Hayatın karşısında hüzünle karşılaşmış, birçok konuda afallamış ama bir noktada ayakları yere basmış bir insan olarak, hayatla ilgili bir takım konularda kendi kendime ahkam kesmek, zor günlerde okumak için birkaç şey karalamak istiyordum uzun zamandır. Bu işe ilk defa şimdi girişiyorum, uzun ve anlamlı bir metin olmasını dileyerek başlıyorum.
Hayat konusunda ne
yapacağını bilemeyen insanlar olmamız aslında bir sorun değil, çünkü hepimiz,
ne kadar klişe olarak gelse de, sistem kurbanlarıyız. Doğduktan hemen sonra
kreşe, okullara gitmeye başlamamız bunun en önemli göstergesidir. Hiçbirimiz
okula neden gittiğimizi anlayamadan okula gidiyorduk, birileri bize “okula
gideceksin” dediği için gidiyorduk okula, başka bir sebep yoktu. Daha neler
olduğunu anlayamadan bir oraya bir buraya savuruyorlardı bizi yani, ödevler,
kitaplar, aile, arkadaşlıklar. Şöyle bir silkinip, “ne oluyor lan” bile
diyemiyorduk, bunu demek aklımıza bile gelmiyordu. Süt üretim fabrikasında
doğmuş bir inek gibiydik, herkes süt veriyordu, biz de süt verecektik. Tüm
bunları yaşadıktan sonra, sonunda “ne oluyor lan” gibi bir soruyu sorabilecek
akli yetiye kavuştuğumuzda ise, koca bir “hassiktir” çıkıyordu ağzımızdan. Bir
anda olmuştu her şey, şimdiye kadar yaptığımız hiçbir şeyi kendimiz seçmemiştik.
İşte şimdi, en azından bundan sonraki hayatımızda olacak şeyleri kendimiz
yönlendirmek istiyoruz. Biz, şimdiye kadar hep bir nesne olmuştuk, bundan sonra
özne olmak için çabalamamız gerekiyordu. Yıllarca köle olarak yaşayan bir
insanın, aslında kölelik diye bir şey olmadığını öğrenmesi gibi bir şeydi
yaşadığımız olay. Afallamamak elde değildi, alışmış olduğumuz şeye dönmek de
her zaman daha rahat gelecekti. Ama artık bu yolun dönüşü yok, biz özne olmanın
ne demek olduğunu öğrendiğimiz için, artık nesne olduğumuz zamanlarda bunun
farkında oluyoruz. Kırmızı hapı almıştık yani bir kere, buradan dönmek istesek
bile her şey eskisi gibi olamazdı.
Özne olmak, olaylarda, olayı yapanın,
kişinin kendisi olmasıdır. Edilgen olmamasıdır. Kendi hayatının öznesi olmak
da, kendi hayatındaki olaylarda belirleyici olanın, olayları yapan kişinin,
insanın kendisi olması demektir. Kışın ortasında, canımız dondurma isterken,
herkes sahlep içiyor diye bizim de sahlep içmemiz, hayatımızın öznesi
olmadığımızı gösterir örneğin, basit bir olay gibi duruyor ama aslında devasa
bir derinlik var bunda. Havalar soğuk diye, soğuk kahveyi sevdiğin halde sıcak
kahve içmek de özne olmamaktır. Herkes BMW istiyor diye, canın Mercedes
istediği halde, BMW alıyorsan, yine hayatının öznesi olamamışsın demektir.
Hayatının öznesi olmak, hayatın en ufağından en büyüğüne kadar, her durumunda
kendisini gösteren bir durumdur. Bizim, öncelikle kendi hayatımızın öznesi
durumuna gelmemiz gerekiyor.
Kendi hayatının öznesi olabilmek için gereken
şartlardan bir tanesi, vazgeçmeyi öğrenmektir. En güzel oyuncaklardan, en güzel
kadınlardan, dünyada var olan şeylerin en güzelinden bile vazgeçebilecek bir
insan olmamız gerekir. İstediğimiz bir şey için, her zaman başka bir şeyden
vazgeçmemiz gerekir. Hayat böyledir, hep bir avantaj ve dezavantaj vardır.
Örneğin, kendi istediğimiz konuya çalışırken, geriye kalan tüm konulardan
vazgeçmiş oluruz. Soğuk kahve içiyorsak, geriye kalan tüm kahvelerden vazgeçmiş
oluruz. Hayatımızda her an, ne yapıyorsak yapalım, o anda yaptığımız şey için,
hayatta yapılabilecek diğer her şeyden vazgeçmemiz gerekir. Eğer vazgeçemezsek,
bunu beceremezsek, elimizde olabilecek o tek şeyi de kaybederiz ve koca bir
hiçle otururuz. Bir abimin bana verdiği örneği, ben de kullanmak istiyorum:
farzı misal, kız arkadaşınla sinemaya gitmek istiyorsun ancak cebinde paran
yok, o esnada da pek sevmediğin amcan size ziyarete gelmiş, elini öpüp biraz
yalakalık yaparsan sana sinema parası vereceğini biliyorsun, sinemaya gitmeyi
de çok istiyorsun, işte burada vazgeçmek, çok değerli bir durum olarak geliyor
karşına. Bu durumda, yalakalık yaparak parayı almaktan değil, kız arkadaşınla
gitmeyi çok istediğin o sinema biletinden vazgeçmen gerekir, hayatının öznesi
olmak için, bu harika olaydan vazgeçmen gereklidir işte. Vazgeçmeyi öğrenmek,
işte bu yüzden çok zor ancak çok da değerlidir. Burada sinemaya gitmemek,
insanın sırtına bir yük gibi binebilir.
İnsanın hayatında, sürekli olarak
sırtına alması geren yükler çıkacaktır. İnsan olarak, bizim yapmamız gereken
şey, bu yükleri sırtımıza alabilmeyi, çile de olsa bunları taşımayı
öğrenmektir. Her türlü derdi çeken insan, ağırlıkları kaldıran insan için, tüm
bu ağırlıklar gitgide daha hafif gelmeye başlayacaktır. İnsanın, tüm yükleri
taşıyabilir hale gelmesi gerekmektedir, ama insan tüm yükleri taşıyabiliyor
diye, hayatı boyunca yük taşıması gerekmez, ama yük taşımayı bilmesi gerekir.
Karşımıza çıkan her sorun da bir yüktür, yüklerin altında ezilmemek için,
bacaklarımızı güçlendirmemiz gerekir ve güçlü bacakların, insanın kendisine
hiçbir zararı yoktur, bilakis faydası vardır.
Güçlü bacaklara sahip olan insan, artık
hayatla ilgili bir şeyler öğrenmeye başlamıştır. Hayatın, karşısına sorunlar
çıkarabileceğini görmüş ve bu sorunları tatmıştır. İşte bu noktada insan, hayat
karşısında ne yapacağını bilen bir insana dönüşmeye başlamıştır. Hayat
karşısında ne yapacağını bilen bir insanın fark edeceği ilk şey, kendisi bir
şeyleri biliyormuş gibi davrandığı her anda, diğer insanların da, o kişiye bir
şeyleri biliyormuş gibi davrandığını görmesi olacaktır. Eğer ne yapacağını
biliyormuş gibi davranırsan, diğer insanlar da senin ne yapacağını bildiğine
emin olurlar.
Hatta öyle emin olurlar
ki, sen ne yapacağını bilmesen bile, diğer insanlar, senin bildiğinden emin
olurlar. Bunu keşfeden insan, derhal, hayat karşısında ne olursa olsun, hiç
bilmediği bir durumla bile karşılaşsa, ne yapacağını bilmese bile, biliyormuş
gibi davranması gerekir. Bu durumu, kendi düşünceleri için de kullanabilir. Bu
durumun altında yatan düşünce şudur, insan kendi davranışlarından bile emin
olmuyorsa, bir başkası ondan nasıl emin olabilir? İşte bunu tersine çevirerek,
kendi davranışlarından eminmiş gibi davranarak, diğer insanların da, bizim
davranışlarımızdan emin olmalarını sağlıyoruz.
Ne yapacağını biliyormuş gibi davranmak,
aslında bir hile de değildir. Ne yapacağını biliyormuş gibi davranması
gerektiğini bilen insan, aslında nasıl davranması gerektiğini gerçekten
biliyordur, yapması gereken tek şey, nasıl davranacağını biliyormuş gibi
davranmaktır. İşte bu kadar. Yapması gereken şey, ne yapacağını biliyormuş gibi
davranarak, bir şeyler yapmaktır. Hiçbir hile yok, hiçbir kandırmaca yok. Zaten
insan, birazcık durup da, diğer insanları gözlemlediğinde, diğer insanların, etraftaki
olayları hep abarttığını görecektir. Bunu gören insanın, diğer insanları
ciddiye alması imkansızdır artır. Yaşadığı her şeyi abartan insanların
hareketlerine güvenmek yerine, insanın kendi hareketlerine güvenmesi daha
mantıklıdır. Kendisi, en azından güzel bir akıl süzgecinden geçirerek olayları
tartmış ve kendine göre en iyi çözümü bulmuştur, bu noktadan sonra ne
yapacağını bilmesi de çok doğaldır. Çıkardığı sonuç yanlış olsa bile,
başkasının aklıyla zeki olacağına, kendi aklıyla deli olmayı da bilmesi gerekir
insanın. İnsanın, deli veya aptal olması ayıp değildir, ayıp olan şey, insanın
kendi aptallığını ve deliliğini saklamasıdır aslında. İnsanın kendi zekası ne
kadarsa, olduğu gibi diğer insanlara göstermesi ve bundan da utanmaması
gerekir, çünkü kimseyi kandırmıyordur böyle davranarak. Asıl kendi zekasını,
olduğundan büyük göstermek için uğraşan insanların, kendilerinden utanması
gerekir. İnsan, kendisi ne olursa olsun, üzerine kendi hırkasını geçirmelidir,
bir başkasınınkini değil. Bir başkasının hırkasını üzerine geçirmekten
utanmalıdır insan. Vazgeçmek demiştik; insan, kendisini zeki olarak
göstermekten de vazgeçmeli, kendisini olduğu gibi göstermekten korkmamalı,
utanmamalıdır.
İnsan, kendisinin aptal olup olmadığını da
umursamamalıdır dedik. Bunun sebebi, aptal olup olmamasının hiçbir şeyi
değiştirmeyecek olmasıdır. İnsan aptal olsa da zeki olsa da, kendisinden
başkası olamaz ve insanın değeri, sadece ve sadece kendisi olabilmesinden
geçer. Aptal veya zeki olmasının hiçbir değeri yoktur. Ayrıca bir başkasının,
insana aptal demesi, insanı ilgilendiremez. İnsanların her şeyi ne kadar
abarttığını, her durumdan nasıl yanlış sonuçlar çıkardığını biliyoruz. Tüm
bunları bilmemize rağmen, diğer insanların, bizim üzerimizdeki fikirlerine mi
değer vereceğiz?
Bizi ne kadar tanıyorlar ki, yani öylesine
bir insandan bahsetmiyorum, en yakınınız olan birisi bile, bizi ne kadar
tanıyor, ben söyleyeyim, neredeyse hiç tanımıyor. Çok iyi bilse bile bizi,
kendi hayatımızın iplerini onun ellerine bırakamayız. Biz kendi hayatımızın
öznesi olmayı öğrenmiş insanlarız. Bir başkasına, kendi hayatımızı teslim
edemeyiz. Bir başkasının size aptal olduğunu söylemesi sizi gerçekten neden
ilgilendirsin ki. Aslında ilgilendirmez, ama insan savaşmaktan, mücadele
etmektense rahatlık içinde olmayı tercih etme eğilimindedir. Savaş meydanından
kaçmak için sürekli olarak bahane arar insanlar. “Birisi benim aptal olduğumu
söylesin de, ben de bu savaşı vermekten kurtulayım” diye düşünür. Amaç aslında,
yazının başlarında bahsettiğimiz kırmızı haptan kurtulmaktır. O hapı yuttuğuna
pişman olmuştur ama kaçabileceği bir bahanesi de yoktur. Bir bahane, en
ufağından en büyüğüne kadar bir bahane arar durur insan. Bahane aradığını
bilmeyen insan, bir bahane bulduğunda, bunun bir bahane olduğunu bilmez, ona
bir başka mavi hap olarak sarılır. Ancak insanın bahane aradığını bilen bir
insan, bunu yapamaz artık, kırmızı hapın ikinci dozunu da almıştır artık. Bunu
okuduysak, artık biz de bu bahanelere sığınamayız. Bir başkası bizi
kurgulayamaz, başından beri söylediğimiz, savaştığımız şey budur aslında bizim,
özne olmak. Özne olmak için savaşırken, özne olmaktan da kaçarız aslında, çünkü
çok zordur özne olmak. Birisinin sizin yerinize karar vermesi çok daha
basittir. Ama yaşamaya değer olan hangisidir, gerçekten yaşamağa değer olan,
özne olmaktır.
Özne olmak için ciddi bir savaş vermemiz
gerekiyor, ancak şunu çok iyi biliyoruz ki, ne kadar acı olursa olsun, sonucuna
değecek bir savaş vereceğiz. İnsan, doğal olarak iyi bir savaş vermeyi ve hatta
belki de savaş vermeyi bile bilmeyebilir, bu önemli değildir. Savaş vermeyi de
öğrenmek gerekir. Savaşmayı öğrenmenin en güzel yolu da savaşmaktır, sürekli
savaşmak. Savaşmayı, savaştan kaçarak asla öğrenemeyiz. Yapmamız gereken şey,
savaşmayı öğrenmek için, savaşabilmek için savaşmaktır. Savaştan kaçmak bize
sadece bir sonraki savaşta yenilmeyi katacaktır; savaşmak ise, en sonunda bize
savaşmayı, güzel savaşmayı öğretecektir, şunu da söyleyerek neden savaşmamız
gerektiğini daha da katmerlendirelim, verdiğimiz hiçbir savaş, son savaşımız
olmayacaktır, bu yüzden savaşmayı en erken bir şekilde öğrenmemiz gerekir,
bunun en hızlı yolu da savaşmaktır. Verdiğimiz savaşları hiçbir zaman yenmek ve
yenilmek olarak değerlendirmemeliyiz, verdiğimiz her savaş, bizi bir sonraki
savaş için daha güçlü hale getirecektir, biz savaşmayı öğrenmeliyiz ilk etapta,
daha sonra yenmeye de bakarız.
Yenmek veya yenilmek önemli değil dedik
diye de, yine bir savaştan kaçma yöntemi olarak, bilerek yenilmek tuzağına
düşmemeliyiz, her zaman yenmek için savaşmalıyız, ancak her zaman yenemeyiz, güzel
bir savaş verdikten sonra, yenilmek önemli değildir diyorum. Önemli olan,
savaşmaktır, savaş da yenmek için yapılır. Savaşmak, savaşmayı öğrenmek bizim
görevimizdir. Tüm bunları yaparken de, neyi neden yaptığımızı bilmeli ve bundan
dolayı da kendi düşüncelerimize dayandığımız için hiçbir hareketimizden
utanmamalıyız.
Kendi hareketlerinden utananlar, henüz
bizden değildir. Hiçbir davranışımızdan utanmadığımız gibi, verdiğimiz savaştan
da utanmamalıyız. Şöyle ya da böyle, kendinden utanıyorsan eğer, bizden
değilsin henüz. Özgürleşmenin mührü nedir? İnsanın artık kendi kendinden
utanmaması. Bir başkası ile olan fikir ayrılıklarımızda veya savaşımızda, “O x
ise, ben de Hakan’ım” şiarını edinmeliyiz, zaten bunların altyapılarını
sağlamayı öğrendik, artık ihtiyacımız olan tek şey, kendinden utanmamak ve
kendinden emin olmaktır. Bu noktada artık yüreklilikle “O x ise, ben de
Hakan’ım” diyebiliriz. Bunu sadece savaşırken de değil, hayatımızın her anında
söyleyebilmeliyiz. Bunu söyleyemememizin nedenlerinden birisi, istemeyi
bilmememizdir. Yani istememeyi bilmemek derken, bir şeyi gerçekten istemekten
bahsediyorum, yoksa herkes, “şunu istiyorum” diyebilir. Gerçekten istemek ise
tüm bunlardan farklıdır, gerçekten istemek, isteyebilmek de zordur. Örneğin,
birisinin bize ne vereceğine bakıp, verdiği şeyle yetinecek miyiz yoksa
yetinemeyecek miyiz diye bakmak ile, vermesini istediğimiz şeyi söylemek farklı
şeylerdir. “Yapmalısın” ile “İstiyorum” kelimeleri arasında bile çok büyük
farklar vardır. İstemeyi öğrenmek aslında, “Yapmalısın” kelimesine karşı,
“İstiyorum” cevabını vermek, verebilmektir. “İstiyorum” diyebilmek için de,
insanın kendi işlerini kendisinin yapması gerekir.
Kurda sormuşlar: “Boynun neden kalın”, kurt
cevap vermiş: “Kendi işimi kendim yaparım da ondan” demiş. Bizler de her zaman,
kendi işimizi kendimiz yapmalıyız, bunları bir başkasının arkasına saklanarak
halletmeye çalışmamalıyız. Her zaman söylerim, bir işin doğru yapılmasını
istiyorsan, o işi kendin yapacaksın. Bu her şeyde böyledir, en ufağından en
büyüğüne kadar tüm işlerde böyledir bu. Her ne olursa olsun, kendi işini kendin
yapmak, hem boynunu kalınlaştırır, hem de iş yapmayı öğretir insana. İş yapmayı
öğrenen insan, kendi işini yapmaktan daha az korkar hale gelir. Kendi işini
kendisi yapmayan ise, o işi yapacak başka birisini bulamadığı durumda, işini
yapmaktan kaçacaktır, yapmaya çalışsa bile bocalayacaktır. Kendi işini kendisi
yapan insan, zamanla işleri yapmak konusunda hiçbir sıkıntı çekmeyecektir.
İstemeyi ve kendi işini yapmayı öğrenmiş insanın, öğrenmesi gereken bir şey
daha vardır: Çocuk olmak.
Bir devenin ve bir
aslanın yapamayıp da, çocuğun yapabileceği ne vardır? Ciddiyet. Bir çocuğu
gözlemlediğimizde, eylemlerinde gördüğümüz ciddiyet hemen dikkatimizi çeker.
Oyun oynuyor da olsa, yemek yapıyor da olsa, çizgi film izliyor da olsa, bir
çocuk kendi işini yaparken olması gerektiği kadar ciddidir aslında. Bu
ciddiyeti, çocukça bir ciddiyet olarak aşağıda görmemiz yanlıştır. Aslında,
zamanla kaybettiğimiz bir şeydir ciddiyet bizim. Bir çocuğun, oyun oynarken
sahip olduğu ciddiyet, bizim de hayatımızdaki her işi yaparken sahip olmamamız gereken
ciddiyettir aslında. Bir çocuğun oyun oynarken olduğu ciddiyete sahip
olabilmeliyiz hayatta. Yaptığımız iş ne olursa olsun, en azından bir çocuğun
oyun oynarken sahip olduğu ciddiyetle yapmalıyız onu.
Tüm bu yukarıdakileri gerçekten anlamak, bize
sağlam bir omurga ve çerçeve oluşturmak için güzel basamaklar olacaktır. Bir
omurgaya sahip olduğumuzda ise, artık yaşamak bizim için daha anlamlı ve daha
kolay olacaktır. Çünkü yaşamaya anlamını, bir başkası değil, biz kendimiz
vermiş olacağız tüm bunlardan sonra. Kendi yarattığımız bu dünyada, oyun
oynayan bir çocuğun ciddiyetiyle yaşamak, bizim için bir zevke dönüşecektir.
Artık başkalarının “Yapmalısın” laflarına karşılık, gerçek bir “İstiyorum”
cevabımız oluşmuştur. Kimsenin bize söylediği şekilde değil, kendi istediğimiz
şekilde yaşamaya başlıyoruz demektir artık. Bu noktadan sonra ne olursa olsun
artık sırtımız yere gelmeyecektir. Çok sağlam bir temelimiz var artık, bu
temeli de bir başkası değil, kendimiz attık. İşte özne olmanın ve gerçekten yaşıyor
olmanın ilk şartlarını ve temellerini konuştuk. Sırada ise artık kendimize
verdiğimiz ödevler ve görevlerimiz var. İlerlememizi nasıl yöneteceğiz, nasıl
ilerleyeceğiz, bunları konuşacağız.
İlerlemek için öncelikle bir hedef
seçmeliyiz kendimize. Evet, klişe, biliyorum. Ancak bir şeyin klişe olmasında,
o şeyin gerçek olmasının da etkisi vardır. Bir hedefimiz olması gerekiyor, yani
hayatınız boyunca onu istemeniz gerekmiyor, bu tarz bir hedefi bulmak zor
olacaktır. Böyle bir hedefi nasıl belirleyebilirsiniz ki zaten, bu gerçekten
klişedir. Bizim bahsettiğimiz hedef ise daha mütevazı bir hedef, örneğin,
“Gitar çalmayı öğrenmek istiyorum” dersiniz ve gitar öğrenmek hedefiniz olur.
Bu kadar basit aslında, ama mutlaka bir hedef olmalı. Bir hedef yoksa, ilerlemek
için de hiçbir nedeni kalmıyor insanın. İlerlemek için bir tane asli hedef
belirledikten sonra, onun yanına, “Bunlarda da gelişmek isterim” diyeceğiniz
birtakım hedefler belirleyebilirsiniz. Bu hedefleri belirlemek, ilerlemeden
öylece boş vakit geçirmekten alıkoyacaktır. Zaten daha önce istemeyi öğrenmemiz
gerektiğinden bahsetmiştik, şimdi işte, ne konuda ilerlemek istediğimizi
belirliyoruz. Bu hedeflerimizi seçerken de ilerlememiz konusunda gerçekten
faydalı olacak şeyler seçmeliyiz.
Hedefimizi belirledik, bu
hedefi neden yapacağız, ne elde etmek için yapacağız, gibi soruları da mantıklı
bir şekilde cevaplayabilmeliyiz. Tüm bunlara başladıktan sonra da sorgumuzu,
“Ne elde ettik” olarak güncelleyeceğiz. Bu sorumuzda da tatmin edici bir cevap
verebilmemiz gerekiyor. Bu soruya tatmin edici bir cevap veremiyorsak eğer,
hemen ilk sorgulara geri dönüp, ilerlememizi engelleyen şeyleri öğrenmemiz,
gerekirse hedeflerimizi de değiştirmemiz gerekir. Ama şimdilik hedeflerimizi
belirledikten sonra ne yapacağımıza dönelim. Öncelikle bir karar vermemiz
gerekiyor, hedeflerimizi gerçekleştirmek için neler yapabileceğimizi adam
akıllı düşünmemiz gerekiyor. Tüm bunları mantıklı bir zeminde düşündükten sonra
ise, aldığımız kararları anında uygulamamız gerekiyor. Eğer kararlarımızı
anında uygulamazsak, o kararları uygulamaya geçirmemiz sürekli olarak
ertelenecektir. Bu erteleme süresince geçen zamanımızda da hiçbir şey yapamamış
olarak kalacağız. Sonradan dönüp baktığımızda ise, “Daha erken başlasaydım, on
gün önce şimdiki yaptığım şeyleri yapmış olacaktım” gibi bir düşünceye
kapılacağız. İşte bu düşünceye kapılmamak için, aldığımız kararları gerçekten
anında uygulamamız gerekir. Eğer verdiğimiz bir kararı, anında
uygulayamıyorsak, yani gerçekten uygulamak için çabalıyor ama beceremiyorsak;
bu bize, verdiğimiz kararın hatalı olduğunu gösterir. Hedeflerimizi
belirlerken, gerçekleştirilebilir hedefler belirlemeye özen göstermeliyiz.
Karar alma aşamasında, sadece düşünürken, kendimize koyduğumuz hedef bize
basitmiş gibi görünebilir, ama uygulamaya geçildiğinde görürüz ki, aslında o
kadar da kolay bir şekilde uygulanamıyormuş. Sadece düşünmek, yani hayal kurmak
basittir, on saat boyunca çalışmayı düşünmek ile sadece bir saat çalışmayı
düşünmek, aynı sürede gerçekleşir. Ama bunlar uygulamaya geçtiğinde, arada en
az on katlık bir zorluk farkı vardır. İşte bu sebeple, ilk başta belirlediğimiz
hedefleri, gerçekten uygulanabilir ve devam edilebilir olacak şekilde
ayarlamamız gerekir.
Kararlarımızı uygularken fark edeceğimiz
birçok nokta olabilir, örneğin bu kadarı az geldi veya bu kadarı fazla geldi
diyebiliriz. Çünkü yaptığımız şeyi daha yeni tecrübe ediyoruz. Tecrübe sahibi
olmadığımız bir konuda, sadece tahmin yürüterek elbette bir hedef belirledik,
ama bunları uygulamaya başladıktan sonra, tecrübe edinmeye de başlıyoruz. İşte
bu noktada, tecrübe edinmenin en hızlı yolu, o işleri yapmak olacaktır. Her şey
iyi olarak başlamaz, ama her şey git gide iyileştirilebilir. Bu tecrübe
sayesinde olur. Bir şeylerin iyi gitmediğini düşündüğümüzde sadece iki
seçeneğimiz vardır, ya vazgeçeriz ya da o şeyi daha iyi hale getirmeye
çalışırız. Bunun tek yolu da, söylediğimiz gibi, o şeyi yapmak, yani tecrübe
edinmektir. Tecrübe edinmenin bile en iyi yolu, o konuda bir şeyler yaparak, o
konu hakkında tecrübe edinmektir.
