Bir Haldun Taner’lik Denemesi
Gece saat 2 civarı,
meyhane sonrasında koltukta uzanmış öylece dururken aklıma gelen birkaç düşünce
ve gezindiğim sitelerden Haldun Taner hakkında okurken birden aklıma bir yazar
arkadaşımın, ağabeyimin, bana Haldun Taner’i önerdiğini hatırladım. Ve Haldun
Taner hakkında bir şeyler okumaya başladım. Okuduklarımdan ilgimi çeken şey,
her gün 20 sayfa yazı yazması oldu. Bunu aslında daha önce bir yerden
okumuştum, ancak bilmediğim şey, her gün 20 sayfa yazı yazan yazarın Haldun
Taner olmasıydı. Bu, 20 sayfa yazı yazma fikri benim aklımı her zaman
kurcalamış bir düşünceydi, hatta daha önce de bu konu hakkında yazmıştım. Bu
konu hakkında 2 defa yazmıştım ve iki yazım da birbirinin tam olarak tersi
düşünceleri savunuyordu. İlginç gelebilir, ancak böyle olması benim hoşuma
gidiyor, çünkü düşüncelerin sabit kalması beni her zaman ürkütmüştür, sabit
fikirli herifleri gördükçe sabit fikirli olmanın düşüncesi bile beni ciddi
manada korkutur olmuştu. Sabit fikirli olmanın her zaman kötü bir şey olduğunu
düşünmüyorum aslında, çünkü sabit fikirli olan insanlar, ilgili konuda
fikirleri ne kadar yanlış da olsa sabit fikirleri sayesinde, ilgili konuda olan
kararlılıklarından ötürü ilgili konuda iyidirler, iyi olmasalar da taraftar
bulma konusunda bir sıkıntı yaşamazlar. Sabit fikir, diğer insanların size olan
güvenini arttıran bir şeydir. Çünkü anlattığınız, savunduğunuz bir şeyden siz
ne kadar emin olursanız, karşınızdakiler de o denli emin olurlar; bilakis siz
kendi düşüncelerinizden ne kadar az emin olursanız da karşınızdakiler de sizin
düşüncelerinizden o denli az emin olurlar. Çünkü, daha kendi anlattığınız şeye
kendiniz bile inanmıyorsunuzdur, onlar nasıl inanabilirler ki? Gerçek hayat,
yaşadığımız yer, dünya, vahşi doğa, medeni dünya, bilimsel değildir. Bilimin
kuralları geçerli değildir orada, gerçek dünyada azizler yoktur, sadece
kahvaltı ve akşam yemeği vardır. Maymunların arasında ne kadar bilimsel olmak
isteyebilirsek, insanların arasında da o kadar bilimsel olmalıyızdır aslında.
Çoğu zaman insanların da birer memeli hayvan olduğunu unuturuz. Bunu bilerek
yaşamak bize acı vermesi gereken bir şeymiş gibi gelebilir ama aksine,
düşündüğümüz zaman bir maymuna, onun bir hayvan olduğunu söylersek, bu ona acı
vermezdi. Maymun, kendisi hakkındaki gerçeği öğrendiğinde muz yemeye devam
ederdi. Bizler de, bu gerçeği öğrendiğimizde, öğrenmeden önce ne yapıyorsak onu
yapmalıyız. Yirmi sayfa yazı yazmak, gerçekten dünyadaki en zor iş olabilir,
Haldun Taner acaba bunu yaparken hiç sıkılıp pes etmiş midir? Hatta daha ilk
sayfadayken, cümleleri toparlarken veya bir konudan öbürüne sert geçişler
yaparken pes etmiş midir? Hiç sanmıyorum. Ancak bu konu hakkında konuşurken,
daha önce hiç Haldun Taner okumadığımı hatırladım ve daha sonra okumak için
e-kitap aradığımı ancak bulamadığım için okumadığımı da hatırladım. Bu konuda
yapabileceğim şeyleri düşünüyorum ve aklıma bir fikir geliyor. Daha önce
Nietzsche’nin okumak istediğim bir kitabının pdf formatını internetten bulup
okumuştum. Bunu gerçekten istediğimde, epub yerine pdf’den okumak benim için
büyük bir sıkıntı oluşturmuyordu. Bu noktada Haldun Taner için, o kadar da
fazla heyecanlanmadığımı itiraf etmem gerekiyor. Ancak olsun, şu anda, evet, en
azından şu anda, Haldun Taner okumak istediğimi biliyorum ve bunu yapacağıma
inanıyorum. Avare Yıllar’dı sanırım kitabın adı. Evet, onu bulmaya çalışacağım.
Neredeyse hiçbir yazımda Nietzsche hakkına bir şeyler söylemeden geçemediğimi
fark ediyorum şu anda da. Aslında bu oldukça normal, çünkü ondan fazlasıyla
etkilendim ve hatta kitaplarını en zevkle okuduğum insan Nietzsche’dir. Bir
beynin bu kadar parlak ve berrak olabilmesi, ve bunu net bir şekilde
deneyimlemek beni ne kadar üzse de, onun hiç olmaması beni daha çok üzerdi diye
tahmin ediyorum. Lisede şöyle bir göz gezdirdiğim, okuyup anlamaya çalıştığım
ancak beceremediğim bir herifin, üniversite yıllarımda hayatıma bu denli büyük
bir şekilde girmesi oldukça şaşırtıcı bir durum. O denli fazla girdi ki,
kendilerine okumalarını önerdiğim Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabını okuyan
arkadaşlarım, benim kitaptaki Zerdüşt karakterine ne kadar fazla benzediğimi
her zaman söylemiştir. Bu noktada daha fazla yorum yapmak istemiyorum, ne
kendimi övmek ne de yermek istiyorum. Sadece şu anda, Nietzsche gibi benim de
hiç kimseye benzemeye çalışmadığımı söylemek istiyorum. Evet, gibi. Ha ha.
Şöyle bir yazdığım sözcük
sayısına baktım ve gördüğüm rakam beni oldukça tatmin etti, nereden baksan 650
kelime yazmışım bile, neredeyse boşluksuz sayılacak, tam bir buçuk World
sayfasını doldurmuşum bile, önümdeki yolu düşünürsem buna devam etmem imkansız
olur sanırım, ancak bunu yapmayacağımı siz de benim kadar iyi biliyorsunuz.
Ancak bir cümle hatırladım ve o cümlenin tam halini aramak için bir ara vermek
isteği doğdu içime, ancak yine de ayrılmayacağım. ‘’Nereye vardığının pek de
bir önemi yok, önemli olan şey yoldur’’ lafı bana her zaman anlamsız ve ahmakça
gelmiştir. Nereye vardığının bir önemi olmalı diye geçiririm içimden hep, ancak
herkes alıntıdaki gibi bir cümleyi beğendiği için buna karşı çıkmak zorlaşıyor,
yine ancak, herkes beğendiği için, onun yanlış bir cümle olduğu sonucuna da
önyargılı da olsa çoğu zaman doğru olacak şekilde karşı çıktığımı da
hissediyorum. Neden yolun kendisi önemlidir de nereye vardığı önemli değildir?
Yolun nereye vardığı da önemlidir tabii ki, örneğin tuvalete gitmek ile mutfağa
gitmek arasındaki farka bakalım, yol mu daha kıymetlidir yoksa varılan yer mi?
Tuvalette yemek yiyemezsiniz ve mutfağa tuvaletinizi yapamazsınız, hangi yoldan
gelmiş olursanız olun. Ama daha birkaç gün önce, kendim bile bir şeyler
yapmanın önemli olduğunu ve insanı diri tuttuğunu söylemiş ve bunu gerçek bir
şehvetle savunmuştum. Bunun sebebini de yolda olmanın öneminde dem vurarak
yapmıştım. Şimdi daha önemli bir sonuca vardığımı görüyorum, demek ki ne sadece
sonuç ne de sadece yol önemlidir. Hem sonuç hem de yol önemlidir. Ancak bir
sonuç için yol hazırlanır. Sonuç ne olursa olsun, oraya varan yolu, güzergahı,
rotayı siz çizersiniz. Bu yolun alçakça mı yoksa gururlu mu olduğunu
belirleyecek olan da sizsinizdir. Yani ne sadece sonuç ne de sadece yoldur
önemli olan. İkisinden birine takılmak, insanı mahvedebilir. Bu aynı düşünmek
ve eyleme geçmek arasındaki dinamiğe benziyor. İnsan sadece düşünürse de hiçbir
sonuca varamaz, sadece eylem halinde olursa da bir sonuca varamaz. Bir sonuca,
en azından güzel bir sonuca varmak için insanın öncelikle düşünmesi ve
sonrasında harekete geçmesi gerekir. Düşünmeden yapılan bir hareket, tarif
etmem gerekmeyecek denli kötü sonuçlara yol açarken, eyleme geçmemecesine
düşünmek de insanın olduğu yerde kalmasına neden olur. Bunları dengelemek
mühimdir. Gece saat 3, Haldun Taner isteyerek veya istemeyerek benim üçüncü
sayfamı yazmama sebep oluyor, ancak bunları yazarken içimden keşke gerçekten
bir sonuca varacak bir metin yazsaydım diyorum. İşte bir örnek daha, sonsuza
kadar metni düşünürsen, ortada asla bir metin olmaz; hiç düşünmeden yazmaya
başlarsan bir yolda olursun ama sadece bir yolda olursun, nereye varacağı
bilinmeyen, neden çıkıldığı bilinmeyen bir yol. Böyle bir yolda olmama aslında
bir amaç ve sonuç kulpu bulabilirim, amaç çok açık, Haldun Taner gibi her gün,
ne olursa olsun 20 sayfa yazmak. Gerek, gerekli; gerekse gereksiz bir şeyler
yazmak, yazma pratiğini geliştirecek bir eylemdir. Bir sonuç ve bir amaç var
ortada işte, buna güzel bir yol diyebiliriz. Yazma pratiği kazanmak için yazı
yazmak, hala pek mantıklı gelmiyor bana, sadece fazlaca yazmak gibi geliyor.
Ancak, yazı pratiği çalışmaktansa, güzel bir yazı yazmak pratiği kazanmak daha
olumlu olabilir. Örneğin bu metin, nereye varacağı belli olmayan bir metin,
sokağa çıkıp rastgele yürümek gibi. Bir yere yürümemiz gerekiyor mu, kesinlikle
hayır. Hayat o kadar ciddiye alınacak bir şey değildir. Ancak, bir yazının
güzel ve okunmaya değer olabilmesi için de önceden planlanması gerekir. Bunu
kardeşime yazdığım küçük kitapta öğrenmiştim. Bir gemi tasarlarken, önce
taslağı çizilir ve daha sonra da geminin yapımına başlanır. Geminin her
detayını çizmek zorunda değiliz tabii ki ancak çizimimizdeki detayların gemiyi
suyun üzerinde tutacağından emin de olmalıyız. Çünkü batmak istemiyoruz, çünkü
eğer bir gemi yapıyorsak bunun yüzmesini de isteriz. Hiç kimse yaptığı geminin
batmasını istemez. Küçükken kağıttan yaptığımız gemilerin bile su yüzünde
durmasını isterdik. Geminin bir işe yaraması da önemli değildi. Sadece su
üstünde yüzmesi gerekiyordu, çünkü o bir gemiydi. Şimdi ise bir yazı
yazıyorsak, yazının okunabilir olması gerektiğini kavrıyoruz. Nasıl bir
okunabilirlikten bahsettiğimi açıklayacak olursam, gerçek bir okuyucunun
okuyacağı bir yazı olması gerekir demek istiyorum. Yani Schopenhauer’in
okuyacağı, yarıda bırakmayacağı bir yazı olmalıdır. Suyun üstünde yüzen bir
yazı yazmak istiyorsak eğer, laf kalabalığı yapmadan, yazdığımız düşünceleri,
yazdığımız anda düşünmeden yazmalıyız. Daha önceden düşünülmüş, en azından
taslağı çizilmiş bir yazı yazmamız gerekir. Bu, bizim kendimize ve yaptığımız
işe verdiğimiz değeri de ortaya koyar. Kağıt gemimizin neden batmasını
istemiyorsak, tam da aynı sebepten yazımızın da su üstünde kalmasını isteriz.
Bunu başka bir şekilde açıklayamıyorum. Bu yazıdaki düşüncelerim aslında sadece
şu anda aklıma gelenleri yazdığım düşünceler olmadı, bu haliyle güzel bir yazı.
Tek eksiği, önceden hazırlanmış bir taslağının olmaması. Yani cümleler rastgele
dizilmiş olmasaydı, içindeki fikirler gayet okumaya değer olurdu. İşte bu
sebeple bir düşünceyi aktarmak ve onu kesinkes kanıtlamak çabasıyla bir yazma
işine girişilebilir. Bunu yaparken de laf salatası ile sayfaları doldurmamak
gerekir. Ancak bir şeyin daha açıklayıcı olması için, o şeyin daha uzun
yazılması ve detaylandırılması gerekebilir. Örneğin, bir tavsiye direk olarak
da söylenebilir ve tüm detaylarıyla düşünülmüş bir şekilde karşınıza bir
şaheser gibi, altın servis tabaklarında da sunulabilir. Düşünce, tavsiye
tamamen aynı şeyi yapmanızı salık veriyordur ancak yine de sizi tatmin eden
taraf tabii ki ikincisi olacaktır. Sizi fazlasıyla doyuracak kadar bir yemek
ile her şeyiyle harika donatılmış bir masa arasındaki fark gibidir bu. İkisinde
de doyacağınız noktaya kadar yersiniz ancak ikincisinde kalktığınızda daha
tatmin olmuş, daha eksiksiz ve daha tok kalkarsınız. İşte bir metin yazarken,
okuyucuyu doyurmak gerekir. Ancak bunu abur cuburla yapmamak lazımdır. Buna
başvurursak iş yavan bir hale bürünür. Karşımızdaki okuyucuya doyması için bir
kasa ekmek vermiş oluruz. Ancak güzel bir yemeği ekmekle süslemek, o yemeği
harika yapar. Sucuk tek başına güzeldir, ancak sucuk ekmek harikadır.
Bu satırları yazarken,
yavaş yavaş uyumam gerektiğini ve 20 sayfanın dolmayacağını kabul etmiş bir
halde bulunurken, yine de yazdığım yazının beni tatmin ettiğini hissediyorum.
Bu güzel bir şey, yazı bittiğinde 4 sayfa dolmuş olacak, ve şu anda 1500
kelimeyi çoktan geçtiğim bir noktadayım. Sanırım benim için güzel bir pratik
oldu. Ancak bir dahakinde kesinlikle bir nokta ve bir sonuç, daha doğrusu bir
taslak ile yola çıkacağım ve okunduğu zaman, ‘’işte bu’’ dedirtecek bir yazı
ortaya koyacağım. Şimdikine ise sadece ‘’güzel bir karalama olmuş’’ demekle
yetinmek zorundayım maalesef. Son cümlelerimi nasıl toparlayacağımı bilemediğim
bir noktadayım. İşte bu yüzden bir taslak olması, bir tahayyülle yola çıkmak
gerekiyor. Nerede duracağını, nerelere uğrayacağını düşünmeden yola çıkılırsa,
o yolda su üzerinde gidileceğini kimse söyleyemez. Güzel denemeydi Montaigne,
iyi geceler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder