlü işgale karşı çıkarken, batıdakiler Yunanistan olmamak kaydiyle İtilaf devletlerinden birinin işgaline razıydılar

 

-          Bu görüş farklılıklarının biraz da, doğuda önderliğin ağırlıklı olarak subayların, batıda ise önderliğin ağırlıklı olarak eşrafın elinde olmasından kaynaklandığı tahmin edilebilir.

 

-          Vahdettin hasta olduğunu ileri sürerek açılışa gelmedi.

 

 

-          Rauf meclisten süngülü askerler tarafından, İngilizlerin parlamentoya, demokrasiye saygısızlıklarını, tecavüzlerini belgeleyen tarihsel bir sahne sonucunda, belki yaka paça götürülmeyi arzu ediyordu. Bunun için kaçmamıştı. İngilizlerin terbiyeli gelişleri onun bu tasavvurunu bozmuştu. Sonuç olarak gelen memurlara, kendisini zorla götürdüklerine dair bir belge imzalattıktan sonra, teslim oldu. Oysa o anda dahi kaçması çok zor değildi. Atatürk, herhalde bu yüzden, kimilerinin uygar bir ülkenin hapishanesini ulusal bir mücadelenin tehlike ve belirsizliklerine yeğledikleri yolunda bir sözü Nutuk’a yazmaktan kendini alamayacaktı.

 

-          Vahdettin Rauf’u terslemişti: “Rauf Bey! Bir millet var, koyun sürüsü. Buna bir çoban lazım. O da benim.” Yani Rauf’a, siz kim oluyorsunuz diyordu. Bu, tipik ortaçağcıl devletlilerin ya da din önderlerinin görüşüdür. Halkı, cemaati koyun sürüsüne, kendilerini çobana benzetirler.

 

-          18 Eylül’de TBMM İstiklal Mahkemeleri kurmaya karar verdi. Bu mahkemelerin yargıç ve savcıları mebuslardan oluşacaktı.

 

-          Batı Anadolu’daki Kuva-yı Milliye Yunanlıları durduramadığı gibi, kayda değer bir direnişte bulunamamıştı. Güneyde harikalar yaratabilen Kuva-yı Milliye Ege’de varlık gösterememişti. Bu durumu açıklamak çok zor değildir. Batıda Türk toplumu iç savaşı yaşıyordu. Öyle olunca, Yunan başarısının şaşılacak bir yanı yoktur. İç savaşı Vahdettin başlatıp, bir ölçüde o yürüttüğüne göre Yunan başarısı Vahdettin sayesinde gerçekleşmiştir demek yanlış olmaz. Ama yine de Yunan başarısı Vahdettin’i memnun etmemiş olmalıdır. Çünkü bu durumda idam hükmü gibi olan barış antlaşmasını kabul etmekten başka çare kalmıyordu.

 

-          Vahdettin mutlaka imzalamak zorundaydı diye bir iddia olamaz sanıyorum. Birtakım şeyleri göze alıp imzalamayabilir, hatta cihat ilan edebilirdi. “Göze alınacak” muameleler arasında sarayından alınıp Napolyon gibi uzak bir İngiliz adasına sürgün edilmek de vardı. O, bunları göze alamadı. Atatürk ve arkadaşları ya da TBMM ise, yine birtakım şeyleri göze alarak, mücadele bayrağını açtılar. Bursa Yunan eline geçtiğinde, TBMM kürsüsünün üzerine siyah bir örtü örtüldü ve Bursa kurtuluncaya dek onun orada kalması kararlaştırıldı. Sevr’i kabul edenlerin hain oldukları duyuruldu. Bu karar sayesinde Sevr tarihin “çöp tenekesi”ne ya da “derin dondurucu”suna kaldırılabildi.

 

-          Lozan’ın sigortası ve güvencesi Atatürk devrimidir. Türkler Sevr şokunu yaşamış insanlar olarak bunu bildikleri için, Atatürk’ün ölümünden bu yana yarım yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde, Atatürk devrimi bütün kurumlarıyla ayaktadır. Dolayısıyla Atatürk devrimine Türk devrimi de denebilir.

 

-          tarihte bir savaşı önemli kılan, savaşan tarafların asker sayısı değil; doğurduğu sonuçlardır. İslamiyetin doğuşundaki kimi muharebeler, katılanların sayısı bakımından büyükçe bir mahalle kavgası boyutundayken çok büyük sonuçlar doğurmuşlardır, dolayısıyla da önemlidirler.

 

-          14 Temmuz 1920’de gizli Türkiye Komünist Fırkası doğdu. Daha sonra bu örgüt yasal Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’na dönüştü (Aralık). Bütün bu çalışmalardan rahatsız olan Atatürk, hareketi denetleyebilmek için, içinde Celal Bey’in de (Bayar) bulunduğu “resmi” Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdurdu (Ekim). Çerkez Ethem’in ayaklanmasından sonra bütün bu örgütler kapatıldı.

 

-          Ordu 25 Temmuz’da Sakarya’nın doğusunda yerini aldı. Meclis Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesini istiyordu. Ama Mustafa Kemal’in şartı vardı. TBMM’nin yetkilerini kullanmak istiyordu. TBMM 5 Ağustos’ta onu başkumandan seçti ve 3 ay süreyle yetkilerini verdi.

 

-          Vahdettin kaçmayabilirdi de. Ama o bunu seçmiştir. Çirkin olan cihet, kaçması değil, İngilizlere sığınarak kaçmasıdır, çünkü İngiltere, Yunanistan’la birlikte Türkiye’nin baş düşmanı durumundaydı. Fransa’ya, İtalya’ya (zaten ölümüne değin [1926] İtalya’nın San Remo kentinde oturmuştur) sığınabilirdi.

 

-          Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan Musul’la ilgili talepleri bir sonuca ulaşamadığı için, bu sorunun Milletler Cemiyeti tarafından çözülmesi kararlaştırıldı.

 

-          Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına bağlı bir ağaydı ve aşiretler üzerinde nüfuz sahibiydi. Ayaklanma şeriat ve halifelik adına yapılıyordu.

 

-          Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına bağlı bir ağaydı ve aşiretler üzerinde nüfuz sahibiydi. Ayaklanma şeriat ve halifelik adına yapılıyordu. İşin bu denli ciddiyet kazanması karşısında Fethi Okyar hükümeti çekildi, yerine İsmet Paşa hükümeti kuruldu (3 Mart). Yeni hükümet ertesi gün hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu’nu TBMM’ye kabul ettirdi. İstiklal Mahkemeleri kuruldu, muhalif gazeteler kapatıldı. Geniş bir harekât sonucunda ayaklanma bastırıldı (31 Mayıs 1925). Elebaşları yargılanarak idam edildiler. İsyanın bastırılması ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı (3 Haziran).

 

-          II. Mahmut, Rumların da benzerini giydiği fesi asker ve memurlara giydirdiği için, çok şimşek çekmiş, kendisine “gâvur padişah” diyenler çıkmıştı. Şimdi Atatürk buna benzer, hatta belki daha cesur bir adım atıyordu.

 

-          şapkayı bayrak yaparak gizli bir karşı-devrim hareketi örgütlemeye kalkıştığı için, İskilipli Âtıf Hoca İstiklal Mahkemesi’nce idama mahkûm edilmişti.

 

-          Eski İttihatçıların dışında Terakkiperver önderleri de tutuklandılar. Başvekil İsmet bunu önlemeye çalıştı diye mahkeme onu da tutuklamaya kalkıştı. Sonunda mahkeme onların yakasını bıraktı.

 

-          Nutuk’un sonunda Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”si yer alır ve burada Atatürk Cumhuriyet’i gençliğe emanet eder. Buradaki gençlik hem yaşça hem “başça” gençlik olarak anlaşılabilir ve sanırım devrimcilik anlamındadır. Hatırlanacağı üzere, 19. yüzyıl boyunca Fransız İhtilali’nden esinlenen devrimci hareketlere “genç” sıfatı yakıştırılırdı. En ünlüsü Mazzini’nin başını çektiği “Genç İtalya” hareketidir. Sonra, tabii “Genç Türkler” vardır ki iki kuşaktır: Namık Kemal kuşağı, İT kuşağı.

 

-          Harf devrimini olanaklı kılan ikinci etken, her şeye rağmen Osmanlı kitaplıklarını dolduran hatırı sayılır birikimin büyük ölçüde bir ortaçağ birikimi olmasaydı. Bu birikimin tarihsel bir değeri şüphesiz vardı, ama 20. yüzyıl için geçerliği hayli sınırlıydı.

 

-          Nakşibendi tarikatına mensup bazı kişiler Manisa’dan Menemen’e gelerek halkı bir camiden aldıkları yeşil bayrağın altına toplamaya kalkıştılar. Olay yerine gelen Yedek Asteğmen Fehmi Kubilay, gericiler tarafından vuruldu. Başını bıçakla kesip direğe diktiler, halka gösterdiler (ayrıca 2 bekçiyi de öldürdüler). Olay bastırıldı, sıkıyönetim ilan edildi. Kurulan divan-ı harp 28 kişinin idamına hüküm verdi.

 

-          Halkevlerinin 9 etkinlik kolu vardı: 1. Dil, edebiyat, tarih; 2. Güzel sanatlar; 3. Temsil; 4. Spor; 5. İçtimai (toplumsal) yardım; 6. Halk dersaneleri ve kurslar; 7. Kütüphane ve yayın; 8. Köycülük; 9. Müze ve sergi. Türkiye’de okulların kitaplık, tiyatro, müzik alanlarında olanaklardan ne denli yoksun olduğu ve yetişkin nüfus için kültür merkezlerinin önemi düşünülürse, bu hareketin gerekliliği ortaya çıkar. Denebilir ki halkevleri ve halkodaları aydınlanma hareketini taşraya yayan merkezler olmuşlardır.

 

-          Ülkemiz II. Dünya Savaşı’ndan sonra önceliği hemen tümüyle karayollarına vermiş ve şimdi demiryollarımız çağdışı duruma düşmüştür. O dönem demiryollarına öncelik verilmişti, çünkü trenlerin yakıtı Türkiye’de bulunan kömürdü. Karayollarına öncelik vermek, petrol gereksinmesini artıracağından, dışa bağımlı bir ekonomi yaratır ve özellikle savaş zamanında ciddi sorunlar çıkarırdı.

 

-          Atatürk devrimi, Türk halkının da benimsediği bir gereksinmeden kaynaklanıyordu. O bakımdan buna Türk devrimi de diyebiliriz. Söz konusu gereksinmeye yukarıda işaret etmiştim. Bu Sevr “darbe”sinden kaynaklanıyor. Türkler Sevr ile Rumeli’den atıldıktan sonra, İstanbul ve Anadolu’dan da atılma sürecine girildiğini dehşetle anlamışlardı. Bu süreci durdurmak için, Avrupa’da (Anadolu’yu Avrupa kabul ederek) kalabilmek için, her alanda Avrupalı kadar güçlü olmak gerekiyordu.

 

-          Türk Ceza Kanunu’nun 141. ve 142. maddeleri komünizm “propaganda”sına 7,5 yıldan 15 yıla uzanan olağanüstü ağırlıkta bir ceza getiriyordu. Ülkede estirilen hava öyleydi ki, mahkemeler bu cezaları uygulamakta pek duraksama göstermiyorlardı. Bu tutumun ve havanın görünürdeki gerekçesi SSCB’nin 1945’te Boğazlar’a, Kars ve Ardahan’a gözünü dikmiş olmasıydı. Fakat

 

-          Türkiye’de bu hava 60’lara değin sürdü. Hatta kısmen bugüne dek sürdüğü de söylenebilir. Komünisttir diye, Rusya’ya kaçtı diye Türkiye’nin en büyük şairlerinden birinin, Nâzım Hikmet’in şiirleri uzun yıllar tümüyle ortadan kalktı. Bu şiirlerin evinde bulunduğunu söylemeye kimse cesaret edemezdi. Hâlâ okul kitaplarına dönebilmiş değildir Nâzım Hikmet. Oysa Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Rıza Tevfik’in şiirlerine bu kitaplarda hep yer verilir. Doğrusu da budur. Yıllar boyunca, dünyaca ünlü Rus salatasına “Rus” demeye cesaret edilemedi, Amerikalıları da herhalde hayrete düşürecek biçimde “Amerikan salatası” dendi. Bu

 

-          Halkevleri örgütünün işlevlerini eskisi gibi sürdürmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması düşüncesi CHP zamanında nedense gerçekleşmemişti. DP iktidarı, örgütü devletleştirirken böyle bir yol izlemek yerine, bütün o kültür yuvalarını (478 halkevi ve 4322 halkodası) bir taşınmaz ve taşınır mal yığını halinde Hazine’ye intikal ettirdi. Örgütün kültürlendirme işlevi yok edildi. Dolayısıyla halkın aydınlanma sürecine büyük bir darbe indirildi. Bugün hâlâ o karanlık boşluk doldurulabilmiş değildir.

 

-          Menderes 6 Eylül 1958’de Balıkesir’de, muhalefeti Irak’taki devrimin benzerini yapmak istemekle suçladı ve darağaçlarını hatırlattı. 21 Eylül’de İzmir’de, De Gaulle düzenini örnek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine baskı yapılırsa demokrasiye paydos deneceğini de belirtti. İnönü bu sözleri yanıtsız bırakmıyordu, fakat iktidarın niyetleri belli olmuştu. Önce bu niyetler Vatan Cephesi biçiminde somutlaştı.

 

-          İnönü o gün TBMM’de iki konuşma yaptı. Kendilerinin ihtilalden gelip demokrasiye geçtiklerini, ihtilal yapmalarının olanaksız olduğunu, kurulacak komisyonun gayrimeşru olduğunu, TBMM’nin üstünde bir baskı düzeni getireceğini, bu durumun kendileri dışından kaynaklanan bir ihtilale yol açacağını söyledi. Ve şu ünlü cümleleri ekledi: “Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam... Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır.”

 

-          Milli Birlik Komitesi adında, çoğu genç subaylardan oluşan bir cunta yaptı darbeyi.

 

-          Böylece 27 Mayıs 1960 darbesine gelindi. Milli Birlik Komitesi adında, çoğu genç subaylardan oluşan bir cunta yaptı darbeyi.

 

-          MBK, başkanlığına orduda sevilen ve sayılan Cemal Gürsel’i getirdi. MBK bir an önce demokratik bir anayasa yapıp seçimlere gitmek istiyordu. Oysa MBK içinde, başında Alparslan Türkeş’in bulunduğu 14 kişilik bir grup temel bazı reformları yapmadan iktidarı bırakmak yanlısı değildi. 13 Kasım 1960’ta yapılan bir darbeyle 14’ler komiteden çıkarılıp yurtdışı görevlerine gönderildiler.

 

-          DP’nin güçlü ve başarılı olduğu yön, iktisadi kalkınmada büyük bir canlılık ve heyecan yaratabilmesiydi. Bu yönden kusuru, kalkınmayı plansız yapması ve Maliye’yi iflasa sürüklemesiydi. 27 Mayıs darbesine yol açan etkenlerden biri de herhalde buydu. DP’nin öbür olumsuzluklarından kimilerine yeri geldikçe işaret edildi: 1) Çoğulculuğu, yani azınlığın, muhalefetin haklarını kabul etmeyen ilkel (ya da yetkeci) bir demokrasi anlayışı, baskıcılık; 2) Halkevleri ve köy enstitülerinin kapatılmasında göze çarpan bir kültür yıkıcılığı; 3) İnönü’nün canına kastetmek, 6/7 Eylül olaylarını düzenlemek gibi olaylarda somutlaşan hukuk dışı bir anlayış; 4) Muhalefetle ilişkileri hemen daima bir kavga havasında yürütmek; 5) Amerikalılarla yapılan çok sayıda –hatta kimi sözlü olan– ikili anlaşma ABD’ye çok geniş bir hareket alanı sağlamış, böylece DP iktidarının bağımsızlık konusunda hiç de titiz olmadığını ortaya koymuştur; 6) Din konusunda CHP ödün vermeye başlamıştı ama DP bunu daha ileri götürmüş, özellikle Menderes dincilerin umudu haline gelmişti.

 

-          27 Mayıs 1960 ve Sonrası 27 Mayıs hareketi darbedir, ama aynı zamanda devrimdir. Türkiye’de Atatürk ve İnönü’nün kurmuş oldukları demokrasi temellerini genişletip pekiştirmiştir. Sosyal devlet anlayışını, toplu sözleşme ve grev hakkını, çoğulcu anlayışı, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, Cumhuriyet Senatosu gibi kurumları getirmiştir. (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı Geliştirme Etüt Merkezi, Milli Prodüktivite Merkezi de bu dönemin ürünü sayılabilir.) Anayasa Mahkemesi yasama organında, çoğunluğun keyfine göre uluorta yapılmış yasaların yapılsa bile uygulanmasına büyük bir engel getirmiştir. Yüksek Hâkimler Kurulu yargının bağımsızlığını güvenceye bağlamıştır. Özerk TRT, radyo ve televizyonun iktidarın borazanı olarak kullanılması uygulamasına son vermiştir. Devlet Planlama Teşkilatı keyfi yatırımları önleyemese de frenleyebilecek bir kurum olarak kurulmuştur. Zaman içinde Cumhuriyet Senatosu’nun yasama işlevini çok yavaşlattığı, üçte bir senato yenileme seçimlerinin ülkeyi sürekli seçim havasında tuttuğu için belki o denli iyi bir buluş olmadığı kanısı yayılmıştır. Anayasa’ya girmediyse de belki de çoğulculuğun simgesi sayılabilecek nispi temsil usulünü de 27 Mayıs getirmiştir ve o dönemden bugüne, hep yürürlükte kalmıştır. Karşı-devrimci 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri 27 Mayıs’ın getirdiği kurum ve anlayışları kısıtlamışlar, sulandırmışlar, fakat ortadan kaldıramamışlardır.

 

-          İnönü’nün çok-partili dizgeye bir başka hizmeti, başbakanlığı döneminde, Talat Aydemir’in iki askeri darbe girişimini bastırmasıdır (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963). Talat Aydemir MBK’ye girememiş ve ortaya çıkan düzenin yeterince “devrimci” olmadığına inanan bir subaydı.

 

-          CHP 1965 seçimleri arifesinde, TİP’e oy kaptırmak korkusuyla kendini “ortanın solunda” ilan etti. Daha sonra bu, “sosyal demokrasi” ve/ya da “demokratik sol” olarak somutlaşacaktı.

 

-          1964’te yapılan TİP programı henüz sosyalizm sözcüğünü kullanamıyor, “emekten yana planlı devletçilik” diyebiliyordu. Daha sonra TİP sosyalist olduğunu açıklayacaktır.

 

-          27 Mayıs ertesinde DP mahkeme kararıyla kapatıldı. DP’nin oylarına sahip çıkmak üzere 2 parti ortaya çıktı: Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi. Bu yüzden 1961 seçimlerinde DP’li seçmenin oyları bölündü. Daha sonra bu oylar genel başkanı Süleyman Demirel olan AP’de toplandı. 1965 ve 1969 seçimlerini AP kazandı. AP bazı bakımlardan DP’nin devamı gibiydi, bazı bakımlardan değildi. CHP ve genel olarak solla kutuplaşma tutumuyla AP, DP’yi aynen sürdürmüştür - 12 Eylül 1980’e değin. Bunda MBK’nın en büyük hatasının –Menderes, Zorlu, Polatkan’ın idamlarının– payı vardır. İdam hem çağdışı olmuş ya da olmak üzere bir cezaydı, hem de büyük acıma ve nefret duyguları uyandırmıştır. Başka siyasal idamlara da yol açmıştır: Talat Aydemir ile arkadaşı Fethi Gürcan, Deniz Gezmiş ile arkadaşları Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve 12 Eylül’ün çok sayıda idamı. Tabii bu insanların çok büyük bir zulme uğramış olmaları, onların işlemiş olabilecekleri ağır hata ya da suçları da bize unutturmamalıdır. AP 1961 Anayasası’na da hep cephe aldı. Çağdaş demokrasiyi getirmeye yönelen bu anayasa aleyhindeki kampanya, karşı-devrimci 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerine de malzeme oldu.

 

-          1968 yılında önce Fransa’da, sonra öbür Avrupa ükelerinde ve ABD’de üniversite gençliği kurulu düzen aleyhinde ayaklandı. Bu hareket Türkiye’ye de geldi. Fakat öbür ülkelerde görece kısa sürede gelip geçtiyse de Türkiye’de yerleşti ve gittikçe sola kaydı. AP iktidarı bu harekete karşı hukuk yolundan mücadele etmek yerine, “komando” ya da “ülkücü” denen sağcı gençlerle mücadele yolunu yeğler göründü.

 

-          Bu sırada AP’nin de başı dertteydi. 1969 seçimlerinde oyların %47’sini almıştı ama iktisadi durum tıkanma noktasına gelmişti. 9 Ağustos 1970 tarihinde 1958’den sonraki ilk devalüasyon yapıldı ve doların karşılığı 9 TL yerine 15 TL oldu. Ayrıca Demirel ve AP’nin sanayi burjuvazisini tarım burjuvazisine yeğlediği ortaya çıktığı için, AP bir parçalanma yaşadı.

 

-          Deniz Gezmiş’in de içinde yer aldığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu 3 Mart 1971’de 4 ABD’li subayı kaçırdı. Güvenlik güçleri ODTÜ’de kaçırılan subayları aramaya kalkışınca üniversite savaş alanına döndü. İşte bu ortamda genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları 12 Mart muhtırasını verdiler. Muhtıra durumdan hükümeti ve meclisi sorumlu tutuyordu, çünkü Atatürk’ün ve Anayasa’nın öngördüğü reformlar yapılmamıştı. Bunu yapacak partilerüstü, “kuvvetli ve inandırıcı” bir hükümet isteniyordu. Durum karşısında Demirel istifa etti.

 

-          İnönü ortanın solu siyasetini açıkladıktan sonraki seçimlerde CHP’nin oyu, 1965 ve 1969’da, artan bir düşüşe uğramıştı. Bu düşüşü ortanın solu ilkesine bağlayanlar, yoğun eleştirilerde bulunuyorlardı. Bülent Ecevit ise ortanın solu siyasetini ısrarla savunuyordu, bu adı taşıyan bir de kitap yazmıştı. 1966 kurultayında ortanın solu siyaseti baskın geldi, Ecevit genel sekreter seçildi.

 

-          12 Mart darbesi olunca İnönü bunu önce soğuk karşılamıştı. Fakat başbakanlık görevi Nihat Erim’e verilince, İnönü hükümeti desteklemeye karar verdi. Bu noktada Ecevit’le İnönü’nün yolları ayrılıyordu. Ecevit’e göre darbe aslında Demirel’e karşı değil, artık iktidara yaklaşmakta olan ortanın soluna karşı yapılmıştı. Darbe hükümetinin desteklenmesi kabul edilemezdi. Bu yüzden genel sekreterlikten istifa ediyordu.

 

-          İnönü sağda kalmıştı. Artık Kemal Satır’la işbirliği yapıyordu. Fakat parti tabanı Ecevit’i destekliyordu. 5 Mayıs 1972’de yapılan 5. olağanüstü kurultayda Ecevitçi parti meclisine güvenoyu sorununda İnönü açıkça “ya ben, ya o” diye ortaya çıktı. Parti Ecevit’i tercih etti ve İnönü ertesi gün 33 yıldır sürdürdüğü genel başkanlık görevinden istifa etti. 14 Mayıs’ta Ecevit CHP genel başkanı seçildi. Kemal

 

-          Aynı yıl seçimler yapıldı (14 Ekim 1973). Bu, 12 Mart ara düzeninin sonuna işaret ediyordu. Seçimde CHP %33,3 ile 1. parti, AP %29,8 ile 2. parti oldular. Bu seçime Milli Nizam Partisi yerine kurulan Milli Selamet Partisi de katılmış ve 48 milletvekili seçtirmişti. Herkesi şaşırtan bir davranışla, en Atatürkçü bilinen parti, CHP, en sağdaki ve İslamcı bilinen MSP ile karma hükümet kurdu (26 Ocak 1974).

 

-          Ekim 1979’da yapılan ara seçimleri CHP kaybedince, Ecevit istifa etti. Yeni hükümeti Demirel oluşturdu. Bu, AP’nin bir azınlık hükümetiydi. Öbür sağ partiler dışardan destekledikleri için, 3. MC ya da “Örtülü MC” de dendi. Bu hükümetin felce uğramış ekonomiyi yeniden işler hale sokabilmek için bir istikrar programı uygulamaktan başka çaresi yoktu. Nitekim 1971-73 yıllarında Dünya Bankası’nda çalışmış olan ve o sıra başbakanlık müsteşarı ve Devlet Planlama Teşkilatı müsteşar vekili olan Turgut Özal, 24 Ocak Kararları diye tanınan istikrar paketini hazırladı. Türk Lirası dolar karşısında 47 TL’den 70 TL’ye düşürüldü. KİT fiyatları serbest bırakıldı, ekonomi ihracata yöneltildi. İstikrar paketinin başarılı olabilmesi için işçi ücretlerinin yükselmemesi de gerekiyordu ki, çok-partili demokrasi ortamında bunu yapmak zordu. Bu bakımdan 12 Eylül darbesi 24 Ocak Kararları’nın uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Nitekim 12 Eylül’ün iş başına getirdiği Bülent Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Turgut Özal oldu. Şiddet ve tedhiş olayları her zamanki yoğunluğu ile devam ediyordu. 12 Eylül darbesini yapan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, günde 20 kadar, 2 yılda toplam 5.241 kişinin tedhişe kurban gittiğinden şikâyet edecekti.

 

-          MSP’ye daha fazla dayanamadığı için ve erken seçime gitme umuduyla, Ecevit Eylül 1974’te istifa etti. Fakat seçime gitmek şartıyla yeni bir hükümet ortağı bulamadı. Demirel ise kendisine şiddetle karşı olan Demokratik Parti’nin desteğini alamadığı için sağ bir koalisyon kuramıyordu. Bu yüzden 213 gün süren bir hükümet bunalımı yaşandı. Arada hükümet eden, ancak 17 güvenoyu alabilmiş olan partilerüstü Sadi Irmak kabinesi olmuştu. Sonunda Demirel bir kutuplaşma siyaseti güderek ve Demokratik Parti’den ayrılan 9 milletvekilinin desteğini alarak karma bir hükümet kurmayı başardı. Kutuplaşma, karma hükümetin adından (Milliyetçi Cephe [MC] Hükümeti) ve 3 milletvekili olan MHP’ye 2 bakanlık verilmesinden belli oluyordu. Milliyetçi Cephe adı Vatan Cephesi’ni çağrıştırıyor ve cepheye katılmayanları şüphe altına sokma amacını sezdiriyordu. Nitekim 12 Mart döneminden sonra üniversite ve çevresinde sol ve sağ gençlik arasında şiddet olayları yeniden başlamıştı. Birçok fakülteye sağ ya da sol silahlı zorbalar egemen olup karşı düşüncede olanları buralara sokmuyorlardı. Zaman zaman kanlı olaylar çıkıyor, kimi gençler çok kez faili meçhul kalan cinayetlere kurban gidiyorlardı.

 

-          12 Eylül 1980’in erken saatlerinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in önderliğinde Türk Silahlı Kuvvetleri Cumhuriyet tarihindeki üçüncü darbesini yaptı. Bu, önceki darbeden çok daha köktenci idi. Hükümet ve TBMM dağıtıldı. Başlıca siyasal partilerin önderleri –Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş– gözaltına alındılar, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edildi.

 

-          Askeri düzenin hedefi 12 Eylül öncesinde var olan kargaşalık (buna “anarşi” deniyordu) durumuna son vermekti. Cuntanın varsayımına göre kargaşalık, 1961 Anayasası’nın sağladığı “aşırı” özgürlüklerin bir sonucuydu. Anımsanabileceği üzere 12 Mart darbesinin de gerekçesi bu olmuştu. Anlaşılan, cunta o darbeyi yeterince kökten bulmamıştı. Şimdi, hukuk sisteminin baştan aşağı elden geçirilmesi ve yeni bir anayasayla yepyeni, bambaşka bir “disiplinli demokrasi” dönemi açılmak isteniyordu.

 

-          Türkiye’de sağ onu hep iktidara getiren çok-partili dizgenin asgarileri dışında, hiçbir zaman demokrasiye fazla bir ilgi göstermemiştir. Görünüşte sağcı hükümetlere karşı yapılan 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden nefret etmiştir, fakat bunların getirdiği sağcı ve yetkeci önlemleri iyi karşılamış ve iktidar olduğunda bunlara dokunmamıştır. Örneğin, 12 Eylül’de dört buçuk yıl tutuklu kalan MHP önderi ve arkadaşları söylendiğine göre, “Biz hapisteyiz ama düşüncelerimiz iktidarda” demişlerdir.

 

-          Kasım 1982’de yeni anayasa tasarısı halk oylamasına sunuldu. Anayasa’ya verilecek olumlu oyların kendiliğinden Evren’in yedi yıllığına cumhurbaşkanı seçilmesi anlamına geleceği duyurulmuştu. Anayasa lehinde propaganda serbestti ve Evren bu propagandanın başını çekiyordu. Aleyhte propaganda ise yasaktı. Oylamaya katılmayanlar beş yıl seçme ve seçilme haklarını yitireceklerdi. Cumhurbaşkanlığı için tek bir aday vardı: Kenan Evren. Seçmenlerin %91’i olumlu oy kullandılar.

 

-          Darbe “anarşi” durumuna ve kan akıtılmasına son vermişti. Fakat bunun insansal bedeli yüksek olmuştu. Bazı rakamlar sarsıcı niteliktedir. 650.000 kişi gözaltına alınmış, 230.000 kişi yargılanmış, 517 kişi idam cezasına çarptırılmış, 49 kişi idam edilmiş, 171 kişi işkence sonucu ölmüştür. 30.000 kişi “güvenilmez” diye işten atılmış, 30.000 kişi yurtdışına kaçmıştır. Gazeteciler toplam 3.315 yıl hapse mahkûm edilmişlerdir.

 

-          12 Eylül düzeninin ideolojik boyutunu da incelemek gerekir. Daha önce 12 Mart 1971 darbesinde ordu içinde bir sağ-sol mücadelesi olduğunu, sağın ağır bastığını görmüştük. Bu sağa savrulma 70’ler boyunca devam etmiş, anlaşılan Evren ve yandaşları Amerika’nın da özendirmesiyle, komünizmin en iyi ilacının İslamiyet olduğunu düşünmüşlerdir. Böylece solun bastırılması yanında yeni resmi bir ideoloji, “Türk-İslam sentezi” yaratma çabaları baş göstermiştir. Zorunlu din eğitimi, Alevi köylerine cami yapmak, özellikle yeni kurulmakta olan üniversitelerde rektörden odacıya varıncaya kadar personeli aşırı sağcı, hatta tarikatçılardan oluşturmak gibi uygulamalar bu çabanın ürünüdür. Evren de kendisini Atatürkçülüğe çok bağlı bir insan olarak sunarken, kamunun karşısında sık sık yaptığı konuşmalarda dinsel vurgular yapmaktan geri kalmıyordu. Aynı doğrultuda üniversitelerin her sınıfında “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” okutulması buyuruldu. (Daha önce bu ders bütün yükseköğrenim süresi içinde bir kez okutulmaktaydı). Fakat ders, “özenle” seçilmiş sağcılara, yani temelde Atatürk karşıtlarına verdiriliyordu. Bütün bu ikiyüzlülükler, ünlü Atatürkçü ve Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi’yi o denli “çıldırttı” ki, başlığı Ben Atatürkçü Değilim olan bir kitap yayımladı. (Bunlar Atatürkçülükse ben Atatürkçü değilim anlamında).

 

-          Sonunda üç parti seçimlere katılabildi: Turgut Özal’ın önderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP), Necdet Calp’in Halkçı Partisi (HP) ve Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP). Bu üç önder de askeri hükümete yakın sayılabilirdi. Özal, MGK’nın Bülent Ulusu hükümetinde bakanlık yapmıştı. Necdet Calp Başbakanlık’ta yüksek memurluk yapmıştı. Sunalp ise emekli bir orgeneraldi. Evren, Sunalp’in partisini tutuyordu. Seçimden önce bir TV yayınında Evren Anavatan Partisi’ne oy verilmemesini istedi. Bu demecin etkisini ölçmek olanaksız, ama sonuçta ANAP oyların %45’ini ve TBMM sandalyelerinin yarısından biraz fazlasını aldı. HP %30,5, MDP %23 oranında oy aldılar. Fırsatları değerlendirmede çok yetenekli olan Özal, seçimlerden sonra Köşk’e vardığında Evren’i kucaklamaktan geri kalmadı. Genellikle o ve hükümeti Evren’le geçinmekte fazla zorlanmadılar. İleri derecede samimi davranış ve konuşma tarzı, İslamcılığa eğilimi (1977’de MSP’nin İzmir milletvekili adayıydı, kardeşi Korkut Özal da o partinin önderleri arasındaydı), kültüre ilgisizliği, yolsuzluklar karşısında gevşekliği, usullere uymaya yatkın olmayışı (başbakanken Bakanlar Kurulu’nu nadiren topluyordu) kimi çevrelerde rahatsızlık uyandırsa da, ideolojik olarak Evren’le aynı dalga boyunda bulunuyordu.

-          Yeni terör eylemleri PKK’dan (Kürdistan İşçi Partisi) kaynaklanıyordu. PKK, feodal, aşiret yapılı bir ortamda Ankara’da Abdullah Öcalan önderliğinde küçük bir örgüt olarak ortaya çıktı, sonra güneydoğuda kimi Kürt aşiretlerini ve başka sol örgütleri yıldırma işine girişti. Bu yolda kimi cinayetler işledikten sonra, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’de ordu ve polis binalarına saldırdılar. Devlete bir saldırı söz konusuydu, fakat anlaşılan Özal hükümeti işi çok ciddiye almamak eğilimindeydi. Özal’ın kendisi tatildeydi ve bu yüzden tatiline ara vermek gereksinimi duymadı. Gerçekten bu durum 1999’a değin sürdü ve 30.000 kişinin ölümüne yol açtı.

-          25 Mart 1984’te yapılan yerel seçimlerde ANAP oy yüzdesini korudu. Fakat Halkçı Parti ancak %8, Milliyetçi Demokrasi Partisi de %6,5 oranında oy alabildi. Öte yandan iki “yeni” parti, Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ve Doğru Yol Partisi’nden (DYP) birincisi %22, ikincisi %13 oranında oy aldılar. SODEP önderi Erdal İnönü idi. Uygar, ılımlı bir fizik profesörü ve ünlü İsmet İnönü’nün oğluydu. Böyle bir önder olunca seçmenler SODEP’i CHP ile özdeşleştirmekte zorluk çekmediler. Eski AP’liler ise ANAP ile DYP arasında seçim yapmakta zorlanıyorlardı.

-          25 Mart 1984’te yapılan yerel seçimlerde ANAP oy yüzdesini korudu. Fakat Halkçı Parti ancak %8, Milliyetçi Demokrasi Partisi de %6,5 oranında oy alabildi. Öte yandan iki “yeni” parti, Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ve Doğru Yol Partisi’nden (DYP) birincisi %22, ikincisi %13 oranında oy aldılar. SODEP önderi Erdal İnönü idi. Uygar, ılımlı bir fizik profesörü ve ünlü İsmet İnönü’nün oğluydu. Böyle bir önder olunca seçmenler SODEP’i CHP ile özdeşleştirmekte zorluk çekmediler. Eski AP’liler ise ANAP ile DYP arasında seçim yapmakta zorlanıyorlardı. SODEP ile Halkçı Parti doğru olanı yaptılar ve 3 Kasım 1985’te birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi (SHP) oluşturdular. Erdal İnönü genel başkan oldu. Bu arada (14 Kasım 1985) Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit’in genel başkanı olduğu Demokratik Sol Parti (DSP) kuruldu. Demirel gibi Bülent Ecevit de yasaklı olduğundan eşi genel başkan olmuştu.

 

-          Siyasal yasakların kalkması için baskı artıyordu. SHP bu yönde bir anayasa değişikliği için girişimde bulundu. Özal bu baskıya boyun eğmek zorunda kaldı. Fakat siyasal yasakların kalkması konusunun halk oylamasına sunulmasını istedi. Oysa konu bir insan hakları konusuydu, halk oylamasına sunulmadan çözülmesi gerekirdi. Özal, Evren gibi, yasakların kaldırılmasını “anarşi özlemciliği” diye niteliyor ve açıkça buna karşı çıkıyordu. Halk oylamasında da ANAP bu yönde kampanya yürüttü. Ne var ki 6 Eylül 1987 günü yapılan halk oylaması kıl payı ile (%50,16) yasakları kaldırdı. Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan, yandaşlarının kurmuş olduğu yeni partilerinin başına geçmek üzere siyasete döndüler. Bunun üzerine Özal iki hamle yaptı. Erken seçim kararı aldırdı (bir yıl önceden) ve seçim yasasını kendine göre değiştirdi. 29 Kasım 1987’de yapılan seçimlerde ANAP %36, SHP %25, DYP %19 oranında oy aldılar. Özal hızını alamayıp TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırdı ve yerel seçimleri beş ay önceye almak için anayasa değişikliği yapma girişiminde bulundu. Gereken çoğunluğu elde edemeyince halk oylaması zorunluluğu doğdu. Özal kendini “vazgeçilmez” görüyor olmalıydı ki, halk oylaması olumsuz çıkarsa başbakanlıktan ve siyasetten çekileceği tehdidini savurdu. Böylece halk oylaması Özal ve ANAP için bir güven oylamasına dönüştü. Fakat %65 oranında olumsuz oya karşın istifa etmedi (25 Eylül 1988). ANAP’ın düşüşü hızlanmaktaydı. Yerel seçimler (26 Mart 1989) Özal’ın korkularını doğruladı. ANAP %22 oranında oyla üçüncü çıktı. SHP %28, DSP %26 oranında oy aldılar.

 

-          Cumhurbaşkanlığının da karşı-devrimcilerin eline geçmesi, Atatürk devrimiyle kurulmuş bir devlette tehlikeli bir dengesizlik yaratıyordu. Birçokları MSP’nin milletvekili adayı olacak derecede şeriatçı birisinin Atatürk’ün makamına oturmasını içlerine sindiremiyorlardı. Bir ara SHP içinde TBMM’den topluca istifa etmek (“sine-i millete dönmek”) düşüncesi dolaştı. İnönü buna da karşı çıktı ve bu durumda da nasıl olsa Özal’ın seçileceğini söyledi. Oysa seçilirdi ama, meşruiyeti adamakıllı sarsılmış olarak. Anlaşılan İnönü siyasal ortamı fazla germemek yanlısıydı. Sonuçta muhalefet seçimleri boykot etmekle yetindi. Özal 31 Ekim 1989 günü 8. cumhurbaşkanı seçildi.

 

-          2 Ağustos 1990’da Irak kuvvetleri Kuveyt’i işgal etti ve sınır komşusu olarak Türkiye de bundan çok etkilendi. Belki öteden beri yayılmacılık düşleri kurmuş olan (buna Yeni Osmanlıcılık deniyordu) Özal, heyecanla işe sarıldı. Rivayete göre, bir talih oyuncusu gibi “bir koyup, üç alacağız” demişti. Ortadoğu haritasının bu süreçte yeniden çizileceğini düşünüyor ve Türkiye’nin bu konuda rol sahibi olmasını istiyordu. Musul ve oradaki petrolde gözü olduğu söyleniyordu. Bu, Atatürkçülüğün dış siyasette çok ihtiyatlı ve bütün komşularıyla iyi ilişkiler içinde olma yönündeki köklü geleneğinden tümüyle kopmak anlamına geliyordu.

 

-          Hükümet kurmaya gelince, DYP ortak olarak SHP’yi seçti. Bu, çok çarpıcı bir olaydı, çünkü 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetleriyle ideolojik kutuplaşmanın başını çekmiş olan Demirel şimdi ortak olarak ona ideolojik anlamda yakın olan ANAP’ı değil de sol sayılan SHP’yi seçiyordu. Tabii SHP ideolojik olarak DYP’ye uzaktı ama CHP’nin ardılı olarak (DYP de AP’nin ardılıydı) 12 Eylül’ün sillesini birlikte yemiş olmak gibi bir ortaklıkları vardı. Bu iki partinin karma hükümeti, Türkiye’de sağ ile solun “barışması” olarak selamlandı.

 

-          Karma hükümetin programı büyük umutlar doğurdu. Yeni bir anayasa hazırlanacak ve demokratikleşmeyi sağlamak için 12 Eylül mevzuatı gözden geçirilecekti. Bu arada işkencenin önlenmesi, işçi ve sendika haklarının genişletilmesi, daha bağımsız yargı, YÖK’ün kaldırılarak üniversitelerin yeniden yönetsel özerkliğe kavuşturulmaları öngörülüyordu. Ne yazık ki bu güzel tasarılar uygulamaya geçirilmediği için sonuç düş kırıklığı oldu.

 

-          Karma hükümetin programı büyük umutlar doğurdu. Yeni bir anayasa hazırlanacak ve demokratikleşmeyi sağlamak için 12 Eylül mevzuatı gözden geçirilecekti. Bu arada işkencenin önlenmesi, işçi ve sendika haklarının genişletilmesi, daha bağımsız yargı, YÖK’ün kaldırılarak üniversitelerin yeniden yönetsel özerkliğe kavuşturulmaları öngörülüyordu. Ne yazık ki bu güzel tasarılar uygulamaya geçirilmediği için sonuç düş kırıklığı oldu. Yeni bir anayasa yerine, yalnızca radyo ve televizyonda devlet tekeline son veren bir anayasa değişikliği yapıldı. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda değişiklik ve 12 Eylül’ün kapattığı partileri yeniden açma (19 Haziran 1992) gibi kimi düzenlemeler yapıldı. CHP yeniden kuruldu ve 9 Eylül 1992’de SHP’den ayrılmış olan Deniz Baykal genel başkan oldu. Özal, Demirel hükümetine çeşitli zorluklar çıkardığı için cumhurbaşkanını aradan çıkarmak üzere “by-pass” diye adlandırılan kimi yasalar yapıldı. 17 Nisan 1993 günü Özal geçirdiği kalp kirizi sonucunda öldü. 16 Mayıs’ta yerine Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçildi.

 

-          Çiller genel başkan seçildi ve başbakan oldu. SHP ile karma hükümet yeniden oluşturuldu. Çiller hükümeti güvenoyu almak üzereyken Sivas olayı patlak verdi. 2 Temmuz 1993 günü 4. Pir Sultan Abdal Etkinlikleri için Sivas’ta bulunan kimi aydın ve sanatçılardan 35’i Madımak Oteli’nde azgın bir İslamcı kalabalık tarafından yakıldı. İşin daha da acısı, olay apansız değil, kentte bütün gün süren bir kargaşalığın ve dört saatlik bir kuşatmanın sonunda, ayrıca polis, jandarma ve ordu birliklerinin gözleri önünde cereyan etti. Olay sırasında Demirel, “Devlet güçleriyle halk karşı karşıya getirilmemelidir” dedi. Olaydan sonra Çiller olayı önemsiz göstermeye çalışıyor ve “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir” diyordu. İnanılması zor, fakat burada geçen “halk” ve “vatandaşlar” sözcükleri cinayetin sorumlusu olan güruhlar için kullanılmaktaydı. Güvenlik güçlerinin etkisizliği belki bu tutumla açıklanabilir. Birçokları şenlikte Aziz Nesin’in bulunuşunu tahrik olarak nitelendirdiler, çünkü bir süre önce Nesin, Salman Rüşdi’ye yakınlık gösteren davranışlarda bulunmuştu. Fakat bu bir özür olamaz, yalnızca bir açıklama olabilir. Türkiye’de başbakanlığa ilk kez bir kadının gelmiş olmasına sevinmiş birçok insan böylece büyük bir düş kırıklığına uğradılar. Sivas olayının 31 Mart ve Menemen olayları türünden ve aynı önemde bir gericilik olayı olduğuna kuşku yoktur.

-          27 Mart 1994’te yerel seçimler yapıldı. DYP %21,4, ANAP %21 oranında oy aldı. Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi %19 ile üçüncü oldu ve Ankara (Melih Gökçek) ve İstanbul (Recep Tayyip Erdoğan) belediye başkanlıklarını SHP’den aldı.

-          Baykal’ın koşullarından biri erken seçimdi. Böylece 24 Aralık 1995’te genel seçimler yapıldı. Oyların %21’ini alan Refah Partisi, 1. parti oldu. ANAP %20, DYP %19, DSP %15, CHP %11’le ancak 5. oldu.

-          Refahyol hükümetinin, bakanlıklar, belediyeler, kamu iktisadi teşekkülleri, okullar, polis gibi kamu kuruluşlarına İslamcıları yerleştirme işine hız vermiş olmasıydı. Bu, uzun süredir devam etmekteydi. Yerleştirilen kişiler genellikle imam-hatip okulları mezunlarıydı.

-          Abdullah Çatlı, Türkiye İşçi Partili yedi öğrencinin öldürülmesi, Milliyet’in başyazarı Abdi İpekçi’yi öldürmekten ve Papa’yı yaralamaktan mahkûm Mehmet Ali Ağca’nın hapishaneden kaçırılması, uyuşturucu kaçakçılığı suçlarından Türk polisi ve Interpol tarafından aranmaktaydı.

-          Bu arada dilimize, yolsuzluklara ve çetelere alet edilen devleti anlatmak için “derin devlet” deyimi kazandırıldı.

-          28 Şubat 1997 günü ordu müdahale etti, fakat bu müdahale 1960, 1971, 1980 müdahalelerine göre çok daha yumuşaktı. Hatta kimi çevrelerde biraz mizahi olarak, “post-modern darbe” diye adlandırıldı.

 

-          En önemli talepler arasında, tarikatlarca işletilen okul, yurt, vakıflara son verilmesi; imam-hatip okulları sayısının imam gereksinimini karşılayacak bir düzeye indirilmesi; köktendincilerin kamu kuruluşlarında, adalet örgütünde, okul ve üniversitelerde kadrolaşmalarına son verilmesi; İran’dan kaynaklanan yıkıcı etkinliklerin son bulması için önlem alınması; zorunlu ilköğretimin beş yıldan sekiz yıla çıkarılması yer alıyordu. Kurulun bildirisinde, laiklik yönündeki bu ilkelere aykırı davranışların yeni gerilim ve yaptırımlar getireceği belirtiliyordu. Hukuken, söz konusu önlemler ancak hükümete tavsiye niteliğindeydi, fakat hükümet bunlara uymak zorunluluğunu duymaktaydı. Ordu, hükümetin çekilmesini de istiyordu, fakat bunun doğrudan değil, psikolojik baskıyla gerçekleşmesi isteniyordu.

 

-          16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi ikiye karşı dokuz oyla RP’yi laiklik karşıtı etkinliklerden dolayı kapattı.

 

-          Erbakan’ın adamları yeni partilerini hazır etmişlerdi: Fazilet Partisi adındaki yeni partinin başına Erbakan’ın İstanbul Teknik Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı Recai Kutan geçiyordu. Bu parti de 22 Haziran 2001’de Anayasa Mahkemesi’nce kapatılacaktı. Yerine 20 Temmuz’da Recai Kutan’ın önderliğinde Saadet Partisi kuruldu. Fakat bu sefer Erbakan’ın kimi yandaşları, “Biz değiştik” şiarı altında Adalet ve Kalkınma Partisi adında farklı bir parti kurdular (14 Ağustos 2001). Yeni partinin önderi Recep Tayyip Erdoğan’dı. İddialarına göre, “milli görüş”ten vazgeçmişler, muhafazakâr bir parti olmuşlardı.

 

-          PKK’ya karşı kazanılan zafer sayesinde DSP, yani Ecevit, 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde %22 oy oranıyla birinci parti oldu. %10 barajı yüzünden CHP, oyların ancak %9’unu aldığı için meclisin dışında kaldı. Ecevit, Devlet Bahçeli’nin MHP’si ve Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı ile birlikte hükümeti kurdu.

 

-          yılına dek sürecek olan yeni hükümette önemli bir öğe Sadettin Tantan oldu. Emniyet müdürü olarak geçmişte isim yapmış olan Tantan, ANAP’ın içişleri bakanı olarak 2000 yılında yolsuzluklara karşı bir savaşım başlattı. Balina, Kasırga, Bufalo, Matador gibi renkli isimleri olan bu harekâtlar birçok yolsuzluk örgütünü ortaya çıkardı, adalete teslim etti. Yolsuzlukların kimileri siyasileri de yakından ilgilendiriyordu.

 

-          TBMM’de ant içme törenine o kıyafetle geldi. Onun üzerine DSP milletvekilleri görülmemiş ve tabii iç tüzükte yeri olmayan bir şey yaptılar. Tempoyla el çırparak dışarı çıkmasını istediler. Bu gösteri bir süre devam ettikten sonra başkan oturuma ara verdi. Oturum yeniden açıldığında Kavakçı’nın gelmediği görüldü. Daha sonra Kavakçı’nın ikinci bir uyrukluğu bulunduğu, bunun da bir Müslüman ülke olmayıp, ilginç bir biçimde ABD olduğu ortaya çıktı. Kavakçı ikinci uyrukluğunu Türk makamlarından izinsiz aldığı için Türk uyrukluğundan çıkarıldı. İşlemin iptali için idari yargıya yaptığı başvuru reddedildi.

 

-          2000 yılının Mayıs ayında Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığının yedi yılı doluyordu. Mecliste hiçbir partinin çoğunluğu olmadığına göre, yeni cumhurbaşkanının partilerin üzerinde uzlaşabileceği birisi olması gerekiyordu. Adalet Partisi’nin başına genel başkan seçildiği 1964’ten beri Demirel, iktidarda olmasa da her zaman siyasetin en ön safında yer almıştı. Anayasa’yı değiştirip ona bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yaptırma düşüncesi dolaşmaya başladı.

 

-          2000 yılının Mayıs ayında Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığının yedi yılı doluyordu. Mecliste hiçbir partinin çoğunluğu olmadığına göre, yeni cumhurbaşkanının partilerin üzerinde uzlaşabileceği birisi olması gerekiyordu. Adalet Partisi’nin başına genel başkan seçildiği 1964’ten beri Demirel, iktidarda olmasa da her zaman siyasetin en ön safında yer almıştı. Anayasa’yı değiştirip ona bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yaptırma düşüncesi dolaşmaya başladı. Ve ilginçtir ki bu düşünceyi somutlaştıran, uzun zaman onunla amansız bir yarışma içinde bulunmuş olan Ecevit’ti. Fakat öneri mecliste reddedildi. Anlaşılan, birçok milletvekili artık Demirel’i başta görmek istemiyordu. Bunun üzerine hükümet daha az tartışma çıkaracak bir aday ortaya çıkardı: Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer. Sezer sessiz, alçakgönüllü, ciddi bir insan görünümündeydi. 5 Mayıs 2000’de TBMM onu seçti. Fakat Sezer’in kolay “idare” edilebilecek bir insan olduğunu sananlar yanıldılar. Sezer ilkeli ve kararlı bir cumhurbaşkanı çıktı.

 

-          başta Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, bir kısım Erbakancılar yollarını ayırarak ve “değiştik” diyerek 14 Ağustos’ta Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdular. Bugün AKP Anayasa’yı dahi değiştirecek bir güçle iktidarda olduğuna göre değişip değişmedikleri, ne ölçüde değiştikleri görülecektir.

 

-          Seçimler tam bir deprem oldu. Yalnızca iki parti AKP ve CHP %10’luk barajı aşarak meclise girebildi. Birincisi oyların %34’ünü ve hemen hemen koltukların 2/3’sini, dolayısıyla biraz çabayla tek başına Anayasa’yı değiştirebilecek bir konum elde etti. İkincisi %19’la hesapça “Atatürkçü” oyları aldı. DSP, payına düşen %1’le silinmişti. DYP % 9,5, ANAP %5, MHP %8 oranında oy aldılar. Çiller ve Yılmaz genel başkanlıktan istifa ettiler. Bahçeli ise sonraki parti kongresinde aday olmayacağını açıkladı ama yeniden seçildi.

 

-          Sözü edilen “deprem” nasıl açıklanabilir? Kuşku yok ki iktisadi bunalıma ve onun yol açmış olduğu sefalete bir tepkiydi. Görünüşe göre birçok insan bu durumdan geçmişteki büyük partilerin “IMF siyasetleri”ni sorumlu tutuyordu. Büyük partilerden hiçbirisi programlarında bu siyasetlere karşı çıkmadı. Fakat bazıları seçim kampanyasındaki konuşmalarında bu siyasetleri eleştirdiler. Bu özellikle Cem Uzan’ın Genç Parti’si için doğrudur. Genç Parti kısa bir süre önce kurulmuş, fakat etkin bir IMF karşıtı kampanya ve Uzanların sahip oldukları gazete ve televizyon kanalları sayesinde %7 oranında oy alabilmiştir. Araştırılırsa, sanırım AKP’nin IMF karşıtı tavırlar koyduğu, ya da birçok seçmenin bir şekilde AKP’yi IMF karşıtı tutumla ilişkilendirdiği ortaya çıkabilir. Öte yandan, çok kesin bir IMF karşıtı tutum içinde bulunanlar dahil, sosyalist partilerin yine marjinal oylar aldıkları görülüyor. Bir yandan seçmenin IMF karşıtlığı, bir yandan da aynı seçmenlerin gerçekten IMF karşıtı olan partilere oy vermekteki isteksizliği, Türkiye’de çok-partili siyasetin açmazlarından biri sayılabilir.

 

-          Türkiye’de ana siyasal mücadele ekseni böylece şeriatçılık-Atatürkçülük olarak ortaya çıkmaktadır. Emperyalizm ve ikinci cumhuriyetçilik şeriatçı cephenin yanında yer almaktadır.

 

-          Kısmi karşı-devrimin iki büyük adımı 1951’de halkevleri ve halkodalarının, 1954’te köy enstitülerinin kapatılmasıdır. Bunun yanında imam-hatip okullarının açılması ve bunların meslek okulu olmasının çok ötesinde, Cumhuriyet’in ortaokul ve liselerine koşut, almaşık bir dizge olarak ortaya çıkmalarıdır. Yine kısmi karşı-devrimin bir sonucu olarak öğretmenliğin ikinci sınıf bir meslek haline düşürüldüğünü, zorunlu ilköğretimin yıllarca beş yıl olarak tutulduğunu görüyoruz.

 

-          Şimdi de kısmi karşı-devrim modelinin ana özelliklerine bakalım: Bütünsel kalkınma yerine maddi kalkınma modeli benimsenmiştir. Yani, yol-baraj-fabrika-telefon-bilgisayar, petrol zengini kimi Arap ülkelerinde olduğu gibi, önceliklidir, eğitim-bilim-kültür-sanat ikinci düzleme itilmiştir. Nitekim kısmi karşı-devrimin tipik devlet adamları mühendistir. Bugün Türkiye iktisadi bakımdan hayli gelişmiş, toplumsal ve kültürel bakımdan hayli geri olma dengesizliğini göstermektedir. Sekiz yıllık zorunlu ilköğretim ancak ordunun zoruyla 28 Şubat 1997’de gelebilmiştir.

 

-          Türkiye mafya, çeteler, faili meçhul cinayetler ülkesi olmak durumuna düşürülmüştür.

 

-          Görünüşte Türkiye’nin AB’ye tam üye olması iki taraf için de çok yararlı olacaktır. Türkiye’nin bir kez stratejik önemi vardır. Boğazlar Türkiye’dedir ve ülke Orta Asya’ya, Kafkaslar’a, Ortadoğu’ya bir geçit durumundadır. İktisadi bakımdan büyük bir pazardır, madenleri çoktur ve geniş bir yatırım alanıdır. Türkiye’nin güçlü ordusu yararlı bir öğe olarak değerlendirilmektedir.

 

-          Türkiye içinse AB üyeliği, iktisadi sorunlara çözüm, toplumsal, kültürel, eğitsel gelişme için bir olanak, demokrasisinin doğru dürüst işlemesi için bir garanti olarak görülmektedir. Özellikle Özal’ın 1987’de tam üyelik başvurusundan beri Türkiye’nin bir tutkusu olmuş, her derde deva bir çare diye değerlendirilmiştir.

 

-          Atatürk devriminin niteliği 1980’den sonra ortaya çıktı. Bilinçli hale gelen Atatürkçülük böylece Atatürk devrimine aykırılıkları tanımakta zorluk çekmedi. 1950’den sonrasının kısmi karşı-devrim dönemi olduğu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin açık seçik iki döneme ayrıldığı anlaşıldı. Birincisi 1919’dan 1950’ye değin uzanan Atatürk devrimi dönemi, ikincisi 1950’den bu yana gelen kısmi karşı-devrim dönemidir.

 

-          Kısmi karşı devrimi fazla hissetmedik, çünkü devrimin birçok kazanımına dokunulamamıştır. Aynı zamanda süreç tören Atatürkçülüğü ile maskelenmiş, gizlenmiştir.

 

-          Kısmi-karşıdevrim partilerinin önemli bir özelliği de hızlı kalkınma uğrunda, seçmenin oyunu alabilmek umuduyla hesapsız kitapsız harcama yapmaları, rastgele borçlanmalarıdır. Sonuç mali iflas olmakta, IMF kapıya dayanmaktadır. 1960, 1971, 1980 askeri darbelerinde mali iflasın önemli payı olduğu söylenebilir. Öte yandan, uluorta borçlanmalar, Türkiye’nin bugün Osmanlı gibi borca batmış duruma düşmesine neden olmuştur. Bu da yurdumuzu yarı bağımlı duruma getirmiştir. Yarı bağımlılığımız bir ölçüde de, hükümetlerimizin ne pahasına olursa olsun, Avrupa Birliği’ne girme tutkusundan kaynaklanmaktadır.

 

-          Karşı-devrim döneminin birikimleri yüzünden Türkiye bugün çok ciddi tehlikelerle karşı karşıyadır. Hayallere kapılmayanlar bunu görüyorlar. Kanımca kurtuluşumuz, Atatürkçü yola dönerek gerçekleşecektir. Atatürk bizi Sevr’in ölümünden kurtarmış, 1919 ile 1950 arasında görkemli bir ilerleme sağlamamıza olanak tanımıştır. Şimdi Atatürk yok, ama 90’lı yıllarda doğup gelişen Atatürkçülük ideolojisi ve akımı var. Bu çok değerli bir kazançtır.