Tüm bunları belirledikten
sonra, yalnız kaldığımızda yapacağımız şeyleri de belirlemiş oluyoruz aslında.
İnsan yalnız başına kaldığında sıkılıyorsa eğer, hedefleri, görevleri yoktur.
Bir hedefi olan insan, sıkılmaya vakit bulamaz. Aslında sıkılmak da, tam olarak
bu anlama gelir, yapılacak bir işi olmamak anlamına gelir. İşte biz, kendi
başımızayken neler yapacağımızı, neler yapmak istediğimizi, ne konuda ilerlemek
istediğimizi ve ne konuda ilerlememiz gerektiğini de düşünerek, kendimize,
“Yalnız kaldığımda yapacağımız işler” diye bir dosya oluşturmamız gerekir. Tüm
bunlar, aslında yalnızlığa çare olarak görünse de, insanın yalnız kalmayı
sevmesinin adımlarıdır. Bir müddet sonra, “Etrafımdaki insanlar gitse de, artık
şu işlerimi halledebilsem” demeye başlarsınız. Bunu derken kendinize bile
şaşırır halde bulursunuz kendinizi, çünkü daha önce böyle bir cümleyi size
hiçbir güç kurduramazdı. Eskiden bir buluşma iptal olduğunda hemen üzülürdünüz
ama şimdi bir buluşma iptal olduğunda işlerinizi halletmeniz için fazladan
zamanınız olduğu için sevineceksiniz. İnsanlarla daha az görüşeceksiniz, ama
bu, sizi üzmeyecek bilakis sevindirecek. Yalnızlığın tadına bir kere bakanlar
için, yalnız kalamamak bir eziyettir çünkü. Çünkü en çok orada kendiniz olmayı
öğrenebilirsiniz. Peki yalnız olmadığınız anlar, örneğin dışarıya çıkmanız
gerekli, dışarıda olmanız gerekiyor, bu durumda ne yapacaksınız. Tabii ki, en
iyi bildiğiniz şeyi yapacaksınız.
Dışarıda olduğunuzda, yalnızken
yaptığınız gibi, kendinize birtakım görevler vermeniz gerekir. Bu görevleri
tamamlamak için çabalarken, “Ne arıyorum ben burada” diye düşünmeniz gerekmez,
çünkü artık ne aradığınızı biliyorsunuz. İnsan dışarıya çıkıyorsa, ne
yapacağını bilerek çıkmalıdır, bir amacı olarak çıkmalıdır. Bir amacı yoksa,
onu yaratmalıdır da. Dışarıya çıkmak da, en az yalnız kalmak kadar önemli bir
konudur. Hayatın farklı alanlarıdır bunlar ama ikisi de hayatın içindedir.
Hayatla ilgili olan her şeyi ciddiye alabilmeliyiz. Nasıl ki dışarı çıkmak için
sabırsızlanmamamız gerekiyorsa, eve gitmek ve yalnız kalmak için de
sabırsızlanmamamız gerekir. İşte bunun için, içeride ve dışarıda hedeflerimiz
olmalı. Bu hedefler sayesinde edineceğimiz bir kazanım da, ne yapacağını bilen
adam olmaktır.
En son olarak da, ilerlemek açısından en
önemli olan konuya değinmek istiyorum. Düzenli olarak yapmaktır bu. Her ne
konuda ilerlemek isteniyorsa istensin, bunu sağlayacak en önemli şey, her gün
yapmaktır. Her gün yapmanın değeri, uzun edimde ortaya çıkar. Bunu anlayabilmek
için yeteri kadar sabırlı olmak da gerekir. Örneğin bir kitabı bitirmek
istiyoruz, günde elli sayfa yüz sayfa da okuyabiliriz. Ama bunu yaptığımız
zaman, üç dört gün sonra okumak eyleminden istemsiz olarak sıkılabiliriz.
Bunun yerine, günde on sayfa okuma
hedefi koyarsak sadece. Düzenli olarak bunu yapabiliriz. Otuz gün sonra da,
günde on sayfa okumaya devam edebiliriz. On sayfadan daha fazla da okuyabiliriz
elbette, ama on sayfa okuduktan sonra, artık yapmamız gereken bir şey olmadığını
biliriz ve eğer sıkılırsak, on sayfada bırakırız okumayı. Böylece aylarca hiç
durmadan ilerleyebiliriz. Kendimize elli sayfalık bir görev verseydik eğer, ilk
üç gün kendimizi zorlayarak yapabiliriz belki, ama daha sonrasında, elli sayfa
okumak zorunda olmak, bize işkence gibi gelebilir ve bu işkenceyi çekmek
istemiyorum diyerek okumayı tamamen bırakabiliriz. İşte bu noktaya savrulmamak
için, ilerlemek istediğimiz işlerde, her gün yapmamız gereken ama yaparken de
bizi zorlamayacak bir görev koymalıyız kendimize. Bu görevleri bitirmek oldukça
basit olacağı için, eğer istiyorsak, o gün istediğimiz başka işlerde de bir
şeyler yapabiliriz, çünkü bunları yapmak için de epey zamanımız olacaktır.
Şimdi yalnızken neler yapacağımızı
biliyoruz. Artık yalnız olmak bizim için bir sorun olmaktan çıktı. Çevremizdeki
insanlarla olan ilişkilerimize de değinmenin vakti geldi. İlk olarak tekrardan,
yalnız olmanın, maalesef, hayattaki tek gerçek olduğunu bilmek zorundayız.
İnsan, yalnızlığı bir esas olarak kabul etmelidir. Yalnızlığının etrafına ise
güzel bir çevre kurabilir. Yani esas olan şeyi unutmamamız gerekir asla. Yalnız
olmanın insana sağladığı faydaları, etrafımızda insanlar varken kolayca
unutabiliriz. Bunları unutup, bir müddet tamamen diğer insanlarla vakit
geçirdiğimizde, sadece bir gün bile yalnız kalırsak, ne kadar büyük bir hata
yaptığımızı anlarız ama her şey için çok geç olur, her şeye baştan başlamamız
gerekebilir. Her şeye baştan başlamamak için, dışarıyla olan iletişimimizde de
dikkatli olmalıyız. Diğer insanlarla, yalnızlığı unutmadan etkileşim
kurmalıyız.
İnsanlarla etkileşim kurarken dikkat
etmemiz gereken bir şey vardır. İnsanlar, maalesef ne yapacakları belli olmayan
yaratıklardır. Kendimizi asla onlara tamamen yaslamamalıyız. Akıllı insanlar,
taşlara takılıp tökezlemedikleri gibi, insanlara da takılıp tökezlemezler.
Nasıl ki taşlara takılıp yere düştüğümüzde, bunun suçunu taşlara atamıyorsak;
insanlara takılıp düştüğümüzde de, bunun suçunu insanlara atamayız. Biz
dikkatli bir şekilde yürümeliyiz. İnsanlara, bizi düşürebilecek olan konularda
yaslanmamalıyız. Yaslanırsak eğer, düşmemiz bir başkasının değil, kendi suçumuz
olur.
İnsanları kendi yanımıza çekmeye de
uğraşmamalıyız. Biz çıkarsız bir şekilde konuşuruz elbette, onlar isterlerse
zaten yanımıza geleceklerdir. Bunun için ayrıca çabalamamıza lüzum yoktur.
Mıknatıs olmalıyız, yeteri kadar çekemiyorsak, dahası için uğraşmamalıyız. Bir
konuda fikrimizi söylerken de asla, insanları çekmek için uğraşmamalıyız.
Yapmamız gereken şey, gerçekten ne düşündüğümüzü söylemektir.
Ne düşündüğümüzü, bir demire söylersek bize
doğru çekilecektir zaten, bunun için uğraşmış olmayacağız. Ama bir plastiğe
söylersek, ne kadar çekmek için uğraşırsak uğraşalım çekemeyeceğiz, elimizle
alıp yanımıza getirsek bile, asla bize yapışmayacaktır bir plastik. İşte bu yüzden,
çekmek için asla uğraşmamalıyız. Düşüncelerimizi doğrudan söyleyerek, zaten
mıknatıs oluyoruz, gerisi bizim işimiz değil. Önemli olan, ne düşündüğümüzü
mantıklı bir şekilde açıklayarak söylemektir. Kendi zekamızla kattığımız yorum
bizim mıknatısımızdır. Birisini çekmek için uğraşmayız böylece, ama yalan
söyleseydik aslında birisini çekmek için uğraşmış olacaktır. Ve zorla
çekilenler, asla gelmek istemezler çekildikleri yöne. Gerçek anlamada gelmeleri
için, kendi ayaklarıyla gelmelidirler.
Kendi ayaklarıyla gelmeleri için de
anlatabilmemiz gerekir. Anlaşılmayı beklememiz değil. Eğer anlaşılmak
istiyorsak, anlatmamız gerekir sadece. Mantıklı bir şekilde anlattığımız
takdirde, anlaşılmayı beklememiz gerekmez. Zaten anlaşılırız, çünkü
anlatmışızdır, kimsenin anlamasını beklememiz gerekmez artık. Bir konuyu bir
kere anlattıktan sonra ise, daha fazla anlaşılmak için uğraşmamamız gerekir.
Çünkü bizim üstümüze düşen şey, anlatmaktı. Biz üstümüze düşeni yaptık, şimdi
onların anlaması gerekir. Bir de onların anlaması için uğraşmamalıyız, bu
anlamsız olacaktır. Bir konuda asla ısrar etmemeliyiz, anlaşılmak konusunda da
ısrarcı olmamalıyız. Anlatmak bizim görevimizdir, evet, ama anlaşılmak tek
başına sağlanamaz, karşıdakilerin de anlamak için uğraşması gerekir.
Uğraşmıyorlarsa, onları uğraşmaları için zorlayamayız, ısrar edemeyiz. Biz
üstümüze düşeni yaptık diyerek, gururlu olmalıyız. Başkalarının yanlışları bizi
ilgilendirmez.
Bazı ortamlarda, özellikle de yeni
tanışılan ortamlarda, herkes çok ince, çok kibar bir şekilde konuşur
birbiriyle. Ancak o ortamdaki herkes, bu konuşma tarzının gerçek olmadığını da
bilir. Buna rağmen, hiç kimse de çıkıp, “Ne yapıyoruz lan biz” diye sormaz.
İşte bu soruyu sorması gereken kişi, bu saçmalığı fark eden kişi olmalıdır. Bu
gerçek dışılığı fark ettiğimiz anda, “Bu gerçek değil” diyebilmeliyiz. Biz
özneyiz çünkü, hiç kimseyle konuşmak istemediğimiz yapay bir tarzda konuşmak da
istemeyiz. Hadi bitirelim şunu deyip, samimi bir şekilde konuşmaya doğru
çekeriz karşımızdakileri. Bunu yapmanın güzel bir yolu da, karşımızdaki kişiye,
sanki kırk yıllık dostumuzmuş gibi davranmaktır, bunu yaparken de bir takım
kırmızı çizgilere de dikkat etmek gerekir. Kırk yıllık dostunuz gibi
davranacaksınız elbette ama onların kırk yıllık dostunuz olmadığını da
aklınızdan çıkarmayacaksınız. Örneğin, küfür etmeyeceksiniz, konuşmak istemiyor
olabileceği konularda zorla konuşturmaya çalışmayacaksınız, belirli bir ahlak
çerçevesinde, olabildiğince ince davranacaksınız. İşte bunu yaptığınızda, o
yapaylıktan rahatça sıyrılacaksınız.
Bir diğer yapaylık türü de, türkücü
alçakgönüllülüğü göstermektir. Bir şeyi güzel yaptığını düşünüyorsan, bu konuda
mütevazı olmana da gerek yoktur. Ne demiştik, yapaylık istemiyoruz. Biz özneyiz
ve bir özne gibi davranmasını da biliriz, bir konuda iyi olduğunuzu
söylediklerinde, “Estafirullah, üstatlar varken” gibi laflar kurmamıza gerek
yoktur. Bir iltifat aldığınızda, teşekkür ederek o iltifatı
karşılayabilirsiniz, “Yok ben öyle değilim, şöyle kötüyüm, böyle berbatım”
demenize gerek yok. Bu da yapaylığın tillahıdır.
Çevre konusunda belki de en önemli şey,
sahnede olmaktır. Sahnede olmak demek, aslında özne de olmaktır. Bir noktada,
sahneye çıkabilmeye cüret edebilmek gerekir. Sahneye çıkma vaktiniz geldiyse, o
sahneye çıkacaksınız. O sahneye çıkmak, sizin dansınızın başlayacağının da bir
işaretidir. Sahneye çıkmaktan çekinmememiz gerekir, ama her bulduğumuz sahneye
de atlamamamız gerekir. Örneğin bilmediğimiz bir konuda konuşulurken, dur şimdi
sahneye çıkayım derseniz, gereksiz bir davranışta bulunduğunuzu gösterirsiniz.
Ancak konu, iyi bildiğiniz veya bir fikrinizin olduğu alana gelirse de, bu
sahneye çıkmayı hak ediyorsunuzdur. O sahneye çıkmaktan korkmamanız, oraya
çıkmaya cüret etmeniz gerekir. Sahnedeki adam olmak, olabilmek, değerlidir.
Önemli bulduğum tüm noktalara değindiğim
bir noktadayım şimdi. Bundan sonra söylemek istediğim son bir şeyler var
elbette. Öncelikle, tüm yazılar bir bütündür, yani sonunu anlamak için başını,
başını anlamak için de sonunu bilmek gerekir. Bu sebeple, bu yazıyı gerçekten
anlamak için, derhal ikinci kere de okumanızı öneririm. Söylemek istediğim
diğer nokta da şu, güzel bir hayat yaşamak da yazı yazmak gibidir, aslında çok
kolaydır ama bir takım kurallara dikkat etmek gerekir, kurallara dikkat
edeceğim diye ise, yazmaktan nasıl vazgeçmiyorsak, güzel yaşamaktan da
vazgeçmemeliyiz. Güzel ve bütünlüklü bir yazı yazmak için nasıl ki o yazıyı
kurgulayarak başlamamız gerekiyor, güzel bir hayat yaşamak için de öncelikle o
hayatı kurgulamamız gerekiyor. Bu yazıyla aslında, güzel bir hayatı kurgulama
işlemini yaptık. Güzel bir yazı yazmanın tek şartı, kurallara dikkat ederek,
bir şekilde yazmaya başlamaktır. Güzel bir hayat yaşamanın tek şartı da,
kurallara dikkat ederek, bir şekilde yaşamaya başlamaktır. Nasıl ki yazmaya
başlamadan bir yazıyı tamamlayamıyorsak, yaşamaya başlamadan da güzel bir
şekilde yaşayamayız. İşte bu yüzden, ne için olursa olsun, o işi oturup yapmak
gerekiyor. Yazı yazmak için de oturup yapmamız gerekiyor, güzel yaşamak için de
oturup yapmamız gerekiyor. Tüm kuralları bilsek de, oturup yapmazsak,
bütünlüklü bir yazı yazamayız; aynı şey, yaşamak için de geçerlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder