Niyetim, insanları oldukları gibi, yasaları da
olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim
kuralı bulunup bulunamayacağını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ile fayda
birbirinden ayrı düşmesin diye, hakk onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle
uzlaştırmaya çalışacağım. Önemini ispatlamaksızın giriyorum konuma. Bana, “Sen
kral mısın, yoksa yasacı mısın ki, politika üstüne yazı yazıyorsun?” diye
soracaklara vereceğim karşılık şudur: Ben ne kralım, ne de yasacı; onun için
politika üstüne yazıyorum ya! Hükümdar ya da yasacı olsaydım, ne demek
gerektiğini söyleyip vaktimi boşuna harcamaz, ya yapacağımı yapar ya da
susardım.
savaş insanın insanla değil, devletin devletle olan bir
ilişkisidir ve bu ilişkide tekler birbirlerine yalnız rasgele düşmandırlar,
Savaşın amacı düşman devletin yok edilmesi olduğu için,
karşı tarafın, bu devleti koruyanları, ellerinde silah olduğu sürece öldürme
hakkı vardır ama, silahları bırakıp da teslim olunca, artık düşman ya da
düşmanın aracı olmaktan çıkar, sadece birer insan olurlar. O zaman onların
yaşamı üstünde hiç kimsenin hakkı kalmaz.
Üyeleri ona, edilgin olduğu zaman devlet (état), etkin
olduğu zaman egemen varlık (souverain), öbür devletler karşısında da egemenlik
(puissance) diyorlar. Ortaklara gelince, onlar bir birlik olarak halk, egemen
gücün birer üyesi olarak teker teker yurttaş, devletin yasalarına boyun eğen
kişiler olarak da uyruk adını alırlar. Ne var ki, bu terimler çoğu zaman
birbirine karışır ve biri öbürü yerine kullanılır; belirlice kullanırken
bunları birbirinden ayırt edebilmeyi bilmek gerekir.
İnsanın toplum sözleşmesiyle yitirdiği şey, doğal özgürlüğü
ile isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız bir haktır. Kazandığı
şeyse, toplumsal özgürlükle, elindeki şeylerin sahipliğidir. Bu denkleştirmede
yanılmamak için, sınırını kişinin gücünde bulunan doğal özgürlüğü halkın oyuyla
sınırlı toplum özgürlüğünden; kaba gücün ya da ilk oturma hakkının bir sonucu
olan elde bulundurmayı, gerçek bir yetkiye dayanan sahiplikten ayırt etmek
gerekir.
Yukarıda söylenenlere, yani insanın toplum halinde elde
ettiklerine, insanı kendi kendisinin efendisi yapan “manevi” özgürlüğünü
ekleyebiliriz: Çünkü salt isteklerin itisine uymak kölelik, kendimiz için
koyduğumuz yasalara boyun eğmekse özgürlüktür. Ama bu konuda gereğinden çok
konuştum; özgürlük sözünün felsefe anlamı da zaten konumun dışında kalmaktadır.
Devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede sürekli olarak
korunmaktadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman,
ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? Bu
yaptıklarını doğal yaşama döneminde, yaşamlarını korumaya yarayan şeyi savunma
uğrunda canlarını tehlikeye sokarak kaçınılmaz savaşlara giriştikleri doğal
yaşama döneminde
Devlete adadıkları yaşamları bile bu sayede sürekli olarak
korunmaktadır ve devleti savunmak için yaşamlarını tehlikeye attıkları zaman,
ondan aldıklarını yine ona vermekten başka bir şey mi yapıyorlar? Bu
yaptıklarını doğal yaşama döneminde, yaşamlarını korumaya yarayan şeyi savunma
uğrunda canlarını tehlikeye sokarak kaçınılmaz savaşlara giriştikleri doğal
yaşama döneminde daha sık, hem daha da tehlikeli bir biçimde yapıyor değiller
miydi? Elbette gereğinde herkes yurdu uğruna savaşmak zorundadır, ama artık
kimse kendisi için dövüşecek değildir.
yurttaş yasanın “Atıl!” dediği tehlike üstüne yargı
yürütemez artık ve hükümdar da, “Devlet için çıkar yol senin ölmendir.” dediği
zaman, yurttaş ölmek zorundadır. Çünkü o zamana kadar güvenlik içinde
yaşadıysa, bu koşulun gölgesinde yaşamıştır ve artık yaşamı yalnız doğanın bir
nimeti değil, devletin koşullu bir armağanıdır.
Canilere verilen ölüm cezası da aşağı yukarı aynı açıdan ele
alınabilir: Adam öldürünce ölmeye katlanmamız, bir katilin kurbanı olmamak
içindir. Bu anlaşma ile kendi yaşamımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan çok, onu
güvenlik altına almayı düşünürüz. Anlaşmayı yapanlardan hiçbirinin, onu
yaparken, kendini astırmayı tasarladığını da düşünemeyiz.
Yasalar, toplum halinde birleşmenin koşullarından başka bir
şey değildir aslında. Yasalara boyun eğen halk, onları koyan halkın kendisi
olmalıdır. Toplum koşullarını düzenlemek birleşenlerin işidir.
Özgürce yapılan her iş iki etkenden doğar: Biri ruhsal
etken, yani işi belirleyen, tanımlayan istem; öbürü maddesel etken, yani işi
gerçekleştiren güç. Bir nesneye doğru gittiğim zaman, önce ona gitmek
istemekliğim gerekir, sonra da ayaklarımın beni ona götürmesi. Bir kötürüm
koşmak istese, çevik bir adam da istemese, ikisi de oldukları yerde kalırlar.
Politik bütünde de aynı etkenler vardır: Güç ile istem onda da birbirinden
ayrılır. İsteme yasama gücü, güce de yürütme gücü denir. Bunların ikisi
birleşmedikçe politik bütünde hiçbir şey yapılamaz, yapılmamalıdır da.
Öyle bir etken ki, ruhla beden birleşmesinin insanda
yaptığını kamusal varlıkta yapsın. İşte, devlet içinde hükümetin varlığının
temeli budur.
Öyleyse hükümet nedir? Yurttaşlarla egemen varlığın
karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla kurulmuş, gerek yasaları yürütmek,
gerekse politik ve toplumsal özgürlükleri sürdürmekle görevli, aracı bir
bütündür.
Egemen varlık yönetmeye, yönetici yasamaya, yurttaşlar da
yasayı hiçe saymaya kalkıştılar mı, düzen yerini karışıklığa bırakır. Güçle
istem artık birlikte yürümez olur, devlet de ya zorbalığa kaçar ya da anarşiye.
Devlet kendiliğinden, hükümetse ancak egemen varlıkla
birlikte vardır. Onun için hükümdarın üstün istemi, genel istemden ya da
yasadan başka bir şey değildir ve olmamalıdır; gücü de kendinde toplanan kamu
gücüdür sadece: Kendi başına mutlak ve bağımsız bir işlemde bulundu mu, bütünün
bağları gevşemeye başlar. Son olarak, hükümdar egemen varlığın isteminden daha
etkin bir isteme sahip olursa, bu özel isteme uymak için kendi eli altında
bulunan kamu gücünü kullanırsa ve bundan da biri hakka, biri de olaylara dayanan
iki egemen varlık doğarsa, o zaman toplumsal birlik ortadan kalkar ve politik
bütün dağılıp gider.
hükümetin elindeki bütün güç, her zaman devletin gücü olduğu
için, hiçbir zaman değişmez. Bundan da şu sonuç çıkar: Hükümet, bu gücü kendi
üyeleri üzerinde ne kadar az kullanırsa, halkın tümü üzerinde kullanılacak gücü
de o ölçüde azalır. Öyleyse yöneticiler ne kadar çok olursa, hükümet o kadar
güçsüz olur.
Öyle ki, hükümette her üye önce birey, sonra yönetici, en
sonra da yurttaştır. Bu, toplum düzeninin gerektirdiği derecelendirmenin
doğrudan doğruya tersidir.
Bu gerçek ortaya konduktan sonra diyebiliriz ki, hükümetin
baştan başa bir tek kişinin elinde bulunması halinde, özel istemle bütünün
istemi birleşmiş ve sonunda bütünün istemi güç bakımından en yüksek noktasına
erişmiş olur. İmdi, devlet gücünü kullanmak istem derecesine bağlı olduğuna ve
hükümetin mutlak gücü de hiç değişmediğine göre, hükümetlerin en etkini bir
kişinin elinde bulunanıdır.
ben burada hükümetin doğruluğundan değil, görece gücünden
söz ediyorum sadece. Çünkü yönetici sayısı ne kadar çok olursa, bütünün istemi
genel isteme o kadar yaklaşır. Oysa bir tek yöneticinin yönetiminde bütünün bu
istemi, yukarıda da söylediğim gibi, özel bir istemden başka bir şey değildir.
Böylece bir yandan kazanılan öbür yandan yitirilir. Yasacının asıl ustalığı,
karşılıklı ilişkide olan hükümet gücü ile hükümet isteminin devlete en yararlı
olduğu ölçüde birleşecekleri noktayı bulabilmektedir.
egemen varlık yönetim görevini bütün halka ya da halkın
büyük bir bölüğüne bırakabilir: Öyle ki, yönetici yurttaşların sayısı öbür
yurttaşların sayısını aşar. Bu çeşit yönetime demokrasi denir. Ya da egemen
varlık, yönetim işini bir azınlığın eline bırakır. Öyle ki, yurttaş sayısı
yönetici sayısından çok olur. Bu türlü yönetime de aristokrasi adı verilir. Son
olarak, egemen varlık yönetimi tek bir yöneticinin eline bırakır. Bütün öbür
görevliler yetkilerini ondan alırlar. Bu üçüncü biçim en yaygın yönetim
biçimidir. Bunun adına da monarşi ya da krallık yönetimi denir.
Şunu da ekleyelim ki, hiçbir yönetim demokrasi ya da halk
yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir. Çünkü demokrasi
kadar durmadan biçim değiştirmeye alabildiğine kayan, varlığını korumak için de
daha çok uyanıklık ve yiğitlik isteyen hiçbir yönetim yoktur. Böylesi bir
kuruluş içinde yurttaş güçlenmeli, diretme kazanmalı,
Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi.
Böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil.
Demek, üç çeşit aristokrasi var: Doğal, seçime bağlı ve
soydan geçme aristokrasi. Birincisi basit halklara uygun gelir. Üçüncüsü,
yönetimlerin en kötüsüdür. İkincisi ise en iyisidir; gerçek anlamda aristokrasi
budur çünkü. Seçime bağlı aristokrasinin, iki gücün birbirinden ayrı olması
dışında, üyelerinin seçkin olması gibi bir üstünlüğü vardır. Çünkü halk
hükümetinde bütün yurttaşlar devlet yöneticisi olarak doğar, ama aristokrasi
hükümeti ise, sadece bir avuç insanı yönetici yapar; onlar ancak seçim yoluyla
yönetici olurlar[24]; bu yolda doğruluk, bilgi, görgü, halkın tercih ve
saygısını çeken bütün öbür nedenler, halkın akıllıca yönetilebileceğine birer
güvencedir.
Ayrıca, toplantılar daha kolay yapılır. İşler daha iyi
tartışılır, daha düzenle, daha çabuklukla görülür. Yabancı ülkelerde devletin
saygınlığını değerli senatörler, tanınmamış ya da hor görülen halk yığınından
çok daha iyi korurlar. Kısacası, bilge kişilerin halk yığınını yönetmesi en iyi
ve en doğal bir düzen gereğidir; kendi çıkarları için değil, halkın yararı
adına yönettiklerine kimsenin kuşkusu olmadığı sürece. Boş yere yönetim
araçlarını artırmamalı, yüz seçkin insanın başarabileceği işi yüz bin kişiye
yaptırmamalıdır. Ama şu da unutulmamalı ki, burada bütünün çıkarı genel isteme,
kamu yararına pek de uymayan bir yön vermeye başlar; kaçınılmaz bir başka
eğilim de, yürütme gücünün bir parçasını yasalardan çekip almaktır.
Ama hiçbir hükümet bundan daha güçlü olmadığı gibi, özel
istemin daha baskın çıktığı ve öbür istemleri daha kolaylıkla avucunun içine
alabildiği bir başka hükümet de yoktur. Her şey aynı amaca yönelmekle birlikte,
bu amaç hiç de halkın mutluluğunu gözetmez. Yönetim gücü de devletin zararına
işler durur.
hükümdarlar kendilerine en doğrudan yarar sağlayan ilkeyi
üstün tutarlar. İşte, Eşmuil’in İbranilerin gözleri önüne koyduğu,
Machiavelli’nin de açıkça gösterdiği buydu. Machiavelli krallara ders verir
gibi görünerek, uluslara büyük öğütler vermiştir. İl Principe adlı yapıtı
cumhuriyetçilerin kitabıdır.
Halkla hükümet arasında uzaklık ne kadar artarsa, vergiler
de o ölçüde ağırlaşır. Bundan ötürü halk, demokrasilerde en hafif vergi yükü
altındadır; aristokraside daha ağır, monarşideyse en ağır yükü taşır. Demek,
monarşi yalnız çok varlıklı uluslara, aristokrasi varlık ve büyüklükçe orta
halli devletlere, demokrasi de küçük ve yoksul devletlere elverişlidir.
Demek, zorba bir yönetimin üstünlüğünü sağlayan şey,
uzaklardan etkide bulunmaktır. Kendine sağladığı dayanak noktaları sayesinde
hükümetin gücü uzaklardan etkili olur, tıpkı kaldıracın gücü gibi.
Devlet ortadan kalktığı zaman, biçimi ne olursa olsun,
hükümetin kötüye kullanılmasına genel olarak anarşi denir. Bir ayrım yaparsak
görürüz ki, demokrasi bozulunca ochlocratie, aristokrasi de oligarchie
olur. Buna, krallığın da yozlaşarak tiranlığa dönüştüğünü ekleyeceğim: Ama
tiranlık ikircil anlamlı bir sözcüktür, açıklanmak ister. Tiran, halk dilinde, hakka
ve yasalara aldırış etmeksizin zorbaca yöneten bir krala denir. Açık ve kesin
anlamındaysa, tiran haksız olarak krallık gücünü eline geçiren bir kişidir.
Yunanlılar bu sözcüğü bu son anlamda alırlardı: İyi kötü ayrımı yapmadan,
güçleri hakka dayanmayan bütün hükümdarlara tiran derlerdi.
Aynı şeylere aynı adı vermek gerekirse, krallık gücünü zorla
ele geçirene tiran, egemen gücü zorbalık ve düzenle kendine mal edene de despot
diyeceğim. Tiran, yasalara göre yönetme hakkını yasalara aykırı olarak kendine
mal eden kimsedir. Despot ise, kendini yasaların üstüne çıkaran kişidir. Demek
ki, tiran despot olabilir; despot ise her zaman tirandır.
Halk egemen bir bütün olarak yasaya uygun biçimde toplanır
toplanmaz, hükümetin her çeşit yargı hakkı ortadan kalkar, yürütme gücü artık
işlemez ve herhangi bir yurttaşın varlığı en büyük yöneticininki kadar kutsal
ve dokunulmaz olur. Çünkü temsil edilenin bulunduğu yerde temsil diye bir şey
kalmaz.
Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına aktarılamazsa,
yine aynı nedenlerden temsil de edilemez. Egemenlik başlıca genel isteme
dayanır, genel istemse temsil olunamaz; ya genel istemdir, ya değildir.
İkisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri
değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler;
hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onamadığı hiçbir yasa geçerli
değildir, yasa sayılmaz. İngiliz halkı kendini özgür sanıyorsa da aldanıyor,
hem de pek çok; o ancak parlamento üyelerini seçerken özgürdür: Bu üyeler
seçilir seçilmez, İngiliz halkı köle olur, bir hiç derekesine iner. Kısa süren
özgürlük anlarında, özgürlüğünü o kadar kötüye kullanır ki, onu yitirmeyi hak
eder.
Temsilci seçme düşüncesi yenidir. Bu düşünce bize,
derebeylik yönetiminden, insan soyunu alçaltan ve insan adını lekeleyen o çok
haksız ve saçma yönetimden geçmiştir. Eski cumhuriyetlerde, hatta monarşilerde
bile, halkın hiçbir zaman temsilcisi yoktu; halk bu sözcüğü bilmezdi bile.
Ne olursa olsun, bir ulus kendine temsilciler seçer seçmez,
özgürlüğünü de, varlığını da yitirmiş olur.
Öyleyse hükümetin kurulmasını sağlayan işlemi hangi kavrama
göre düşüneceğiz? Önce şunu söyleyelim ki, bu işlem karmaşıktır ya da iki ayrı
işlemden oluşmuştur: Yasa koyma ve onu yürütme işlemi.
Hükümet kurma işi hiçbir zaman bir sözleşme işi değil, bir
yasa işidir. Yürütme gücünü ellerinde tutanlar da halkın efendileri değil,
görevlileridir; halk istediği zaman onları işbaşına getirir, istediği zaman da
işten uzaklaştırır. Onların işi sözleşme yapmak değil, boyun eğmektir; devletin
kendilerine yüklediği görevi kabul etmekle de, yalnız yurttaşlık ödevlerini
yapmış olurlar; koşullar üstünde tartışmaya hakları yoktur.
Yukarıda sözünü ettiğim sürekli halk toplantıları, bu
kötülükleri önlemeye ya da geciktirmeye yarar. Hele bunlar toplanmak için
açıkça çağrılmaya gereksinim göstermezlerse. Çünkü o zaman hükümdar yasaları
hiçe saydığını ve devlete düşman olduğunu açığa vurmaksızın bu toplantıları
yasak edemez. Toplum sözleşmesinin korunmasından başka amaçları olmayan bu
toplantılar her zaman iki önerme ile –ortadan kaldırılamayan ve ayrı ayrı oya
konan– iki önerme ile açılmalı: Birincisi: Egemen varlık hükümetin bugünkü
biçimini sürdürmek isteğinden midir? İkincisi: Halk, hükümetin yönetimini bu
görevi yüklenmiş olanlara bırakmak niyetinde midir?
Başlangıçta insanların tanrılarından başka kralları, dine
dayanan yönetimden başka yönetimleri yoktu. Tıpkı Caligula gibi düşünmüşlerdi
ve o zaman için düşünceleri yerindeydi. İnsanın, benzerini kendine efendi diye
kabul edebilmesi ve bunun yararlı olacağı umuduna kapılabilmesi için, düşünce
ve duygularında uzun bir değişiklik olması gerekir. Her politik toplumun başına
bir tanrının konulmuş olması, ortaya ulus sayısı kadar tanrı çıkmasına yol
açmıştır. Birbirine yabancı ve hemen her zaman düşman olan iki ulus, uzun süre
aynı varlığı efendi olarak tanıyamamışlardır: Birbiriyle çarpışan iki ordu da
aynı başın buyruğunda olamazlardı. Böylece ulus ayrılığından çoktanrıcılık
doğdu, bundan da, aşağıda anlatılacağı üzere, dinsel ve toplumsal hoşgörüsüzlük
doğdu ki, bunların ikisi de aynı kapıya çıkar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder