24 Ekim 2020 Cumartesi

Karışık Düşünceler - Deyişler

 Şöyle yada böyle kendinden utanıyorsan bizden değilsin henüz.

 

Öldürmek, öldürebilmek. Birilerini öldürebilirsin veya onlar seni öldürebilir. Eski çağlarda böyleydi, birisi gelip size çatabilirdi rahatlıkla, ama siz de onlara rahatlıkla günü gösterebilirdiniz.

 

Bir erkeğin yalnızlığı meyve verir.

 

İnsanın kendisini sevmesi için önce kendinden nefret ermesi gerekmez mi?

 

Başkasına korku verebilmek için önce kendine dehşet verebilmelisin.

 

Doğada azizler yoktur, kahvaltı ve akşam yemeği vardır.

 

İyi olmaya çalışmak, aziz olmaya çalışmaktır.

 

Güçlü olan, yanındakileri iter, kendi gücüne ortak istemez. Güçsüz olan, güçlünün yanına gidip onunla birleşmek ister.

 

İnsanlardan korkmamanın sırrı, onlara zarar verebileceğini bilmekten geçer. Ben bunu yerim dediğin insanlarla konuşmalarına bak. Bunu herkes yapar. Her insan değil, her canlı yapar. Güçlü bir aslan, yemeğini almaya gelirse, son enerjini harcayıp yakaladığın avı ona bırakır kaçarsın; ama bir sırtlan gelirse, onu parçalarsın. Değil mi küçük leopar?

 

İnsan yalnızken istediği veya istemediği her şeyi yapabilir. Canı hiçbir şey yapmak istemezse de oturup hiçbir şey yapar.

 

Hiçbir şey yapmak istemeyen birisi, oturup hiçbir şey yapmak istememek hakkında düşünebilir.

 

Yalnızlığına dön kardeşim.

 

Karşısındakini iten adam güçlüdür. Yardım elini uzatanı reddetmek, güçlü olana hastır. O eli ister tutar, ister tutmaz, kendisi bilir. Tutunacak bir el arayan kişi ise güçsüzdür.

 

…sahneye yanlış zamanda çıkan yaşlılık…

 

Beni izle, kendini izle

Kapılıp biçemimin, sözlerimin çekimine

Ardımdan gelir misin? İzler misin beni?

Kendi kendini inançla izle

Böylece usul usul izlemiş olursun beni.

 

Yukarıya

En iyi nasıl çıkarım doruğa?

Yukarı tırman yalnızca

Ulaşmayı hiç düşünme!

 

Erkek ile kadın

Gönlünün çektiğini söke söke al

Böyle düşünür adam

Kadın söke söke almaz, çalar.

 

Yağmala beni kadın, yüreğinin istediği kadar

Diye düşünür erkek

Kadın yağmalamaz oysa, çalar.

 

Kendine dehşet vermeyen, kimseyi korkutamaz

 

Tanrı bizi sever, çünkü o yarattı bizi.

Bunun üzerine ‘’ama tanrıyı insan yarattı’’ der incelmiş kişi.

‘’kendi tasarladığını sevmesi gerekmez mi’’

Tanrıyı kendisi yarattı diye şimdi onu yadsıması mı gerek

Bu çıkarım aksıyor, bunda şeytanın parmağı var.

 

Bütün bu tür acıma duyguları, yardım çağrıları gizliden gizliye baştan çıkarır. Çünkü ‘’kendi yolumuz’’ çok zordur, çok şey bekler bizden, ötekilerin sevgisinden, şükranından çok çok uzaktır. Kendi yolumuzdan, kendi vicdanımızdan kaçmağa, ötekilerin vicdanına, ‘’acıma dininin’’ sevgili tapınağına konmağa, hiç de isteksiz değilizdir.

  Bir yerde bir savaş çıkar çıkmaz, kesinlikle en soylu insanlar arasında elbette gizli tutulan bir sevinç baş gösterir. Kendilerinden geçerek yeni ölüm tehlikesine atılırlar. Çünkü bu onlara kendilerini anayurt uğruna kurban etmek için -kendi amaçlarından kaçmak için- çoktandır verilmesini istedikleri bir iznin çıkması gibi görünür. Savaş onlara, intihar için dolambaçlı bir yol sunar, iyi vicdanlı bir yol ama. Bazı konular üzerinde susmalıyım ama kendi ahlaklılığım konusunda susmak istemiyorum, o bana şöyle der: Bir köşeye çekilip öyle yaşa, böylece kendin için yaşayabilirsin. Çağının en önemli saydığı şeyleri bilmeden yaşa. Seninle bu gün arasından en azından üç yüzyılın derisi var. Bugünün yaygarası; savaş, devrim gürültüleri senin için bir mırıltı olmalı. Yardım etmeği de isteyeceksin ama yalnızca seninle aynı acıyı, aynı umudu paylaştıkları için anladıklarına -arkadaşlarına-, bu yardım etme kendine yardım edecek biçimde olacak. Onları daha yürekli, daha yılmaz, daha yalın, daha sevinçli kılmak isterim. Bugün pek azının anladığı, en az da acıma vaizlerinin anladığı şeyi öğretmek isterim: Acıyı değil, sevinci paylaşmayı.

 

Kendine Ait Bir Dünya

   Kendine ait bir dünya kurduğun zaman, dünyanın seni yenmesini engellersin sonsuza kadar. Çünkü dünya seni kurgulayamaz, sen dünyanı kurgulamış olursun. Dünya üzerindeki hiç kimse, hiçbir kadın, hiçbir erkek seni üzemez. Ortada artık, ‘’dünya ve sen’’ değil, ‘’dünya ve senin dünyan’’ vardır. Bu noktada hiçbir dış etkenin senin üzerinde olumsuz bir etki bırakması olanaksız hale gelir. Bunu söylüyoruz ancak bunu yaparken amacımız kesinlikle diğer insanların üzerimizde bıraktığı kötü etkileri savuşturmak değil, bunları zaten hiçbir zaman kafamıza takmayız biz. Ancak bir dünyamız olması gerektiğini biliyoruz, bunu nasıl kuracağımızı da biliyoruz. Bunun gerekliliğini de her geçen gün görüyorum. İnsan kendisini kurgulamalı, diğer insanlar veya dünya tarafından kurgulanmamalı. Sen kendini nasıl istiyorsan öyle yapmalısın. Bu yapıyı kurarken de diğer insanları denklemin içine sokmadan yapmalısın. Yani senin kurduğun dünya, içerisinde sadece senin olduğun bir durumda çalışmalı. Sen varsan var ve sen yoksan yok. Bir başkası bu dünya girebilir çıkabilir, bu tamamen kendisinin tercihidir.

 

