Yetmiş bir yaşında hâlâ hayatta olup ayak tırnaklarımı
kesmekten şikayet edebilmem mucizenin ta kendisi bana kalırsa. Filozofları
okuyorum son günlerde. Gerçekten tuhaf, deli matrak, kumarbaz adamlar bunlar.
Descartes çıkıp herkesin zırvaladığını, mutlak ve aşikar gerçekliğin tek
modelinin matematik olduğunu söylüyor. Mekanizm. Derken Hume nedensel bilginin
geçerliliğini sorguluyor. Sonra Kierkegard, "Parmağımı varoluşa
daldınyorum-kokusu yok. Nerdeyim?" diye soruyor. Derken Sartre ve
varoluşun anlamsız olduğu iddiası. Seviyorum bu adamları. Dünyayı sallıyorlar.
Bu düşünceler başlarını ağrıtmadı mı? Ani bir kasvet kükreme-si çıkmadı mı
dişlerinin arasından? Böyle adamları sokakta karşılaştığım, kafelerde gördüğüm
adamlarla kıyasladığımda fark o denli büyük ki içimde bir yer burkuluyor,
bağırsaklarım düğümleniyor. Bu gece de ayak tırnaklarımı kesmeyeceğim galiba.
koşulan 13 koşuya oynadım. Yedinci koşunun sonunda 72 dolar
kazançlıydım. Ne fayda? Kaşlarımdaki beyaz kılları azaltır mı? Beni bir opera
sanatçısı yapar mı? Ne istiyorum? Zor bir oyunu önde bitiriyorum, hem de
devletin yüzde on sekizlik kesintisine rağmen. Üstelik bunu sık yapıyorum.
Öyleyse çok da zor olmasa gerek. Daha ne istiyorum? Bir Tanrı olup olmadığı
beni ilgilendirmiyor. Umurumda bile değil. Bu yüzde on sekizlik kesinti de
neyin nesi?
Ne güzel. Arabamı sürüyorum. Başkaları da arabalarını
sürüyorlar. Bir yaprağı tırmanan sümüklü böceklerden farkımız yok.
Evimin garajına giriyor, park edip arabadan iniyorum.
Lin-da'dan tele-sekretere kaydedilmiş bir mesaj var. Postaya bakıyorum. Gaz
faturası. Bir de içinde şiirler olan bir zarf. Aybaşılarından, memelerinden ve
göğüslerinden ve düzülmekten söz eden kadınlar. Son derece sıkıcı. Çöpe
atıyorum.
Dünya yazarların yokluğuna kanalizasyon yokluğundan çok daha
kolay katlanır.
Hava serinlemişti. Yaşlı bir osuruk olarak gidip ceketimi
almanın iyi olacağına karar verdim.
Bir başlık geldi aklıma. Büyülenmemişler İçin İncil. Hayır,
kötü. Çok tuttuğum bazı başlıklar geldi hatırıma. Başka yazarların. Tahtanın ve
Taşın Önünde Saygı ile Eğil. Mükemmel başlık, berbat yazar. Yeraltından
Mektuplar. Mükemmel başlık, mükemmel yazar. Bir de Yalnız Bir Avcıdır Yürek.
Carson McCullers, hakkı en çok yenmiş yazarlardan. Kendi başlıklarımın içinde
en çok beğendiğim, Canavarlarla Yaşayacak Denli Cesur Bir Adamın İtirafları.
Teksir baskı ile içine ettim 25 ama o kitabın. Yazık.
Dostoyevski nasıl keserdi tırnaklarını acaba? Van Gogh?
Beethoven? Kendileri mi keserlerdi? Sanmıyorum.
Yolda arabayı köşedeki servise bırakmaya karar verdim.
"Sizi tanıyoruz. Yıllardır gelirsiniz," dedi müdür. "İyi,"
dedim gülümseyerek. "Beni sikmezsiniz öyleyse." Bakakaldı.
"Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden
alacağımdan korkuyor." "Haklı. Alırsın." "Şeytan da
korksun. Onu da işinden edebilirim." "Hiç şüphem yok."
Tuhaf ve karışık bir hayat yaşadım; büyük kısmı felaket, can
sıkıntısı. Kendimi bokun içinden itip çıkarış şeklim farkı yarattı diye
düşünüyorum. Geriye baktığımda başıma ne gelirse gelsin serinkanlılığımı ve
mevcut klasımı korumayı başardığımı sanı- 38 yorum. FBI ajanlarının beni arabayla
götürürken nasıl öfkelendiklerini anımsıyorum. "HEY-BU HERİF EPEY
SERİNKANLI!" diye bağırmıştı içlerinden biri. Beni neden götürdüklerini ve
nereye götürdüklerini sormamıştım. Umurumda değildi. Bu anlamsız hayattan bir
dilim daha, diye hissediyordum. "BİR DAKİKA-" dedim onlara, "BEN
KORKUYORUM!" Bu onları rahatlatmıştı. Uzaydan gelme yaratıklardan
farksızdılar benim için. iletişim olanaksızdı. Tuhaftı ama. Hiçbir şey
hissetmiyordum. Bana tuhaf gelmemişti aslında, bildiğimiz anlamda tuhaftı.
Yüzler ve eller görüyordum sadece. Bir konuda kesin bir karar vermişlerdi,
gerisi onların bileceği işti. Adalet ya da mantık aramıyordum. Hiç aramadım.
Sosyal içerikli yazmamamın nedeni bu belki de. Bu sistemden ne köy olur, ne de
kasaba bana kalırsa. Olmayan bir şeyi geliştiremezsin. O polisler korku
göstermemi istemişlerdi, buna alışıktılar. Bense sadece iğreniyordum.
Birisine size ne yapmanız gerektiğini söylemesi için para
ödüyorsanız, kaybettiniz demektir. Bu psikiyatrınızı, psikologunuzu,
borsacınızı, sanat tarihi öğretmeninizi ve vesairenizi de kapsar.
Hayatımın fazlası ile uzun bir bölümünü sıradan işlerde
çalışarak geçirdiğimi düşünüyorum. Elli yaşıma kadar. O orospu çocukları beni
her gün bir yere gitmeye ve orda belli bir süre kalıp geri dönmeye
alıştırdılar. Hiçbir şey yapmadan dolandığım zaman kendimi suçlu hissediyorum.
Bu yüzden kendimi hipodromda buluyorum; sıkıntıdan patlamış ve delirmek üzere.
Okurlarımın bazıları atlan çok sevdiğimi, hipodromun beni
heyecanlandırdığını, gözü kara bir kumarbaz olduğumu zannediyorlar. Posta
kutumdan atlar ve at ya-rışları hakkında dergiler ve öyküler çıkıyor. Oysa hiç
ilgi duymam. Ben hipodroma neredeyse istemeye istemeye giderim. Gidecek başka
bir yer düşünemeyecek kadar salağım. Nereye gideyim gün ortasında, nereye?
Cennet Bahçesi'ne mi? Sinemaya mı? Allah korusun.
Sözcüklerle kaya parçalan veya yenecek lokmalarmış gibi
oynamakta Sherwood Anderson'un üstüne yoktu bence. Sözcükleri kağıda
resmederdi. Ve öyle basittirler ki ışık patlamaları hissedersiniz; kapılar
açılır, duvarlar kayar. Halıları, ayakkabıları, parmakları görürsünüz sayfada.,
sözün ustasıydı. Harikuladeydi. Ama Sherwood'un sözcükleri mermi gibidirler de.
Onu okurken birden yere serilebilirsiniz. Uzun lafın kısası Sherwood işi
biliyordu. Sezgileri güçlüydü. Hemingway yazıyı fazla ciddiye almıştı. Onu
okurken ne kadar emek sarf ettiğini görebilirsiniz. Anderson ciddi bir şeyden
söz ederken gülmeyi de bilirdi. Hemingway hiç bilmedi gülmeyi. Sabahın
altısında ayakta yazan birinin mizah duygusu olamaz.
Hipodroma gitmemin nedenlerinden biri alışkanlığın gücü;
hepimiz bu gücün etkisi altındayızdır. Gidecek bir yer, yapacak bir şey. Erken
eğitilmişiz bu konuda. Kımılda, katıl. Dışarda ilginç şeyler oluyor belki?
Kaçırma. Ne kadar boş bir düş. Barlarda hatun tavlamaya çalıştığım günleri hatırlatıyor
bana. Aradığım kadın belki budur ümidi. Bir başka rutin. Düzüşürken bile
içimden; bu da başka bir rutin, yapmam gerekeni yapıyorum, diye geçirirdim.
Kendimi gülünç hisseder, yine de devam ederdim. Başka ne yapabilirdim ki?
Durmalıydım. Hatunun üstünden inip, "Bak güzelim, saçmalıyoruz. Doğanın
oyuncaklarıyız," demeliydim. "Nasıl yani?" "Yani, güzelim,
iki sineğin düzüşmesini izledin mi hiç?" "SAPIKSIN SEN! BEN BURDAN
ÇIKIYORUM!" İnsan kendini çok derin tahlil etmemeli, yoksa hiçbir şey
yapmaz, yaşam durur. Bir kaya parçasının üstünde hiç kımıldamadan oturan
bilgelere döneriz. Bu da ne kadar bilgecedir bilemiyorum. Aşikar olanı silerler
ama bir şey sildirir onlara. Tek bir sineğin kendiyle düzüşmesi gibidirler bir
anlamda. Kaçış yok, etki yok, etkisizlik yok. Kendimizi zarar hanesine
yazmaktan başka çare yok: oynayabileceğimiz bir hamlemiz kalmamış. Mat olmuşuz.
Gençken daha iyiydi; arayış içindeydim. Geceleri sokakları
dolaşırdım... kaynaşırdım, dövüşürdüm, arardım... Hiçbir şey bulamadım.
Kadınlara gelince; her kadın bir ümitti ama çok sürmedi. Durumu hayli çabuk
kavrayıp RÜYALARIMIN KADINI'nı aramaktan vazgeçtim; kabus gibi olmayan bir
kadın kabulümdü. İnsanlara gelince; artık hayatta olmayan ölümsüzlerde buldum
ne bulduysam -kitaplarda. Klasik müzikte. Güç verdiler bana. Ama 108 sihirli
kitapların sayısı sınırlıydı, bir süre sonra tükendiler. Yıkılmaz kalem klasik
müzikti.
Bir keresinde adamın birinden Shakespeare sevmediğimi
yazmaya hakkım olmadığını anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup almıştım.
Gençler bana kamp Shakespeare okuma zahmetine bile girmeyeceklerdi. Böyle bir
konum almaya hakkım yoktu. Sayfalarca bunu söyleyip durmuştu. Cevaplamadım. Ama
burda cevaplayacağım. Siktir git lan. Hem ben Tolstoy'u da sevmem.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder