10 Ekim 2020 Cumartesi

Bir Haldun Taner’lik Denemesi

Bir Haldun Taner’lik Denemesi

 

Gece saat 2 civarı, meyhane sonrasında koltukta uzanmış öylece dururken aklıma gelen birkaç düşünce ve gezindiğim sitelerden Haldun Taner hakkında okurken birden aklıma bir yazar arkadaşımın, ağabeyimin, bana Haldun Taner’i önerdiğini hatırladım. Ve Haldun Taner hakkında bir şeyler okumaya başladım. Okuduklarımdan ilgimi çeken şey, her gün 20 sayfa yazı yazması oldu. Bunu aslında daha önce bir yerden okumuştum, ancak bilmediğim şey, her gün 20 sayfa yazı yazan yazarın Haldun Taner olmasıydı. Bu, 20 sayfa yazı yazma fikri benim aklımı her zaman kurcalamış bir düşünceydi, hatta daha önce de bu konu hakkında yazmıştım. Bu konu hakkında 2 defa yazmıştım ve iki yazım da birbirinin tam olarak tersi düşünceleri savunuyordu. İlginç gelebilir, ancak böyle olması benim hoşuma gidiyor, çünkü düşüncelerin sabit kalması beni her zaman ürkütmüştür, sabit fikirli herifleri gördükçe sabit fikirli olmanın düşüncesi bile beni ciddi manada korkutur olmuştu. Sabit fikirli olmanın her zaman kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum aslında, çünkü sabit fikirli olan insanlar, ilgili konuda fikirleri ne kadar yanlış da olsa sabit fikirleri sayesinde, ilgili konuda olan kararlılıklarından ötürü ilgili konuda iyidirler, iyi olmasalar da taraftar bulma konusunda bir sıkıntı yaşamazlar. Sabit fikir, diğer insanların size olan güvenini arttıran bir şeydir. Çünkü anlattığınız, savunduğunuz bir şeyden siz ne kadar emin olursanız, karşınızdakiler de o denli emin olurlar; bilakis siz kendi düşüncelerinizden ne kadar az emin olursanız da karşınızdakiler de sizin düşüncelerinizden o denli az emin olurlar. Çünkü, daha kendi anlattığınız şeye kendiniz bile inanmıyorsunuzdur, onlar nasıl inanabilirler ki? Gerçek hayat, yaşadığımız yer, dünya, vahşi doğa, medeni dünya, bilimsel değildir. Bilimin kuralları geçerli değildir orada, gerçek dünyada azizler yoktur, sadece kahvaltı ve akşam yemeği vardır. Maymunların arasında ne kadar bilimsel olmak isteyebilirsek, insanların arasında da o kadar bilimsel olmalıyızdır aslında. Çoğu zaman insanların da birer memeli hayvan olduğunu unuturuz. Bunu bilerek yaşamak bize acı vermesi gereken bir şeymiş gibi gelebilir ama aksine, düşündüğümüz zaman bir maymuna, onun bir hayvan olduğunu söylersek, bu ona acı vermezdi. Maymun, kendisi hakkındaki gerçeği öğrendiğinde muz yemeye devam ederdi. Bizler de, bu gerçeği öğrendiğimizde, öğrenmeden önce ne yapıyorsak onu yapmalıyız. Yirmi sayfa yazı yazmak, gerçekten dünyadaki en zor iş olabilir, Haldun Taner acaba bunu yaparken hiç sıkılıp pes etmiş midir? Hatta daha ilk sayfadayken, cümleleri toparlarken veya bir konudan öbürüne sert geçişler yaparken pes etmiş midir? Hiç sanmıyorum. Ancak bu konu hakkında konuşurken, daha önce hiç Haldun Taner okumadığımı hatırladım ve daha sonra okumak için e-kitap aradığımı ancak bulamadığım için okumadığımı da hatırladım. Bu konuda yapabileceğim şeyleri düşünüyorum ve aklıma bir fikir geliyor. Daha önce Nietzsche’nin okumak istediğim bir kitabının pdf formatını internetten bulup okumuştum. Bunu gerçekten istediğimde, epub yerine pdf’den okumak benim için büyük bir sıkıntı oluşturmuyordu. Bu noktada Haldun Taner için, o kadar da fazla heyecanlanmadığımı itiraf etmem gerekiyor. Ancak olsun, şu anda, evet, en azından şu anda, Haldun Taner okumak istediğimi biliyorum ve bunu yapacağıma inanıyorum. Avare Yıllar’dı sanırım kitabın adı. Evet, onu bulmaya çalışacağım. Neredeyse hiçbir yazımda Nietzsche hakkına bir şeyler söylemeden geçemediğimi fark ediyorum şu anda da. Aslında bu oldukça normal, çünkü ondan fazlasıyla etkilendim ve hatta kitaplarını en zevkle okuduğum insan Nietzsche’dir. Bir beynin bu kadar parlak ve berrak olabilmesi, ve bunu net bir şekilde deneyimlemek beni ne kadar üzse de, onun hiç olmaması beni daha çok üzerdi diye tahmin ediyorum. Lisede şöyle bir göz gezdirdiğim, okuyup anlamaya çalıştığım ancak beceremediğim bir herifin, üniversite yıllarımda hayatıma bu denli büyük bir şekilde girmesi oldukça şaşırtıcı bir durum. O denli fazla girdi ki, kendilerine okumalarını önerdiğim Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabını okuyan arkadaşlarım, benim kitaptaki Zerdüşt karakterine ne kadar fazla benzediğimi her zaman söylemiştir. Bu noktada daha fazla yorum yapmak istemiyorum, ne kendimi övmek ne de yermek istiyorum. Sadece şu anda, Nietzsche gibi benim de hiç kimseye benzemeye çalışmadığımı söylemek istiyorum. Evet, gibi. Ha ha.

 

Şöyle bir yazdığım sözcük sayısına baktım ve gördüğüm rakam beni oldukça tatmin etti, nereden baksan 650 kelime yazmışım bile, neredeyse boşluksuz sayılacak, tam bir buçuk World sayfasını doldurmuşum bile, önümdeki yolu düşünürsem buna devam etmem imkansız olur sanırım, ancak bunu yapmayacağımı siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Ancak bir cümle hatırladım ve o cümlenin tam halini aramak için bir ara vermek isteği doğdu içime, ancak yine de ayrılmayacağım. ‘’Nereye vardığının pek de bir önemi yok, önemli olan şey yoldur’’ lafı bana her zaman anlamsız ve ahmakça gelmiştir. Nereye vardığının bir önemi olmalı diye geçiririm içimden hep, ancak herkes alıntıdaki gibi bir cümleyi beğendiği için buna karşı çıkmak zorlaşıyor, yine ancak, herkes beğendiği için, onun yanlış bir cümle olduğu sonucuna da önyargılı da olsa çoğu zaman doğru olacak şekilde karşı çıktığımı da hissediyorum. Neden yolun kendisi önemlidir de nereye vardığı önemli değildir? Yolun nereye vardığı da önemlidir tabii ki, örneğin tuvalete gitmek ile mutfağa gitmek arasındaki farka bakalım, yol mu daha kıymetlidir yoksa varılan yer mi? Tuvalette yemek yiyemezsiniz ve mutfağa tuvaletinizi yapamazsınız, hangi yoldan gelmiş olursanız olun. Ama daha birkaç gün önce, kendim bile bir şeyler yapmanın önemli olduğunu ve insanı diri tuttuğunu söylemiş ve bunu gerçek bir şehvetle savunmuştum. Bunun sebebini de yolda olmanın öneminde dem vurarak yapmıştım. Şimdi daha önemli bir sonuca vardığımı görüyorum, demek ki ne sadece sonuç ne de sadece yol önemlidir. Hem sonuç hem de yol önemlidir. Ancak bir sonuç için yol hazırlanır. Sonuç ne olursa olsun, oraya varan yolu, güzergahı, rotayı siz çizersiniz. Bu yolun alçakça mı yoksa gururlu mu olduğunu belirleyecek olan da sizsinizdir. Yani ne sadece sonuç ne de sadece yoldur önemli olan. İkisinden birine takılmak, insanı mahvedebilir. Bu aynı düşünmek ve eyleme geçmek arasındaki dinamiğe benziyor. İnsan sadece düşünürse de hiçbir sonuca varamaz, sadece eylem halinde olursa da bir sonuca varamaz. Bir sonuca, en azından güzel bir sonuca varmak için insanın öncelikle düşünmesi ve sonrasında harekete geçmesi gerekir. Düşünmeden yapılan bir hareket, tarif etmem gerekmeyecek denli kötü sonuçlara yol açarken, eyleme geçmemecesine düşünmek de insanın olduğu yerde kalmasına neden olur. Bunları dengelemek mühimdir. Gece saat 3, Haldun Taner isteyerek veya istemeyerek benim üçüncü sayfamı yazmama sebep oluyor, ancak bunları yazarken içimden keşke gerçekten bir sonuca varacak bir metin yazsaydım diyorum. İşte bir örnek daha, sonsuza kadar metni düşünürsen, ortada asla bir metin olmaz; hiç düşünmeden yazmaya başlarsan bir yolda olursun ama sadece bir yolda olursun, nereye varacağı bilinmeyen, neden çıkıldığı bilinmeyen bir yol. Böyle bir yolda olmama aslında bir amaç ve sonuç kulpu bulabilirim, amaç çok açık, Haldun Taner gibi her gün, ne olursa olsun 20 sayfa yazmak. Gerek, gerekli; gerekse gereksiz bir şeyler yazmak, yazma pratiğini geliştirecek bir eylemdir. Bir sonuç ve bir amaç var ortada işte, buna güzel bir yol diyebiliriz. Yazma pratiği kazanmak için yazı yazmak, hala pek mantıklı gelmiyor bana, sadece fazlaca yazmak gibi geliyor. Ancak, yazı pratiği çalışmaktansa, güzel bir yazı yazmak pratiği kazanmak daha olumlu olabilir. Örneğin bu metin, nereye varacağı belli olmayan bir metin, sokağa çıkıp rastgele yürümek gibi. Bir yere yürümemiz gerekiyor mu, kesinlikle hayır. Hayat o kadar ciddiye alınacak bir şey değildir. Ancak, bir yazının güzel ve okunmaya değer olabilmesi için de önceden planlanması gerekir. Bunu kardeşime yazdığım küçük kitapta öğrenmiştim. Bir gemi tasarlarken, önce taslağı çizilir ve daha sonra da geminin yapımına başlanır. Geminin her detayını çizmek zorunda değiliz tabii ki ancak çizimimizdeki detayların gemiyi suyun üzerinde tutacağından emin de olmalıyız. Çünkü batmak istemiyoruz, çünkü eğer bir gemi yapıyorsak bunun yüzmesini de isteriz. Hiç kimse yaptığı geminin batmasını istemez. Küçükken kağıttan yaptığımız gemilerin bile su yüzünde durmasını isterdik. Geminin bir işe yaraması da önemli değildi. Sadece su üstünde yüzmesi gerekiyordu, çünkü o bir gemiydi. Şimdi ise bir yazı yazıyorsak, yazının okunabilir olması gerektiğini kavrıyoruz. Nasıl bir okunabilirlikten bahsettiğimi açıklayacak olursam, gerçek bir okuyucunun okuyacağı bir yazı olması gerekir demek istiyorum. Yani Schopenhauer’in okuyacağı, yarıda bırakmayacağı bir yazı olmalıdır. Suyun üstünde yüzen bir yazı yazmak istiyorsak eğer, laf kalabalığı yapmadan, yazdığımız düşünceleri, yazdığımız anda düşünmeden yazmalıyız. Daha önceden düşünülmüş, en azından taslağı çizilmiş bir yazı yazmamız gerekir. Bu, bizim kendimize ve yaptığımız işe verdiğimiz değeri de ortaya koyar. Kağıt gemimizin neden batmasını istemiyorsak, tam da aynı sebepten yazımızın da su üstünde kalmasını isteriz. Bunu başka bir şekilde açıklayamıyorum. Bu yazıdaki düşüncelerim aslında sadece şu anda aklıma gelenleri yazdığım düşünceler olmadı, bu haliyle güzel bir yazı. Tek eksiği, önceden hazırlanmış bir taslağının olmaması. Yani cümleler rastgele dizilmiş olmasaydı, içindeki fikirler gayet okumaya değer olurdu. İşte bu sebeple bir düşünceyi aktarmak ve onu kesinkes kanıtlamak çabasıyla bir yazma işine girişilebilir. Bunu yaparken de laf salatası ile sayfaları doldurmamak gerekir. Ancak bir şeyin daha açıklayıcı olması için, o şeyin daha uzun yazılması ve detaylandırılması gerekebilir. Örneğin, bir tavsiye direk olarak da söylenebilir ve tüm detaylarıyla düşünülmüş bir şekilde karşınıza bir şaheser gibi, altın servis tabaklarında da sunulabilir. Düşünce, tavsiye tamamen aynı şeyi yapmanızı salık veriyordur ancak yine de sizi tatmin eden taraf tabii ki ikincisi olacaktır. Sizi fazlasıyla doyuracak kadar bir yemek ile her şeyiyle harika donatılmış bir masa arasındaki fark gibidir bu. İkisinde de doyacağınız noktaya kadar yersiniz ancak ikincisinde kalktığınızda daha tatmin olmuş, daha eksiksiz ve daha tok kalkarsınız. İşte bir metin yazarken, okuyucuyu doyurmak gerekir. Ancak bunu abur cuburla yapmamak lazımdır. Buna başvurursak iş yavan bir hale bürünür. Karşımızdaki okuyucuya doyması için bir kasa ekmek vermiş oluruz. Ancak güzel bir yemeği ekmekle süslemek, o yemeği harika yapar. Sucuk tek başına güzeldir, ancak sucuk ekmek harikadır.

 

Bu satırları yazarken, yavaş yavaş uyumam gerektiğini ve 20 sayfanın dolmayacağını kabul etmiş bir halde bulunurken, yine de yazdığım yazının beni tatmin ettiğini hissediyorum. Bu güzel bir şey, yazı bittiğinde 4 sayfa dolmuş olacak, ve şu anda 1500 kelimeyi çoktan geçtiğim bir noktadayım. Sanırım benim için güzel bir pratik oldu. Ancak bir dahakinde kesinlikle bir nokta ve bir sonuç, daha doğrusu bir taslak ile yola çıkacağım ve okunduğu zaman, ‘’işte bu’’ dedirtecek bir yazı ortaya koyacağım. Şimdikine ise sadece ‘’güzel bir karalama olmuş’’ demekle yetinmek zorundayım maalesef. Son cümlelerimi nasıl toparlayacağımı bilemediğim bir noktadayım. İşte bu yüzden bir taslak olması, bir tahayyülle yola çıkmak gerekiyor. Nerede duracağını, nerelere uğrayacağını düşünmeden yola çıkılırsa, o yolda su üzerinde gidileceğini kimse söyleyemez. Güzel denemeydi Montaigne, iyi geceler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder