Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş
en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim olduğumu söylemeyi
gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi saklamış” değilim çünkü.
Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık
şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım
krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca?...
Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer
havası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan,
yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Bu yakındır, yalnızlık yaman, –ama
herşey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi
aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek
dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, –varlıkta yabancı, sorunsal olanı,
şimdiye dek töre’nin yargıladığı herşeyi arayıştır.
Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum
yalnız... Nitimur in vetitum. Felsefem bu parolayla üstün gelecek birgün; çünkü
şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.
Nitimur in vetitum. Felsefem bu parolayla üstün gelecek
birgün; çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.
Yazılarım içinde Zerdüşt’ün ayrı bir yeri vardır. Onunla,
insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Bin yılları aşan
sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi
–insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır– hem de kitapların en
derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur,
içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada
konuşan ne bir yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık
kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acınacak bir yanılmaya düşmemek için,
herşeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir!
“Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler
yönetir dünyayı– ”
İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Düşerken soyuluyor
kızıl kabukları. Olgun inciler için bir kuzey yeliyim ben.
Bu öğretiler
de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin
tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu–
Bağnaz biri
değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık
bolluğundan, mutluluk derinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, –bir nazlı
yavaşlıktır bu konuşmaların tempo’su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinlerin
kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıcalıktır; her
babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir
baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri
dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir “bilge”nin, bir “ermiş”in, bir
“mesih”in, başka bir décadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler...
Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de başka türlü...
Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gidin artık, tek başınıza
gidin! Böyle istiyorum.
Benden
uzaklaşın, Zerdüşt’ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki
sizi aldatmıştır.
Kendini
bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin
duyabilmelidir.
Hep öğrenci
kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim çelengimi
yolmak istemiyorsunuz?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birinde? Bir yontunun
altında kalmaktan sakının!
Zerdüşt’e
inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt’ün! Bana
inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın
değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size
beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız
gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...
NEDEN BÖYLE BİLGEYİM
Babam otuz altı yaşında ölünce: İnce, sevimli ve sayrıldı;
geçip gitmek için doğmuş bir yaratık gibiydi, –yaşamın kendinden çok, bir hoş
anısıydı sanki. Onun yaşamının bittiği yaşta benimki de bitmeye yüz tuttu. Otuz
altı yaşımda dirim gücümün en alt noktasına vardım, –yaşamasına yaşıyordum, ama
üç adım önümü görmeksizin. O zaman (1879) Basel’deki öğretim görevimden
ayrıldım; o yazı St. Moritz’de, kışı da –yaşamımın en güneşsiz kışını–
Naumburg’da bir gölge gibi geçirdim. En alt noktam buydu işte: “Gezgin ve
Gölgesi” bu arada yazıldı. Hiç şüphe yok, biliyordum o sıralar gölge nedir...
Beni uzun süre sinir hastası olarak tedavi eden bir hekim,
sonunda “hayır” demişti, “bozukluk sizin sinirlerinizde değil, sinirli olan
benim yalnızca.”
Uzun, pek uzun yıllar sürmüştür iyileşip toparlanmam; bu
süre, ne yazık ki aynı zamanda bir tepreşme, çökme süresi, bir çeşit décadence çevrimidir.
Bütün bunlardan sonra décadence konusunda görmüş geçirmiş olduğumu söylemem
bilmem gerekir mi? Bu konuyu baştanbaşa avucumun içi gibi bilirim. Genellikle
bu ince kuyumculuk, bu tutma ve kavrama sanatı, ayrımları seçebilen bu
parmaklar, bu “köşenin ardını görme” psikolojisi, bana özgü daha ne varsa,
hepsi de o zaman öğrenilmelidir; gözlem yetisi yanında gözlem örgenlerimin,
herşeyimin inceldiği o çağın asıl bağışıdır hepsi. Bir hasta gözüyle daha
sağlam kavramlara, değerlere bakmak, sonra da tersine serpilen yaşamın
doluluğunu ve kendine güveni içinden aşağıya, décadence içgüdüsünün gizli
çalışmasına bakmak, –buydu benim en uzun alıştırmam, benim asıl deneyimim.
Olduysam bunda usta olmuşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştirmek elimde
benim, ellerim yeterli buna: İşte bu yüzdendir ki, “değerleri yenileyiş”
gelirse anca benim elimden gelir.
Gerçekten de uzun hastalık dönemi şimdi bana böyle
görünüyor: Yaşamı, onunla birlikte kendimi de, yeni baştan buldum. Tüm iyi
şeyleri, küçük de olsalar, başkalarının kolay kolay tadamayacağı gibi tattım;
sağlık istemimden, yaşam istemimden kurdum felsefemi... Hele bir düşünün: Dirim
gücümün en düşük olduğu yıllardır kötümserlikten kurtuluşum. Kendimi yeniden
toparlama içgüdüsü o yoksulluk, yılgınlık felsefesini yasaklamıştı bana...