Arkadan hafif rüzgar eserken elindeki kola kutusunu bataklığın kenarına koydu ve bataklığı seyretmeye başladı, bunu yaparken hiç olmadığı kadar mutluydu. Her anının, bu anı gibi olmasını yüreğinden geçirdi ve o anda neden mutlu olduğunu düşündü. Sonra mutlu kelimesinin, ‘’o an’’ için çok ucuz kaçtığını düşündü, bu başka bir haldi. Bu hali tanımlamak için çabalıyordu kendi kendine ama başaramıyordu. Kayıtsızlık diyecekmiş gibi oldu ama, bununla da bir alakası yoktu, hayatının çoğu anını kayıtsız bir şekilde geçirmişti zaten, ancak az önceki hissi alamıyordu. Neydi bu his gerçekten? İnsanın kendi dünyasını kurmasıydı o. Ev sahibi olma hissiydi belki de. Bu dünyaya bakıp kendi hareketlerinden, düşüncelerinden utanmamak ve hatta emin olmaktı bu. Emin olmak derken bir narsizm değil bir delinin eminliğiydi onunkisi, erasmusvari bir delilikten söz ediyordu. Ne olursa olsun, başkasının aklıyla zeki olacağına kendi aklıyla deli olmanın onu mutlu ettiğini kişisel tecrübelerinden biliyordu. Bir kola şişesini çöpe değil de bataklığın kenarına bırakmak ve arkasından bataklığı seyretmenin bir insana böyle bir hissi yaşatabileceğini hiç düşünemezdi. Ancak bu hissi yaratanın bataklık ve kola şişesi olmadığını kısa sürede çözdü. Bu his sadece kendisi olmanın verdiği mutluluktu, özne olmaktı bu. Ancak özne kelimesinin bile tam olarak karşılamadığını düşünüyordu. Hayatı boyunca tüm tanımlamalara kafasını takardı, arkadaşlarıyla bu konuda tartışır ve onları bıktırırdı. Dünyadaki her şeyin aptalca olduğuna o kadar emindi ki aksi yöndeki hiçbir söz onu inandığı şeyden geri çeviremezdi. İnandığı şey olarak tanımlamıyordu o, bildiği gördüğü yaşadığı şey olarak tanımlamayı tercih ediyordu. Tercih etmenin değerini 20li yaşlarının başında öğrenmişti. Öğrendiği her şeyi unutuyor ve işine yarmayacağı zamanlarda hatırlıyordu. Bu, onu ilk başlarda kızdırsa da onları tekrardan hatırlamanın da güzel olduğunu fark etti ve bir daha bu duruma kızmadı, sadece küçük bir burukluk yaşadı. Böyle durumlarda köpeği evden kaçmış ama sonra geri dönmüş gibi hissediyordu. Buna üzülmeli miydi yoksa sevinmeli mi, üzülmemesi gerektiğini fark etti en azından bundan emindi.

 

Bir aramada ne yapacağını hiç bilemezdi. Söyleyebilecek hiçbir şeyi olmazdı genelde, söyleyecek bir şeyleri varsa söylerdi ve sonrasında yine söyleyecek bir şeye sahip olmazdı. Aslında boş konuşmaya istekli olduğu zaman bunu başarıyordu ama yine de o isteği kendisi seçemiyordu. Hep aynı konuşmaları yapmaktan sıkılıyordu. Hayat gerçekten sıkıcıydı, bir de üstüne insanlar gelince her şey iki kat sıkıcılaşıyordu. Bir zamanlar yalnız olma mücadelesi veriyordu, ancak ismi yanlış anlaşıldığı için hemen açıklama yapardı, ‘’yanlızlıkla mücadele etmek değildi onunkisi, yalnız olmak için mücadele etmekti’’. Bunu başardı mı, bir süreliğine evet, daha sonra ise bir sürü insan onun yanında olmak istedi. Bu çok garip geliyordu ona, insanları istediği zaman, insanlar ondan sonsuz bir hızla kaçıyordu ancak insanlardan uzaklaştığı zaman ise insanlar onun peşini bırakmıyordu. Hayatın bir simyacının işi olduğunu anlamıştı böylece.

 

İnsan, kendi dünyasında olduğunda başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz. Kendi dünyasını öyle bir kurgulamalıdır ki, o dünyanın hareket etmesi için sadece ama sadece kişinin kendisine ihtiyacı vardır. Her an ne yapacağını planlayabilirdi, daha sonra bu plana uyabilirdi veya uymayabilirdi de, hatta hiçbir plan yapmamasında da bir sakınca yoktu. Bu, onun dünyasıydı ve ne isterse o olurdu. İşte bu dünyadan taviz verdikçe hayatı git gide daha sıkıcı bir hale geliyordu, sinirleniyordu hatta bazen. Kendisi asla sinirlenmezdi, ama sadece kendi dünyasında iken. Başka dünyalar onu kızdırırdı, kendi dünyasına zorla girmeye çalışanlar onu kızdırırdı. Bundan nefret ederdi hatta. Kendi dünyası için yaşayan bir insan olmak için çok uzun süre mücadele etti. Daha sonra hiç gerçek anlamla konuşmadığı abisiyle konuştu ve abisinin de kendisi gibi bir insan olduğunu keşfetti. İki farklı insan, iki farklı iç dünyasıyla birbirleriyle hiç konuşmadan aynı sonuçlara çıkan hareketler yapıyordu. Bu harikaydı, abisini tanıdıktan sonra ona olan sevgisi farklı bir boyuta geçti. Ve abisi bir gün işinden istifa etti. Onur için, nesne değil özne olmak için, kendi dünyasını kurgulayabilmek için… 

10 Ekim 2020 Cumartesi

Bir Haldun Taner’lik Denemesi

Bir Haldun Taner’lik Denemesi

 

Gece saat 2 civarı, meyhane sonrasında koltukta uzanmış öylece dururken aklıma gelen birkaç düşünce ve gezindiğim sitelerden Haldun Taner hakkında okurken birden aklıma bir yazar arkadaşımın, ağabeyimin, bana Haldun Taner’i önerdiğini hatırladım. Ve Haldun Taner hakkında bir şeyler okumaya başladım. Okuduklarımdan ilgimi çeken şey, her gün 20 sayfa yazı yazması oldu. Bunu aslında daha önce bir yerden okumuştum, ancak bilmediğim şey, her gün 20 sayfa yazı yazan yazarın Haldun Taner olmasıydı. Bu, 20 sayfa yazı yazma fikri benim aklımı her zaman kurcalamış bir düşünceydi, hatta daha önce de bu konu hakkında yazmıştım. Bu konu hakkında 2 defa yazmıştım ve iki yazım da birbirinin tam olarak tersi düşünceleri savunuyordu. İlginç gelebilir, ancak böyle olması benim hoşuma gidiyor, çünkü düşüncelerin sabit kalması beni her zaman ürkütmüştür, sabit fikirli herifleri gördükçe sabit fikirli olmanın düşüncesi bile beni ciddi manada korkutur olmuştu. Sabit fikirli olmanın her zaman kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum aslında, çünkü sabit fikirli olan insanlar, ilgili konuda fikirleri ne kadar yanlış da olsa sabit fikirleri sayesinde, ilgili konuda olan kararlılıklarından ötürü ilgili konuda iyidirler, iyi olmasalar da taraftar bulma konusunda bir sıkıntı yaşamazlar. Sabit fikir, diğer insanların size olan güvenini arttıran bir şeydir. Çünkü anlattığınız, savunduğunuz bir şeyden siz ne kadar emin olursanız, karşınızdakiler de o denli emin olurlar; bilakis siz kendi düşüncelerinizden ne kadar az emin olursanız da karşınızdakiler de sizin düşüncelerinizden o denli az emin olurlar. Çünkü, daha kendi anlattığınız şeye kendiniz bile inanmıyorsunuzdur, onlar nasıl inanabilirler ki? Gerçek hayat, yaşadığımız yer, dünya, vahşi doğa, medeni dünya, bilimsel değildir. Bilimin kuralları geçerli değildir orada, gerçek dünyada azizler yoktur, sadece kahvaltı ve akşam yemeği vardır. Maymunların arasında ne kadar bilimsel olmak isteyebilirsek, insanların arasında da o kadar bilimsel olmalıyızdır aslında. Çoğu zaman insanların da birer memeli hayvan olduğunu unuturuz. Bunu bilerek yaşamak bize acı vermesi gereken bir şeymiş gibi gelebilir ama aksine, düşündüğümüz zaman bir maymuna, onun bir hayvan olduğunu söylersek, bu ona acı vermezdi. Maymun, kendisi hakkındaki gerçeği öğrendiğinde muz yemeye devam ederdi. Bizler de, bu gerçeği öğrendiğimizde, öğrenmeden önce ne yapıyorsak onu yapmalıyız. Yirmi sayfa yazı yazmak, gerçekten dünyadaki en zor iş olabilir, Haldun Taner acaba bunu yaparken hiç sıkılıp pes etmiş midir? Hatta daha ilk sayfadayken, cümleleri toparlarken veya bir konudan öbürüne sert geçişler yaparken pes etmiş midir? Hiç sanmıyorum. Ancak bu konu hakkında konuşurken, daha önce hiç Haldun Taner okumadığımı hatırladım ve daha sonra okumak için e-kitap aradığımı ancak bulamadığım için okumadığımı da hatırladım. Bu konuda yapabileceğim şeyleri düşünüyorum ve aklıma bir fikir geliyor. Daha önce Nietzsche’nin okumak istediğim bir kitabının pdf formatını internetten bulup okumuştum. Bunu gerçekten istediğimde, epub yerine pdf’den okumak benim için büyük bir sıkıntı oluşturmuyordu. Bu noktada Haldun Taner için, o kadar da fazla heyecanlanmadığımı itiraf etmem gerekiyor. Ancak olsun, şu anda, evet, en azından şu anda, Haldun Taner okumak istediğimi biliyorum ve bunu yapacağıma inanıyorum. Avare Yıllar’dı sanırım kitabın adı. Evet, onu bulmaya çalışacağım. Neredeyse hiçbir yazımda Nietzsche hakkına bir şeyler söylemeden geçemediğimi fark ediyorum şu anda da. Aslında bu oldukça normal, çünkü ondan fazlasıyla etkilendim ve hatta kitaplarını en zevkle okuduğum insan Nietzsche’dir. Bir beynin bu kadar parlak ve berrak olabilmesi, ve bunu net bir şekilde deneyimlemek beni ne kadar üzse de, onun hiç olmaması beni daha çok üzerdi diye tahmin ediyorum. Lisede şöyle bir göz gezdirdiğim, okuyup anlamaya çalıştığım ancak beceremediğim bir herifin, üniversite yıllarımda hayatıma bu denli büyük bir şekilde girmesi oldukça şaşırtıcı bir durum. O denli fazla girdi ki, kendilerine okumalarını önerdiğim Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabını okuyan arkadaşlarım, benim kitaptaki Zerdüşt karakterine ne kadar fazla benzediğimi her zaman söylemiştir. Bu noktada daha fazla yorum yapmak istemiyorum, ne kendimi övmek ne de yermek istiyorum. Sadece şu anda, Nietzsche gibi benim de hiç kimseye benzemeye çalışmadığımı söylemek istiyorum. Evet, gibi. Ha ha.

 

Şöyle bir yazdığım sözcük sayısına baktım ve gördüğüm rakam beni oldukça tatmin etti, nereden baksan 650 kelime yazmışım bile, neredeyse boşluksuz sayılacak, tam bir buçuk World sayfasını doldurmuşum bile, önümdeki yolu düşünürsem buna devam etmem imkansız olur sanırım, ancak bunu yapmayacağımı siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Ancak bir cümle hatırladım ve o cümlenin tam halini aramak için bir ara vermek isteği doğdu içime, ancak yine de ayrılmayacağım. ‘’Nereye vardığının pek de bir önemi yok, önemli olan şey yoldur’’ lafı bana her zaman anlamsız ve ahmakça gelmiştir. Nereye vardığının bir önemi olmalı diye geçiririm içimden hep, ancak herkes alıntıdaki gibi bir cümleyi beğendiği için buna karşı çıkmak zorlaşıyor, yine ancak, herkes beğendiği için, onun yanlış bir cümle olduğu sonucuna da önyargılı da olsa çoğu zaman doğru olacak şekilde karşı çıktığımı da hissediyorum. Neden yolun kendisi önemlidir de nereye vardığı önemli değildir? Yolun nereye vardığı da önemlidir tabii ki, örneğin tuvalete gitmek ile mutfağa gitmek arasındaki farka bakalım, yol mu daha kıymetlidir yoksa varılan yer mi? Tuvalette yemek yiyemezsiniz ve mutfağa tuvaletinizi yapamazsınız, hangi yoldan gelmiş olursanız olun. Ama daha birkaç gün önce, kendim bile bir şeyler yapmanın önemli olduğunu ve insanı diri tuttuğunu söylemiş ve bunu gerçek bir şehvetle savunmuştum. Bunun sebebini de yolda olmanın öneminde dem vurarak yapmıştım. Şimdi daha önemli bir sonuca vardığımı görüyorum, demek ki ne sadece sonuç ne de sadece yol önemlidir. Hem sonuç hem de yol önemlidir. Ancak bir sonuç için yol hazırlanır. Sonuç ne olursa olsun, oraya varan yolu, güzergahı, rotayı siz çizersiniz. Bu yolun alçakça mı yoksa gururlu mu olduğunu belirleyecek olan da sizsinizdir. Yani ne sadece sonuç ne de sadece yoldur önemli olan. İkisinden birine takılmak, insanı mahvedebilir. Bu aynı düşünmek ve eyleme geçmek arasındaki dinamiğe benziyor. İnsan sadece düşünürse de hiçbir sonuca varamaz, sadece eylem halinde olursa da bir sonuca varamaz. Bir sonuca, en azından güzel bir sonuca varmak için insanın öncelikle düşünmesi ve sonrasında harekete geçmesi gerekir. Düşünmeden yapılan bir hareket, tarif etmem gerekmeyecek denli kötü sonuçlara yol açarken, eyleme geçmemecesine düşünmek de insanın olduğu yerde kalmasına neden olur. Bunları dengelemek mühimdir. Gece saat 3, Haldun Taner isteyerek veya istemeyerek benim üçüncü sayfamı yazmama sebep oluyor, ancak bunları yazarken içimden keşke gerçekten bir sonuca varacak bir metin yazsaydım diyorum. İşte bir örnek daha, sonsuza kadar metni düşünürsen, ortada asla bir metin olmaz; hiç düşünmeden yazmaya başlarsan bir yolda olursun ama sadece bir yolda olursun, nereye varacağı bilinmeyen, neden çıkıldığı bilinmeyen bir yol. Böyle bir yolda olmama aslında bir amaç ve sonuç kulpu bulabilirim, amaç çok açık, Haldun Taner gibi her gün, ne olursa olsun 20 sayfa yazmak. Gerek, gerekli; gerekse gereksiz bir şeyler yazmak, yazma pratiğini geliştirecek bir eylemdir. Bir sonuç ve bir amaç var ortada işte, buna güzel bir yol diyebiliriz. Yazma pratiği kazanmak için yazı yazmak, hala pek mantıklı gelmiyor bana, sadece fazlaca yazmak gibi geliyor. Ancak, yazı pratiği çalışmaktansa, güzel bir yazı yazmak pratiği kazanmak daha olumlu olabilir. Örneğin bu metin, nereye varacağı belli olmayan bir metin, sokağa çıkıp rastgele yürümek gibi. Bir yere yürümemiz gerekiyor mu, kesinlikle hayır. Hayat o kadar ciddiye alınacak bir şey değildir. Ancak, bir yazının güzel ve okunmaya değer olabilmesi için de önceden planlanması gerekir. Bunu kardeşime yazdığım küçük kitapta öğrenmiştim. Bir gemi tasarlarken, önce taslağı çizilir ve daha sonra da geminin yapımına başlanır. Geminin her detayını çizmek zorunda değiliz tabii ki ancak çizimimizdeki detayların gemiyi suyun üzerinde tutacağından emin de olmalıyız. Çünkü batmak istemiyoruz, çünkü eğer bir gemi yapıyorsak bunun yüzmesini de isteriz. Hiç kimse yaptığı geminin batmasını istemez. Küçükken kağıttan yaptığımız gemilerin bile su yüzünde durmasını isterdik. Geminin bir işe yaraması da önemli değildi. Sadece su üstünde yüzmesi gerekiyordu, çünkü o bir gemiydi. Şimdi ise bir yazı yazıyorsak, yazının okunabilir olması gerektiğini kavrıyoruz. Nasıl bir okunabilirlikten bahsettiğimi açıklayacak olursam, gerçek bir okuyucunun okuyacağı bir yazı olması gerekir demek istiyorum. Yani Schopenhauer’in okuyacağı, yarıda bırakmayacağı bir yazı olmalıdır. Suyun üstünde yüzen bir yazı yazmak istiyorsak eğer, laf kalabalığı yapmadan, yazdığımız düşünceleri, yazdığımız anda düşünmeden yazmalıyız. Daha önceden düşünülmüş, en azından taslağı çizilmiş bir yazı yazmamız gerekir. Bu, bizim kendimize ve yaptığımız işe verdiğimiz değeri de ortaya koyar. Kağıt gemimizin neden batmasını istemiyorsak, tam da aynı sebepten yazımızın da su üstünde kalmasını isteriz. Bunu başka bir şekilde açıklayamıyorum. Bu yazıdaki düşüncelerim aslında sadece şu anda aklıma gelenleri yazdığım düşünceler olmadı, bu haliyle güzel bir yazı. Tek eksiği, önceden hazırlanmış bir taslağının olmaması. Yani cümleler rastgele dizilmiş olmasaydı, içindeki fikirler gayet okumaya değer olurdu. İşte bu sebeple bir düşünceyi aktarmak ve onu kesinkes kanıtlamak çabasıyla bir yazma işine girişilebilir. Bunu yaparken de laf salatası ile sayfaları doldurmamak gerekir. Ancak bir şeyin daha açıklayıcı olması için, o şeyin daha uzun yazılması ve detaylandırılması gerekebilir. Örneğin, bir tavsiye direk olarak da söylenebilir ve tüm detaylarıyla düşünülmüş bir şekilde karşınıza bir şaheser gibi, altın servis tabaklarında da sunulabilir. Düşünce, tavsiye tamamen aynı şeyi yapmanızı salık veriyordur ancak yine de sizi tatmin eden taraf tabii ki ikincisi olacaktır. Sizi fazlasıyla doyuracak kadar bir yemek ile her şeyiyle harika donatılmış bir masa arasındaki fark gibidir bu. İkisinde de doyacağınız noktaya kadar yersiniz ancak ikincisinde kalktığınızda daha tatmin olmuş, daha eksiksiz ve daha tok kalkarsınız. İşte bir metin yazarken, okuyucuyu doyurmak gerekir. Ancak bunu abur cuburla yapmamak lazımdır. Buna başvurursak iş yavan bir hale bürünür. Karşımızdaki okuyucuya doyması için bir kasa ekmek vermiş oluruz. Ancak güzel bir yemeği ekmekle süslemek, o yemeği harika yapar. Sucuk tek başına güzeldir, ancak sucuk ekmek harikadır.

 

Bu satırları yazarken, yavaş yavaş uyumam gerektiğini ve 20 sayfanın dolmayacağını kabul etmiş bir halde bulunurken, yine de yazdığım yazının beni tatmin ettiğini hissediyorum. Bu güzel bir şey, yazı bittiğinde 4 sayfa dolmuş olacak, ve şu anda 1500 kelimeyi çoktan geçtiğim bir noktadayım. Sanırım benim için güzel bir pratik oldu. Ancak bir dahakinde kesinlikle bir nokta ve bir sonuç, daha doğrusu bir taslak ile yola çıkacağım ve okunduğu zaman, ‘’işte bu’’ dedirtecek bir yazı ortaya koyacağım. Şimdikine ise sadece ‘’güzel bir karalama olmuş’’ demekle yetinmek zorundayım maalesef. Son cümlelerimi nasıl toparlayacağımı bilemediğim bir noktadayım. İşte bu yüzden bir taslak olması, bir tahayyülle yola çıkmak gerekiyor. Nerede duracağını, nerelere uğrayacağını düşünmeden yola çıkılırsa, o yolda su üzerinde gidileceğini kimse söyleyemez. Güzel denemeydi Montaigne, iyi geceler…