20 Kasım 2018 Salı

Kaptan Yemeğe Çıktı Ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi


Yetmiş bir yaşında hâlâ hayatta olup ayak tırnaklarımı kesmekten şikayet edebilmem mucizenin ta kendisi bana kalırsa. Filozofları okuyorum son günlerde. Gerçekten tuhaf, deli matrak, kumarbaz adamlar bunlar. Descartes çıkıp herkesin zırvaladığını, mutlak ve aşikar gerçekliğin tek modelinin matematik olduğunu söylüyor. Mekanizm. Derken Hume nedensel bilginin geçerliliğini sorguluyor. Sonra Kierkegard, "Parmağımı varoluşa daldınyorum-kokusu yok. Nerdeyim?" diye soruyor. Derken Sartre ve varoluşun anlamsız olduğu iddiası. Seviyorum bu adamları. Dünyayı sallıyorlar. Bu düşünceler başlarını ağrıtmadı mı? Ani bir kasvet kükreme-si çıkmadı mı dişlerinin arasından? Böyle adamları sokakta karşılaştığım, kafelerde gördüğüm adamlarla kıyasladığımda fark o denli büyük ki içimde bir yer burkuluyor, bağırsaklarım düğümleniyor. Bu gece de ayak tırnaklarımı kesmeyeceğim galiba.

koşulan 13 koşuya oynadım. Yedinci koşunun sonunda 72 dolar kazançlıydım. Ne fayda? Kaşlarımdaki beyaz kılları azaltır mı? Beni bir opera sanatçısı yapar mı? Ne istiyorum? Zor bir oyunu önde bitiriyorum, hem de devletin yüzde on sekizlik kesintisine rağmen. Üstelik bunu sık yapıyorum. Öyleyse çok da zor olmasa gerek. Daha ne istiyorum? Bir Tanrı olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Umurumda bile değil. Bu yüzde on sekizlik kesinti de neyin nesi?

Ne güzel. Arabamı sürüyorum. Başkaları da arabalarını sürüyorlar. Bir yaprağı tırmanan sümüklü böceklerden farkımız yok.

Evimin garajına giriyor, park edip arabadan iniyorum. Lin-da'dan tele-sekretere kaydedilmiş bir mesaj var. Postaya bakıyorum. Gaz faturası. Bir de içinde şiirler olan bir zarf. Aybaşılarından, memelerinden ve göğüslerinden ve düzülmekten söz eden kadınlar. Son derece sıkıcı. Çöpe atıyorum.

Dünya yazarların yokluğuna kanalizasyon yokluğundan çok daha kolay katlanır.

Hava serinlemişti. Yaşlı bir osuruk olarak gidip ceketimi almanın iyi olacağına karar verdim.

Bir başlık geldi aklıma. Büyülenmemişler İçin İncil. Hayır, kötü. Çok tuttuğum bazı başlıklar geldi hatırıma. Başka yazarların. Tahtanın ve Taşın Önünde Saygı ile Eğil. Mükemmel başlık, berbat yazar. Yeraltından Mektuplar. Mükemmel başlık, mükemmel yazar. Bir de Yalnız Bir Avcıdır Yürek. Carson McCullers, hakkı en çok yenmiş yazarlardan. Kendi başlıklarımın içinde en çok beğendiğim, Canavarlarla Yaşayacak Denli Cesur Bir Adamın İtirafları. Teksir baskı ile içine ettim 25 ama o kitabın. Yazık.

Dostoyevski nasıl keserdi tırnaklarını acaba? Van Gogh? Beethoven? Kendileri mi keserlerdi? Sanmıyorum.

Yolda arabayı köşedeki servise bırakmaya karar verdim. "Sizi tanıyoruz. Yıllardır gelirsiniz," dedi müdür. "İyi," dedim gülümseyerek. "Beni sikmezsiniz öyleyse." Bakakaldı.

"Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden alacağımdan korkuyor." "Haklı. Alırsın." "Şeytan da korksun. Onu da işinden edebilirim." "Hiç şüphem yok."

Tuhaf ve karışık bir hayat yaşadım; büyük kısmı felaket, can sıkıntısı. Kendimi bokun içinden itip çıkarış şeklim farkı yarattı diye düşünüyorum. Geriye baktığımda başıma ne gelirse gelsin serinkanlılığımı ve mevcut klasımı korumayı başardığımı sanı- 38 yorum. FBI ajanlarının beni arabayla götürürken nasıl öfkelendiklerini anımsıyorum. "HEY-BU HERİF EPEY SERİNKANLI!" diye bağırmıştı içlerinden biri. Beni neden götürdüklerini ve nereye götürdüklerini sormamıştım. Umurumda değildi. Bu anlamsız hayattan bir dilim daha, diye hissediyordum. "BİR DAKİKA-" dedim onlara, "BEN KORKUYORUM!" Bu onları rahatlatmıştı. Uzaydan gelme yaratıklardan farksızdılar benim için. iletişim olanaksızdı. Tuhaftı ama. Hiçbir şey hissetmiyordum. Bana tuhaf gelmemişti aslında, bildiğimiz anlamda tuhaftı. Yüzler ve eller görüyordum sadece. Bir konuda kesin bir karar vermişlerdi, gerisi onların bileceği işti. Adalet ya da mantık aramıyordum. Hiç aramadım. Sosyal içerikli yazmamamın nedeni bu belki de. Bu sistemden ne köy olur, ne de kasaba bana kalırsa. Olmayan bir şeyi geliştiremezsin. O polisler korku göstermemi istemişlerdi, buna alışıktılar. Bense sadece iğreniyordum.

Birisine size ne yapmanız gerektiğini söylemesi için para ödüyorsanız, kaybettiniz demektir. Bu psikiyatrınızı, psikologunuzu, borsacınızı, sanat tarihi öğretmeninizi ve vesairenizi de kapsar.

Hayatımın fazlası ile uzun bir bölümünü sıradan işlerde çalışarak geçirdiğimi düşünüyorum. Elli yaşıma kadar. O orospu çocukları beni her gün bir yere gitmeye ve orda belli bir süre kalıp geri dönmeye alıştırdılar. Hiçbir şey yapmadan dolandığım zaman kendimi suçlu hissediyorum. Bu yüzden kendimi hipodromda buluyorum; sıkıntıdan patlamış ve delirmek üzere.

Okurlarımın bazıları atlan çok sevdiğimi, hipodromun beni heyecanlandırdığını, gözü kara bir kumarbaz olduğumu zannediyorlar. Posta kutumdan atlar ve at ya-rışları hakkında dergiler ve öyküler çıkıyor. Oysa hiç ilgi duymam. Ben hipodroma neredeyse istemeye istemeye giderim. Gidecek başka bir yer düşünemeyecek kadar salağım. Nereye gideyim gün ortasında, nereye? Cennet Bahçesi'ne mi? Sinemaya mı? Allah korusun.

Sözcüklerle kaya parçalan veya yenecek lokmalarmış gibi oynamakta Sherwood Anderson'un üstüne yoktu bence. Sözcükleri kağıda resmederdi. Ve öyle basittirler ki ışık patlamaları hissedersiniz; kapılar açılır, duvarlar kayar. Halıları, ayakkabıları, parmakları görürsünüz sayfada., sözün ustasıydı. Harikuladeydi. Ama Sherwood'un sözcükleri mermi gibidirler de. Onu okurken birden yere serilebilirsiniz. Uzun lafın kısası Sherwood işi biliyordu. Sezgileri güçlüydü. Hemingway yazıyı fazla ciddiye almıştı. Onu okurken ne kadar emek sarf ettiğini görebilirsiniz. Anderson ciddi bir şeyden söz ederken gülmeyi de bilirdi. Hemingway hiç bilmedi gülmeyi. Sabahın altısında ayakta yazan birinin mizah duygusu olamaz.

Hipodroma gitmemin nedenlerinden biri alışkanlığın gücü; hepimiz bu gücün etkisi altındayızdır. Gidecek bir yer, yapacak bir şey. Erken eğitilmişiz bu konuda. Kımılda, katıl. Dışarda ilginç şeyler oluyor belki? Kaçırma. Ne kadar boş bir düş. Barlarda hatun tavlamaya çalıştığım günleri hatırlatıyor bana. Aradığım kadın belki budur ümidi. Bir başka rutin. Düzüşürken bile içimden; bu da başka bir rutin, yapmam gerekeni yapıyorum, diye geçirirdim. Kendimi gülünç hisseder, yine de devam ederdim. Başka ne yapabilirdim ki? Durmalıydım. Hatunun üstünden inip, "Bak güzelim, saçmalıyoruz. Doğanın oyuncaklarıyız," demeliydim. "Nasıl yani?" "Yani, güzelim, iki sineğin düzüşmesini izledin mi hiç?" "SAPIKSIN SEN! BEN BURDAN ÇIKIYORUM!" İnsan kendini çok derin tahlil etmemeli, yoksa hiçbir şey yapmaz, yaşam durur. Bir kaya parçasının üstünde hiç kımıldamadan oturan bilgelere döneriz. Bu da ne kadar bilgecedir bilemiyorum. Aşikar olanı silerler ama bir şey sildirir onlara. Tek bir sineğin kendiyle düzüşmesi gibidirler bir anlamda. Kaçış yok, etki yok, etkisizlik yok. Kendimizi zarar hanesine yazmaktan başka çare yok: oynayabileceğimiz bir hamlemiz kalmamış. Mat olmuşuz.

Gençken daha iyiydi; arayış içindeydim. Geceleri sokakları dolaşırdım... kaynaşırdım, dövüşürdüm, arardım... Hiçbir şey bulamadım. Kadınlara gelince; her kadın bir ümitti ama çok sürmedi. Durumu hayli çabuk kavrayıp RÜYALARIMIN KADINI'nı aramaktan vazgeçtim; kabus gibi olmayan bir kadın kabulümdü. İnsanlara gelince; artık hayatta olmayan ölümsüzlerde buldum ne bulduysam -kitaplarda. Klasik müzikte. Güç verdiler bana. Ama 108 sihirli kitapların sayısı sınırlıydı, bir süre sonra tükendiler. Yıkılmaz kalem klasik müzikti.

 Bir keresinde adamın birinden Shakespeare sevmediğimi yazmaya hakkım olmadığını anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup almıştım. Gençler bana kamp Shakespeare okuma zahmetine bile girmeyeceklerdi. Böyle bir konum almaya hakkım yoktu. Sayfalarca bunu söyleyip durmuştu. Cevaplamadım. Ama burda cevaplayacağım. Siktir git lan. Hem ben Tolstoy'u da sevmem.

18 Kasım 2018 Pazar

Deliliğe Övgü


Tanrılardan sonra, varlıkların en yüceleri, kendi iddialarına göre Stoacılardır.[15] Pekâlâ! Bana bir Stoacı veriniz; ve bu isterse Stoacıların topundan üç, dört hatta bin defa daha Stoacı olsun. Tekelerle ortak olmasına rağmen, bilgelik işareti saydığı sakalını kestirmeyi başaramazsam da, hiç olmazsa ona asık suratlı tavrını terk ettiririm, alnının çatıklığını gidertirim, onu sert prensiplerinden vazgeçirtirim, o da bir süre kendini sevince, acayipliğe, deliliğe kaptırır; kısacası, o istediği kadar bilge olsun, eğer meydana getirmenin verdiği hazları tatmak isterse bana, yalnız bana başvurmalıdır.

Hem samimi olalım, önceden bilge bir insan sıfatıyla, evliliğin sakıncalarını göz önünde tutsaydı, hangi ölümlü başını evliliğin yularına uzatmak isterdi? Hangi kadın gebeliğin rahatsızlıklarını, doğurmanın acılarını, tehlikelerini ve eğitimin yüklediği usandırıcı işleri ciddi olarak düşünseydi, bir erkeğin âşıkane takiplerine kendini kaptırırdı? Halbuki hayatı, evlenmeye borçlusunuz, evlenmeler de benim cariyelerimden Bunaklık tarafında kurulurlar. O halde bana ne kadar minnet borçlusunuz! Sonra, bir kadın, bir kere bütün bu sıkıntıları çektikten sonra, eğer benim aziz dostum Unutmak tanrıçası, onu etkilemeseydi, kendini bu sıkıntılara bir defa daha sokar mıydı?

Doğrusu, hayattan hazları çıkarırsanız, hayat neden ibaret kalır? O zaman hayat adına layık olur mu?... Beni alkışlıyorsunuz, dostlarım! Ah, bakınız benimle aynı düşüncede olmamak için, hepinizin haddinden fazla deli yani haddinden fazla bilge olduğunu biliyorum... Bizzat Stoacılar hazzı severler; nefret etmek ellerinden gelmez. Şehveti istedikleri kadar saklasınlar, en çirkin hakaretlerle sıradan halkın gözünden düşürmeye gayret etsinler, bütün bunlar sahte hareketten başka bir şey değildir. Onlar şehvetten, daha büyük bir özgürlükle yararlanmak için başkalarını uzaklaştırmak isterler. Fakat bütün tanrıların rızası için, hayatın haz ile, yani delilikle lezzetlendirilmemiş hangi bir anı, gamlı sıkıntılı, nahoş, tatsız, katlanılmaz değildir?

Gençlerden can sıkıcı bilgeliği uzaklaştırıyor ve böylelikle hazların çekici güzelliğini onların üzerine yayıyorum; ve burada size havadan masallar anlattığımı sanmamanız için, insanları, büyüyüp yetiştikleri, deneyim ile dersler sayesinde bilge olmaya başladıkları zaman göz önünde tutunuz, görürsünüz ki onlarda güzellik hemen solmaya başlar, neşe söner, kuvvet azalır, çekicilik uçar gider, onlar benden uzaklaştıkça, hayat gitgide onları terk eder ve sonunda, kendine ve başkalarına bir yük olan şu neşesiz ihtiyarlığa erişirler. Şüphe yok ki, insanlığın çektiği sefaletler, beni onun yardımına koşmaya sevk etmemiş olsaydı, ihtiyarlığa katlanacak bir tek ölümlü bulunamazdı.

Kadınların, burada söylediklerime kızacak kadar deli olduklarını sanmıyorum. Ben onların cinsindenim, ben Delilik'im. Deli olduklarını kanıtlamak, yapabileceğim en büyük övgü değil midir?

Belki, bütün bu zevkleri duyamayan kimseler vardır ki, bunlar mutluluğu ancak dostlar arasındaki sohbette bulurlar. Onlarca dostluk bütün nimetlerin en büyüğüdür: Hayatta su, ateş ve hava kadar gerekli olan dostluk, doğa için güneş ne ise, insan için odur; dostluk o kadar hoş, o kadar namusludur ki (bu kelimenin bu işle bir ilgisi yoktur) bizzat filozoflar onu en büyük nimetlerin arasına koymuşlardır. Eh, şimdi size, bütün dostlukları dünyaya getirenin ben olduğumu kanıtlarsam ne dersiniz?

Dostların taşkınlıklarına göz yummak, onların kusurları hakkında hayale kapılmak, bu kusurları taklit etmek, onlardaki en büyük ahlaksızlıkları sevmek, birer erdemmiş gibi bunlara hayran olmak, deliliğe sapmak denen şey değil midir? Sevgilisinin derisi üzerinde gördüğü bu işareti sevgi ile öpen şu âşık, Agnes'inin[33] ahtapotunu şehvetle koklayan şu öteki âşık, şaşı oğlunun bakışını hoş bulan şu baba... bütün bunlar saf delilik değil midir? Evet, bunların delilik, hatta en sunturlu delilik olduğunu istediğiniz kadar söyleyiniz; fakat teslim ediniz ki dostlukları yapan, koruyan, bu deliliklerdir.

Özetle, hayatta hoş olan ya da sürekli olan hiçbir bağlılık görmezsiniz. Hükümdar uyruklarını, uşak efendisini, cariye hanımını, öğrenci eğitmenini, dost dostunu, koca karısını, ev sahibi misafirini, arkadaş arkadaşını; durmadan hata, yüze gülme, hatırşinaslık ya da buna benzer hoş bir deliliğin verdiği tatlı rüyalarla karşılıklı olarak aldatmazlarsa, her biri az zamanda diğerine katlanılmaz gelir. Şimdi söylediğim bütün bu şeylerin sizi şaşkınlık ve hayranlığa düşürdüğünden şüphe etmiyorum; fakat daha başka şeyler de işiteceksiniz.

bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? Kendi kalbi ile barışık olmazsa başkalarıyla iyi geçinebilir mi? Kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi? Bu soruların hepsine evetle cevap vermek için, deliliğin kendinden daha deli olmak lazımdır. Ben toplumdan dışlanırsam, insan, başkalarına katlanmak şöyle dursun, kendi kendine katlanamayacaktır. Kendiyle herhangi bir ilişkisi olan her şeyden tiksinecek ve şahsı, kendi gözünde bir kin, iğrenme ve nefret konusu olacaktır.

İnsanın her yaptığından memnun olmasından kendine hayran olmasından daha delice bir şey olur mu? Ama itiraf ediniz ki, ömrünüzde yaptığınız güzel ve hoş ne varsa bunu deliliğe borçlusunuz. Evet, Özsaygı olmayınca, edimlerinizde ne hoşluk, ne güzellik, ne uygunluk kalır. Hayatın bu tatlı çekiciliği bir kere mahvolduktan sonra, hatibin nutkunda ateş, müzisyenin sesinde hoşluk, zevzeğin tavır ve hareketlerinde komiklik kalmayacak, şairle ve şairin Musalarıyla alay edilecek, ressamın kendi ve sanatı hor görülecek, hekimin, ilaçlarının ortasında açlık ve sefaletten öldüğü gözlemlenecektir.

İlk önce bütün taşkın tutkuları deliliğin doğurduğu açıktır. Zira bir deli ile bir bilge arasındaki bütün fark, birincisinin tutkularına, ikincisinin ise aklına boyun eğmesinden ibarettir. İşte bunun içindir ki Stoacılar, bilge kişiye, bütün tutkuları, birer hastalıkmış gibi yasak etmişlerdir. Bununla beraber, bilgelik koşusunda uçarına koşanlara rehber olan, bu tutkulardır; erdemin bütün görevlerine onları yönelten, iyilik etmek düşüncesini ve arzusunu ilham eden gene odur. Seneca; şu aşırı Stoacı, bilgenin mutlak surette tutkusuz olması gerektiğini istediği kadar söylesin. Bu türden bir bilge bir insan olmaz, bir çeşit tanrı, ya da daha açık konuşalım, her türlü insani duygudan yoksun, en sert mermerden bile daha duygusuz, ahmak bir put olurdu. Stoacılar, kuruntuladıkları bilgelerinden istedikleri kadar memnun kalsınlar, onları diledikleri gibi sevsinler; kendilerine rakip çıkacağından korkmasınlar; ama onlarla gidip Platon'un Devlet'inde, idealar dünyasında ya da Tantalos'un[45] bahçelerinde otursunlar.

tür bir insandan -eğer böyle bir insan var olabilirse- berbat bir ucube gibi nefret etmemek, korkunç bir hayaletten kaçar gibi kaçmamak nasıl mümkündür? Doğanın sesine sağır olan böyle bir kimsenin kalbine -bu kalp en sert kayadanmış gibi- sevgi, merhamet, iyilik duygularının hiçbir etkisi olmayacaktır. Ondan bir şey kaçmayacak, onu bir şey aldatmayacak; vaşağın gözü onunki kadar keskin değildir; o her şeyi büyük bir dikkatle inceler, tartar, hemcinslerine karşı hoşgörüsüzdür ve ancak kendinden memnundur. Kendini biricik zengin, biricik sıhhatli, biricik özgür kimse sanır; sonra, dünyada edinilebilecek ne varsa hepsine sahip olduğuna inanır; fakat bu inancında yalnızdır. Dost sahibi olmayı kendine tasa etmez, kendi de kimsenin dostu değildir. Hatta tanrıları aşağılamaya cüret eder ve dünyada ne yapılıyorsa hep onun eleştirilerine, alaylarına konu olur. Stoacıların yetkinlik ve bilgelik örneği diye baktıkları hayvan işte böyledir. Rica ederim söyleyin bana, hangi ulus böyle bir insanı kendine bilge olarak seçmek ister? Hangi ordu onu kendine baş olarak görmek ister? Böyle bir kimse, sofrasına kabul edecek bir insan, kendisiyle evlenmek isteyen bir kadın, hizmete razı bir uşak bulabilir mi? Ya da rastlantıyla bulursa, az zamanda onlara katlanılmaz bir yük olmaz mı?

Hele bütün bunları gülünç bulanlar, gelip bana: hayatını böyle nefis bir delilik içinde geçirmek, gidip kendini asmaktan çok daha iyi değildir, desinler!

Bu tanrılar, daima gamlı ve neşesiz darılıvermeye hep hazır kimselere benzerler, öyle ki onlarla teklifsizce yaşamaktansa, onları düşman edinmek daha iyidir. "Fakat, diyeceksiniz, kimse deliliğe kurbanlar sunmaz, kimse ona tapınaklar yapmaz"; size önceden söyledim, bu kadar nankörlüğe biraz şaşıyorum; fakat tabii iyiliğim sayesinde işi gayet iyi tarafından alıyorum. Zaten bütün bu kurbanları aramama gerek yok. Bir küçük günlük esintisi, bir parça pişmiş hamur, bir teke, bir domuz ve bunun gibi bütün adaklar beni okşayabilir mi?

İçinizde parasını, mücevherlerini sokağa bırakacak kadar budala bir kimse var mı? Doğrusu hiç sanmam. Bunları evinizin en saklı yerlerine, kasalarınızın en gizli köşelerine saklar, süprüntüleri herkesin gözü önünde bırakırsınız, insan, kıymetli şeyleri dikkatle saklarsa, hiç önem vermediklerini herkesin önünde bırakırsa, bizim yazar, -madem ki deliliği saklamayı emrediyor bilgeliği saklamayı yasaklıyor- o halde, delilik daha değerlidir demek istemiyor mu?

İçinizde parasını, mücevherlerini sokağa bırakacak kadar budala bir kimse var mı? Doğrusu hiç sanmam. Bunları evinizin en saklı yerlerine, kasalarınızın en gizli köşelerine saklar, süprüntüleri herkesin gözü önünde bırakırsınız, insan, kıymetli şeyleri dikkatle saklarsa, hiç önem vermediklerini herkesin önünde bırakırsa, bizim yazar, -madem ki deliliği saklamayı emrediyor bilgeliği saklamayı yasaklıyor- o halde, delilik daha değerlidir demek istemiyor mu? Şimdi de yazarın kendi sözlerini dinleyiniz: Deliliğini saklayan insan, bilgeliğini saklayandan daha değerlidir

Mesih, müritlerini insanların yardımlarından vazgeçirmek amacıyla, onlara giderlerken, dikenlere, taşlara karşı ayaklarını korumak için ayakkabı, yolda yiyip içmek için erzak ve birer kese para vermediği halde, bir şeyleri eksik olup olmadığını sormuş; havariler, ne gerekliyse hep vardı, diye cevap verince İsa şöyle demiş: Şimdi, küçük yahut büyük bir torbası olan, onu yanına alsın, kılıcı olmayan da kaftanını yahut gömleğini satıp bir kılıç alsın. Mesih'in bütün mesleği, sırf tatlılığa, hoşgörüye, hayatı hor görmeye dayandığına göre, ilahi kurtarıcının bu fıkrada ne demek istediğini herkes açıkça görüyor, değil mi? İsa, dünyasal şeylerden ilgilerini kesmeleri gerektiğine havarilerini o kadar kuvvetle inandırmak istiyordu ki, onlara yalnız ayakkabıyı ve paray yasak etmekle kalmıyor, gömlekler için bile terk etmeyi emrediyor ve bununla onlara, kendilerini İncil'in vaazı işine büsbütün, vermek için dünyanın her nimetinden vazgeçmeleri gerektiğini göstermek istiyordu. İsa, havarilere yalnız bir kılıç almalarını öğütlüyor; canilerin, baba katillerinin taşıdıkları cinsten bir kılıç değil, kalbin en gizli köşelerine kadar giren, orada bütün insan tutkularım kesip, yalnız merhametin hüküm sürmesine izin veren o ruhani kılıcı!

11 Kasım 2018 Pazar

Gecenin Sonuna Yolculuk


Bir dangalağın beyninde herhangi bir düşüncenin şöyle bir dolanabilmesi için, önce başına bir sürü şey gelmesi gerek, hem de en acımasızından. Hayatımda ilk defa düşünmemi sağlayan kişi, gerçekten düşünmeyi kastediyorum, tümüyle bana ait pratik fikirler üretmeyi yani, kesinlikle binbaşı Pinçon oldu, şu işkenceci suratlı herif. Esamesi okunmayan bir figüran olarak katılmış olduğum, hem de... itiraf ediyorum, coşkuyla, balıklama atlayarak katıldığım bu inanılmaz uluslararası olayın içinde, tam teşkilatlı, zırhların yükü altında ezilerek, sarsıla sarsıla ilerlerken, bir yandan da elimden geldiğince yoğun bir biçimde onu düşünüyordum.

profesyonel? Belki de bir cenaze levazımcısı? Sivil hayatta? Bir aşçı?.. Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o kaltak, maalesef! bize mahsus.

Anlayamıyordum. Her şey ve herkes tarafından boynuzlanıyordum, kadınlar, para, fikirler. Boynuzlu ve hoşnutsuz.

Bakın, Bardamu, savaş, sinir sistemlerinin sınırlarını zorlamak açısından bize sunduğu kıyas kabul etmez olanaklar sayesinde, insan ruhunu olağanüstü derecede açığa çıkarıcı bir işlev görüyor!

İki elimi birden neredeyse sevgiyle sıktı, Bestombes.

Dürüstçe itiraf etmeliyiz... Şimdiye kadar insanın duygusal ve manevi zenginliklerini sadece tahmin etmekle yetiniyorduk! Ancak artık, savaş sayesinde, bu iş tamam!..

Sonunda anama mektup yazmıştım. Beni yeniden görebildiğine çok sevinmişti, anam, elinden alınan yavrusuna sonunda kavuşmuş bir dişi köpek gibi ağlaşıyordu. Herhalde beni öperek bana çok yardımcı olduğunu da düşünüyordu, ama yine de dişi köpek kadar olamıyordu, çünkü o beni elinden almak için söylenen sözcüklere inanıyordu. Oysa dişi köpek hiç olmazsa sadece hissettiklerine inanır.

Beni gecenin ortasında ekmek istiyordu, en kestirmeden. İşin raconu buydu. Bu şekilde gecenin içine itile itile, insan eninde sonunda bir yerlere varıyordur herhalde, diyordum kendi kendime. Teselliydi bu. “Cesur ol, Ferdinand, diye yineliyordum kendi kendime, kendime destek çıkmak için, her yerden kapı dışarı edile edile, mutlaka hepsini, o pisliklerin topunu birden o kadar korkutan o numarayı bulacaksın ve o da gecenin sonunda olsa gerek. İşte zaten onlar da bu yüzden gecenin sonuna gitmezler!”

Bana böyle çok sevecen öğütler veriyordu, mutlu olmamı istiyordu. İlk kez bir insanoğlu benimle ilgileniyordu, tabir caizse içerden diyeceğim, bencilliğimle ilgileniyordu ve tüm diğerleri gibi durduğu yerden beni yargılamak yerine kendini benim yerime koyuyordu.

Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.

Yirmili yaşlarını geride bıraktıktan sonra, bu kolay sevginin, hayvanlarınkinin, bir katresini hâlâ içinde barındırabilen insan sayısı çok azdır. Meğer dünya hiç de sandığımız gibi değilmiş! İşte bu kadar! Öyle olunca, biz de façamızı değiştiririz! Hem de nasıl! Mademki yanılmışız! Kaşla göz arasında hepten dönüşüveririz o gıcık yaratığa! Yirmi yaşını geride bıraktıktan sonra suratımızda kalan tek şey budur! Bir hata! Suratımız bir hatadan ibarettir.

Her neyse, evlerinin taksitleri ödendiğine, mülkiyet hakkı falan da tamamen alındığına, tek bir kuruş borçları da kalmadığına göre, kendilerini güvende hissetmek açısından pek bir dertleri kalmamıştı bu ikisinin! Altmış altıncı yaşlarına gelmişlerdi.

hep yaşamdan korkmuştu, şimdiyse endişesini bir şeylere bağlıyordu, ölüme, tansiyonuna, nasıl ki kırk yıl boyunca bunu evin taksitlerini ödeyememe riskine bağladıysa. Hâlâ mutsuzdu, eskisi kadar, ancak mutsuz olmak için bir an önce yeni bir geçerli neden bulmalıydı. Sanıldığı kadar kolay bir şey değildir bu. “Mutsuzum” demekle iş bitmiyor. İnsan ayrıca bunu kendine kanıtlayabilmeli, kendini geri dönüşü olmayacak biçimde ikna edebilmelidir. Onun da istediği buydu aslında: içindeki korkuya sağlam bir gerekçe kazandırabilmek, hem de bayağı geçerli cinsinden. Tansiyonu 22’yıniş, doktora göre. 22 ciddi bir rakamdı. Doktor ona kendi ölümünün yolunu bulmayı öğretmişti.

Neşeliydi ihtiyar Henrouille, huysuz, leş gibi, ama neşeli. Yirmi yılı aşkın bir süredir içinde yaşadığı bu yoksunluk, ruhunun derinliklerinde iz bırakabilmiş değildi. Tam aksine esas dışarıya karşı kasıyordu kendini, sanki soğuk, tüm korkunçluklar ve ölüm içeriden değil de, yalnızca oradan gelecekti. İçeriye gelince, orada hiçbir şeyden korkmuyor gibiydi, aklından tümüyle emindi sanki, su götürmez ve artık tasdik edilmiş bir şeymişçesine, dünya durdukça.

İnsan belki de başkalarının yüreği hakkında yargıda bulunurken her zaman yanılıyordur.

Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize. İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. “Çok güzelsiniz, Küçükhanım,” derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. “Ne de güzelsiniz, Küçükhanım!..” Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile âciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz.

İnsanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak için geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem de ödlektirler aslında. Doğaları budur.

Yahu, dedi usulca, epey bir süre düşüncelere daldıktan sonra, ben aslında hastabakıcı olmayı çok isterdim vallah. — Neden? — Çünkü, bak şimdi, insanlar sağlıklıyken, açıkçası, ürkütücüdürler... Özellikle savaştan beri... Ben onların aklından ne geçtiğini biliyorum... Onlar bunun her zaman farkında değiller... Ama ben, akıllarından ne geçtiğini gayet iyi biliyorum... Ayakta oldukları sürece tek düşündükleri şey, karşılarındakini öldürmek... Oysa hastalandıklarında, şurası kesin ki artık o kadar ürkütücü olmaktan çıkıyorlar... Gelgelelim, ayakta oldukları sürece, inan bana, onlardan her şey beklenebilir.

Gecenin içinde yürümeyi öğrenmesi gerekecekti rahip efendinin, tıpkı bizler gibi, diğerleri gibi. Hâlâ tökezliyordu. Düşmemek için ne yapması gerektiğini soruyordu bana. Madem korkacaktı, gelmeseydi o zaman! Sonuna hep birlikte varacaktık ve işte o zaman öğrenecektik bu macerada ne bulmayı ummuş olduğumuzu. Yaşam bundan ibarettir, gecenin içinde son bulan bir ışık parçası. Kaldı ki, belki de asla öğrenemeyecektik, hiçbir şey bulamayacaktık. Ölüm de budur işte.

Ama mademki o, yani hasta, gerçek hayatta, yatağında dilediği yöne dönme hakkına sahip, bizim de o zaman kendimizi bir o yana bir bu yana atma hakkımız olmalı, elimizden gelen de yalnızca bu zaten, kendimizi Kader’imize karşı savunmak için bulduğumuz biricik çare bu. Kimse Acı’sını yarı yolda bir yerlerde ekmeyi boşuna hayal etmemeli. Boş bulunup da evlenmiş olduğunuz çirkin mi çirkin bir eşe benzer, Acı denen o şey. Ömür boyu onu pataklamak uğruna kendini tüketmektense onu azıcık olsun sevmeye gayret etmek daha akıl kârı olabilirdi belki de. Değil mi ki onu cehennemin dibine yollayamayacağınızı daha baştan kabullenmişsiniz?

Sayıları o kadar çoktu ki, insan henüz hayattalarken onlara yeterince iyi bakmayı akıl edemediği için, yıllar boyu, burnunun dibinde, gerçekten utanıyordu... Gerçekten de, insanın vakti asla yetmiyor, sırf kendini düşünmeye bile.

Kocası şimdilik nasıl durması gerektiğini da bilemiyordu, nasıl ölmesi gerektiğini de. Daha şimdiden hayatın biraz dışına çıkmış gibiydi, ama ne yapsa akciğerlerinden bir türlü kurtulamıyordu. Kovuyordu havayı, ama hava geri geliyordu. Kendini salıvermek isterdi aslında, ama yine de yaşamak zorundaydı, sonuna kadar. Pek berbat bir işti bu, bu yüzden şaşı bakar olmuştu.

korkutmuş değildi. O gün bugün cinsellik konusunda biraz aklı karışmıştı. Boş zamanlarında, o da, herhangi bir hasta gibi, Tımarhane’nin çimenlerinde geziniyordu ve ne zaman yanından geçsem, bana gülümsüyordu, ancak bu gülümseyişler öylesine kararsız, öylesine solgundu ki, bunları birer veda olarak algılamak da mümkündü.

Uzun süredir devam eden bir darlık onda idrar zehirlenmesine neden oluyordu, mesanesini tıkıyordu... Habire sonda takıp, damla damla rahatlatmaya çalışıyordum onu... Aile ille de tutturmuştu bütün mesele onun o dehasından kaynaklanıyor diye... Sevgili yazarlarının esas derdinin daha çok mesaneden kaynaklandığını o aileye ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım, nafile... Onların gözünde o, dehasının bir an için aşırıya kaçmış olmasından mustaripti o kadar!..

edinceye dek, odamda bir o yana bir bu yana volta attıracak derecede. Bu krizler sırasında, yeniden uykuya dalabilmemi sağlayacak kadar kaygısız olmayı bir daha asla beceremeyeceğim endişesine kapılıyordum. Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı?.. Yanıt evetse, her şey yolunda demektir. Bu da yeterlidir.

Bu krizler sırasında, yeniden uykuya dalabilmemi sağlayacak kadar kaygısız olmayı bir daha asla beceremeyeceğim endişesine kapılıyordum. Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı?.. Yanıt evetse, her şey yolunda demektir. Bu da yeterlidir.

Seni seviyorum Léon, görmüyor musun seni sevdiğimi, Léon... « Başka bir şey bilmiyordu, o “seni seviyorum”unun dışında. Sanki her derde devaymış gibi.

Epey uzunca bir süre... Ama artık, benim için yeterince aşağılarda değildi, daha fazla inemezdi... Bana yetişemezdi... Bunun için yeterli eğitime ve güce sahip değildi. İnsan yaşamda yükselmez, alçalır. O artık daha fazlasını yapamayacaktı. Benim bulunduğum seviyeye kadar inemeyecekti... Benim çevremde onun dayanamayacağı kadar yoğun bir gece vardı.

Kendi çapımızda yakınlık kurmuştuk... Bir zamanlar birbirimizin dilinden iyi anlamıştık gelin Henrouille’la... Epey uzunca bir süre... Ama artık, benim için yeterince aşağılarda değildi, daha fazla inemezdi... Bana yetişemezdi... Bunun için yeterli eğitime ve güce sahip değildi. İnsan yaşamda yükselmez, alçalır. O artık daha fazlasını yapamayacaktı. Benim bulunduğum seviyeye kadar inemeyecekti... Benim çevremde onun dayanamayacağı kadar yoğun bir gece vardı.

Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle zararsız gibi durur sözcükler, tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan çıkan birtakım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen. Onlardan sakınmayız, sözcüklerden, felaketler de öyle gelir zaten.

Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle zararsız gibi durur sözcükler, tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan çıkan birtakım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca

Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle zararsız gibi durur sözcükler, tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan çıkan birtakım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen. Onlardan sakınmayız, sözcüklerden, felaketler de öyle gelir zaten.

Evet, bir bakıma öyle, diye yanıtladı... Haklısın. Ama umurumda olmayan, özel olarak sen ya da başkası değil... Bunu bir hakaret olarak algılama sakın!.. Aslında sen iyi kızsın... Ama artık kimsenin beni sevmesini istemiyorum... Midemi bulandırıyor bu benim!..

Duygum sanki yalnızca tatillerde gidilen bir ev gibiydi. Doğru dürüst dayalı döşeli dahi değil. Kaldı ki can çekişenlerin istekleri bitmez. Can çekişmek yetmiyor. Geberirken bir yandan da tadını çıkarmak isterler, yaşamın en alt kademesinde, damarlar üre dolmuşken bile, son hıçkırıklarla hâlâ ille de doyuma ulaşmak gerek.

Gustave ona bir sürü şey anlattı, fazlası var eksiği yok. Olayın nasıl vuku bulduğunu uzun uzadıya tekrarlayıp duruyordu Gustave, oysa önemli olan o değildi ki; yine kelimelerin ayrıntısına boğulmuştuk bile.

Ünsal Oskay - İletişimin ABC'si


Beşiktaş futbol takımının başarılarına çok sevinmektedir. Kentteki yitiklik duygusunu hafifletmek için Beşiktaş'ın bütün maçlarına gitmekte, ya da kahvedeki televizyondan-arkadaşları ile birlikte izlemektedir. Atomize olmuş kentin kalabalığındaki farkedilmezliğinden kurtulmakta, yoğun insan ilişkilerinin yaşanabildiği bir kulüp taraftarlığı ile kent ortamındaki sarsıcı etkilen dengelemeye çalışmaktadır.

Neyi, nasıl söyleyeceğinizi düşünürken, hedef-kitlenizin özelliklerini, içinde bulunduğu koşulları, toplumsal ilişki ve bağımlılıklarını bilmeniz gerekir.

Otomobil Amerikan orta sınıfının çocukları için bir gündelik hayat aracıdır. Otomobili Amerika'da staja gidip döndükten sonra Elektrik Etüd İşlerinde Kısım Şefi olup, maaşı arttıktan sonra alıp kullanmaya başlamış biri içinse bir fetiştir. Bu fetişliği yıllarca süren bir statü simgesidir. Pazar günleri arabasını cilalayıp silmesi, parlatması; arabasına iç çamaşırlarından, dişlerinden daha çok özen göstermesi onun simgesel anlamlarından dolayıdır.

Dostluk göstereceğim diye elimizi fazla sıkan birinin karşısında geri çekiliriz. Böyle biriyle iletişimimizi sürdürmek de istemeyiz.

Bir siyasal parti başkanı televizyonda konuşmaktaysa, amacı hedef-kitle maliye dersi vermek ya da siyasi tarih dersi vermek değil; vergi politikalannın iktidar partisinden ve diğer partilerden farklarını, halk için daha yararlı bir politika olduğunu göstermek, bunun böyle olduğuna hedef-kitlesini inandırmak ve sandıktan bir iktidar olarak çıkabilmektedir. Bir âşık, sevdiği kadına ilanı aşk ediyorsa amacı aşk'ı yüceltmek değil; yüceltilen âşk'ın dolayımı ile sevgilisinin başka değerleri yaşama katma konusunda ikna olmasını sağlamaktır. Kuşkusuz, âşığımız "Fuzuli" gibi büyük bir şair olma tutkusu ile bu işi yapmıyorsa, ya da arabesk müzikler için güfte yazma temrini yapmıyorsa...

İnsanların gazete okumakla, radyo ya da televizyon izlemekle elde etmek istediği çok daha basit şeyleri de unutmamalıyız. Büyük kentlerde yaşayan insanlar, birbirleriyle, otobüs beklerken, kent içindeki metro ya da otobüs yolculuklarında, Pazar yerlerinde, pasajlarda, kafelerde karşılaşmaktadır. Buralardaki karşılaşmalarında birbirlerinin tarihçelerini bilmedikleri için, o günkü gazetelerin yazdığı bir haberden sözetmek bu geçici toplumsal karşılaşma ortamlarında insanlar arasında yüzeysel, fakat sorunsuz iletişimler kurmaya yaramaktadır. Karşısındaki hiç tanımadığı insanla Galatasaray futbol takımından sözetmek bir ortaklaşalık/dostluk duygusu yaratmaktadır.