Zararlı bir şeyin ilacı nedir kestirir; kötü rastlantıları
kendi çıkarına kullanmasını bilir; onu öldürmeyen şey daha da güçlü kılar.
Gördüğü,
Her türlü uyarıma karşı yavaşlıkla, uzun bir kollamanın,
istenmiş bir gururun içinde yer ettirdiği o yavaşlıkla tepki gösterir. Yaklaşan
uyarımı önce gözden geçirir; onu karşılamayı düşünmez bile. Hem kendi
kendisiyle hem başkalarıyla başeder; unutmasını bilir. Öylesine güçlüdür ki,
herşey onun iyiliğine çalışır. –Sözün kısası, bir décadent’ın karşıtıyım ben:
Çünkü deminden beri kendimi betimliyorum.
–Zerdüşt’ümden az da olsa, birşey anlamak için, belki de
benim gibi yaratılmış olmalı insan, –yaşamın ötesinde olmalı bir ayağıyla...
Herkesin kötü deneyim geçirmiş olduğu kimselerle
deneyimlerim bile, bu kimselerden yanadır; ben her ayıyı evcilleştiririm, doğru
yola getiririm soytarıları. Basel lisesinin son sınıfında Yunanca öğrettiğim
yedi yıl boyunca bir kez bile ceza verecek bir durumla karşılaşmadım. En
tembeller çalışkan olmuştu bende. Rastlantıyla her zaman başa çıkabilirim;
hazırlıksız olmalıyım, kendi kendim olmam için. “İnsan” denen çalgı nasıl bir
çalgı olursa olsun, nasıl uyumlanırsa uyumlansın, ondan dinlenebilir birşeyler
çıkaramazsam, hastayım demektir. Kendilerini hiç böyle işitmediklerini kaç kez
duymuşumdur o “çalgı”lardan.
Hastalığa karşı genel olarak söylenecek bir şey varsa, o da
hasta insanda asıl kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma içgüdüsünün
bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez,
hiçbir şeyi geri çeviremez, –herşey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça
sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan bir yaradır.
Hastanın elinde bir tek büyük ilaç vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı
dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla Rus askeri sefere artık
dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek,
üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek... Ölme yürekliliği
değildir bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan
bu yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında,
yavaşlamasındandır; bir çeşit kış uykusu istemindendir. Bu mantıkla birkaç adım
daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca Hind fakirine varırız... Tepki
gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki göstermemek:
Budur işin mantığı.
Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de kolay bir sabır
sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım
duyguya katlanabilmektir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. Ama
ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür,
hafif, esinen bir havayı solumak... Zerdüşt’üm baştanbaşa yalnızlığa ya da beni
anladıysanız, arıklığa bir dithyrambos’tur... Arık deliliğe değil neyse ki...
Gözü renk görebilen, “elmastan” der onun için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme
benim en büyük tehlikem oldu hep.
Gerçekten, sert bir yeldir Zerdüşt alçaltılar için; şu öğüdü
verir düşmanlarına, tüküren, balgam atan kim varsa hepsine: Yele karşı
tükürmekten sakının!...
NEDEN BÖYLE AKILLIYIM
düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten
uzak durmalarını ne denli salık versem gene azdır. Su ne güne duruyor.
Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde:
bir kimseyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu
da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, gebeliğin düşünceyi ve bütün
örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen
her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış
uyarımlardan elden geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün
yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir
düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak
olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin
şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı
olacak dersiniz?... Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay
geriye dönmeliyim.
Belki de Stendhal’i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en
güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: “Tanrının tek özürü var olmayışıdır”...
Bende bir yerde şöyle demiştim: “Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz
neydi? Tanrı...”
–Hiç kimseyi okurken Shakespeare’de olduğu gibi paralanmaz
yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş olmalıdır
insan! –Hamlet’i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden...
Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı...
Wagner Alman olan herşeye karşı en iyi panzehirdir, –zehir
olmasına da zehirdir, o başka... Tristan’ın bir piyano partisyonu olduğu andan
beri-saygılar, Bay von Bülow!– Wagnerciyim. Wagner’in daha önceki yapıtlarını
kendimden aşağı, pek beylik, pek “Alman” buluyordum... Ama bugün bile Tristan
gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuzlukla dolu başka bir
yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum. Leonardo da Vinci’nin tüm
gizemleri Tristan’ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt
Wagner’in non plus ultrasıdır;
Başka bir akıllılık ve kendini savunma yolu da, insanın
elden geldiğince seyrek tepki göstermesi, “özgürlüğünü”, insiyatifini rafa
koyup salt bir tepkin olmak zorunda kaldığı durumlardan ve ilişkilerden
kaşınmasıdır. Karşılaştırma yapmak için, kitaplarla alışverişimizi alalım.
Aslında yalnız kitap açıp kapayan bilgin –orta yetenekte bir filolog için günde
yaklaşık olarak iki yüz tane– sonunda kendiliğinden düşünme yetisini iyiden
iyiye yitirir. Kitap karıştırmıyorsa düşünmez de. Düşünürken bir uyarıma
(okunmuş bir düşünceye) yanıt verir. –yalnızca tepki gösterir artık. Bilgin
bütün gücünü evet ve hayır demeye, çoktan düşünülmüş olanları eleştirmeye harcar,
–kendisi düşünmez olur... Kendini savunma içgüdüsü bozulmuştur onda; başka
türlü olsa, kitaplara karşı kendini savunurdu. Bilgin demek décadent demek.
Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz
yaşlarında “okumaktan çökmüşler”, kibrit gibiler artık; kıvılcım, “düşünce”
verebilmeleri için sürtmek gerek. –Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün
kuvvetinin şafağındayken, bir kitap açmak, –ayıp derim buna!
Burada artık kişi nasıl kendisi olur sorusuna asıl yanıtı
vermeden geçemem. Kendini saklama ve bencillik sanatının başyapıtına
değiniyorum böylelikle... Varsayılan ki ödev, ödevin amacı, yazgısı ortalamanın
hayli üzerindedir; bu durumda kendini de ödeviyle aynı zamanda farketmek en
büyüğü olur tehlikelerin. İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim olduğunu hiç mi
hiç bilmemesidir.
içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı buydu işte.
Koruyuculuğu öyle akıllıca, öyle güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir
zaman farkına varmadım bile; tüm yetilerim günün birinde olgunlaşmış olarak en
son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış olduğumu hiç anımsamıyorum,
yaşamımda bir tek boğuşma izi gösterilemez; yiğitçe bir yaradılışın karşıtıyım
ben. Bir şey “istemek”, birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir
“dileğin” ardından koşmak –başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile
geleceğime –engin bir gelecek– dalgasız bir denize bakar gibi bakıyorum: Bir
tek istek kırıştırmıyor onu. Birşeyin olduğundan başka türlü... Ama hep böyle
yaşadım ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk dördüncü yaşını doldurmuş bir kimse,
ünmüş, kadınmış, paraymış, hiçbir zaman umursamadığını sayleyebilsin! –İstesem
bunları elde edemez miydim... Örneğin profesör oldum günün birinde; aklımın
kıyısından geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da yoktum. Ondan iki
yıl önce de bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl benim
için her anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches
Museum”undan bastırmak üzere istemişti benden. (Ritschl, saygıyla söylüyorum–
şimdiye dek gördüğüm biricik dâhi bilgindi. Biz Thüringen’lileri başkalarından
ayıran, bir Almanı bile sevimli yapan o cana yakın baştan çıkmışlık vardı onda.
Bizler, doğruya varmak için de olsa, dolambaçlı yolları seçeriz gene. Bu
sözlerim, daha yakın hemşerimi, bilgiç Leopold von Ranke’yı aşaladığım anlamına
alınmamalı...) X
Bu küçük
şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı soracaklar
bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler –beslenme,
yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması– şimdiye dek
önemli sayılan şeylerden son derece daha önemlidir. Tam burada başlamalıyız
yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek
bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha sert deyimiyle, o sapına dek zararlı,
hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan yalanlardır; –o kavramların
topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”, “bengi yaşam”...
Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda aradılar... “Küçük
şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı
insanları büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin
tüm sorunlarını ta köklerine dek bozdular... Bugüne dek en birinci insanlar
diye saygı görenleri kendimle karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına
bir ayrım görüyorum. Bu sözde “birinci”leri insandan saymıyorum bile, –onlar
benim gözümde insanlığın döküntüleri, hastalığın, önce susamış içgüdülerin
doğurtmalarıdır; yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi; yaşamdan
öç alırlar... Bunun karşıtı olmak istiyorum ben: Sağlam içgüdünün tüm
belirtilerine karşı büyük bir duyarlıktır benim ayrıcalığım. Bende sayrıllığın
hiçbir izi bulunmaz; en ağır hasta olduğum zamanlar bile sayrıl değildim;
boşuna arasınız herhangi bir bağnazlık belirtisini bende. Yaşamımın hiçbir
anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır takındığımı gösteremezsiniz.
Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir; genellikle tavır takınmadan
edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı insanlardan sakının! –Yaşam
benim için kolaydı, özellikle benden en ağır şeyleri istediği zamanlar. Bu güz,
benden sonraki binyılların sorumluluğunu duyarak, ne örneği olan, ne benzeri yapılacak
en yüksek işleri hiç ara vermeden çıkardığım o yetmiş gün içinde beni görenler,
en küçük bir gerginlik sezmezlerdir bende; tam tersine dipdiri olduğumu,
sevinçten kabıma sığamadığımı görürlerdi. Hiç böyle seve seve yememiş, böyle
iyi uyumamıştım, –Büyük ödevlerle düşüp kalkmanın bir tek yolu vardır bence, o
da oyundur; büyüklüğün belirtisidir bu, ana koşullarından biridir. En küçük
zorlama, asık bir yüz, ses tonunda en ufak bir sertleşme, hepsi birer itirazdır
bir kimsenin kişiliğine; yapıtı içinse haydi haydi öyledir!... Sinir diye bir
şey olmamalı adamda... Yalnızlıktan acı çekmek de bir itirazdır, –ben kendim
hep “çokluk”dan acı çektim... Akıl almaz derecede erkenden, daha yedi yaşımda,
içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı buydu işte.
Koruyuculuğu öyle akıllıca, öyle güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir
zaman farkına varmadım bile; tüm yetilerim günün birinde olgunlaşmış olarak en
son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış olduğumu hiç anımsamıyorum,
yaşamımda bir tek boğuşma izi gösterilemez; yiğitçe bir yaradılışın karşıtıyım
ben. Bir şey “istemek”, birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir
“dileğin” ardından koşmak –başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile
geleceğime –engin bir gelecek– dalgasız bir denize bakar gibi bakıyorum: Bir
tek istek kırıştırmıyor onu. Birşeyin olduğundan başka türlü... Ama hep böyle yaşadım
ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk dördüncü yaşını doldurmuş bir kimse, ünmüş,
kadınmış, paraymış, hiçbir zaman umursamadığını sayleyebilsin! –İstesem bunları
elde edemez miydim... Örneğin profesör oldum günün birinde; aklımın kıyısından
geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da yoktum. Ondan iki yıl önce de
bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl benim için her
anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches Museum”undan
bastırmak üzere istemişti benden.
Bu küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri
neden anlattığımı soracaklar bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler.
Yanıtım: Bu küçük şeyler –beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin
kılı kırka yarması– şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son derece daha
önemlidir. Tam burada başlamalıyız yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek
önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha
sert deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden
doğan yalanlardır; –o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte
dünya”, “doğru”, “bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü,
“tanrısallığını” hep bunlarda aradılar... “Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel
konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı insanları büyük inan saymakla
yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta köklerine dek
bozdular...
Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır
takındığımı gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir;
genellikle tavır takınmadan edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı
insanlardan sakının!
NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM
Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların
kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim.
Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi
daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra
doğar.
Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü
bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması
gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak,
"çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür
ölümlüleri.
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim
yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle
gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler,
düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir
seçkinliktir,
insanın içini açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum.
Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek!
–Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat
harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için
gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu
saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri
olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir,
genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce,
insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler
sanatını, zincirleme cümlelerle büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü
bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek
şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU
korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini
décadence
"Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama
çekilmeyecek bir başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl
üstesinden geldiler, onu nasıl yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak...
Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser olmadıklarının kanıtıdır:
Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı.
En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi
bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan
ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik
kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç
korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi
diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde.
En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi
bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan
ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik
kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç
korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi
diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. Bu iki
buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca
gevezeliklerini nasıl da aşıverdim!
–"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o
sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u, Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i
çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...
"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi
üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda bir
kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama
evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin mutluluğuna
varan o yaşama istemi, –buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragik
ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü.
Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla
duyulması görülmemiştir: Tragik bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de
Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile boşuna aradım.
Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her
yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun, yokedişin olumlanması
–ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır–, karşıtlıklara, savaşa ve
"varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: Şimdiye dek
düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz.
Bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda
Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur;
Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum birşeyi betimliyordum;
herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bir kılığa
sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise –bir kanıt ne denli güçlü olabilirse
öyle güçlü bir kanıt– "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji
yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; Wagner adının
geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt adını koyabilirsiniz.
Dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner
gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti
bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı.
ÇAĞDIŞI YAZILAR
Bu dört yağınmadan ilki olağanüstü bir başarı kazandı.
Kopardığı gürültü her bakımdan duyulmaya değerdi. Üstün gelmiş bir ulusun
yarasına parmak basmıştım, –kazandıkları yengi bir ekin olayı değildi, tersine
bambaşka birşeydi belki de... Yalnız David Strauss'un eski dostlarından değil,
her yandan yanıt yağdı; onu kendinden hoşnut, dar kafalı Alman aydını örneği
olarak, kısacası "Eski ve Yeni İnanç Üstüne" adlı birahane İncil'inin
yazarı olarak gülünç düşürmüştüm
–Bu yazıların tanık olduğu o hayli geride kalmış durumları
şimdi göz önüne getirdiğimde, aslında yalnız kendimden söz açmış olduğumu
saklayamam. "Wagner Bayreuth'da" yazısı kendi geleceğimin bir
düşüdür; "Eğitici Olarak Schopenhauer"de ise, benliğimin en iç
öyküsü, oluşması yazılıdır.
İNSANCA, PEK İNSANCA
İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler
için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır;
yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı
olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, "sizin ülküler gördüğünüz
yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız!"... İnsanı ben
daha iyi tanırım... Burada "özgür düşünür" sözü bir tek anlama gelir:
Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu,
tınlayışı baştanbaşa değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert
alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik sanki derinde bir
tutku akıntısına karşı direnmektedir.
Bu kitabın başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak
yapıldığı haftalara rastlar; orada çevremi kuşatan herşeye karşı duyduğum derin
bir yabancılık, çıkış noktalarından biridir onun. O zamanlar üzerime ne çeşit
görünümler üşüştüğünü bilen, günün birinde Bayreuth'da uyanınca nasıl olduğumu
kestirebilir. Sanki düş görüyordum... Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi tanımaz
olmuştum, az kalsın Wagner'i bile tanıyamayacaktım.
–Zavallı Wagner! Buralara da mı düşecekti! Domuzlar arasına
düşseydi bari! Ama Almanların içine düşmek!
O sıra benim içimde açığa çıkıp kesinleşen şey, Wagner'le
bozuşma falan değildi, –içgüdümün toptan sapıttığını farkettim; tek tek
yanılgılarım, Wagner olsun, Basel'de profesörlük olsun, hepsi bunun
belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü üstüme. Toparlanıp
ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Bir an içinde, o güne dek vaktimi
nasıl boşu boşuna harcadığım, ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe
yaramaz, nasıl gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu
yanlış alçakgönüllülüğümden utandım... Geride bıraktığım on yıl içinde
düşüncemin beslenmesi hepten durmuştu; işe yarar yeni hiçbir şey öğrenmemiş,
bilgiçliğin toz tutmuş eski püsküyle uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına
unutmuştum. İlkçağ şiirinin ölçüleri, ayakları içinde büyük bir titizlikle, kör
köstebek gibi sürünmek, –buralara düşmüştüm artık! Acıyarak bakıyordum kendime,
açlıktan bir deri bir kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir tek şey yoktu
gerçek adına; "ülküler"se beş para etmiyordu! İçimi yakıcı bir
susuzluk sarmıştı bayağı: Gerçekten, o gün bu gün fizyoloji tıp ve doğa
bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım, –asıl tarihsel incelemelere bile,
ancak ödevim beni zorla sürüklediği zaman döndüm. İlk o zaman, iç güdüye aykırı
olarak, insanı çekip bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir etkinlikle, o
"meslek" dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine
geçecek, Wagner sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma gereksinmesi
arasındaki ilişkiyi de sezdim. Çevreme yakından bakınca, bu tehlike başlarında
olan çok sayıda genç gördüm: Doğaya aykırı bir iş, bir ikincisini getirir
ardından, hiç şaşmaz bu. Daha açık söyleyeyim, Almanya'da, "Alman
devleti" içinde çok kimse erkenden seçip karar verir, bir daha da bu yükü
üzerinden atamaz, altında çürür gider; bunun kurtuluşu yoktur... İşte böyleleri
afyon ister gibi Wagner'i isterler, –orada bir an olsun kendilerini unuturlar,
kendilerinden sıyrılırlar... Bir an da ne söz, beş altı saatliğine!
zaman içgüdüm, razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi
onlarla bir tutmanın daha da uzun sürmesine karşı kıyasıya cephe aldı.
Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm, sonra da o "ödev duygusu"
denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan "çıkar
gözetmezlik" tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara, hastalığa,
yoksulluğa katlanmak bence yeğdi.
Ayrıca hastalık, alışkanlıklarımı tümüyle kökünden
değiştirme hakkını verdi bana; unutmama izin verdi, buyurdu bunu. Gene onun
bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek, beklemek, sabretmek, kısaca düşünmek
zorunluluğu... Gözlerimin durumu yetti tek başına, her türlü kitap
kemiriciliğe, açıkça filolojiye paydos ettim: "kitap"tan
kurtulmuştum, yıllarca hiçbir şey okumadım artık, –şimdiye dek kendime yaptığım
en büyük iyilik bu oldu!– sürekli olarak başka benlikleri dinlemekten –başka
nedir ki okumak?– iyice dibe gömülmüş, sesi soluğu kesilmiş o en derin benliğim
yavaş yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama sonra yeniden konuşmaya
başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı günlerinde kendimden duyduğum mutluluğu
başka zaman duymadım hiç. Bu "kendime dönüş"ün benim için ne anlama
geldiğini anlayabilmek için, "Tan Kızıllığı"na ya da "Gezgin ve
Gölgesi"ne bir göz atmak yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu!
Gerisi kendiliğinden geldi.
TAN KIZILLIĞI
Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları
duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki
insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi:
Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki
bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan bu
kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan
herşeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek
olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya, kötülüğe rastlayamazsınız; güneşte yatar o,
tostoparlak, mutlu, kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi.
Bu olumlayan kitap, ışığını, sevgisini, sevecenliğini
baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce bir hak ve öncelik veriyor.
Töreye saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca... "Ya da"
diye bitiyor kitap, –biricik kitap bu, "Ya da" ile biten...
Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği,
geriye bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan
kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan ortaya koyacağı o ânı, o büyük
öğle'yi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru
yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o
yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en
kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu
yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun
yanıtına bağlıdır çünkü.
ŞEN BİLİM
Olumlayan bir kitaptır "Tan Kızıllığı",
derinliğine derin, ama yumuşak ve aydınlık. Gaya Scienza da öyledir, hem de
sapına dek: Hemen her cümlesinde derin düşünceyle kabına sığmazlık kardeşçe
elele verirler. Yaşadığım en eşsiz ocak ayına –ki bu kitap baştanbaşa onun
armağanıdır– minnetimi belirten bir şiir, bilimin şenliği hangi derinliklerden
kopup geliyor, bunu yeterince açığa vurur: Ey sen ki elinde alevden
mızrak,Paramparça ettin ruhumun buzlarını,Denize akıyor şimdi
çağıldayarak,Bulmaya en yüce umutlarını:Hergün daha aydınlık, daha bir diriVe
özgür, o sevecen zorlayışla, bak–Övüyor sunduğun mucizeleri,Ey güzeller güzeli
Ocak!
ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ
düşüncesini getirir insanın aklına, –Buda'cıların aklına hiç
değilse,– Yakında eşsiz birşey geleceğinin yüzlerce belirtisini taşıyan Gaya
Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda; dördüncü
kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi vardır. –Karışık koro
ve orkestra için yazılmış "Yaşama Övgü" de gene bu zaman rastlar;
Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse,
neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir:
Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı: "Artık
bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha".
Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım:
Belki de hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha.
"Dionysosca" kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada; onunla
ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan şeyler
olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu
yüksekliklerde bir an bile soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt'ün yanında yalnızca
bir inanandır, doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı
değildir. Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su bile dökemezler;
doğruluğuna doğrudur ya, daha birşey değildir bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı
yerini, içinde yaşadığı gökmavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek
şunu söylemeye hakkı vardır Zerdüşt'ün: "Çemberler çiziyorum çevreme,
kutsal sınırlar; gitgide azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara,
–sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal dağlardan." Tüm büyük kişilerin
düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de Zerdüşt'ün bir tek
konuşmasını çıkaramazsınız.
Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. –Başka bir
düşünüş yolu da oraya götürür bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur:
Şimdiye dek evet denen herşeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen
kimse, nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en
ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle hafif, böylesine
az yersel oluyor –bir dansçıdır Zerdüşt–; gerçeği en katı yüreklilikle, en
korkunç olarak gören, o "uçurum gibi derin" düşünceyi düşünen kimse,
nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, –tam tersine
evrensel olumlayışın, "o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta
kendisidir... "Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu kutsayan
evet-deyişi"... İşte gene vardık Dionysos'a.
Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle,
kendisi için "insan" ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, –bir sevgi,
hele acıma konusu değil hiç, –insandan o büyük tiksinmeyi de yenmiştir Zerdüşt:
Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu bekleyen çirkin bir
taştır. Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak: Bu
büyük yorgunluk benden ırak olsun hep! Bilip tanırken bile, istemimin
doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca; benim bilgim bir çocuk
gibi arıksa, onda doğurtma istemi olduğu içindir. Bu istem tanrıdan,
tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar...
varolsaydı?
Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan
yaratma isteğim; taşı böyle arar çekiç de. Bilseniz, nasıl bir yontu taşta
benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde, en çirkininde mi
uyumalıydı böyle! Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak
eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun! Onu tamamlayacağım; bir gölge
geldi göründü çünkü bana, –tüm şeylerin en eşsizi, en tüy gibisi göründü bana
bir kez! Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne...
tanrılardan!.. Bu koşuklar dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de
belirtmek isterim: Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan tad,
Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır. "Sert olun"
buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük kesinlikle biliş, gerçek
belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.–
İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE
Çağcıllığın eleştirilmesidir bu kitabın (1886) özü, çağcıl
bilimlerin, çağcıl sanatların eleştirilmesidir; çağcıl siyasa bile girer bunun
içine, –arada bunların tam karşıtı, olabildiğince az çağcıl bir örnek, soylu,
olumlayıcı bir örnek de verilmektedir. Bu sonuncu yönden, kitap bir
gentilhomme'lar (Soylu kişi.) okuludur ve bu kavram hiç bu denli kökten, özlü
anlamda alınmamıştır. Ona yalnızca dayanmak için bile, insanda yürek olmalı,
korku nedir öğrenmemiş olmalı insan...
–bir tek gönül alıcı söz yoktur koca kitapta.. Hepsi
dinlemedir bunların: İnsan öyle Zerdüşt gibi avuç dolusu iyilik saçtıktan
sonra, kim bilir nasıl bir dinlenme zorunludur ona... Tanrıbilimci ağzıyla
konuşursak –iyi dinleyin, her zaman tanrıbilimci gibi konuşmam, –günlük işini
bitirince yılan kılığında Bilgi Ağacının altında yatan, tanrının kendisiydi.
Tanrılığın yorgunluğunu böyle çıkardı... Pek güzel yapmıştı herşeyi. Tanrının
yedi günde bir aylaklığıdır şeytan, başkası değil...
TÖRE'NİN SOYKÜTÜĞÜ
Şu sorunun yanıtını veriyor üçüncü inceleme: Çilecilik,
rahiplik ülküsü, aslında zararlı mı zararlı bir ülkü, bir bitiş istemi, bir
décadence ülküsü iken, nasıl olup da böylesine sınırsız bir güç kazanmıştır?
Yanıt: Sanıldığı gibi, tanrı papazların arkasında olduğu için değil, yalnızca
faute de mieux (Daha iyisi olmadığı için, yokluktan.), –şimdiye dek biricik
ülkü o olduğu için, yarışanı olmadığı için. "Çünkü hiçbir şey
istememektense, hiçliği istemeyi yeğ tutar insan"... Herşeyden önce,
Zerdüşt'e gelinceye dek bir karşı ülkü eksikti.– Beni anladınız. Bir psikologun
tüm değerleri yenileme işi için başlıca üç hazırlığı. –Rahibin psikolojisi ilk
olarak bu kitapta bulunur.
PUTLARIN BATIŞI
Öbür kitaplardan apayrıdır o: Daha özlüsü, daha bağımsızı,
daha yıkıcısı, daha... hayını yazılmamıştır hiç. Gözlerimin önünde herşeyin
nasıl başaşağı durduğunu şöyle kabataslak anlayabilmek için, bu kitabı okumaya
girişmelidir. Başlığındaki put sözcüğü, şimdiye dek "doğru" dedikleri
şeydir düpedüz. Putların Batışı, açıkçası: Eski doğruların sonu geldi.
WAGNER OLAYI
Bu yazının hakkını verebilmek için, insan musikinin
yazgısını kanayan bir yara gibi içinde duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı
çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı
yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un flütü değil, bir décadence
musikisi olmasından... Ama insan musikinin davasını öz davası gibi, kendi
çektiği acırlarmış gibi duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı
derecede yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak, kendi
kendisiyle de kızmadan alay etmek
her türlü sertliği haklı gösterse bile– insanlığın ta
kendisidir. İstesem, eski bir topçu olarak, Wagner'e karşı ağır bataryalarımı
da sürebilirdim; bundan şüpheniz olmasın. –Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi
kendime sakladım,– Wagner'i severdim. Hem benim ödevimin anlamına, tuttuğum
yola uygun düşeni, daha seçkin, "bilinmeyen" birine saldırmaktır–
Luther, o tanrının belası keşiş, kiliseyi ve –bin kez
beteri– Hıristiyanlığı, tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı... Hıristiyanlığı,
yaşama isteminin din kılığına girmiş yadsınmasını!... Luther, bu akıl almaz
keşiş, "akıl almazlığı" yüzünden kiliseye saldırdı ve –dolayısıyla–
onu ayağa kaldırdı yeniden... Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar,
oyunlar düzseler yeridir...
Ama psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği ya da
pisliği için... İnsan daha temiz bile değilken, derinliği nasıl olur? Kadın
gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, –yoktur da ondan: Hepsi bu.
Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler,
ama bayalığın son perdesidir bu, –yalnızca birer Alman olmalarından bile
utanmazlar... Her konuşmaya karışırlar, son söz kendilerindedir sanırlar;
korkarım benim üstüme bile son sözü söylemişlerdir... Yaşamım baştanbaşa bu
cümlelerin en kesin kanıtıdır. Orada bana karşı düşünceli, ince bir davranışın
izini aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu, ama Almanlardan
hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı yumuşak davranırım, iyiliğini
isterim herkesin, –ayrı gayrı gözetmemeye hakkım vardır benim–: Ama gözlerimin
açık olmasına da engel değildir bu.
NEDEN BİR YAZGIYIM BEN
–dinler ayaktakımı işidir; dindar birine dokununca, ardından
ellerimi yıkamam gerektir.
Günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye ödüm
kopuyor: Anlıyorsunuz ya, bu kitabı önceden çıkarıyorum ki, ilerde benim adıma
ahmaklıklar yapmasınlar. Ermiş olmak istemem, soytarı olayım daha iyi... Belki
öyleyimdir de. Buna karşın, daha doğrusu, daha doğrusu karşın değil
–ermişlerden daha iyi dolandırıcı gelmemiştir çünkü, –doğrular çıkıyor benim
ağzımdan. Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek yalana doğru dediler
çünkü.
–Tüm değerlerin yenilenmesi: İnsanlığın en yüce bir kendine
geliş eylemine –ki bende cisim bulmuş, deha olmuştur– taktığım ad budur işte.
Talihim böyle istiyor, ilk namuslu insan ben olmalıyım, binlerce yıllık yalan
dolana karşı durmalıyım kendimi... Yalanın yalan olduğunu duyup... koklamakla,
doğruyu ilk bulan ben oldum... Burun deliklerimdedir benim dehâm. Şimdiye dek
hiç kimse benim durduğum gibi karşı durmamıştır ya, gene de yadsıyan bir
kafanın tam tersiyim ben. Şimdiye dek eşi gelmemiş bir muştucuyum; şimdiye dek
kavramı bile olmayan, öylesine yüksek ödevler biliyorum; ancak benimle birlikte
umut bağlanıyor gene. Böylece, zorunlu olarak yıkım getirici bir adamım ben.
Çünkü doğru binlerce yıllık yalanla kavgaya tutuşunca, kimsenin aklından bile
geçirmediği depremler, sarsıntılar göreceğiz; dağ, koyak birbirine karışacak.
Siyasa kavramı o gün bir düşünceler savaşı içinde hepten yitip gidecek; eski
toplumun tüm siyasal kurumları havaya uçacak, –çünkü yalan üstüne kurulmuş topu
da. Yeryüzünde ilk benimle başladı büyük siyasa.
Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama
geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar: çünkü o İranlının tarihteki korkunç
benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir. İyi ile kötü arasındaki
kavganın, dünyanın gidişini sağlayan asıl çark olduğunu Zerdüşt görmüştü ilk,
–töre’nin gerçek güç, neden, amaç olarak metafizik alana aktarılması onun
işidir. Ama zaten içinde saklıdır bu sorunun yanıtı. Zerdüşt bu en belalı
yanılgıyı, töreyi yaratmıştı: Onu ilk tanıyan da kendisi olmalı dolayısıyla.
Burada her düşünürden daha çok ve uzun görgüsü olması değil yalnız –tarih
baştanbaşa o “törel dünya düzeni” dedikleri ilkenin deneysel çürütülmesidir–,
daha da önemlisi, tüm düşünürlerin en dürüstüdür Zerdüşt. Onun öğretisinde –ve
yalnız orada, dürüstlük en yüksek erdemdir, yani gerçek önünde tabanları yağlayan
“ülkücü” korkaklığının karşıtıdır; Zerdüşt öbür düşünürlerin topundan daha
yüreklidir. Doğruyu söylemek ve iyi ok atmak, budur Pers erdemi. –Bilmem
anlıyor musunuz?... Töre’nin, dürüst olduğu için, kendi kendini yenmesi,
törecinin ise tam karşıtına –yani buna- dönüşmesi... Budur benim ağzımda
Zerdüşt adının anlamı.
–Anladınız mı beni? Beş yıl önce Zerdüşt’ün ağzından
söylemediğim bir tek söz yok demin söylediklerim içinde. –Hıristiyan töresinin
açığa çıkarılması eşine rastlanmaz bir olaydır, gerçek bir yıkımdır.
Kim bu konuyu aydınlatmışsa, bir force majeure, bir
alınyazısıdır, insanlık tarihini ikiye böler: Ondan önce yaşayanlar, ondan
sonra yaşayanlar...
–Anladınız mı beni? –Çarmıhtakine karşı Dionysos...
==========