Tanrı istemezse istemesin, ben istiyorum ulan. Ne büyük bir yanılgıdır bu tanrı yanılgısı. Tanrının istekleri maalesef bu dünyada geçerli değildir. Bu dünya insanların dünyasıdır, insanların kuralları geçerlidir burada. İnsanlar iyidir veya kötüdür diye bir genelleme yapmak da bizim için imkansızdır. Nerden bakarsak bakalım, iyi, onurlu saydığımız insanların sonları üzücü olmuştur. Onurlu yaşamanın bir bedeli vardır yani, maalesef böyle bir bedel vardır ve biz de eğer onurlu olmak istiyorsak, bu bedeli ödemek zorundayız. Biz bu bedeli ödemek için gönüllü olmuş insanlarız, başka insanların bizim için ne düşündüğü değil de kendimizin, yine kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü önemseriz biz. Kendi hakkımızda iyi düşünüyorsak bizim için konu kapanır. Böyle yaşamak ne demektir peki, kendi ilkelerinin olması ve bu ilkelerin, yine kendi ahlak kurallarına uygun olması demektir. Ahmet Kaya, Deniz Gezmiş, Nazım Hikmet gibi isimler belirli bir ilkeyle yaşamışlardır örneğin, nedir bu ilke, kendi doğruları için sonuna kadar savaşmaktır. Kendi doğruları için savaşan insanlar olmak ne kadar gururlu bir meseledir, bunu ben insanın lirik yaşaması olarak tanımlıyorum. Liriğin insan için büyük bir önemi vardır aslında. Eski Yunan’da tiyatrolarda insanlar her zaman lirik hikayeleri izlemeyi severlerdi örneğin, aksiyonun önde olduğu oyunlar eksik sayılırdı. Lirik bir oyun, her şeyin üzerinde tutulurdu, eski Yunan insanlarının lirik olanı yüce tutmasının bir sebebi vardı. Elbette bu sebebi açıklamakla uğraşmayacağım, lirik olan benim için de her zaman daha yukarıda olmuştur. Lirik, benim için de bir anlam ifade ediyorsa eğer, lirik yaşamak benim için gereklidir. İnsanız biz, yıkanmak istemeyen çocuklarız biz. İnsanın kendi istediğini yapması en önemli olan şeydir bu dünyada, ne yaparsan yap, kendi istediğini yapıyorsan doğru yoldasındır. Bir başkasının istekleri doğrultusunda hareket ediyorsan eğer, bu yol seni mükemmel bir refaha kavuşturacak olsa bile, yanlış yoldasın demektir. Çocukken arkadaşlarımın oyun esnasında yaptığı saçmalıkları anlamlandıramazdım ben. Bir müddet sonra tamam o zaman ben de oynamam demeyi öğrenmiştim. Tek başıma oynamayı da severdim ben, tek başıma kafamdaki o ulaşılmaz dünyada dolaşır dururdum. Hiç kimse beni anlayamazdı, kafamda bir dünya vardı ve o dünyanın kesinlikle en doğru dünya olduğuna inanıyor ve bu inancı sorgulamak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Büyüyünce ise işler karıştı işte, etraftaki sesler kulağıma daha net gelmeye başladı, kulağıma daha net gelen sesleri dinlemeye başladım ve kendi dünyamdan çıkış biletimi elime almış oldum böyle yaparak da. Sanatçı olmak için, Beethoven gibi sağır olmak gerekir halbuki. Sağır olması gerekir insanın, sağır olmak, kendine güvenmeyi gerektirir zaten. Sağır insanın kendisine güvenmekten başka bir şansı yoktur. Kendisine güvenen insanın ise, doğru yoldan çıkma ihtimali yoktur. Büyüyünce ne oldu peki, sağırlık geçti, etrafı dinlemeler başladı, kendini sorgulamalar başladı sonra da.
Kendini sorgulamak
elbette kötü bir şey değildir, ama insanın kendi kendisini sorgulaması gerekir
sadece, bir başkası tarafından sorgulanmaması gereklidir. İnsanı
yargılayabilecek tek güç, insanın kendisidir. Başka bir gücün insanı
yargılayabileceğini söylüyorlarsa, bilin ki yalan söylüyorlar. Dışarıdaki dünya
ile ilgilenmeyen bir çocuktan daha güçlü ne olabilir gerçekten, bir aslan ve
bir deveden de daha güçlüdür o çocuk. Sağır bir çocuktan daha kaliteli bir
sanatçı var mıdır dünyada, sağır olalım dostlarım. Sağırlığı kutsayalım. Belki
de hiçbir insanın, kör bir insandan daha renkli bir dünyası yoktur. Hiç
kimsenin sağır bir insandan daha sesli bir dünyası yoktur. Sağır bir insanın şöyle
sorduğunu okumuştum bir yerde: “Güneş, doğup batarken nasıl bir ses çıkarıyor?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder