Kendine ait bir dünya kurduğun zaman, dünyanın seni yenmesini engellersin sonsuza kadar. Çünkü dünya seni kurgulayamaz, sen dünyanı kurgulamış olursun. Dünya üzerindeki hiç kimse, hiçbir kadın, hiçbir erkek seni üzemez. Ortada artık, ‘’dünya ve sen’’ değil, ‘’dünya ve senin dünyan’’ vardır. Bu noktada hiçbir dış etkenin senin üzerinde olumsuz bir etki bırakması olanaksız hale gelir. Bunu söylüyoruz ancak bunu yaparken amacımız kesinlikle diğer insanların üzerimizde bıraktığı kötü etkileri savuşturmak değil, bunları zaten hiçbir zaman kafamıza takmayız biz. Ancak bir dünyamız olması gerektiğini biliyoruz, bunu nasıl kuracağımızı da biliyoruz. Bunun gerekliliğini de her geçen gün görüyorum. İnsan kendisini kurgulamalı, diğer insanlar veya dünya tarafından kurgulanmamalı. Sen kendini nasıl istiyorsan öyle yapmalısın. Bu yapıyı kurarken de diğer insanları denklemin içine sokmadan yapmalısın. Yani senin kurduğun dünya, içerisinde sadece senin olduğun bir durumda çalışmalı. Sen varsan var ve sen yoksan yok. Bir başkası bu dünya girebilir çıkabilir, bu tamamen kendisinin tercihidir.
Arkadan hafif rüzgar
eserken elindeki kola kutusunu bataklığın kenarına koydu ve bataklığı
seyretmeye başladı, bunu yaparken hiç olmadığı kadar mutluydu. Her anının, bu
anı gibi olmasını yüreğinden geçirdi ve o anda neden mutlu olduğunu düşündü.
Sonra mutlu kelimesinin, ‘’o an’’ için çok ucuz kaçtığını düşündü, bu başka bir
haldi. Bu hali tanımlamak için çabalıyordu kendi kendine ama başaramıyordu.
Kayıtsızlık diyecekmiş gibi oldu ama, bununla da bir alakası yoktu, hayatının
çoğu anını kayıtsız bir şekilde geçirmişti zaten, ancak az önceki hissi
alamıyordu. Neydi bu his gerçekten? İnsanın kendi dünyasını kurmasıydı o. Ev
sahibi olma hissiydi belki de. Bu dünyaya bakıp kendi hareketlerinden,
düşüncelerinden utanmamak ve hatta emin olmaktı bu. Emin olmak derken bir
narsizm değil bir delinin eminliğiydi onunkisi, erasmusvari bir delilikten söz
ediyordu. Ne olursa olsun, başkasının aklıyla zeki olacağına kendi aklıyla deli
olmanın onu mutlu ettiğini kişisel tecrübelerinden biliyordu. Bir kola şişesini
çöpe değil de bataklığın kenarına bırakmak ve arkasından bataklığı seyretmenin
bir insana böyle bir hissi yaşatabileceğini hiç düşünemezdi. Ancak bu hissi
yaratanın bataklık ve kola şişesi olmadığını kısa sürede çözdü. Bu his sadece
kendisi olmanın verdiği mutluluktu, özne olmaktı bu. Ancak özne kelimesinin
bile tam olarak karşılamadığını düşünüyordu. Hayatı boyunca tüm tanımlamalara
kafasını takardı, arkadaşlarıyla bu konuda tartışır ve onları bıktırırdı.
Dünyadaki her şeyin aptalca olduğuna o kadar emindi ki aksi yöndeki hiçbir söz
onu inandığı şeyden geri çeviremezdi. İnandığı şey olarak tanımlamıyordu o,
bildiği gördüğü yaşadığı şey olarak tanımlamayı tercih ediyordu. Tercih etmenin
değerini 20li yaşlarının başında öğrenmişti. Öğrendiği her şeyi unutuyor ve
işine yarmayacağı zamanlarda hatırlıyordu. Bu, onu ilk başlarda kızdırsa da
onları tekrardan hatırlamanın da güzel olduğunu fark etti ve bir daha bu duruma
kızmadı, sadece küçük bir burukluk yaşadı. Böyle durumlarda köpeği evden kaçmış
ama sonra geri dönmüş gibi hissediyordu. Buna üzülmeli miydi yoksa sevinmeli
mi, üzülmemesi gerektiğini fark etti en azından bundan emindi.
Bir aramada ne yapacağını
hiç bilemezdi. Söyleyebilecek hiçbir şeyi olmazdı genelde, söyleyecek bir
şeyleri varsa söylerdi ve sonrasında yine söyleyecek bir şeye sahip olmazdı.
Aslında boş konuşmaya istekli olduğu zaman bunu başarıyordu ama yine de o
isteği kendisi seçemiyordu. Hep aynı konuşmaları yapmaktan sıkılıyordu. Hayat
gerçekten sıkıcıydı, bir de üstüne insanlar gelince her şey iki kat
sıkıcılaşıyordu. Bir zamanlar yalnız olma mücadelesi veriyordu, ancak ismi
yanlış anlaşıldığı için hemen açıklama yapardı, ‘’yanlızlıkla mücadele etmek
değildi onunkisi, yalnız olmak için mücadele etmekti’’. Bunu başardı mı, bir
süreliğine evet, daha sonra ise bir sürü insan onun yanında olmak istedi. Bu
çok garip geliyordu ona, insanları istediği zaman, insanlar ondan sonsuz bir
hızla kaçıyordu ancak insanlardan uzaklaştığı zaman ise insanlar onun peşini
bırakmıyordu. Hayatın bir simyacının işi olduğunu anlamıştı böylece.
İnsan, kendi dünyasında
olduğunda başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmaz. Kendi dünyasını öyle bir
kurgulamalıdır ki, o dünyanın hareket etmesi için sadece ama sadece kişinin
kendisine ihtiyacı vardır. Her an ne yapacağını planlayabilirdi, daha sonra bu
plana uyabilirdi veya uymayabilirdi de, hatta hiçbir plan yapmamasında da bir
sakınca yoktu. Bu, onun dünyasıydı ve ne isterse o olurdu. İşte bu dünyadan
taviz verdikçe hayatı git gide daha sıkıcı bir hale geliyordu, sinirleniyordu
hatta bazen. Kendisi asla sinirlenmezdi, ama sadece kendi dünyasında iken.
Başka dünyalar onu kızdırırdı, kendi dünyasına zorla girmeye çalışanlar onu
kızdırırdı. Bundan nefret ederdi hatta. Kendi dünyası için yaşayan bir insan
olmak için çok uzun süre mücadele etti. Daha sonra hiç gerçek anlamla
konuşmadığı abisiyle konuştu ve abisinin de kendisi gibi bir insan olduğunu
keşfetti. İki farklı insan, iki farklı iç dünyasıyla birbirleriyle hiç konuşmadan
aynı sonuçlara çıkan hareketler yapıyordu. Bu harikaydı, abisini tanıdıktan
sonra ona olan sevgisi farklı bir boyuta geçti. Ve abisi bir gün işinden istifa
etti. Onur için, nesne değil özne olmak için, kendi dünyasını kurgulayabilmek
için…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder