26 Mayıs 2018 Cumartesi

Düşünceler - Marcus Aurelius


Zenon, önce yerleşik ahlak yaklaşımlarının köklü bir eleştirisini yapmış, insan için gerçek, iyi’nin; sağlık, zenginlik ya da mutluluğu dünyasal başarıya bağlayan herhangi bir değerler dizisi olmadığını savunarak, kesin anlamda yalnızca erdem ve erdemsizliğin iyi ve kötü sayılabileceğini belirtmiştir. Zenon’a göre, erdem; bütünlüğe ve dinginliğe ulaşmış bir zihin durumu olarak her zaman yararlı, erdemsizlik ise parçaları arasında sağlam ilişkilerden yoksun, dolayısıyla huzursuz bir zihin durumu olarak her zaman zararlıdır.

Korku, tutku, üzüntü gibi duygusal çalkantılar erdemsizliğin göstergeleridir; çünkü güçsüz ve kendi içinde bölünmüş bir zihinden kaynaklanırlar. Oysa her zaman iyiye sahip olan erdemli insan, dengeli ve dingindir; sıradan insanları sarsan geçici olaylar onun erdemini etkilemez. Erdemli insan kendisinin ve başkalarının maddi koşullarını iyileştirmek için çalışır ancak bu eylemlerinin değeri, dışarıdan bakıldığında görülen başarısıyla değil, yöneldiği amacın erdemliliğiyle ölçülür.

 “...insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez.”

rastgele ve boş şeylerin, özellikle de merak ve kötülüğün düşüncelerinin arasına girmesine izin vermemelisin; sana ansızın “Şu anda ne düşünüyorsun?” diye soracak olurlarsa, hiç duraksamadan, açıkça “Şunu, şunu” diye yanıtlayabileceğin şeyleri düşünmelisin yalnızca.

 “Ben ne şanssızmışım ki, bu utanç verici olay başıma geldi!” Tam tersi. “Ne şanslıyım, çünkü başıma gelen utanç verici şeye karşın, yılgınlığa kapılmıyorum, ne şimdiki zaman eziyor beni, ne gelecek ürkütüyor.” Bu tür bir şanssızlık aslında herkesin başına gelebilir, ama herkes yılgınlığa kapılmamayı başaramaz. Öyleyse, neden, bu bir şanslılık değil de, şanssızlık olsun?

Bir şeyi başarmak sana zor geliyorsa, bunun insan yeteneğini aşan bir şey olduğunu düşünme hemen; tersine, bir şey olanaklı ve insanın yapabileceği bir şeyse, senin de onu başarabileceğini düşün.

Beden eğitimi sırasında kazara biri bizi tırmalar, ya da kafa vurursa, ona kızmayız, alınmayız, ya da  bize kötülük etmek isteyen biri gibi kuşkuyla bakmayız ona; tetikte oluruz, kuşkusuz, ama düşmanımızmış gibi, ya da güvensizlikle değil, efendice kaçınırız ondan. Yaşamın başka alanlarında da böyle davranmalıyız: bizim gibi beden eğitimi yapanlardan gelebilecek şeyleri göz önünde tutmalıyız; çünkü dediğim gibi, güvensizlik ya da nefret duymaksızın önleyebiliriz onları.

Eğer birisi, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka.

Neşelenmek istediğinde, çevrende yaşayanların iyi niteliklerini düşün: örneğin, birinin enerjisi, ötekinin sakınganlığı, bir üçüncüsünün cömertliği, bir başkasının bir başka niteliği. Hiçbir şey çevremizdeki insanların karakterlerine yansıyan erdemlerinin imgeleri kadar memnunluk verici değildir, özellikle hepsi de bir aradaysa. Öyleyse, bu örnekleri hep aklında tut.

Başkalarının söylediklerini dikkatle dinlemeye alıştır kendini ve olabildiğince konuşanın zihnine girmeye  çalış.

Söylediğin her sözcüğü tart; attığın her adıma dikkat et. Verdiğin her kararın ne gibi sonuçları olacağını düşün. Bu ikinci durumda, amacın ne olduğunu daha başından gör; birinci durumda ise sözcüklerin ne anlama geldiğine dikkat et. Gelecek için kaygılanma; çünkü varman gerektiğinde, yaracaksın oraya, şimdi yararlandığın usu da birlikte götürerek. Dik dur, ya da başkaları ayakta tutsun seni. Başkaları ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse söylesinler, ben kendi adıma iyi bir insan olmalıyım. Tıpkı zümrüt —ya da altın yahut erguvan— kendi kendine durmadan şöyle diyormuş gibi: “Başkaları ne yaparlarsa yapsınlar, ne söylerlerse söylesinler, kendi adıma ben zümrüt olarak kalacağım, rengimi  koruyacağım.”

Başına ne gelirse gelsin, başlarına aynı şey gelince üzülen, şaşkına dönen, sızlanan insanları getir gözünün önüne. Şimdi nerede bu insanlar? Hiçbir yerde. Öyleyse? Sen de onlar gibi mi yapmak istersin? Doğalarına öylesine yabancı olan bu duyguları, onları kışkırtan ve onlara boyun eğdiren bu duyguları niçin onlara bırakarak, kendi adına, tümüyle, başına gelenlerden en iyi biçimde nasıl yararlanacağın üstünde odaklanmıyorsun? Çünkü böylece ondan yararlanabilir, malzeme olarak kullanırsın onu. Yeter ki dikkat et, yaptığın her şeyde kendine iyi bir görünüş sunmaya karar ver; şu iki noktayı aklından çıkarma: nasıl davrandığın ahlaksal bakımdan önem taşır; kullandığın malzeme ise kendi başına ne iyi, ne de  kötüdür.

Karakterin yetkinliği şurada yatar: her günü son günmüş gibi yaşamak, telaşsız, uyuşuk olmaksızın, yapmacıksız. İnsanın, kendi kötülüğünden kaçınmaya çalışmaması —ki bu olanaklı bir şeydir— ama başkalarının kötülüğünden kaçınmaya çalışması —ki bu olanaksız bir şeydir— ne gülünç. Ne zaman bir iyilik etsen ve biri ondan yararlansa, neden aptalların yaptıkları gibi, ayrıca üçüncü bir ödül beklersin, iyilik ettiğinin bilinmesini ya da buna karşılık sana iyilik edilmesini istersin? Hiç kimse iyilik görmekten bıkmaz, iyilik etmek doğaya uygun bir davranıştır. Öyleyse, başkalarına iyilik ederek iyilik bulmaktan bıkma.

Durumu iyice kavradınsa, başkalarının hakkında ne düşüneceklerini bir yana bırak ve yaşamının geri kalanını, uzun olsun, kısa olsun, kendi doğanın istediği gibi yaşamakla  yetin. Öyleyse doğanın ne istediği üstünde düşün ve başka hiçbir şeyin yolunu saptırmasına izin verme; çünkü mutlu yaşamı bulamaksızın ne çok yollarda dolaşıp durduğunu yaşam deneyiminden biliyorsun: ne usavurmalarda, ne varsıllıkta, ne ünde, ne tensel hazlarda, ne de başka bir yerdedir mutlu yaşam. Öyleyse nerede bulacaksın onu? İnsan doğasının gerektirdiğini yapmakta. Peki bu nasıl yapılabilir? Güdüleri ve eylemleri yönetecek sağlam ilkelere sahip olarak. Nelerdir bu ilkeler? İyi ve kötüyle ilgili, bize; insanı adil, ılımlı, yürekli ve özgür kılan şeylerden başka hiçbir şeyin iyi olmadığını; kötülüklere yol açan şeylerden başka hiçbir şeyin kötü olmadığını öğreten ilkelerdir.

Hiç kimseyi suçlamamalısın. Eğer elinden geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar? Çünkü hiçbir şey amaçsız  yapılmamalı. Karşındaki sorun neyse, onun üstünde odaklan, ister bir nesne, ister bir etkinlik, ister bir ahlak kuramı ya da sözcüklerin anlamı olsun.

Yaşamını bir bütün olarak düşünüp kaygılanma. Geçmişte başına gelen, gelecekte de gelecek olan birçok çeşitli sıkıntıyı hep bir arada düşünme, karşına çıkacak her sıkıntı için kendi kendine şunu sor: “Bunda dayanılmaz, katlanılmaz olan ne var?”. Yanıtın yüzünü kızartırdı!

Tanrılar ya güçlüdürler, ya değildirler. Güçlü değilseler, niçin onlara yakarıyorsun? Eğer güçlüyseler, niçin, bütün bunlardan korkmama, onları istememe, bunlardan ötürü üzülmeme yetisini sana bağışlamaları için yakarmıyorsun onlara, belli bir şeyin olması ya da olmaması için yakaracak yerde?

Ama her şeyden önce, birini sadakatsizlik ya da vefasızlıkla suçladığında, dikkatini kendine çevir, çünkü suçun sende olduğu açıktır; bu karakterde birinin sözünü tutacağına güvendiğin ya da birine bir iyilik ettiğin zaman bunu karşılık beklemeksizin ve iyiliğinin meyvesini, salt o eylemi yapmakla aldığın inancıyla yapmadığın için. Daha ne istiyorsun, dostum? İyilik etmekle kendi doğana uygun olarak davranmış olman sana yetmiyor mu da, bir ödül bekliyorsun karşılığında?

Hiç kimse senin içtenliksiz olduğunu ya da dürüst olmadığını haklı olarak söyleyemesin; senin için buna benzer şeyler söyleyen kişi yalan söylesin. Bu senin gücünün sınırları içindedir; senin dürüst ve içten olmanı kim engelleyebilir? Artık böyle olamıyorsan yaşamayı sürdürmemeye karar vermelisin; böyle olmamanı us da onaylamaz.

Birisi beni küçümseyecek mi? Varsın küçümsesin. Ama ben kendi adıma kimsenin küçümsenecek bir şey yaptığımı ya da söylediğimi görmemesi için özen gösteririm. Birisi benden nefret mi edecek? Varsın etsin. Ama ben herkese karşı iyiliksever ve iyi niyetli olmayı sürdüreceğim, özellikle de o kişiye hatasını göstermeye hazır olacağım; ama onu kınayarak ya da sabrımla ona gösteriş yapmaksızın, içtenlikli ve sevecen bir biçimde yapacağım bunu,

 “Sana dürüst davranmak istiyorum” diyen kişi, nasıl da yozdur, nasıl da ikiyüzlüdür. Sen ne yapıyorsun arkadaş? Bu sözlere ne gerek var? Gerçek kendiliğinden açıklığa kavuşacak. Yüzünde yazmalı, sesinde yankılanmalı, gözlerinde parlamalı, tıpkı sevilenin, sevenin gözlerinde her şeyi hemen okuması gibi.

sen kendin de sık sık yanlış yapıyorsun, tıpkı ötekiler gibisin; bazı yanlışlardan kaçındığın doğruysa da, gene de bu yanlışlara eğilimin var; ödleklik, başkaları ne der korkusu ya da bu tür başka bir kötülükten ötürü çekiniyorsun yanlış yapmaktan.

Öfke ve üzüntü, bize, bizi öfkelendiren ya da üzen şeylerin kendilerinden çok daha fazla zararverir.

İyilik; sahici ve yapmacıklıktan ya da iki yüzlülükten uzak olduğunda, alt edilmezdir. İnsanların en küstahı bile; ona karşı iyi niyetli olmayı sürdürürsen, uygun olduğunda, sana zarar vermeye çalıştığı anda ona yanlışını dingince gösterebilirsen, ne kötülük yapabilir sana? “Hayır,

İyilik; sahici ve yapmacıklıktan ya da iki yüzlülükten uzak olduğunda, alt edilmezdir. İnsanların en küstahı bile; ona karşı iyi niyetli olmayı sürdürürsen, uygun olduğunda, sana zarar vermeye çalıştığı anda ona yanlışını dingince gösterebilirsen, ne kötülük yapabilir sana?

Epiktetos, insanın kendi çocuğunu öperken, kendi kendine şöyle demesi gerektiğini söylüyordu: “Belki de yarın öleceksin.” “Ama bunlar uğursuzluk getiren sözler.” “Hiç de değil,” diye yanıtladı Epiktetos, “Bunlar yalnızca doğal bir olayı dile getiren sözcükler; yoksa başakların biçildiğini söylemek de uğursuzluk getirirdi.”

 “dairesel yalnıızlıığğıın tadıınıı ççııkaran yusyuvarlak bir küüre” yapabilirsen, yalnızca yaşamakta olduğun anı, yani şimdiki zamanı yaşamak için çaba harcarsan, geri kalan zamanını ölünceye dek dinginlik ve sevecenlikle, içinde barınan koruyucu ruhla barış içinde geçirebilirsin.

Başaracağını sanmadığın şeyleri de yap. Çünkü sol el de, alıştırma yapmadığı için başka her şeyde yetersiz olmasına karşın, sürekli alıştırma sayesinde dizginleri sağ elden daha güçlü  kavrar.

20 Mayıs 2018 Pazar

Toplum Sözleşmesi - J. J. Rousseau


Niyetim, insanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakk onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışacağım. Önemini ispatlamaksızın giriyorum konuma. Bana, “Sen kral mısın, yoksa yasacı mısın ki, politika üstüne yazı yazıyorsun?” diye soracaklara vereceğim karşılık şudur: Ben ne kralım, ne de yasacı; onun için politika üstüne yazıyorum ya! Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da susardım.

savaş insanın insanla değil, devletin devletle olan bir ilişkisidir ve bu ilişkide tekler birbirlerine yalnız rasgele düşmandırlar,

Savaşın amacı düşman devletin yok edilmesi olduğu için, karşı tarafın, bu devleti koruyanları, ellerinde silah olduğu sürece öldürme hakkı vardır ama, silahları bırakıp da teslim olunca, artık düşman ya da düşmanın aracı olmaktan çıkar, sadece birer insan olurlar. O zaman onların yaşamı üstünde hiç kimsenin hakkı kalmaz.

Üyeleri ona, edilgin olduğu zaman devlet (état), etkin olduğu zaman egemen varlık (souverain), öbür devletler karşısında da egemenlik (puissance) diyorlar. Ortaklara gelince, onlar bir birlik olarak halk, egemen gücün birer üyesi olarak teker teker yurttaş, devletin yasalarına boyun eğen kişiler olarak da uyruk adını alırlar. Ne var ki, bu terimler çoğu zaman birbirine karışır ve biri öbürü yerine kullanılır; belirlice kullanırken bunları birbirinden ayırt edebilmeyi bilmek gerekir.

İnsanın toplum sözleşmesiyle yitirdiği şey, doğal özgürlüğü ile isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız bir haktır. Kazandığı şeyse, toplumsal özgürlükle, elindeki şeylerin sahipliğidir. Bu denkleştirmede yanılmamak için, sınırını kişinin gücünde bulunan doğal özgürlüğü halkın oyuyla sınırlı toplum özgürlüğünden; kaba gücün ya da ilk oturma hakkının bir sonucu olan elde bulundurmayı, gerçek bir yetkiye dayanan sahiplikten ayırt etmek gerekir.

Yukarıda söylenenlere, yani insanın toplum halinde elde ettiklerine, insanı kendi kendisinin efendisi yapan “manevi” özgürlüğünü ekleyebiliriz: Çünkü salt isteklerin itisine uymak kölelik, kendimiz için koyduğumuz yasalara boyun eğmekse özgürlüktür. Ama bu konuda gereğinden çok konuştum; özgürlük sözünün felsefe anlamı da zaten konumun dışında kalmaktadır.

Devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede sürekli olarak korunmaktadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman, ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? Bu yaptıklarını doğal yaşama döneminde, yaşamlarını korumaya yarayan şeyi savunma uğrunda canlarını tehlikeye sokarak kaçınılmaz savaşlara giriştikleri doğal yaşama döneminde

Devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede sürekli olarak korunmaktadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman, ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? Bu yaptıklarını doğal yaşama döneminde, yaşamlarını korumaya yarayan şeyi savunma uğrunda canlarını tehlikeye sokarak kaçınılmaz savaşlara giriştikleri doğal yaşama döneminde daha sık, hem daha da tehlikeli bir biçimde yapıyor değiller miydi? Elbette gereğinde herkes yurdu uğruna savaşmak zorundadır, ama artık kimse kendisi için dövüşecek değildir.

yurttaş yasanın “Atıl!” dediği tehlike üstüne yargı yürütemez artık ve hükümdar da, “Devlet için çıkar yol senin ölmendir.” dediği zaman, yurttaş ölmek zorundadır. Çünkü o zamana kadar güvenlik içinde yaşadıysa, bu koşulun gölgesinde yaşamıştır ve artık yaşamı yalnız doğanın bir nimeti değil, devletin koşullu bir armağanıdır.

Canilere verilen ölüm cezası da aşağı yukarı aynı açıdan ele alınabilir: Adam öldürünce ölmeye katlanmamız, bir katilin kurbanı olmamak içindir. Bu anlaşma ile kendi yaşamımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan çok, onu güvenlik altına almayı düşünürüz. Anlaşmayı yapanlardan hiçbirinin, onu yaparken, kendini astırmayı tasarladığını da düşünemeyiz.

Yasalar, toplum halinde birleşmenin koşullarından başka bir şey değildir aslında. Yasalara boyun eğen halk, onları koyan halkın kendisi olmalıdır. Toplum koşullarını düzenlemek birleşenlerin işidir.

Özgürce yapılan her iş iki etkenden doğar: Biri ruhsal etken, yani işi belirleyen, tanımlayan istem; öbürü maddesel etken, yani işi gerçekleştiren güç. Bir nesneye doğru gittiğim zaman, önce ona gitmek istemekliğim gerekir, sonra da ayaklarımın beni ona götürmesi. Bir kötürüm koşmak istese, çevik bir adam da istemese, ikisi de oldukları yerde kalırlar. Politik bütünde de aynı etkenler vardır: Güç ile istem onda da birbirinden ayrılır. İsteme yasama gücü, güce de yürütme gücü denir. Bunların ikisi birleşmedikçe politik bütünde hiçbir şey yapılamaz, yapılmamalıdır da.

Öyle bir etken ki, ruhla beden birleşmesinin insanda yaptığını kamusal varlıkta yapsın. İşte, devlet içinde hükümetin varlığının temeli budur.

Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür.

Egemen varlık yönetmeye, yönetici yasamaya, yurttaşlar da yasayı hiçe saymaya kalkıştılar mı, düzen yerini karışıklığa bırakır. Güçle istem artık birlikte yürümez olur, devlet de ya zorbalığa kaçar ya da anarşiye.

Devlet kendiliğinden, hükümetse ancak egemen varlıkla birlikte vardır. Onun için hükümdarın üstün istemi, genel istemden ya da yasadan başka bir şey değildir ve olmamalıdır; gücü de kendinde toplanan kamu gücüdür sadece: Kendi başına mutlak ve bağımsız bir işlemde bulundu mu, bütünün bağları gevşemeye başlar. Son olarak, hükümdar egemen varlığın isteminden daha etkin bir isteme sahip olursa, bu özel isteme uymak için kendi eli altında bulunan kamu gücünü kullanırsa ve bundan da biri hakka, biri de olaylara dayanan iki egemen varlık doğarsa, o zaman toplumsal birlik ortadan kalkar ve politik bütün dağılıp gider.

hükümetin elindeki bütün güç, her zaman devletin gücü olduğu için, hiçbir zaman değişmez. Bundan da şu sonuç çıkar: Hükümet, bu gücü kendi üyeleri üzerinde ne kadar az kullanırsa, halkın tümü üzerinde kullanılacak gücü de o ölçüde azalır. Öyleyse yöneticiler ne kadar çok olursa, hükümet o kadar güçsüz olur.

Öyle ki, hükümette her üye önce birey, sonra yönetici, en sonra da yurttaştır. Bu, toplum düzeninin gerektirdiği derecelendirmenin doğrudan doğruya tersidir.

Bu gerçek ortaya konduktan sonra diyebiliriz ki, hükümetin baştan başa bir tek kişinin elinde bulunması halinde, özel istemle bütünün istemi birleşmiş ve sonunda bütünün istemi güç bakımından en yüksek noktasına erişmiş olur. İmdi, devlet gücünü kullanmak istem derecesine bağlı olduğuna ve hükümetin mutlak gücü de hiç değişmediğine göre, hükümetlerin en etkini bir kişinin elinde bulunanıdır.

ben burada hükümetin doğruluğundan değil, görece gücünden söz ediyorum sadece. Çünkü yönetici sayısı ne kadar çok olursa, bütünün istemi genel isteme o kadar yaklaşır. Oysa bir tek yöneticinin yönetiminde bütünün bu istemi, yukarıda da söylediğim gibi, özel bir istemden başka bir şey değildir. Böylece bir yandan kazanılan öbür yandan yitirilir. Yasacının asıl ustalığı, karşılıklı ilişkide olan hükümet gücü ile hükümet isteminin devlete en yararlı olduğu ölçüde birleşecekleri noktayı bulabilmektedir.

egemen varlık yönetim görevini bütün halka ya da halkın büyük bir bölüğüne bırakabilir: Öyle ki, yönetici yurttaşların sayısı öbür yurttaşların sayısını aşar. Bu çeşit yönetime demokrasi denir. Ya da egemen varlık, yönetim işini bir azınlığın eline bırakır. Öyle ki, yurttaş sayısı yönetici sayısından çok olur. Bu türlü yönetime de aristokrasi adı verilir. Son olarak, egemen varlık yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakır. Bütün öbür görevliler yetkilerini ondan alırlar. Bu üçüncü biçim en yaygın yönetim biçimidir. Bunun adına da monarşi ya da krallık yönetimi denir.

Şunu da ekleyelim ki, hiçbir yönetim demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir. Çünkü demokrasi kadar durmadan biçim değiştirmeye alabildiğine kayan, varlığını korumak için de daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim yoktur. Böylesi bir kuruluş içinde yurttaş güçlenmeli, diretme kazanmalı,

Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil.

Demek, üç çeşit aristokrasi var: Doğal, seçime bağlı ve soydan geçme aristokrasi. Birincisi basit halklara uygun gelir. Üçüncüsü, yönetimlerin en kötüsüdür. İkincisi ise en iyisidir; gerçek anlamda aristokrasi budur çünkü. Seçime bağlı aristokrasinin, iki gücün birbirinden ayrı olması dışında, üyelerinin seçkin olması gibi bir üstünlüğü vardır. Çünkü halk hükümetinde bütün yurttaşlar devlet yöneticisi olarak doğar, ama aristokrasi hükümeti ise, sadece bir avuç insanı yönetici yapar; onlar ancak seçim yoluyla yönetici olurlar[24]; bu yolda doğruluk, bilgi, görgü, halkın tercih ve saygısını çeken bütün öbür nedenler, halkın akıllıca yönetilebileceğine birer güvencedir.

Ayrıca, toplantılar daha kolay yapılır. İşler daha iyi tartışılır, daha düzenle, daha çabuklukla görülür. Yabancı ülkelerde devletin saygınlığını değerli senatörler, tanınmamış ya da hor görülen halk yığınından çok daha iyi korurlar. Kısacası, bilge kişilerin halk yığınını yönetmesi en iyi ve en doğal bir düzen gereğidir; kendi çıkarları için değil, halkın yararı adına yönettiklerine kimsenin kuşkusu olmadığı sürece. Boş yere yönetim araçlarını artırmamalı, yüz seçkin insanın başarabileceği işi yüz bin kişiye yaptırmamalıdır. Ama şu da unutulmamalı ki, burada bütünün çıkarı genel isteme, kamu yararına pek de uymayan bir yön vermeye başlar; kaçınılmaz bir başka eğilim de, yürütme gücünün bir parçasını yasalardan çekip almaktır.

Ama hiçbir hükümet bundan daha güçlü olmadığı gibi, özel istemin daha baskın çıktığı ve öbür istemleri daha kolaylıkla avucunun içine alabildiği bir başka hükümet de yoktur. Her şey aynı amaca yönelmekle birlikte, bu amaç hiç de halkın mutluluğunu gözetmez. Yönetim gücü de devletin zararına işler durur.

hükümdarlar kendilerine en doğrudan yarar sağlayan ilkeyi üstün tutarlar. İşte, Eşmuil’in İbranilerin gözleri önüne koyduğu, Machiavelli’nin de açıkça gösterdiği buydu. Machiavelli krallara ders verir gibi görünerek, uluslara büyük öğütler vermiştir. İl Principe adlı yapıtı cumhuriyetçilerin kitabıdır.

Halkla hükümet arasında uzaklık ne kadar artarsa, vergiler de o ölçüde ağırlaşır. Bundan ötürü halk, demokrasilerde en hafif vergi yükü altındadır; aristokraside daha ağır, monarşideyse en ağır yükü taşır. Demek, monarşi yalnız çok varlıklı uluslara, aristokrasi varlık ve büyüklükçe orta halli devletlere, demokrasi de küçük ve yoksul devletlere elverişlidir.

Demek, zorba bir yönetimin üstünlüğünü sağlayan şey, uzaklardan etkide bulunmaktır. Kendine sağladığı dayanak noktaları sayesinde hükümetin gücü uzaklardan etkili olur, tıpkı kaldıracın gücü gibi.

Devlet ortadan kalktığı zaman, biçimi ne olursa olsun, hükümetin kötüye kullanılmasına genel olarak anarşi denir. Bir ayrım yaparsak görürüz ki, demokrasi bozulunca ochlocratie, aristokrasi de oligarchie olur. Buna, krallığın da yozlaşarak tiranlığa dönüştüğünü ekleyeceğim: Ama tiranlık ikircil anlamlı bir sözcüktür, açıklanmak ister. Tiran, halk dilinde, hakka ve yasalara aldırış etmeksizin zorbaca yöneten bir krala denir. Açık ve kesin anlamındaysa, tiran haksız olarak krallık gücünü eline geçiren bir kişidir. Yunanlılar bu sözcüğü bu son anlamda alırlardı: İyi kötü ayrımı yapmadan, güçleri hakka dayanmayan bütün hükümdarlara tiran derlerdi.

Aynı şeylere aynı adı vermek gerekirse, krallık gücünü zorla ele geçirene tiran, egemen gücü zorbalık ve düzenle kendine mal edene de despot diyeceğim. Tiran, yasalara göre yönetme hakkını yasalara aykırı olarak kendine mal eden kimsedir. Despot ise, kendini yasaların üstüne çıkaran kişidir. Demek ki, tiran despot olabilir; despot ise her zaman tirandır.

Halk egemen bir bütün olarak yasaya uygun biçimde toplanır toplanmaz, hükümetin her çeşit yargı hakkı ortadan kalkar, yürütme gücü artık işlemez ve herhangi bir yurttaşın varlığı en büyük yöneticininki kadar kutsal ve dokunulmaz olur. Çünkü temsil edilenin bulunduğu yerde temsil diye bir şey kalmaz.

Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına aktarılamazsa, yine aynı nedenlerden temsil de edilemez. Egemenlik başlıca genel isteme dayanır, genel istemse temsil olunamaz; ya genel istemdir, ya değildir. İkisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz. İngiliz halkı kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor, hem de pek çok; o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: Bu üyeler seçilir seçilmez, İngiliz halkı köle olur, bir hiç derekesine iner. Kısa süren özgürlük anlarında, özgürlüğünü o kadar kötüye kullanır ki, onu yitirmeyi hak eder.

Temsilci seçme düşüncesi yenidir. Bu düşünce bize, derebeylik yönetiminden, insan soyunu alçaltan ve insan adını lekeleyen o çok haksız ve saçma yönetimden geçmiştir. Eski cumhuriyetlerde, hatta monarşilerde bile, halkın hiçbir zaman temsilcisi yoktu; halk bu sözcüğü bilmezdi bile.

Ne olursa olsun, bir ulus kendine temsilciler seçer seçmez, özgürlüğünü de, varlığını da yitirmiş olur.

Öyleyse hükümetin kurulmasını sağlayan işlemi hangi kavrama göre düşüneceğiz? Önce şunu söyleyelim ki, bu işlem karmaşıktır ya da iki ayrı işlemden oluşmuştur: Yasa koyma ve onu yürütme işlemi.

Hükümet kurma işi hiçbir zaman bir sözleşme işi değil, bir yasa işidir. Yürütme gücünü ellerinde tutanlar da halkın efendileri değil, görevlileridir; halk istediği zaman onları işbaşına getirir, istediği zaman da işten uzaklaştırır. Onların işi sözleşme yapmak değil, boyun eğmektir; devletin kendilerine yüklediği görevi kabul etmekle de, yalnız yurttaşlık ödevlerini yapmış olurlar; koşullar üstünde tartışmaya hakları yoktur.

Yukarıda sözünü ettiğim sürekli halk toplantıları, bu kötülükleri önlemeye ya da geciktirmeye yarar. Hele bunlar toplanmak için açıkça çağrılmaya gereksinim göstermezlerse. Çünkü o zaman hükümdar yasaları hiçe saydığını ve devlete düşman olduğunu açığa vurmaksızın bu toplantıları yasak edemez. Toplum sözleşmesinin korunmasından başka amaçları olmayan bu toplantılar her zaman iki önerme ile –ortadan kaldırılamayan ve ayrı ayrı oya konan– iki önerme ile açılmalı: Birincisi: Egemen varlık hükümetin bugünkü biçimini sürdürmek isteğinden midir? İkincisi: Halk, hükümetin yönetimini bu görevi yüklenmiş olanlara bırakmak niyetinde midir?

Başlangıçta insanların tanrılarından başka kralları, dine dayanan yönetimden başka yönetimleri yoktu. Tıpkı Caligula gibi düşünmüşlerdi ve o zaman için düşünceleri yerindeydi. İnsanın, benzerini kendine efendi diye kabul edebilmesi ve bunun yararlı olacağı umuduna kapılabilmesi için, düşünce ve duygularında uzun bir değişiklik olması gerekir. Her politik toplumun başına bir tanrının konulmuş olması, ortaya ulus sayısı kadar tanrı çıkmasına yol açmıştır. Birbirine yabancı ve hemen her zaman düşman olan iki ulus, uzun süre aynı varlığı efendi olarak tanıyamamışlardır: Birbiriyle çarpışan iki ordu da aynı başın buyruğunda olamazlardı. Böylece ulus ayrılığından çoktanrıcılık doğdu, bundan da, aşağıda anlatılacağı üzere, dinsel ve toplumsal hoşgörüsüzlük doğdu ki, bunların ikisi de aynı kapıya çıkar.

15 Mayıs 2018 Salı

Yalnız Gezerin Düşleri - Jean-Jacques Rousseau

JJ Rousseau'nun biraz değil bayağı ezik ama iyi niyetli olduğunu anladım bu kitapla. İyi insanlar ezik olmak zorunda değildir. Rousseau bunu anlamamış ve kendisine kötülük gelse bile kötülük yapmaktan kaçınmış hayatı boyunca. İnsanların yüzünde mutluluk ifadesi görmek ise oun hayattaki en büyük zevklerindenmiş... Kitaptan alıntılara geçelim:


Kendileri istemeseler de, onları sevebilecektim; sevgimden ancak insan olmaktan çıkmak yoluyla kurtuldular.

Acımasız düşmanlarım, bana çektirme konusunda daha başka düzenler düşünürken birini unuttular ki, o da her seferinde yeni bir darbe indirerek acımasızlıklarının etkisini sürekli tazelemekti. Bana ufak bir umut ışığı bırakmak becerisini gösterseydiler, bu umut sayesinde beni hala ellerinde tutar, oyalayabilir, gerçekleşmeyen bekleyişimle beni yeni bir üzüntüye mahkûm edebilirlerdi. Ancak, ellerindeki araçların hepsini birden kullanmadan tükettiler; bana hiçbir şey bırakmamakla kendilerini de her şeyden yoksun ettiler.

İnsanlar bundan sonra bana dönseler de, beni bulamayacaklardı. Onlarla ilişkilerim, bana aşıladıkları beğenmezlik yüzünden hem anlamsız, hem de benim için bir yük olacaktı; yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum; insanlar, toplum yaşamının bütün zevkini yüreğimden kopardılar.

Kişiler ölür, ama topluluklar ölmez. Onlarda aynı tutkular ve alışkanlıklar yaşar;

Yeryüzünde benim için her şey bitti. Artık bana burada ne iyilik edebilirler, ne de kötülük. Bu dünyada umacağım ya da korkacağım şey kalmadı; uçurumun dibinde rahatım; mutsuz bir ölümlü ve Tanrı'nın kendisi gibi duygusuz.

Yeryüzünde benim için her şey bitti. Artık bana burada ne iyilik edebilirler, ne de kötülük. Bu dünyada umacağım ya da korkacağım şey kalmadı; uçurumun dibinde rahatım; mutsuz bir ölümlü ve Tanrı'nın kendisi gibi duygusuz.

Yaşlıların hepsi yaşama çocuklardan daha çok bağlıdırlar; gençlerden daha güç ölürler. Çünkü ömürleri boyunca bu dünya için çalışmışlar ve sonunda, boşuna emek verdiklerini görür olmuşlardır.

yaşamın amacını ve anlamını araştırarak yeryüzünde becerikli olamamamın avuntusunu, bu amacı anlamaktan vazgeçmek gerektiği düşüncesinde buldum.

Hâlâ ara sıra okuduğum birkaç kitap arasında beni en çok ilgilendiren ve yararlı olanlar, Plutarkhos'un yapıtlarıdır. Çocukluğumda ilk okuduğum odur; yaşlılığımda da son okuyacağım odur; diyebilirim ki, ibret dersi aldığım tek yazardır.

Bir felsefe kitabında okuduğuma göre yalan söylemek, dışa vurulması gereken bir gerçeği saklamaktır. Bu tanıma bakılırsa, söylemek zorunda olunmayan bir gerçeği söylememek, yalan söylemek değildir. Ama o gerçeği söyleyememekten hoşnut olmayan kimse, tersini söylerse yalancılık eder mi, etmez mi? Yine tanıma başvurulursa, kimin yalancı olduğu anlaşılamaz. Çünkü, bir kimse, borçlu olmadığı adama sahte para vermekle, onu kuşkusuz aldatır, ama hırsızlık etmiş olmaz.

insanı şöyle ya da böyle sarsan her şey, yalandır. İşte işin açık sınırı; ama gerçek olmadığı halde adaleti ilgilendirmeyen herhangi bir şey, bir söylencedir: Açık söyleyeyim ki, o söylenceleri yalan sayanların vicdanı benimkinden çok daha tutucudur.

istenmeden yaptığım iyilik, istenince bir yük ağırlığıyla bastırır. Karşılığında bir şey beklemeden işlediğim hayrı, seve seve işlerim; ama kendisine bu iyilik yapılan kimse, iyiliğin sürmesini hakkıymış gibi isterse, ölünceye dek kendisine iyilik etmem için, beni bu bir yasa gereğiymiş gibi zorlarsa, zevkin yerini hemen sıkıntı alır.

 

8 Mayıs 2018 Salı

Fargo

Lorne malvo ve lester nygaard

Hayatın 12 Kuralı


1-      Omuzlarını geriye at ve dimdik dur.

Yenildiğimizde, bir kavgayı kaybeden ıstakozlar gibi davranırız. Postürümüz düşer, yere bakarız. İncinmiş endişeli ve zayıf hissederiz ve diğer kabuklular için kolay hedef olarak görünürüz.
Bunalımdaki insanlar kendilerini işe yaramaz, sıkıcı, kederli hissetmeye başlar. Bu da  onların arkadaş ve ailelerinden uzaklaşmalarına neden olur. Bu uzaklaşma da onları daha yalnız, kederli ve işe yaramaz hissettirir. Daha da uzaklaşırlar… Bu döngü artarak devam eder.
Çocukluk ve ergenlikte zorbalığa uğrayan yetişkinler kaygılı ve kolayca üzülebilir olurlar. Kendilerini savunmacı bir postürle ve göz temasından kaçarak bilinçaltlarınca korumaya alırlar. Bu, zorbalıktan sonra bile zorbalığın neden olduğu hasarın(statü ve güvenin düşürülmesi)  devam edebileceği anlamına gelir. Böyle durumlarda, önceki zorbalığın psikolojik sonucu, günümüzde devam eden zorbalık olasılığını artırır.
Uyanış meydana geldiğinde -toy insan kendindeki şeytanın ve canavarın tohumlarını gördüğünde- korkuları azalır. Kendilerine saygılarını keşfederler. Sonra zorbalığa direnirler. Karşı koyabileceklerini anlarlar çünkü kendileri de korkunçtur. Ayağa kalkabileceğini ve ayağa kalkması gerektiğini görürler.
Zorba olmak ile zorba olabilecek kapasiteye sahip olmak arasında, güç ve karakterle çizilmiş ince bir çizgi var. Bu hayattaki en zor derstir.
Belki eziksin belki değilsin ama öyleyseniz bu modda devam etmek zorunda değilsiniz. Belki kötü alışkanlıklarınız var. Okulda veya evde popüler değilseniz veya zorbalığa uğradıysanız. Durumlar değişir. Kötü postürünüz iyi olmanızı da engeller.
Omuzların geride dimdik durmak sadece fiziksel bir şey değil aynı zamanda ruhsal bir şeydir. Metafiziksel olarak da dimdik durmak demektir.
Yani duruşunuza dikkat edin. Eğik ve kambur durmayın. Ne düşünüyorsanız söyleyin. İsteklerinizi ileri sürün(eğer doğru buluyorsanız). Başınızı dik tutun ve ileri bakın. Tehlikeli olmaya cürret edin.
Şimdi aldığınız pozitif yanıtlardan cesaret alınca daha az endişeli olacaksınız. Sonra iletişimde ustalığın sırlarına dikkat etmek daha kolay gelecek. Konuşmalarınız garip duraksamalar olmadan akacak. Bu da sizin insanlarla etkileşiminizi artıracak.
Kazanmış ıstakozun 350 milyon yıllık pratik bilgeliğinden ilham alın, omuzlarınız geride dimdik durun.
 
2-      Kendinize, yardım etmekle sorumlu olduğunuz birisi gibi davranın.

Geleceği göz önüne almalı ve düşünmelisin, “Kendime iyi baksam hayatım nasıl olabilir? Hangi kariyer bana meydan okuyor ve üretken ve faydalı hale getiriyor, yükümdeki payımı paylaşabilir ve sonuçların tadını çıkarabilirim? Biraz özgür olduğumda, sağlığımı geliştirmek, bilgimi genişletmek ve bedenimi güçlendirmek için ne yapmalıyım? ”Nerede olduğunuzu bilmeniz gerekir, böylece rotanızı planlamaya başlayabilirsiniz. Kim olduğunu bilmek zorundasınız, böylece silahlarınızı anlıyor ve sınırlamalarınıza göre kendinizi güçlendiriyorsunuz. Nereye gittiğinizi bilmelisiniz, böylece hayatınızdaki kaosun kapsamını sınırlayabilir, düzeni yeniden düzenleyebilir ve Umut'un ilahi gücünü dünyaya taşıyabilirsiniz.
Nereye gittiğinizi belirlemelisiniz, böylece kendiniz için pazarlık yapabilirsiniz, böylece küskün, intikamcı ve zalim olmazsın. Kendi prensiplerinizi açıkça söylemelisiniz, böylece sizi kullanmaya çalışanlara karşı kendinizi savunabilir ve böylece çalışırken ve oynarken sağlam ve güvende olursunuz. Kendinizi dikkatlice disipline etmelisiniz. Kendine verdiğin sözleri tutmalısın ve kendini ödüllendirmelisin, böylece kendine güvenebilir ve motive edebilirsin. Kendinize karşı nasıl hareket edeceğinizi belirlemeniz gerekir ki böylece iyi bir insan olabilesin ve öyle kalabilesin. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek güzel olurdu.
Dünyayı cennete bir adım yaklaştırmak ve cehennemden bir adım uzaklaştırmak için yardım etmelisin. Bir kere kişisel cehennemini bulursan ona karşı hareket edebilirsin. Başka bir hedefin olabilir. Aslında, hayatını buna adayabilirsin. Bu sana bir anlam verir.
Yardım etmekle sorumlu olduğun biri gibi davranarak başlayabilirsin.
 
3-      Senin için en iyisini isteyenlerle arkadaş olun.

Göz önünde bulundurmanız gereken bir şey var: Arkadaşlığını kız kardeşinize, babanıza veya oğlunuza tavsiye etmeyeceğiniz bir arkadaşınız varsa, neden böyle bir arkadaşınız var? Sadakat mı? Sadakat aptallık değildir. Sadakat dürüstçe tartışılmalıdır. Dünyayı daha kötü bir yer yapan birine destek olmak zorunda değilsin. Tam tersi her şeyin daha iyi olmasını isteyen birini seçmelisin. Bu bencillik değil.
 
4-      Kendini bugünkü bir başkasıyla değil, dünkü kendinle kıyasla.

Psikolojik ve fiziksel olarak çevrenize odaklanın. Sizi rahatsız eden, sizi endişelendiren, olmasına izin vermeyeceğiniz, düzeltebileceğiniz, düzeltmek istediğiniz bir konuya dikkat edin. Kendinize 3 soru sorarak böyle şeyler bulabilirsiniz. Beni rahatsız eden şey ne? Bu şeyi ben düzeltebilir miyim? Gerçekten bu şeyi düzeltmek ister miyim? Soruların birine veya hepsine hayır diyorsanız. Daha aşağıya nişan alın. Sizi rahatsız eden, düzeltebileceğiniz ve düzeltmek isteyeceğiniz bir şey bulun ve düzeltin. Bu, günü kurtarmak için yeterli olacaktır.
İşi üstlenmek için motive olmanız gereken şeyi kendinize dürüstçe sorun ve cevabı dinleyin. Kendinize “Kendimi motive etmek için bunu yapmak zorunda değilim” demeyin. Kendiniz hakkında ne biliyorsunuz? Bir yandan, tüm evrendeki en karmaşık şeysiniz ve diğer yandan mikrodalga fırının üzerindeki saati bile ayarlamaktan acizsiniz. Kendi bilginizi aşırı abartmayın.
Kim olduğunuzu, ne istediğinizi ve ne yapmak istediğinizi keşfediyorsunuz. Sizin kendinize özel problemlerinize yönelik çözümlerini buluyorsunuz. Diğer insanların eylemleriyle daha az ilgileniyorsunuz çünkü kendiniz için yapacağınız çok şey var. Güne katılın ama en iyiyi hedefleyin.
 
5-      Çocuklarınızın, onları sevmemenizi sağlayacak şeyler yapmasına izin vermeyin

Disiplin ilkesi 1: kuralları sınırla. İlke 2: gereken minimum baskıyı kullanın. 3: ebeveynler çift olarak gelmeli. Küçük çocukların yetiştirilmesi zorlu ve yorucu. Bu nedenle, bir ebeveynin hata yapması kolaydır. Uykusuzluk, açlık, bir tartışmadan sonra, geceden kalmayken, işteki kötü bir gün - bunlardan herhangi biri tek başına bir insanı mantıksız yapabilir, bir arada ise tehlikeli birisini üretebilir. Bu koşullar altında, etrafta bir başkasının bulunması, gözlemlemesi, dahil olması ve görüşmesi gerekir.
Dördüncü bir ilke, özellikle de psikolojik olanı: Anne babaların sert, intikamcı, kibirli, küskün, öfkeli ve aldatıcı olma kapasitelerini anlamaları gerekir. Çok az ebeveny bilinçli olarak korkunç bir ebeveynlik yapmaya çalışır, ama kötü ebeveynlik her zaman oluyor. Bunun nedeni, insanların iyiliğin yanı sıra kötülük için de büyük bir kapasiteye sahip olmaları ve bu gerçeğe karşı kasten kör olmalarıdır.
İşte beşinci, son ve en genel prensip. Ebeveynler, gerçek dünya için vekil olarak hareket etmek için görevlilerdir- merhametli vekiller, bakıcı vekiller - ama yine de vekiller. Bu yükümlülük, mutluluğu sağlamak, yaratıcılığı teşvik etmek ya da özsaygıyı arttırmak için her türlü sorumluluğun yerine geçer. Çocuklarının sosyal olarak arzu edilir hale gelmesi ebeveynlerin birincil görevidir. Bu, çocuğa fırsat, öz saygı ve güvenlik sağlayacaktır. Bireysel kimliği teşvik etmekten bile daha önemli.
İyilikle kötülük arasındaki farkı anlıyorsunuz. Duruşunuzu açıklığa kavuşturarak - kendinizi rahatlık, kibir ve hırs için değerlendirdikten sonra - bir sonraki adımı atıyorsunuz ve çocuklarınızın harekete geçmesini sağlıyorsunuz. Disiplinleri için sorumluluk alıyorsunuz. Disiplin sırasında kaçınılmaz olarak yapacağınız hataların sorumluluğunu üstlenmelisiniz. Yanlış olduğunda özür dilemeli ve daha iyisini yapmayı öğrenmelisiniz.
Her şeye rağmen çocuklarını seviyorsun. Eğer onların eylemleri sizin bile onlardan hoşlanmamanızı sağlıyorsa, onları çok daha az önemseyen başka insanlar üzerinde ne gibi bir etki yapacağını düşünün. Diğer insanlar, onları ihmal veya kurul yoluyla ciddi bir şekilde cezalandıracak. Bunun olmasına izin vermeyin. Küçük canavarlarınızın neyin arzu edilir ve neyin olmadığını bilmesine izin vermek daha iyidir, böylece ailenin dışında dünyanın gelişmiş sakinleri olurlar.
Sürüklenmek yerine dikkat eden, oynayabilen, mızmızlanmayan ve komik olan ama rahatsız edici olmayan, güvenilir bir çocuk; nereye giderse gitsin arkadaşları olur. Öğretmenleri onu sevecek ve böylece ailesi de sevecek. Eğer yetişkinlere kibarca katılırsa, katılacak, gülümseyecek ve mutlu bir şekilde eğitilecek. O, soğuk, affetmez ve düşmanca olan dünyada çok kolay bir şekilde gelişecektir.
 
6-      Dünyayı eleştirmeden önce evine harika bir düzen ver

Durumlarını düşün. Küçükten başla. Sunulan fırsatlardan tam olarak yararlandınız mı? Kariyerinizde, hatta işinizde çok mu çalışıyorsunuz, yoksa acı ve kızgınlık sizi daha aşağıya mı çekiyor? Kardeşinle barış yaptın mı? Eşinize ve çocuklarınıza şerefli ve saygılı davranıyor musunuz? Sağlığınızı ve mutluluğunuzu yok eden alışkanlıklarınız var mı? Gerçekten sorumluluklarını omuzlanıyor musunuz? Arkadaşlarına ve aile üyelerine söylemen gerekenleri söyledin mi? Yapabileceğin şeyler var mı, yapabileceğini biliyor musun, bu senin etrafındaki şeyleri iyileştirir mi? Hayatını temizledin mi? Cevabınız hayır ise, deneyebileceğiniz bir şey var: yanlış olduğunu bildiğiniz şeyi yapmayı bırakın. Bugün yapmamaya başla. Yaptığınız şeyin yanlış olduğundan nasıl emin olacağınızı anlamak için zaman kaybetmeyin.
Kapitalizmi, radikal solu ya da düşmanlarınızın kötülüğünü suçlamayın. Kendi yaşamınızı düzene sokana kadar devleti düzeltmeye çalışmayın. Biraz alçakgönüllü olun. Eğer evinize huzur getiremezseniz, bir şehri yönetmeye nasıl cüret edersiniz? Kendi ruhunun size rehberlik etmesine izin verin. Günler ve haftalar boyunca neler olduğunu izleyin. İşteyken, gerçekten ne düşündüğünü söylemeye başlayacaksınız.
 
7-      Avantajlı olanı değil anlamlı olanı takip edin.

8-      Doğruyu söyleyin ya da en azından yalan söylemeyin

9-      Dinlediğin insanın senin bilmediğin bir şeyi bilebileceğini farzedin.

10-   Konuşmalarınızda net olun.

Kendinize ve başkalarına ne yapıyor olduğunuzu, ne yaptığınızı ve ne yapacağınızı anlatırken dikkat edin. Doğru kelimeleri arayın. Bu kelimeleri doğru cümlelere ve bu cümleleri doğru paragraflara yerleştirin.
Yaşamında nerede olduğunuzu belirlemelisiniz, böylece şimdi nerede olduğunuzu bilebilirsiniz. Nerede olduğunu bilmiyorsan, her yerde olabilirsin. Her yer olabilecek çok yer var ve buralardan bazıları çok kötü. Hayatınızada nerede bulunduğunuzu belirlemelisiniz, aksi gittiğiniz yere ulaşamazsınız. Eğer A noktasında değilseniz A noktasından B noktasına gidemezsiniz. Herhangi bir yerde iseniz A noktasında olma şansınız çok düşüktür. Hayatında nereye gittiğini belirlemelisin, çünkü o yönde hareket etmediğin sürece oraya gidemezsin. Rastgele göç etmek sizi ileriye götürmeyecek. Bunun yerine sizi hayal kırıklığına uğratır ve boşa çıkarır ve sizi endişeli, mutsuz, geçinmesi zor biri haline getirir.(sonra küskün, hırslı ve daha kötü) . Ne kastettiğini söyle, ne demek istediğini öğrenebilesin. Söylediğin gibi davran, böylece neler olduğunu öğrenebilirsiniz. Dikkat edin. Hatalarınızı not edin. Onları dile getirin. Onları düzeltmeye çalış. Hayatının anlamını böyle keşfediyorsun. Bu sizi hayatınızın trajedisinden koruyacaktır. Aksi nasıl olabilir? Varlığın kargaşasıyla yüzleşin. Bir sorun denizine karşı nişan al. Gideceğiniz yeri belirtin ve rotanızı çizin. Ne istediğini itiraf et. Bunları etrafında olanları söyle. Dar, dikkatlice bak ve ileriye doğru hareket et. Konuşmanızda net olun.
 
11-   Çocuklar kayak yaparken onları rahatsız etmeyin

Erkekler sertleşmeli. Erkeklerin buna ihtiyacı var ve kadınlar bunu istiyorlar, sert ve aşağılayıcı tutumları onaylamıyor olsalar da, bu güçleri teşvik eden ve zorlayan toplumsal talepkar sürecin bir parçası ve parselidir.

12-   Sokakta gördüğünüz kedileri sevin

1 Mayıs 2018 Salı

Sıkılan Organizma

Bir organizmayım ben. Kalp damarlar kemik deri. Fazlası değil. Ne bir ruh ne de başka bir ilahi tin. Sadece organik madde. Beyin, yaşamda kalabilmek için gelişmiş organik bir silah tasarlayıcısı, arge alanı. Bu pek de karmaşık olmayan organizma benim. Çok önemli bir şey değilim aslında bir maymundan daha çok gelişmiş arge. Bir kurttan daha az gelişmiş çeviklik.

Bir kurt ne yapar? Bir maymun ne yapar? Bir insan ne yapar?

Kurt yaşamda kalmak için avlanır. Maymun da aynı şeyi yapar. İnsanın buna ihtiyacı yok çünkü argeyle olayı kapatmış. Güce ihtiyacı kalmamış. Bir kurt film izlemez. Bir maymun da izlemez. Ama insan izler o sıkıcı vaktini öldürmek için. Bir kurt ne yapar boş vaktinde? Oturup dinlenir belki de. Belki de boş vakti yoktur. İnsan ise sıkılır boş vaktinde. Sürekli bir şeylerle doludrmaya çalışır onu. Doldurabilirse sıkıntısını hissetmez. Sıkıntıyı hissetmemek bir sorun çözümü değil sorunu ertelemedir. Bir nihai amaç ise sıkıntıyı oldukça uzağa erteleyebilir 70-80 yıl belki daha fazla bile erteleyebilir. Ancak insan için 70-80 yıl yeter de artar bile. Bu başı ağrıyan birisinin ölene kadar ağrı kesici kullanması gibi bir şeydir. İşe yarar ama asıl sorunu çözmez. Asıl sorun başının ağrımasıdır. Ama ağrı kesici o ağryı hissetmemesini sağlar. Başının neden ağrıdığını bulup o sorunu çözer ise ağrı kesiciye gerek kalmadan sorun çözülmüş olur.

Can sıkıntısını çözmek için bir şeylerle oyalanmak. Sürekli ağrı kesici atmaktır. Nihai hedef bulmak da budur aslında. Daha uzun etki gösteren bir ağrı kesici.

İnsan amaçsızdır. Bir amacı olmak zorunda değildir. Sıkılmak zorunda da değildir. Asıl sorunu bulup çözümlemek gerekir. Can sıkıntısının altında yatan sebep? Ben bu koltukta otururken sıkılmamın nihai sebebi sırtımın ağrımasıdır. Yoksa oturmaktan sıkılmam. Sıkılmamalıyım. Sıkılıyorsam sıkıntı vardır.

Ancak nöroloji bilimi bunun insan için pek de faydalı olacağını düşünmüyor. Bir şeyle uğraşması gerektiğini söylüyor insanın mevcut sistem için sağlıklı bir beyne sahip olması için.

Peki sisteme uyan beyinin asıl sağlıklı beyin olduğunu nereden biliyoruz. Ya nöroloji bizi yanıltıyorsa?

Sıkılacak vaktimiz kalıyorsa günümüzde oldukça rahat yaşıyoruz demektir. Bu sıkıldığımız vakti bir şeylerle geçiştirerek istemsizce beynimizi çalışması için zorluyoruz. Ama doğamız gereği buna ihtiyacımız kalmadı. Biraz körelmeye ihtiyacı var beynimizin. İdrak edebilme kabiliyetimizi kaybetmekten korkuyoruz. Ama artık beyine eskisi kadar ihtiyacımız yok.

Er yada geç evrimleşeceğiz ve şuan görünen o ki bu evrim sürecinde beyine olan ihtiyacımız azalmış. Kendi türümüzle yaptığımız savaşlara son verirsek beynimizin körelmesi için bir engel kalmayacak. Önce bu savaşı sonlandırmalı sonra da bizden sonra gelecek insanların bizim yaşadığımız ıstırapı yaşamaması için evrimini önlemememiz gerekiyor.