Bir dangalağın beyninde herhangi bir düşüncenin şöyle bir
dolanabilmesi için, önce başına bir sürü şey gelmesi gerek, hem de en
acımasızından. Hayatımda ilk defa düşünmemi sağlayan kişi, gerçekten düşünmeyi
kastediyorum, tümüyle bana ait pratik fikirler üretmeyi yani, kesinlikle
binbaşı Pinçon oldu, şu işkenceci suratlı herif. Esamesi okunmayan bir figüran
olarak katılmış olduğum, hem de... itiraf ediyorum, coşkuyla, balıklama
atlayarak katıldığım bu inanılmaz uluslararası olayın içinde, tam teşkilatlı,
zırhların yükü altında ezilerek, sarsıla sarsıla ilerlerken, bir yandan da
elimden geldiğince yoğun bir biçimde onu düşünüyordum.
profesyonel? Belki de bir cenaze levazımcısı? Sivil hayatta?
Bir aşçı?.. Atlar bayağı şanslı, çünkü her ne kadar onlar da, bizler gibi, savaşın
ceremesini çekiyorlarsa da, hiç olmazsa onu desteklemeleri, gereğine inanır
gibi yapmaları beklenmiyor onlardan. Bahtsız, ama özgür atlar! Galeyan denen o
kaltak, maalesef! bize mahsus.
Anlayamıyordum. Her şey ve herkes tarafından
boynuzlanıyordum, kadınlar, para, fikirler. Boynuzlu ve hoşnutsuz.
Bakın, Bardamu, savaş, sinir sistemlerinin sınırlarını
zorlamak açısından bize sunduğu kıyas kabul etmez olanaklar sayesinde, insan
ruhunu olağanüstü derecede açığa çıkarıcı bir işlev görüyor!
İki elimi birden neredeyse sevgiyle sıktı, Bestombes.
Dürüstçe itiraf etmeliyiz... Şimdiye kadar insanın duygusal
ve manevi zenginliklerini sadece tahmin etmekle yetiniyorduk! Ancak artık,
savaş sayesinde, bu iş tamam!..
Sonunda anama mektup yazmıştım. Beni yeniden görebildiğine
çok sevinmişti, anam, elinden alınan yavrusuna sonunda kavuşmuş bir dişi köpek
gibi ağlaşıyordu. Herhalde beni öperek bana çok yardımcı olduğunu da
düşünüyordu, ama yine de dişi köpek kadar olamıyordu, çünkü o beni elinden
almak için söylenen sözcüklere inanıyordu. Oysa dişi köpek hiç olmazsa sadece
hissettiklerine inanır.
Beni gecenin ortasında ekmek istiyordu, en kestirmeden. İşin
raconu buydu. Bu şekilde gecenin içine itile itile, insan eninde sonunda bir
yerlere varıyordur herhalde, diyordum kendi kendime. Teselliydi bu. “Cesur ol,
Ferdinand, diye yineliyordum kendi kendime, kendime destek çıkmak için, her
yerden kapı dışarı edile edile, mutlaka hepsini, o pisliklerin topunu birden o
kadar korkutan o numarayı bulacaksın ve o da gecenin sonunda olsa gerek. İşte
zaten onlar da bu yüzden gecenin sonuna gitmezler!”
Bana böyle çok sevecen öğütler veriyordu, mutlu olmamı
istiyordu. İlk kez bir insanoğlu benimle ilgileniyordu, tabir caizse içerden
diyeceğim, bencilliğimle ilgileniyordu ve tüm diğerleri gibi durduğu yerden
beni yargılamak yerine kendini benim yerime koyuyordu.
Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu,
olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.
Yirmili yaşlarını geride bıraktıktan sonra, bu kolay
sevginin, hayvanlarınkinin, bir katresini hâlâ içinde barındırabilen insan
sayısı çok azdır. Meğer dünya hiç de sandığımız gibi değilmiş! İşte bu kadar!
Öyle olunca, biz de façamızı değiştiririz! Hem de nasıl! Mademki yanılmışız!
Kaşla göz arasında hepten dönüşüveririz o gıcık yaratığa! Yirmi yaşını geride
bıraktıktan sonra suratımızda kalan tek şey budur! Bir hata! Suratımız bir
hatadan ibarettir.
Her neyse, evlerinin taksitleri ödendiğine, mülkiyet hakkı
falan da tamamen alındığına, tek bir kuruş borçları da kalmadığına göre,
kendilerini güvende hissetmek açısından pek bir dertleri kalmamıştı bu
ikisinin! Altmış altıncı yaşlarına gelmişlerdi.
hep yaşamdan korkmuştu, şimdiyse endişesini bir şeylere
bağlıyordu, ölüme, tansiyonuna, nasıl ki kırk yıl boyunca bunu evin
taksitlerini ödeyememe riskine bağladıysa. Hâlâ mutsuzdu, eskisi kadar, ancak
mutsuz olmak için bir an önce yeni bir geçerli neden bulmalıydı. Sanıldığı
kadar kolay bir şey değildir bu. “Mutsuzum” demekle iş bitmiyor. İnsan ayrıca
bunu kendine kanıtlayabilmeli, kendini geri dönüşü olmayacak biçimde ikna
edebilmelidir. Onun da istediği buydu aslında: içindeki korkuya sağlam bir
gerekçe kazandırabilmek, hem de bayağı geçerli cinsinden. Tansiyonu 22’yıniş,
doktora göre. 22 ciddi bir rakamdı. Doktor ona kendi ölümünün yolunu bulmayı
öğretmişti.
Neşeliydi ihtiyar Henrouille, huysuz, leş gibi, ama neşeli.
Yirmi yılı aşkın bir süredir içinde yaşadığı bu yoksunluk, ruhunun
derinliklerinde iz bırakabilmiş değildi. Tam aksine esas dışarıya karşı
kasıyordu kendini, sanki soğuk, tüm korkunçluklar ve ölüm içeriden değil de,
yalnızca oradan gelecekti. İçeriye gelince, orada hiçbir şeyden korkmuyor
gibiydi, aklından tümüyle emindi sanki, su götürmez ve artık tasdik edilmiş bir
şeymişçesine, dünya durdukça.
İnsan belki de başkalarının yüreği hakkında yargıda
bulunurken her zaman yanılıyordur.
Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında
birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi
acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de
hepimize. İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme
sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne
yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha
denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. “Çok güzelsiniz,
Küçükhanım,” derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük
numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. “Ne de güzelsiniz, Küçükhanım!..” Bu
arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de,
gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o
acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça
giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas
ettiğimizi gizlemekten bile âciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden
suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi otuz yıl, hatta daha
fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer
bırakmaz.
İnsanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir
türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını
sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan
intikam almak için geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde.
Hem adil hem de ödlektirler aslında. Doğaları budur.
Yahu, dedi usulca, epey bir süre düşüncelere daldıktan
sonra, ben aslında hastabakıcı olmayı çok isterdim vallah. — Neden? — Çünkü,
bak şimdi, insanlar sağlıklıyken, açıkçası, ürkütücüdürler... Özellikle
savaştan beri... Ben onların aklından ne geçtiğini biliyorum... Onlar bunun her
zaman farkında değiller... Ama ben, akıllarından ne geçtiğini gayet iyi
biliyorum... Ayakta oldukları sürece tek düşündükleri şey, karşılarındakini
öldürmek... Oysa hastalandıklarında, şurası kesin ki artık o kadar ürkütücü olmaktan
çıkıyorlar... Gelgelelim, ayakta oldukları sürece, inan bana, onlardan her şey
beklenebilir.
Gecenin içinde yürümeyi öğrenmesi gerekecekti rahip
efendinin, tıpkı bizler gibi, diğerleri gibi. Hâlâ tökezliyordu. Düşmemek için
ne yapması gerektiğini soruyordu bana. Madem korkacaktı, gelmeseydi o zaman!
Sonuna hep birlikte varacaktık ve işte o zaman öğrenecektik bu macerada ne
bulmayı ummuş olduğumuzu. Yaşam bundan ibarettir, gecenin içinde son bulan bir
ışık parçası. Kaldı ki, belki de asla öğrenemeyecektik, hiçbir şey
bulamayacaktık. Ölüm de budur işte.
Ama mademki o, yani hasta, gerçek hayatta, yatağında
dilediği yöne dönme hakkına sahip, bizim de o zaman kendimizi bir o yana bir bu
yana atma hakkımız olmalı, elimizden gelen de yalnızca bu zaten, kendimizi
Kader’imize karşı savunmak için bulduğumuz biricik çare bu. Kimse Acı’sını yarı
yolda bir yerlerde ekmeyi boşuna hayal etmemeli. Boş bulunup da evlenmiş
olduğunuz çirkin mi çirkin bir eşe benzer, Acı denen o şey. Ömür boyu onu
pataklamak uğruna kendini tüketmektense onu azıcık olsun sevmeye gayret etmek
daha akıl kârı olabilirdi belki de. Değil mi ki onu cehennemin dibine
yollayamayacağınızı daha baştan kabullenmişsiniz?
Sayıları o kadar çoktu ki, insan henüz hayattalarken onlara
yeterince iyi bakmayı akıl edemediği için, yıllar boyu, burnunun dibinde,
gerçekten utanıyordu... Gerçekten de, insanın vakti asla yetmiyor, sırf kendini
düşünmeye bile.
Kocası şimdilik nasıl durması gerektiğini da bilemiyordu,
nasıl ölmesi gerektiğini de. Daha şimdiden hayatın biraz dışına çıkmış gibiydi,
ama ne yapsa akciğerlerinden bir türlü kurtulamıyordu. Kovuyordu havayı, ama
hava geri geliyordu. Kendini salıvermek isterdi aslında, ama yine de yaşamak
zorundaydı, sonuna kadar. Pek berbat bir işti bu, bu yüzden şaşı bakar olmuştu.
korkutmuş değildi. O gün bugün cinsellik konusunda biraz
aklı karışmıştı. Boş zamanlarında, o da, herhangi bir hasta gibi, Tımarhane’nin
çimenlerinde geziniyordu ve ne zaman yanından geçsem, bana gülümsüyordu, ancak
bu gülümseyişler öylesine kararsız, öylesine solgundu ki, bunları birer veda
olarak algılamak da mümkündü.
Uzun süredir devam eden bir darlık onda idrar zehirlenmesine
neden oluyordu, mesanesini tıkıyordu... Habire sonda takıp, damla damla
rahatlatmaya çalışıyordum onu... Aile ille de tutturmuştu bütün mesele onun o
dehasından kaynaklanıyor diye... Sevgili yazarlarının esas derdinin daha çok
mesaneden kaynaklandığını o aileye ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım,
nafile... Onların gözünde o, dehasının bir an için aşırıya kaçmış olmasından
mustaripti o kadar!..
edinceye dek, odamda bir o yana bir bu yana volta attıracak
derecede. Bu krizler sırasında, yeniden uykuya dalabilmemi sağlayacak kadar
kaygısız olmayı bir daha asla beceremeyeceğim endişesine kapılıyordum. Mutsuz
olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun
bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı?.. Yanıt evetse, her şey yolunda demektir. Bu
da yeterlidir.
Bu krizler sırasında, yeniden uykuya dalabilmemi sağlayacak
kadar kaygısız olmayı bir daha asla beceremeyeceğim endişesine kapılıyordum.
Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir
sorun bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı?.. Yanıt evetse, her şey yolunda
demektir. Bu da yeterlidir.
Seni seviyorum Léon, görmüyor musun seni sevdiğimi, Léon...
« Başka bir şey bilmiyordu, o “seni seviyorum”unun dışında. Sanki her derde
devaymış gibi.
Epey uzunca bir süre... Ama artık, benim için yeterince
aşağılarda değildi, daha fazla inemezdi... Bana yetişemezdi... Bunun için
yeterli eğitime ve güce sahip değildi. İnsan yaşamda yükselmez, alçalır. O
artık daha fazlasını yapamayacaktı. Benim bulunduğum seviyeye kadar
inemeyecekti... Benim çevremde onun dayanamayacağı kadar yoğun bir gece vardı.
Kendi çapımızda yakınlık kurmuştuk... Bir zamanlar
birbirimizin dilinden iyi anlamıştık gelin Henrouille’la... Epey uzunca bir
süre... Ama artık, benim için yeterince aşağılarda değildi, daha fazla
inemezdi... Bana yetişemezdi... Bunun için yeterli eğitime ve güce sahip
değildi. İnsan yaşamda yükselmez, alçalır. O artık daha fazlasını
yapamayacaktı. Benim bulunduğum seviyeye kadar inemeyecekti... Benim çevremde
onun dayanamayacağı kadar yoğun bir gece vardı.
Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle zararsız gibi
durur sözcükler, tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan
çıkan birtakım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o
kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen.
Onlardan sakınmayız, sözcüklerden, felaketler de öyle gelir zaten.
Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle zararsız gibi
durur sözcükler, tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan
çıkan birtakım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o
kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca
Sözcüklerden asla yeterince sakınmayız, öyle zararsız gibi
durur sözcükler, tehlikeli bir halleri falan yoktur elbette, hava cıva, ağızdan
çıkan birtakım sesler, etliye sütlüye karışmayan, kulaktan girip beynin o
kocaman gevşek gri dokusunun müthiş sıkıntısı tarafından kolayca emilebilen.
Onlardan sakınmayız, sözcüklerden, felaketler de öyle gelir zaten.
Evet, bir bakıma öyle, diye yanıtladı... Haklısın. Ama
umurumda olmayan, özel olarak sen ya da başkası değil... Bunu bir hakaret
olarak algılama sakın!.. Aslında sen iyi kızsın... Ama artık kimsenin beni
sevmesini istemiyorum... Midemi bulandırıyor bu benim!..
Duygum sanki yalnızca tatillerde gidilen bir ev gibiydi. Doğru
dürüst dayalı döşeli dahi değil. Kaldı ki can çekişenlerin istekleri bitmez.
Can çekişmek yetmiyor. Geberirken bir yandan da tadını çıkarmak isterler,
yaşamın en alt kademesinde, damarlar üre dolmuşken bile, son hıçkırıklarla hâlâ
ille de doyuma ulaşmak gerek.
Gustave ona bir sürü şey anlattı, fazlası var eksiği yok.
Olayın nasıl vuku bulduğunu uzun uzadıya tekrarlayıp duruyordu Gustave, oysa
önemli olan o değildi ki; yine kelimelerin ayrıntısına boğulmuştuk bile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder