31 Ağustos 2019 Cumartesi

Şen Bilim - Deccal


Şen Bilim, Deccal

 

Eskiden düşünmenin onuru vardı. İnsan yaptığı işi bırakırdı. Yürümesini durdururdu. Yüzünün şekli değişirdi, dua ediyormuş gibi görünürdü. Saatlerce yolun ortasında dururdu.

 

Eylemlerinde çıkar aramayanlar soyludur. Diğerleri buna şaşırırlar. Kesin çıkarı var derler. Çıkarının olmadığına inanırlarsa budala derler.

 

Zayıfları öldüren zehir, güçlüleri güçlendirir. Güçlüler zehir demezler ona.

 

Harcamak, kazanmaktan daha fazla deha ister.

 

Çürüme, bir halkın sonbaharı için aşağılayıcı bir sözdür.

 

Hayır demekten keyif alınmalı. Hayır demekten korkmamalı hatta yarı yarıya demekten kaçınmalı.

 

Can sıkıntısından, zevk almadıkları bir işten korktukları kadar korkmazlar. Ne pahasına olursa olsun can sıkıntısını durdurmaya kalkmak basitliktir.

 

Kendileriyle ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu yüzden başkalarının mutsuzluğunun resmini yapıyorlar duvara. Her zaman başkalarına muhtaçlar. Bağışlayın dostlarım duvara kendi mutluluğumun resmini yapacak cesaretim var.

 

Kendini başka türlü göstererek aldatmak. Sevgisizmiş gibi davranarak karşısındakini aldatırken? Sevgi tavsiyesi değil mi bu? Yaşasın komedi

 

Yarardan bir kez olsun kurtulmayı istemek. Bu yükseltir insanı. Ahlaka ve sanata doğru yürümesi için esin verir.

 

Kendisi birazcık Faust olanı tiyatro olan Faust ne ilgilendirir.

 

Şiirin insan üzerinde düz konuşmadan daha büyük etkisi görüldüğünde tanrılara da şiir yazılmaya başladı.

 

Birisinin beni anlamasının, katlanabilmesinin koşulu düşünsel konularda katılık derecesinde dürüst olmasıdır.

 

Biz mutluluğu keşfettik, yolu biliyoruz, binlerce yıllık labirentten çıkış yolunu bulduk.

 

Acıma, nihilizmin pratiğidir. Kimse hiçlik demez buna. Biri ahiret der diğeri tanrı biri hakiki yaşam diğeri Nirvana, günahtan kurtuluş, kutsanmışlık..

 

Yahudiler en kayda değer halktır. Çünkü ne zaman olmak ya da olmamak arasında kalsa ne pahasına olursa olsun olmayı seçmişlerdir.

 

Günah, Hristiyanlıktır.

 

Madde 1 – doğaya her türden aykırılık, günahtır.

 

Madde 6 – tanrı mesih kurtarıcı aziz gibi sözcükleri küfür olarak, canilere yakıştırılan adlar olarak kullanılmalıdır.

15 Ağustos 2019 Perşembe

Carmen - Prosper Merimee


 
sürekli anlatılanları dinleyip de hiçbir zaman karşılaşmadığım için, hırsızların var olduğuna inanmıyordum.

Karşımdakinin kaçakçı ya da hırsız olduğu konusunda hiç şüphem yoktu; ama ne fark eder? İspanyolların mizacını az çok tanıdığımdan, beraber yemek yiyip puro içtiğim birinden zarar gelmeyeceğini kestirebiliyordum. Hatta bizimle beraber oluşu, karşılaşacağımız tehlikelerden korunacak olduğumuz anlamına da geliyordu. Onun bir haydut olduğunu bilmek hoşuma gitmişti. Haydutlar her zaman insanın karşısına çıkmaz; yumuşak huylu ve sakin olduğunu hissettiğin ama aslında tehlikeli birinin yanında olmasının çekici bir yanı var.

Tekrar bankın üzerine yattım ama hiç gözümü kırpmadım. Kendi kendime, sırf birlikte jambon ve Valensia usulü pilav yedik diye, bir hırsız ya da belki bir katili darağacından kurtarmakla iyi yapıp yapmadığımı soruyordum. Böyle davranarak, kanunlardan yana olan rehberime ihanet etmemiş miydim? Onu bir hainin intikam hırsıyla karşı karşıya bırakmamış mıydım? Ama ya konuklara karşı sorumluluk! … “Vahşi olduğu konusunda peşin hüküm giymiş bu eşkıyanın işleyeceği tüm suçların hesabını vermek zorunda kalacağımı düşünüyordum”... Yine de tüm bu gerçeklere karşı direnen bu vicdanî içgüdü, önyargının ürünü müydü?

Cordoba haralarından çıkmış bir kısrak gibi kalçalarını sallayarak yürüyordu. Benim ülkemde böyle giyinen bir kadın, görenlere istavroz çıkarttırırdı... Sevilla’da herkes ona aleni laf atıyordu; o ise gözlerini süzerek, eli belinde, gerçek bir çingene arsızlığıyla, her birine ayrı ayrı cevap veriyordu. Önce hoşuma gitmedi, işime geri döndüm; ama o, kadınların ve kedilerin gel deyince gelmeyen, çağırmayınca da gelip sürtünen halleri gibi, gelip tam önümde durdu ve bana, Endülüs aksanıyla:

Yalan söylüyordu, zaten daima yalan söyledi. Hayatı boyunca tek bir kere doğruyu söyledi mi bilmiyorum; ama onu dinlerken, bütün söylediklerine inanırdım: elimde değildi, karşı koyamazdım.

Beni tongaya düşüren, şu an kim bilir nerde hırsızlık yapan alçak bir çingene için neden kendimi cezalandıracaktım?” Yine de onu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. İnanabiliyor musunuz efendim? Kaçarken gördüğüm kaçık çoraplı bacakları gözümün önünden gitmiyordu. Hapishanenin parmaklıklarından sokağı izliyordum ama o şeytan kadar güzel bir tane daha kadın yoktu. Hem sonra suratıma attığı çiçeği kokluyordum, kurumuştu ama hala çok güzel kokuyordu. Eğer büyücü diye bir şey gerçekten varsa, bu kadın büyücünün teki!

İkimiz kalınca, dans etmeye, deli gibi gülmeye başladı. — Sen benim erkeğimsin, ben senin kadınınım, diyerek şarkı söylüyordu. Elimdekileri nereye bırakacağımı bilmediğimden, odanın ortasında, elim kolum paketlerle dolu dikiliyordum. Her şeyi alıp yere attı, ardından boynuma sarıldı. — Borcumu ödüyorum, borcumu ödüyorum. Bu Çingenelerin kanunu! , diyordu. Ah, efendim, o gün! O günü düşününce inanın yarın asılacağımı bile unutuyorum.

Bu kızın yanında insanın canı hiç sıkılmaz. Akşam olunca fener alayını müjdeleyen darbukaların sesi duyuldu. — Karargâha gidip yoklama yaptırmam lazım, dedim. Küçümseyerek, — Karargâha mı? , diye sordu. Demek ki sen uysal bir esirsin. Üstündeki bu sarı üniformayla, hem görünüşün hem de huyun kanaryaya benziyor. Kaderime razı karakola gittim. Ertesi sabah ayrılıktan bahseden ilk o oldu. — Dinle Joseito; sana olan borcumu ödedim değil mi? Kanunlarımıza göre, çingene olmadığın için aslında sana borcum yoktu; ama sen çok iyi birisin, senden hoşlandım. Ödeşmiş olduk. Hoşça kal. Onu bir daha ne zaman görebileceğimi sordum. Gülerek, — Aptallığın geçtiği zaman, dedi. Sonra ciddi bir tavırla: — Biliyor musun oğlum, ben seni biraz seviyorum galiba. Ama bir arada olmamız kediyle köpeğin bir arada olmasından daha uzun sürmez, geçinemeyiz. Eğer çingene kanunları uygulansaydı, belki senin karın olurdum. Ama bütün bunlar aptalca: bu mümkün değil. Oğlum, inan bana, ucuz kurtuldun. Şeytanla tanıştın; şeytan her zaman siyah olmaz, dua et boynunu kırıp seni öldürmedi. Üstümdeki kuzu postu olabilir ama bu benim koyun gibi davranacağımı göstermez. Git Meryem adına mum yakıp dua et, seni koruyan o. Bir kez daha elveda.

Carmen, bana: — Bak oğlum, artık farklı bir şeyler yapman lazım; ordudan karavana alamayacağına göre hayatını nasıl kazanacağını düşünmelisin. Hırsız olamayacak kadar aptalsın, ama çevik ve güçlüsün; cesaretin de varsa, kıyılara gidip kaçakçılık yaparsın. Seni astıracağıma yemin etmedim mi? Bu kurşuna dizilmekten daha iyi. Zaten, bu işi tutturabilirsen, prensler gibi yaşarsın; düzensiz ordular gibi uzun süre varlığını sürdürebilirsin, kıyı nöbetçileri sana elini bile süremez, dedi. Bu şeytan kız, bu sözleriyle gelecekteki kariyerimi bana göstermiş oluyordu, gerçeği söylemek gerekirse idamla burun buruna olan biri için tek çıkar yol buydu. Tüm bunları bir çırpıda söyleyiverdi. Bu tehlikeli ve isyankâr hayat, beni ona yürekten bağlıyordu. Artık ona karşı duyduğum aşktan emindim. Endülüs’te, at üstünde, elinde silahı, atının terkisinde aşığı, dağlarda kol gezen kaçakçılardan bahsedildiğini hep duyardım. Arkamda bu güzel çingeneyle, oradan oraya taban teptiğimi hayal ettim. Bunu ona anlattığımda, kasıklarını tutarak güldü; dünyada, karı-kocanın üstü kapalı küçük bir çadırda yalnız kalmasından daha güzel bir şey olamayacağını söyledi. — Seni yanımda dağlara götürürsem, ne yaptığından da emin olurum, dedim. Orda benimle paylaşacağın teğmenler olmayacak. — Ah! Ne kadar kıskançsın, dedi. Ne yazık. Çok aptalsın. Senden hiç para istemediğime göre seni sevdiğimi görmüyor musun? Böyle konuştuğu zamanlarda, onu boğazlayacağım geliyordu.

Carmen önden gitmişti. Şehre gireceğimiz en uygun zamanı bize yine o söyledi. Bu ilk işimiz ve bunu takip eden birkaçı gayet iyi geçti. Kaçakçılığı askerlikten daha çok sevmiştim; Carmen’e hediyeler alıyordum. Param ve sevgilim vardı. Başka bir isteğim yoktu; Çingenelerin dediği gibi “Uyuzu seven kaşınmaz”. Gittiğimiz her yerde çok iyi karşılanıyorduk; ortak iş yaptığımız arkadaşlar bana iyi davranıyordu, itibarım iyiydi. Bunun sebebi herhalde adam öldürmüş olmamdı, grupta benden başka kimsenin böyle bir kahramanlığı yoktu. Ama yeni hayatımda beni en çok mutlu eden, Carmen’i sık sık görüyor olmaktı. Bana hiç olmadığı kadar çok yakınlık gösteriyor; yine de arkadaşlarımızın önünde sevgilimmiş gibi davranmıyordu; hatta bu konuyla ilgili kimseye bir şey söylememem için bana bildiğim bütün yeminleri ettirmişti. Bu yaratığın karşısında nasıl da zayıftım, bütün kaprislerine boyun eğiyordum. İlk defa namuslu kadınmış gibi davranıyordu, ben de bütün saflığımla geçmişte yaptığı hatalardan artık vazgeçtiğini düşünüyordum.

Bir arkadaş daha aramıza katılacak, dedi. Carmen iyi iş başardı, kocasını Tarifa zindanlarından kurtarmış. Ekiptekilerin neredeyse hepsinin bahsettiği çingeneyi tanımıştım, bu kocası lafı beni titretti. Kaptana: — Nasıl! Kocası mı var? Yani evli miydi? , diye sordum. — Evet, kendisi kadar uyanık, Tek Göz Garcia ile evli, diye cevap verdi. Zavallı çocuk kürek mahkûmuydu. Carmen zindandaki doktoru öyle bir eğlemiş ki, kocasını serbest bıraktırmış. Ah! Bu kız ağırlığınca altına bedel. İki yıldır onu oradan kurtarmaya çalışıyordu. Zindandaki binbaşı değişene kadar ne yaptıysa başaramamıştı. Yenisiyle çarçabuk anlaştığı aşikârdı.

Carmen yanıma çömeldi, ara ara şarkı mırıldanıp darbukasını tıngırdatıyordu. Sonra sanki kulağıma bir şey söyleyecekmiş gibi yanıma sokulup, istemememe rağmen, iki üç defa öptü. — Sen şeytanın ta kendisisin, dedim. — Evet, öyleyim, diyerek cevap verdi.

Carmen, — Aşkım, diyordu. Buradaki her şeyi kırıp döküp, evi yakmak, dağlara kaçmak istiyorum. Bu aşk ateşiydi! ... sonra gülücükler! ... dans ediyor, elbisesinin fırfırlarını kopartıyordu: bir maymun bile bu kadar hoplayıp zıplayamaz, suratını şekilden şekle sokamaz, şeytanlık yapamazdı. Tekrar ciddiyetini takınınca, — Dinle, dedi. Çingeneler söz konusu. İngiliz’den beni Ronda’da kalan rahibe kız kardeşimin yanına götürmesini istedim… (yeniden kahkahalar attı) Sana nerden gideceğimizi bildireceğim. Geçerken üstüne çullanırsınız! En iyisi onu oracıkta öldürmek olur ama ne yapmak lazım biliyor musun? –Benzer durumlarda yüzünde gördüğüm bu şeytani gülüş kimsede yoktur-. İlk önce Tek Göz üstüne atılsın. Siz biraz geride kalın; adam çok güçlü: iyi silahları var… Anlıyor musun? Attığı yeni kahkaha ile ürperdim. — Hayır, olmaz, dedim. Garcia’dan nefret ediyorum ama yine de arkadaşız. Bir gün seni ondan kurtaracağım ve bu ülkeme yaraşır şekilde olacak. Ben tesadüflerle çingene oldum; ama aslım Navarralı, dürüst bir Navarralı olarak hareket edeceğim. — Sen bir salaksın, gerçek bir aptal. Daha uzağa tükürdüğünde boyunun uzayacağını sana cüceye benziyorsun. Beni sevmiyorsun sen, defol. Bana “Defol” dediğinde, çekip gidemedim

Garcia’yı gömdük, çadırımızı mezarından uzağa taşıdık. Ertesi gün, Carmen ve İngiliz, iki katırcı ve bir hizmetçiyle geçiyorlardı. Dancaïre’e: — İngiliz’i bana bırak, dedim. Sen diğerlerini korkut, silahlı değiller. İngiliz iyi dövüşçüydü. Carmen kolundan itmiş olmasa beni öldürecekti. Özetle, o gün Carmen’in gönlünü yeniden fethettim, ona söylediğim ilk söz ise artık dul kaldığıydı. Bunu duyunca: — Sen tam bir budalasın! , dedi. Garcia seni öldürebilirdi. Senin Navarra usulü kendini savunmaların tam bir saçmalık, dövüş konusunda senden üstün bir adamı öldürdüğüne göre, onun vadesi dolmuş demek ki; elbet seninki de bir gün dolacak.

Carmen’i aradım, çabucak buldum. Bana açıkça: — Biliyor musun, gerçekten erkeğim olduğundan beri seni, aşığım olduğun zamanlardakinden daha az seviyorum, dedi. İşkence çekmek istemiyorum, kimseden emir almak istemiyorum. Özgür olmak, canım ne istiyorsa onu yapmak istiyorum. Sabrımı taşırma. Eğer canımı biraz daha sıkarsan, Tek Göz’e yaptıklarının aynısını sana yapacak birini bulurum. Dancaïre bizi barıştırdı. Ama birbirimize yutulması zor laflar ettiğimizden, artık eskisi gibi yakın değildik.

Carmen’e bu matadorla nasıl ve ne sebeple tanıştığını sordum. — Birlikte iş yapabileceğimiz bir çocuk, diyerek cevap verdi. Yarışlarda bin iki yüz real kazandı. Yapılacak iki şey var: bunlardan birincisi elindeki bu parayı ondan almak olabilir; diğeri ise, hem iyi binici hem de cesur olduğuna göre onu bizim gruba katabiliriz. Arkadaşlarımız öldü, onların yerine geçecek yenilerini bulmamız lazım. Bence onu düşünebiliriz. — Onun ne parasını ne de kendisini istemiyorum, dedim. Onunla bir daha konuşmanı da yasaklıyorum. — Kolla kendini, dedi; mademki bana yasak koyuyorsun, yakında ben bu yasağı delmiş olurum! Haberin olsun!

Carmen! Carmen’im! Gel izin ver ikimiz de ölmekten kurtulalım. — José, benden imkânsızı istiyorsun. Seni artık sevmiyorum; sen, beni sevmeye devam ettiğin için beni öldürmek istiyorsun. Sana hala yalanlar uydurabilirim; ama artık acı çekmek istemiyorum. Erkeğim olarak, beni öldürmeye hakkın var. Carmen daima özgür olacak; Çingene doğdum, Çingene olarak öleceğim. — Peki, Lucas’ı seviyor musun? , diye sordum. — Evet, bir zamanlar, onu da seni sevdiğim gibi sevdim, belki senden biraz daha az. Ama şu anda kimseyi sevmiyorum, seni sevdiğim için kendimden nefret ediyorum. Ayaklarına kapanıp, elini tuttum; gözyaşlarım ellerini ıslatıyordu. O an, ona birlikte geçirdiğimiz bütün mutlu anları hatırlattım. Onun hoşuna gidecekse haydutluğa devam etmeye hazır olduğumu söyledim. Her şeyi, efendim, her yolu denedim. Ona beni sevmesi şartıyla her şeyi vaat ettim! — Hala seni sevmek mi, bu imkânsız. Artık seninle yaşamak istemiyorum. Öfke nöbetine tutulmuştum. Bıçağımı çektim. O an korkup benden merhamet dilemesini bekledim, ama bu kadın gerçek bir iblisti. — Son kez soruyorum, benimle kalmak istiyor musun? Tepinircesine, — Hayır! Hayır! Hayır! , dedi. Ona hediye ettiğim parmağında taşıdığı alyansı çıkarıp çalılıklara fırlattı. Bıçağı iki kere sapladım. Benimki kırıldığı için Tek Göz’ün bıçağını almıştım. İkincisinde ses çıkartmadan yere yığıldı. Hala iri gözleriyle bana bakıyordu; sonra gözleri kaydı ve kapandı. Yanında çöküp kaldım. Sonra, Carmen’in öldüğünde bir ormana gömülmek istediğini söylediğini hatırladım. Bıçağımla bir çukur açtım, onu bu çukura koydum. Uzun süre etrafta yüzüğünü aradım, sonunda buldum. Yüzüğü de çukura, küçük bir haçla, yanına gömdüm. Belki bunu yapmaya hakkım yoktu. Daha sonra atıma binip dörtnala Cordoba’ya sürdüm, ilk karakola teslim oldum. Carmen’i öldürdüğümü söyledim; ama cesedinin nerede olduğunu söylemek istemedim.

==========

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Ecco Homo


Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltilmiş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi saklamış” değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca?...

Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer havası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Bu yakındır, yalnızlık yaman, –ama herşey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, –varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre’nin yargıladığı herşeyi arayıştır.

Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum. Felsefem bu parolayla üstün gelecek birgün; çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.

Nitimur in vetitum. Felsefem bu parolayla üstün gelecek birgün; çünkü şimdiye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.

Yazılarım içinde Zerdüşt’ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Bin yılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi –insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır– hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acınacak bir yanılmaya düşmemek için, herşeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir! “Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı– ”             İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Düşerken soyuluyor kızıl kabukları. Olgun inciler için bir kuzey yeliyim ben.             Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu–             Bağnaz biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutluluk derinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, –bir nazlı yavaşlıktır bu konuşmaların tempo’su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinlerin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıcalıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt’ü duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir “bilge”nin, bir “ermiş”in, bir “mesih”in, başka bir décadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler... Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de başka türlü...             Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gidin artık, tek başınıza gidin! Böyle istiyorum.             Benden uzaklaşın, Zerdüşt’ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki sizi aldatmıştır.             Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.             Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz?             Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birinde? Bir yontunun altında kalmaktan sakının!             Zerdüşt’e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt’ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm inananların!             Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.             Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...

 

NEDEN BÖYLE BİLGEYİM

Babam otuz altı yaşında ölünce: İnce, sevimli ve sayrıldı; geçip gitmek için doğmuş bir yaratık gibiydi, –yaşamın kendinden çok, bir hoş anısıydı sanki. Onun yaşamının bittiği yaşta benimki de bitmeye yüz tuttu. Otuz altı yaşımda dirim gücümün en alt noktasına vardım, –yaşamasına yaşıyordum, ama üç adım önümü görmeksizin. O zaman (1879) Basel’deki öğretim görevimden ayrıldım; o yazı St. Moritz’de, kışı da –yaşamımın en güneşsiz kışını– Naumburg’da bir gölge gibi geçirdim. En alt noktam buydu işte: “Gezgin ve Gölgesi” bu arada yazıldı. Hiç şüphe yok, biliyordum o sıralar gölge nedir...

Beni uzun süre sinir hastası olarak tedavi eden bir hekim, sonunda “hayır” demişti, “bozukluk sizin sinirlerinizde değil, sinirli olan benim yalnızca.”

Uzun, pek uzun yıllar sürmüştür iyileşip toparlanmam; bu süre, ne yazık ki aynı zamanda bir tepreşme, çökme süresi, bir çeşit décadence çevrimidir. Bütün bunlardan sonra décadence konusunda görmüş geçirmiş olduğumu söylemem bilmem gerekir mi? Bu konuyu baştanbaşa avucumun içi gibi bilirim. Genellikle bu ince kuyumculuk, bu tutma ve kavrama sanatı, ayrımları seçebilen bu parmaklar, bu “köşenin ardını görme” psikolojisi, bana özgü daha ne varsa, hepsi de o zaman öğrenilmelidir; gözlem yetisi yanında gözlem örgenlerimin, herşeyimin inceldiği o çağın asıl bağışıdır hepsi. Bir hasta gözüyle daha sağlam kavramlara, değerlere bakmak, sonra da tersine serpilen yaşamın doluluğunu ve kendine güveni içinden aşağıya, décadence içgüdüsünün gizli çalışmasına bakmak, –buydu benim en uzun alıştırmam, benim asıl deneyimim. Olduysam bunda usta olmuşumdur. Artık perspektiflerin yerini değiştirmek elimde benim, ellerim yeterli buna: İşte bu yüzdendir ki, “değerleri yenileyiş” gelirse anca benim elimden gelir.

Gerçekten de uzun hastalık dönemi şimdi bana böyle görünüyor: Yaşamı, onunla birlikte kendimi de, yeni baştan buldum. Tüm iyi şeyleri, küçük de olsalar, başkalarının kolay kolay tadamayacağı gibi tattım; sağlık istemimden, yaşam istemimden kurdum felsefemi... Hele bir düşünün: Dirim gücümün en düşük olduğu yıllardır kötümserlikten kurtuluşum. Kendimi yeniden toparlama içgüdüsü o yoksulluk, yılgınlık felsefesini yasaklamıştı bana...

Zararlı bir şeyin ilacı nedir kestirir; kötü rastlantıları kendi çıkarına kullanmasını bilir; onu öldürmeyen şey daha da güçlü kılar. Gördüğü,

Her türlü uyarıma karşı yavaşlıkla, uzun bir kollamanın, istenmiş bir gururun içinde yer ettirdiği o yavaşlıkla tepki gösterir. Yaklaşan uyarımı önce gözden geçirir; onu karşılamayı düşünmez bile. Hem kendi kendisiyle hem başkalarıyla başeder; unutmasını bilir. Öylesine güçlüdür ki, herşey onun iyiliğine çalışır. –Sözün kısası, bir décadent’ın karşıtıyım ben: Çünkü deminden beri kendimi betimliyorum.

–Zerdüşt’ümden az da olsa, birşey anlamak için, belki de benim gibi yaratılmış olmalı insan, –yaşamın ötesinde olmalı bir ayağıyla...

Herkesin kötü deneyim geçirmiş olduğu kimselerle deneyimlerim bile, bu kimselerden yanadır; ben her ayıyı evcilleştiririm, doğru yola getiririm soytarıları. Basel lisesinin son sınıfında Yunanca öğrettiğim yedi yıl boyunca bir kez bile ceza verecek bir durumla karşılaşmadım. En tembeller çalışkan olmuştu bende. Rastlantıyla her zaman başa çıkabilirim; hazırlıksız olmalıyım, kendi kendim olmam için. “İnsan” denen çalgı nasıl bir çalgı olursa olsun, nasıl uyumlanırsa uyumlansın, ondan dinlenebilir birşeyler çıkaramazsam, hastayım demektir. Kendilerini hiç böyle işitmediklerini kaç kez duymuşumdur o “çalgı”lardan.

Hastalığa karşı genel olarak söylenecek bir şey varsa, o da hasta insanda asıl kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma içgüdüsünün bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, –herşey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan bir yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük ilaç vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla Rus askeri sefere artık dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek... Ölme yürekliliği değildir bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında, yavaşlamasındandır; bir çeşit kış uykusu istemindendir. Bu mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca Hind fakirine varırız... Tepki gösterdiğimiz an kendimizi çabucak tüketeceğimiz için, hiç tepki göstermemek: Budur işin mantığı.

Bu yüzden insanlarla alışverişim hiç de kolay bir sabır sınavı değildir; benim insan sevgim, başkasının duygusunu paylaşmakta değil, paylaştığım duyguya katlanabilmektir. Benim insan sevgim sürekli bir kendimi yeniştir. Ama ben yalnızlık olmadan edemem; yalnızlık, yani iyileşme, kendine dönüş, özgür, hafif, esinen bir havayı solumak... Zerdüşt’üm baştanbaşa yalnızlığa ya da beni anladıysanız, arıklığa bir dithyrambos’tur... Arık deliliğe değil neyse ki... Gözü renk görebilen, “elmastan” der onun için. İnsandan, ayaktakımından iğrenme benim en büyük tehlikem oldu hep.

Gerçekten, sert bir yeldir Zerdüşt alçaltılar için; şu öğüdü verir düşmanlarına, tüküren, balgam atan kim varsa hepsine: Yele karşı tükürmekten sakının!...

NEDEN BÖYLE AKILLIYIM

düşünceye dönük tüm yaradılışlara, alkollü içkilerden hepten uzak durmalarını ne denli salık versem gene azdır. Su ne güne duruyor.

Sıkı çalışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: bir kimseyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, gebeliğin düşünceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan elden geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdünün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?... Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim.

Belki de Stendhal’i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: “Tanrının tek özürü var olmayışıdır”... Bende bir yerde şöyle demiştim: “Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi? Tanrı...”

–Hiç kimseyi okurken Shakespeare’de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bulmak için nasıl acı çekmiş olmalıdır insan! –Hamlet’i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı...

Wagner Alman olan herşeye karşı en iyi panzehirdir, –zehir olmasına da zehirdir, o başka... Tristan’ın bir piyano partisyonu olduğu andan beri-saygılar, Bay von Bülow!– Wagnerciyim. Wagner’in daha önceki yapıtlarını kendimden aşağı, pek beylik, pek “Alman” buluyordum... Ama bugün bile Tristan gibi yaman büyüleyen, o tüyler ürpertici, o tatlı sonsuzlukla dolu başka bir yapıtı tüm sanat dallarında boşuna arıyorum. Leonardo da Vinci’nin tüm gizemleri Tristan’ın ilk notasıyla büyülerini yitiriverirler. Bu yapıt Wagner’in non plus ultrasıdır;

Başka bir akıllılık ve kendini savunma yolu da, insanın elden geldiğince seyrek tepki göstermesi, “özgürlüğünü”, insiyatifini rafa koyup salt bir tepkin olmak zorunda kaldığı durumlardan ve ilişkilerden kaşınmasıdır. Karşılaştırma yapmak için, kitaplarla alışverişimizi alalım. Aslında yalnız kitap açıp kapayan bilgin –orta yetenekte bir filolog için günde yaklaşık olarak iki yüz tane– sonunda kendiliğinden düşünme yetisini iyiden iyiye yitirir. Kitap karıştırmıyorsa düşünmez de. Düşünürken bir uyarıma (okunmuş bir düşünceye) yanıt verir. –yalnızca tepki gösterir artık. Bilgin bütün gücünü evet ve hayır demeye, çoktan düşünülmüş olanları eleştirmeye harcar, –kendisi düşünmez olur... Kendini savunma içgüdüsü bozulmuştur onda; başka türlü olsa, kitaplara karşı kendini savunurdu. Bilgin demek décadent demek. Gözümle gördüm bunu: Yetenekli, verimli, özgür yaradılışlar, daha otuz yaşlarında “okumaktan çökmüşler”, kibrit gibiler artık; kıvılcım, “düşünce” verebilmeleri için sürtmek gerek. –Daha sabahın köründe, insan dinçken, gücünün kuvvetinin şafağındayken, bir kitap açmak, –ayıp derim buna!

Burada artık kişi nasıl kendisi olur sorusuna asıl yanıtı vermeden geçemem. Kendini saklama ve bencillik sanatının başyapıtına değiniyorum böylelikle... Varsayılan ki ödev, ödevin amacı, yazgısı ortalamanın hayli üzerindedir; bu durumda kendini de ödeviyle aynı zamanda farketmek en büyüğü olur tehlikelerin. İnsanın kendisi olmasının koşulu, kim olduğunu hiç mi hiç bilmemesidir.

içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı buydu işte. Koruyuculuğu öyle akıllıca, öyle güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir zaman farkına varmadım bile; tüm yetilerim günün birinde olgunlaşmış olarak en son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış olduğumu hiç anımsamıyorum, yaşamımda bir tek boğuşma izi gösterilemez; yiğitçe bir yaradılışın karşıtıyım ben. Bir şey “istemek”, birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir “dileğin” ardından koşmak –başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile geleceğime –engin bir gelecek– dalgasız bir denize bakar gibi bakıyorum: Bir tek istek kırıştırmıyor onu. Birşeyin olduğundan başka türlü... Ama hep böyle yaşadım ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk dördüncü yaşını doldurmuş bir kimse, ünmüş, kadınmış, paraymış, hiçbir zaman umursamadığını sayleyebilsin! –İstesem bunları elde edemez miydim... Örneğin profesör oldum günün birinde; aklımın kıyısından geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da yoktum. Ondan iki yıl önce de bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl benim için her anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches Museum”undan bastırmak üzere istemişti benden. (Ritschl, saygıyla söylüyorum– şimdiye dek gördüğüm biricik dâhi bilgindi. Biz Thüringen’lileri başkalarından ayıran, bir Almanı bile sevimli yapan o cana yakın baştan çıkmışlık vardı onda. Bizler, doğruya varmak için de olsa, dolambaçlı yolları seçeriz gene. Bu sözlerim, daha yakın hemşerimi, bilgiç Leopold von Ranke’yı aşaladığım anlamına alınmamalı...) X             Bu küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı soracaklar bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler –beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması– şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son derece daha önemlidir. Tam burada başlamalıyız yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha sert deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan yalanlardır; –o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”, “bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda aradılar... “Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı insanları büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta köklerine dek bozdular... Bugüne dek en birinci insanlar diye saygı görenleri kendimle karşılaştırdığımda, aramızda elle tutulurcasına bir ayrım görüyorum. Bu sözde “birinci”leri insandan saymıyorum bile, –onlar benim gözümde insanlığın döküntüleri, hastalığın, önce susamış içgüdülerin doğurtmalarıdır; yıkım getiren, aslında onulmaz canavarlardır hepsi; yaşamdan öç alırlar... Bunun karşıtı olmak istiyorum ben: Sağlam içgüdünün tüm belirtilerine karşı büyük bir duyarlıktır benim ayrıcalığım. Bende sayrıllığın hiçbir izi bulunmaz; en ağır hasta olduğum zamanlar bile sayrıl değildim; boşuna arasınız herhangi bir bağnazlık belirtisini bende. Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır takındığımı gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir; genellikle tavır takınmadan edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı insanlardan sakının! –Yaşam benim için kolaydı, özellikle benden en ağır şeyleri istediği zamanlar. Bu güz, benden sonraki binyılların sorumluluğunu duyarak, ne örneği olan, ne benzeri yapılacak en yüksek işleri hiç ara vermeden çıkardığım o yetmiş gün içinde beni görenler, en küçük bir gerginlik sezmezlerdir bende; tam tersine dipdiri olduğumu, sevinçten kabıma sığamadığımı görürlerdi. Hiç böyle seve seve yememiş, böyle iyi uyumamıştım, –Büyük ödevlerle düşüp kalkmanın bir tek yolu vardır bence, o da oyundur; büyüklüğün belirtisidir bu, ana koşullarından biridir. En küçük zorlama, asık bir yüz, ses tonunda en ufak bir sertleşme, hepsi birer itirazdır bir kimsenin kişiliğine; yapıtı içinse haydi haydi öyledir!... Sinir diye bir şey olmamalı adamda... Yalnızlıktan acı çekmek de bir itirazdır, –ben kendim hep “çokluk”dan acı çektim... Akıl almaz derecede erkenden, daha yedi yaşımda,

içgüdümün uzun, gizli çalışması ve sanatçılığı buydu işte. Koruyuculuğu öyle akıllıca, öyle güçlüydü ki, içimde ne büyüdüğünün hiçbir zaman farkına varmadım bile; tüm yetilerim günün birinde olgunlaşmış olarak en son yetkinlikleriyle açıverdiler birden. Çabalamış olduğumu hiç anımsamıyorum, yaşamımda bir tek boğuşma izi gösterilemez; yiğitçe bir yaradılışın karşıtıyım ben. Bir şey “istemek”, birşeye “göz dikip uğraşmak”, bir “amacın”, bir “dileğin” ardından koşmak –başımdan geçmiş şeyler değil hiçbiri. Şu anda bile geleceğime –engin bir gelecek– dalgasız bir denize bakar gibi bakıyorum: Bir tek istek kırıştırmıyor onu. Birşeyin olduğundan başka türlü... Ama hep böyle yaşadım ben. Bir tek şey dilemedim. Kırk dördüncü yaşını doldurmuş bir kimse, ünmüş, kadınmış, paraymış, hiçbir zaman umursamadığını sayleyebilsin! –İstesem bunları elde edemez miydim... Örneğin profesör oldum günün birinde; aklımın kıyısından geçirmemiştim bunu, çünkü 24 yaşımda ya var ya da yoktum. Ondan iki yıl önce de bir gün filolog oluvermiştim: Şöyle ki, öğretmenim Ritschl benim için her anlamda başlangıç olan ilk filoloji çalışmamı “Rheinisches Museum”undan bastırmak üzere istemişti benden.

Bu küçük şeyleri, yerleşmiş kanlara göre önemsiz şeyleri neden anlattığımı soracaklar bana; hele büyük ödevler de yükleyecekler. Yanıtım: Bu küçük şeyler –beslenme, yer, iklim, dinlenme, bunlarla bencilliğin kılı kırka yarması– şimdiye dek önemli sayılan şeylerden son derece daha önemlidir. Tam burada başlamalıyız yeniden öğrenmeye. İnsanlığın bugüne dek önemle düşünüp durduğu şeyler gerçek bile değildir, kuruntudur yalnızca; daha sert deyimiyle, o sapına dek zararlı, hasta yaratıkların bozulmuş içgüdülerinden doğan yalanlardır; –o kavramların topu, “tanrı”, “ruh”, “erdem”, “günah”, “öte dünya”, “doğru”, “bengi yaşam”... Ama insanoğlunun büyüklüğünü, “tanrısallığını” hep bunlarda aradılar... “Küçük şeyleri”, yani yaşamın temel konularını küçümsemeyi öğretmekle, en zararlı insanları büyük inan saymakla yurt yönetiminin, toplum düzeninin, eğitiminin tüm sorunlarını ta köklerine dek bozdular...

Yaşamımın hiçbir anında kurumlandığımı, etkileyici bir tavır takındığımı gösteremezsiniz. Tavırlarda etkililik büyüklük demek değildir; genellikle tavır takınmadan edemeyen kimse düzmecinin biridir... Göz alıcı insanlardan sakının!

NEDEN BÖYLE İYİ KİTAPLAR YAZIYORUM

Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar.

Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri.

Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir,

insanın içini açabileceği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! –Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapılabilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmiyordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümlelerle büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.

TRAGEDYA'NIN DOĞUŞU

korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence

"Yunanlılık ve Kötümserlik": Daha başka anlama çekilmeyecek bir başlık olurdu bu: Çünkü aslında Yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak... Tragedya'nın ta kendisi, Yunanlıların kötümser olmadıklarının kanıtıdır: Schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı.

En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde.

En derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, –böylelikle Dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. Bunun gibi, Sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. Bu iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim!

–"Dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte kendini de bulan kimse, artık Platon'u, Hıristiyanlığı, Schopenhauer'i çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...

"Tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu Putların Batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "En yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi, –buydu adlandırdığım Dionysosca diye, buydu tragik ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü.

Dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla duyulması görülmemiştir: Tragik bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de Sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük Yunan felsefesinden bile boşuna aradım. Bir tek Herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. Yokuluşun, yokedişin olumlanması –ki Dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır–, karşıtlıklara, savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: Şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz.

Bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: Genç yaşımda Wagner musikisinden duyduklarımın, aslında Wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur; Dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bir kılığa sokuyordum içgüdümle. Bunun kanıtı ise –bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü bir kanıt– "Wagner Bayreuth'da" adlı yazımdır. Psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; Wagner adının geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da Zerdüşt adını koyabilirsiniz. Dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve Wagner gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. Wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı.

ÇAĞDIŞI YAZILAR

Bu dört yağınmadan ilki olağanüstü bir başarı kazandı. Kopardığı gürültü her bakımdan duyulmaya değerdi. Üstün gelmiş bir ulusun yarasına parmak basmıştım, –kazandıkları yengi bir ekin olayı değildi, tersine bambaşka birşeydi belki de... Yalnız David Strauss'un eski dostlarından değil, her yandan yanıt yağdı; onu kendinden hoşnut, dar kafalı Alman aydını örneği olarak, kısacası "Eski ve Yeni İnanç Üstüne" adlı birahane İncil'inin yazarı olarak gülünç düşürmüştüm

–Bu yazıların tanık olduğu o hayli geride kalmış durumları şimdi göz önüne getirdiğimde, aslında yalnız kendimden söz açmış olduğumu saklayamam. "Wagner Bayreuth'da" yazısı kendi geleceğimin bir düşüdür; "Eğitici Olarak Schopenhauer"de ise, benliğimin en iç öyküsü, oluşması yazılıdır.

İNSANCA, PEK İNSANCA

İnsanca, Pek İnsanca bir bunluğun anıtıdır. Özgür düşünürler için bir kitap: Budur kendine taktığı ad. Hemen her cümlesi bir yengi anlatır; yaradılışımda bana aykırı olan'dan kurtardım böylelikle kendimi. Bana aykırı olansa ülkücülüktür. Budur başlığın demek istediği, "sizin ülküler gördüğünüz yerde, ben insanca, pek insanca şeyler görüyorum yalnız!"... İnsanı ben daha iyi tanırım... Burada "özgür düşünür" sözü bir tek anlama gelir: Özgürlüğüne kavuşmuş, kendini yeni baştan bulmuş bir düşünce. Sesin tonu, tınlayışı baştanbaşa değişmiştir; kitabı kurnazca, soğuk, yerine göre de sert alaycı bulursunuz. Soylu beğeniden gelme bir tür tinsellik sanki derinde bir tutku akıntısına karşı direnmektedir.

Bu kitabın başlangıcı, Bayreuth festivalinin ilk olarak yapıldığı haftalara rastlar; orada çevremi kuşatan herşeye karşı duyduğum derin bir yabancılık, çıkış noktalarından biridir onun. O zamanlar üzerime ne çeşit görünümler üşüştüğünü bilen, günün birinde Bayreuth'da uyanınca nasıl olduğumu kestirebilir. Sanki düş görüyordum... Neredeydim acaba? Hiçbir şeyi tanımaz olmuştum, az kalsın Wagner'i bile tanıyamayacaktım.

–Zavallı Wagner! Buralara da mı düşecekti! Domuzlar arasına düşseydi bari! Ama Almanların içine düşmek!

O sıra benim içimde açığa çıkıp kesinleşen şey, Wagner'le bozuşma falan değildi, –içgüdümün toptan sapıttığını farkettim; tek tek yanılgılarım, Wagner olsun, Basel'de profesörlük olsun, hepsi bunun belirtileriydi yalnız. Kendime karşı bir sabırsızlık çöktü üstüme. Toparlanıp ayılmam için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Bir an içinde, o güne dek vaktimi nasıl boşu boşuna harcadığım, ödevimle ölçülünce filolog yaşamımın nasıl işe yaramaz, nasıl gelişigüzel olduğu korkunç bir açıklıkla kafama dank etti. Bu yanlış alçakgönüllülüğümden utandım... Geride bıraktığım on yıl içinde düşüncemin beslenmesi hepten durmuştu; işe yarar yeni hiçbir şey öğrenmemiş, bilgiçliğin toz tutmuş eski püsküyle uğraşmaktan, pek çok şeyi aptalcasına unutmuştum. İlkçağ şiirinin ölçüleri, ayakları içinde büyük bir titizlikle, kör köstebek gibi sürünmek, –buralara düşmüştüm artık! Acıyarak bakıyordum kendime, açlıktan bir deri bir kemik kalmıştım: Bildiklerim arasında bir tek şey yoktu gerçek adına; "ülküler"se beş para etmiyordu! İçimi yakıcı bir susuzluk sarmıştı bayağı: Gerçekten, o gün bu gün fizyoloji tıp ve doğa bilimlerinden başka hiçbir şeyle uğraşmadım, –asıl tarihsel incelemelere bile, ancak ödevim beni zorla sürüklediği zaman döndüm. İlk o zaman, iç güdüye aykırı olarak, insanı çekip bağlayan hiçbir olmaksızın seçilmiş bir etkinlikle, o "meslek" dedikleriyle, boşluk ve açlık duygusu içinde afyon yerine geçecek, Wagner sanatı örneği bir sanat bulup kendini uyuşturma gereksinmesi arasındaki ilişkiyi de sezdim. Çevreme yakından bakınca, bu tehlike başlarında olan çok sayıda genç gördüm: Doğaya aykırı bir iş, bir ikincisini getirir ardından, hiç şaşmaz bu. Daha açık söyleyeyim, Almanya'da, "Alman devleti" içinde çok kimse erkenden seçip karar verir, bir daha da bu yükü üzerinden atamaz, altında çürür gider; bunun kurtuluşu yoktur... İşte böyleleri afyon ister gibi Wagner'i isterler, –orada bir an olsun kendilerini unuturlar, kendilerinden sıyrılırlar... Bir an da ne söz, beş altı saatliğine!

zaman içgüdüm, razı olmanın, başkalarına uymamın, kendimi onlarla bir tutmanın daha da uzun sürmesine karşı kıyasıya cephe aldı. Başlangıçta toyluğumdan içine düştüğüm, sonra da o "ödev duygusu" denilen şey yüzünden saplanıp kaldığım bu hiç yakışmayan "çıkar gözetmezlik" tense, her türlü yaşama, elverişsiz koşullara, hastalığa, yoksulluğa katlanmak bence yeğdi.

Ayrıca hastalık, alışkanlıklarımı tümüyle kökünden değiştirme hakkını verdi bana; unutmama izin verdi, buyurdu bunu. Gene onun bağışıydı o sırtüstü yatmak, aylak gezmek, beklemek, sabretmek, kısaca düşünmek zorunluluğu... Gözlerimin durumu yetti tek başına, her türlü kitap kemiriciliğe, açıkça filolojiye paydos ettim: "kitap"tan kurtulmuştum, yıllarca hiçbir şey okumadım artık, –şimdiye dek kendime yaptığım en büyük iyilik bu oldu!– sürekli olarak başka benlikleri dinlemekten –başka nedir ki okumak?– iyice dibe gömülmüş, sesi soluğu kesilmiş o en derin benliğim yavaş yavaş uyandı, önce çekingen ve şüpheciydi, ama sonra yeniden konuşmaya başladı. Yaşamımın o en hasta, en acılı günlerinde kendimden duyduğum mutluluğu başka zaman duymadım hiç. Bu "kendime dönüş"ün benim için ne anlama geldiğini anlayabilmek için, "Tan Kızıllığı"na ya da "Gezgin ve Gölgesi"ne bir göz atmak yeter: En yüksek anlamıyla bir iyileşmeydi bu! Gerisi kendiliğinden geldi.

TAN KIZILLIĞI

Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi: Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan bu kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan herşeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya, kötülüğe rastlayamazsınız; güneşte yatar o, tostoparlak, mutlu, kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi.

Bu olumlayan kitap, ışığını, sevgisini, sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce bir hak ve öncelik veriyor. Töreye saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca... "Ya da" diye bitiyor kitap, –biricik kitap bu, "Ya da" ile biten...

Ödevim, insanlığın en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan ortaya koyacağı o ânı, o büyük öğle'yi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü.

ŞEN BİLİM

Olumlayan bir kitaptır "Tan Kızıllığı", derinliğine derin, ama yumuşak ve aydınlık. Gaya Scienza da öyledir, hem de sapına dek: Hemen her cümlesinde derin düşünceyle kabına sığmazlık kardeşçe elele verirler. Yaşadığım en eşsiz ocak ayına –ki bu kitap baştanbaşa onun armağanıdır– minnetimi belirten bir şiir, bilimin şenliği hangi derinliklerden kopup geliyor, bunu yeterince açığa vurur: Ey sen ki elinde alevden mızrak,Paramparça ettin ruhumun buzlarını,Denize akıyor şimdi çağıldayarak,Bulmaya en yüce umutlarını:Hergün daha aydınlık, daha bir diriVe özgür, o sevecen zorlayışla, bak–Övüyor sunduğun mucizeleri,Ey güzeller güzeli Ocak!

ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ

düşüncesini getirir insanın aklına, –Buda'cıların aklına hiç değilse,– Yakında eşsiz birşey geleceğinin yüzlerce belirtisini taşıyan Gaya Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda; dördüncü kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi vardır. –Karışık koro ve orkestra için yazılmış "Yaşama Övgü" de gene bu zaman rastlar;

Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı: "Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha".

Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. "Dionysosca" kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada; onunla ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde bir an bile soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt'ün yanında yalnızca bir inanandır, doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı değildir. Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur ya, daha birşey değildir bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı yerini, içinde yaşadığı gökmavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu söylemeye hakkı vardır Zerdüşt'ün: "Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal sınırlar; gitgide azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara, –sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal dağlardan." Tüm büyük kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de Zerdüşt'ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız.

Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. –Başka bir düşünüş yolu da oraya götürür bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur: Şimdiye dek evet denen herşeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen kimse, nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle hafif, böylesine az yersel oluyor –bir dansçıdır Zerdüşt–; gerçeği en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o "uçurum gibi derin" düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, –tam tersine evrensel olumlayışın, "o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta kendisidir... "Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu kutsayan evet-deyişi"... İşte gene vardık Dionysos'a.

Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için "insan" ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, –bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç, –insandan o büyük tiksinmeyi de yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu bekleyen çirkin bir taştır. Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak: Bu büyük yorgunluk benden ırak olsun hep! Bilip tanırken bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca; benim bilgim bir çocuk gibi arıksa, onda doğurtma istemi olduğu içindir. Bu istem tanrıdan, tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar... varolsaydı?

Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma isteğim; taşı böyle arar çekiç de. Bilseniz, nasıl bir yontu taşta benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde, en çirkininde mi uyumalıydı böyle! Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun! Onu tamamlayacağım; bir gölge geldi göründü çünkü bana, –tüm şeylerin en eşsizi, en tüy gibisi göründü bana bir kez! Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne... tanrılardan!.. Bu koşuklar dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de belirtmek isterim: Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan tad, Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır. "Sert olun" buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük kesinlikle biliş, gerçek belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.–

İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE

Çağcıllığın eleştirilmesidir bu kitabın (1886) özü, çağcıl bilimlerin, çağcıl sanatların eleştirilmesidir; çağcıl siyasa bile girer bunun içine, –arada bunların tam karşıtı, olabildiğince az çağcıl bir örnek, soylu, olumlayıcı bir örnek de verilmektedir. Bu sonuncu yönden, kitap bir gentilhomme'lar (Soylu kişi.) okuludur ve bu kavram hiç bu denli kökten, özlü anlamda alınmamıştır. Ona yalnızca dayanmak için bile, insanda yürek olmalı, korku nedir öğrenmemiş olmalı insan...

–bir tek gönül alıcı söz yoktur koca kitapta.. Hepsi dinlemedir bunların: İnsan öyle Zerdüşt gibi avuç dolusu iyilik saçtıktan sonra, kim bilir nasıl bir dinlenme zorunludur ona... Tanrıbilimci ağzıyla konuşursak –iyi dinleyin, her zaman tanrıbilimci gibi konuşmam, –günlük işini bitirince yılan kılığında Bilgi Ağacının altında yatan, tanrının kendisiydi. Tanrılığın yorgunluğunu böyle çıkardı... Pek güzel yapmıştı herşeyi. Tanrının yedi günde bir aylaklığıdır şeytan, başkası değil...

TÖRE'NİN SOYKÜTÜĞÜ

Şu sorunun yanıtını veriyor üçüncü inceleme: Çilecilik, rahiplik ülküsü, aslında zararlı mı zararlı bir ülkü, bir bitiş istemi, bir décadence ülküsü iken, nasıl olup da böylesine sınırsız bir güç kazanmıştır? Yanıt: Sanıldığı gibi, tanrı papazların arkasında olduğu için değil, yalnızca faute de mieux (Daha iyisi olmadığı için, yokluktan.), –şimdiye dek biricik ülkü o olduğu için, yarışanı olmadığı için. "Çünkü hiçbir şey istememektense, hiçliği istemeyi yeğ tutar insan"... Herşeyden önce, Zerdüşt'e gelinceye dek bir karşı ülkü eksikti.– Beni anladınız. Bir psikologun tüm değerleri yenileme işi için başlıca üç hazırlığı. –Rahibin psikolojisi ilk olarak bu kitapta bulunur.

PUTLARIN BATIŞI

Öbür kitaplardan apayrıdır o: Daha özlüsü, daha bağımsızı, daha yıkıcısı, daha... hayını yazılmamıştır hiç. Gözlerimin önünde herşeyin nasıl başaşağı durduğunu şöyle kabataslak anlayabilmek için, bu kitabı okumaya girişmelidir. Başlığındaki put sözcüğü, şimdiye dek "doğru" dedikleri şeydir düpedüz. Putların Batışı, açıkçası: Eski doğruların sonu geldi.

WAGNER OLAYI

Bu yazının hakkını verebilmek için, insan musikinin yazgısını kanayan bir yara gibi içinde duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı arıtıcı, olumlayıcı yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un flütü değil, bir décadence musikisi olmasından... Ama insan musikinin davasını öz davası gibi, kendi çektiği acırlarmış gibi duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı derecede yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak, kendi kendisiyle de kızmadan alay etmek

her türlü sertliği haklı gösterse bile– insanlığın ta kendisidir. İstesem, eski bir topçu olarak, Wagner'e karşı ağır bataryalarımı da sürebilirdim; bundan şüpheniz olmasın. –Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi kendime sakladım,– Wagner'i severdim. Hem benim ödevimin anlamına, tuttuğum yola uygun düşeni, daha seçkin, "bilinmeyen" birine saldırmaktır–

Luther, o tanrının belası keşiş, kiliseyi ve –bin kez beteri– Hıristiyanlığı, tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı... Hıristiyanlığı, yaşama isteminin din kılığına girmiş yadsınmasını!... Luther, bu akıl almaz keşiş, "akıl almazlığı" yüzünden kiliseye saldırdı ve –dolayısıyla– onu ayağa kaldırdı yeniden... Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar, oyunlar düzseler yeridir...

Ama psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği ya da pisliği için... İnsan daha temiz bile değilken, derinliği nasıl olur? Kadın gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, –yoktur da ondan: Hepsi bu.

Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler, ama bayalığın son perdesidir bu, –yalnızca birer Alman olmalarından bile utanmazlar... Her konuşmaya karışırlar, son söz kendilerindedir sanırlar; korkarım benim üstüme bile son sözü söylemişlerdir... Yaşamım baştanbaşa bu cümlelerin en kesin kanıtıdır. Orada bana karşı düşünceli, ince bir davranışın izini aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu, ama Almanlardan hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı yumuşak davranırım, iyiliğini isterim herkesin, –ayrı gayrı gözetmemeye hakkım vardır benim–: Ama gözlerimin açık olmasına da engel değildir bu.

NEDEN BİR YAZGIYIM BEN

–dinler ayaktakımı işidir; dindar birine dokununca, ardından ellerimi yıkamam gerektir.

Günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye ödüm kopuyor: Anlıyorsunuz ya, bu kitabı önceden çıkarıyorum ki, ilerde benim adıma ahmaklıklar yapmasınlar. Ermiş olmak istemem, soytarı olayım daha iyi... Belki öyleyimdir de. Buna karşın, daha doğrusu, daha doğrusu karşın değil –ermişlerden daha iyi dolandırıcı gelmemiştir çünkü, –doğrular çıkıyor benim ağzımdan. Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek yalana doğru dediler çünkü.

–Tüm değerlerin yenilenmesi: İnsanlığın en yüce bir kendine geliş eylemine –ki bende cisim bulmuş, deha olmuştur– taktığım ad budur işte. Talihim böyle istiyor, ilk namuslu insan ben olmalıyım, binlerce yıllık yalan dolana karşı durmalıyım kendimi... Yalanın yalan olduğunu duyup... koklamakla, doğruyu ilk bulan ben oldum... Burun deliklerimdedir benim dehâm. Şimdiye dek hiç kimse benim durduğum gibi karşı durmamıştır ya, gene de yadsıyan bir kafanın tam tersiyim ben. Şimdiye dek eşi gelmemiş bir muştucuyum; şimdiye dek kavramı bile olmayan, öylesine yüksek ödevler biliyorum; ancak benimle birlikte umut bağlanıyor gene. Böylece, zorunlu olarak yıkım getirici bir adamım ben. Çünkü doğru binlerce yıllık yalanla kavgaya tutuşunca, kimsenin aklından bile geçirmediği depremler, sarsıntılar göreceğiz; dağ, koyak birbirine karışacak. Siyasa kavramı o gün bir düşünceler savaşı içinde hepten yitip gidecek; eski toplumun tüm siyasal kurumları havaya uçacak, –çünkü yalan üstüne kurulmuş topu da. Yeryüzünde ilk benimle başladı büyük siyasa.

Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar: çünkü o İranlının tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir. İyi ile kötü arasındaki kavganın, dünyanın gidişini sağlayan asıl çark olduğunu Zerdüşt görmüştü ilk, –töre’nin gerçek güç, neden, amaç olarak metafizik alana aktarılması onun işidir. Ama zaten içinde saklıdır bu sorunun yanıtı. Zerdüşt bu en belalı yanılgıyı, töreyi yaratmıştı: Onu ilk tanıyan da kendisi olmalı dolayısıyla. Burada her düşünürden daha çok ve uzun görgüsü olması değil yalnız –tarih baştanbaşa o “törel dünya düzeni” dedikleri ilkenin deneysel çürütülmesidir–, daha da önemlisi, tüm düşünürlerin en dürüstüdür Zerdüşt. Onun öğretisinde –ve yalnız orada, dürüstlük en yüksek erdemdir, yani gerçek önünde tabanları yağlayan “ülkücü” korkaklığının karşıtıdır; Zerdüşt öbür düşünürlerin topundan daha yüreklidir. Doğruyu söylemek ve iyi ok atmak, budur Pers erdemi. –Bilmem anlıyor musunuz?... Töre’nin, dürüst olduğu için, kendi kendini yenmesi, törecinin ise tam karşıtına –yani buna- dönüşmesi... Budur benim ağzımda Zerdüşt adının anlamı.

–Anladınız mı beni? Beş yıl önce Zerdüşt’ün ağzından söylemediğim bir tek söz yok demin söylediklerim içinde. –Hıristiyan töresinin açığa çıkarılması eşine rastlanmaz bir olaydır, gerçek bir yıkımdır.

Kim bu konuyu aydınlatmışsa, bir force majeure, bir alınyazısıdır, insanlık tarihini ikiye böler: Ondan önce yaşayanlar, ondan sonra yaşayanlar...

–Anladınız mı beni? –Çarmıhtakine karşı Dionysos...

==========

12 Ağustos 2019 Pazartesi

Tan Kızıllığı


Bu kitapta bir "yeraltı çalışanını" bulacaksınız; burgulayan, kazan, toprağın altını oyan bir kimseyi. Onu ancak böyle bir dip çalışmasını görecek gözleriniz varsa görebilirsiniz: Işığın ve havanın her uzun süreli eksikliğiyle birlikte ortaya çıkan sıkıntı, kendini aşırı derecede göstermeden ne denli yavaş, ihtiyatlı ve yumuşak bir inatçılıkla ilerliyor o. Kendisinin bu karanlık işinden memnun olduğunu söyleyebilirsiniz. Ona bir inan yol gösteriyor, bir teselli ödüllendiriyor gibi gözükmüyor mu? Belki de kendi uzun karanlığının olmasını istiyor, anlaşılmazlığının, gizliliğinin, gizemliliğinin. Çünkü kendisinin neye sahip olacağını da biliyor: kendi sabahına, kendi kurtuluşuna, kendi tan kızılına?... Mutlaka geri dönecek. Ona aşağıda ne yaptığını sormayın. Görünürdeki bu Trophonios ve yeraltılı yeniden "insan olunca" size onu kendisi söyleyecek. Onun gibi bu kadar uzun süreyle köstebek olunca insan, yalnız olunca, susma alışkanlığını tümden yitiriyor...

Kant'ın masum diliyle ifade edelim dersek; kendisi onu "majestik ahlaksal yapıya düz ve sağlam bir zemin" hazırlamak için kendine ait "pek o kadar da parlak olmayan, ama yine de yararlı" bir görev ve iş olarak nitelendirir (Saf Aklın Eleştirisi II, s. 257). Ah, bununla başarılı olamadı, tam tersi oldu!... Bugün bunu söylememiz gerekiyor. Kant bu coşkulu amacıyla diğer çağlardan daha coşkulu sayılabilecek çağının en uygun çocuğuydu: Bereket versin ki o çağın değerli yanlarıyla da ilişkisi olmuştur (Örneğin kendi bilgi kuramına aldığı iyi bir duyumculuk parçasıyla). Onu da bir ahlak tarantulası olan Rousseau sokmuştu, onun ruhunun derinliklerinde de ahlaksal fanatizm düşüncesi yatıyordu, infazcısı ise kendisini bir başka genç Rousseau olarak hisseden ve açıklayan kişi, yani Robespierre'di,

Böyle bir kitap, böyle bir sorun aceleye getirilmez; bunun da ötesinde, ikimiz de lento'nun arkadaşlarıyız, hem ben, hem de kitabım. Boşuna filolog olmadım, belki de hala öyleyimdir, yavaş okumayı öğreten demektir bu: — sonunda yavaş yazmaya da başladım. Şimdi artık bu bende sadece alışkanlık haline gelmiş değil, bandan zevk de alıyorum... acaba kötü bir zevk mi?... "Acelesi olan" her tür insanı şüpheye düşürmemek için daha fazla yazmamalı. Filoloji esasen saygıdeğer bir sanattır, kendisini bu sanata adayanlardan başlıca bir şey ister: yol vermek, kendine zaman tanımak, sessiz ve yavaş olmak... kelimenin bir kuyumcusu ve uzmanı olarak, tümüyle ince, titizlikle yapılan işi bitirmek zorundadır ve eğer onu lento'ya ulaştıramamışsa, hiçbir şeye erişememiş demektir. Özellikle bu nedenle filoloji bugün, her zaman olduğundan daha gereklidir. İşte bu sayede bizi şiddetle kendine çekiyor ve büyülüyor, bir "iş" çağının ortasında şunu söylemek istiyor: Her şeyin "işini hemen bitirmek" isteyen telaş, gereksiz ve terletici acelecilik, eski ve yeni kitabın da canına okumak ister: — Kendisi hiçbir şeyi öyle kolay bitiremiyor, iyi okumayı öğretiyor, yani yavaş, derin, ihtiyatlı, özenli, art niyetle, açık bırakılmış kapılarla, narin parmaklarla ve gözlerle okumayı... Sabırlı dostlarım, bu kitap kendisi için yetkin okurlar ve filologlar diliyor: Beni iyi okumayı öğrenin!

İşte o çile çekmenin erdem, ikiyüzlülüğün erdem, intikamın erdem, vahşetin erdem, aklın inkarının erdem, buna karşın kendini iyi hissetmenin tehlike, öğrenme hırsının tehdit, barışın tehlike, acımanın tehlike, merhamet görmenin küfür, işin küfür, çılgınlığın tanrısallık, değişimin ahlaksızlık ve bozulma emaresi sayıldığı çağda! — Siz bunların hepsinin değiştiğini ve insanlığın böylece kendi karakterinde yanılmış olması gerektiğini mi sanıyorsunuz? Ah siz insan sarrafları, kendinizi daha iyi tanıyın!

İnsanüstü Tutkular Bakımından İnançtaki Değer. — Evlilik kurumu, bir tutku olmakla birlikte, yine de süreklilik yeteneği olduğu için aşkın, sürekli, yaşam boyu aşkın, kural olarak konulabileceği inancını ısrarla ayakta tutar. Her ne kadar, çok sıklıkla ve normal olarak hemen hemen hep çürütülse ve böylelikle birpia fraus ise de, bu soylu inancın direnişi sayesinde evlilik aşka yüksek seviyede bir asalet verir. Bir tutkunun devamlılığına ve sorumluluğuna inanç hakkı tanıyan bütün kurumlar, tutkunun doğasına aykırı olarak, ona yeni bir mevki verdiler: Ve kim bundan böyle bir tutkuya kapılırsa, eskiden olduğu gibi bu sayede aşağılandığına veya tehlike karşısında olduğuna değil, kendisinin ve kendi gibilerin gözünde yüceldiğine inanır. Bir anlık ateşli bağlılıktan sonsuz bağlılığı, geçici öfkeden sonsuz intikamı, umutsuzluktan sonsuz kederi, ani ve bir defalık bir sözden sonsuz bağlılığı çıkaran kurumları ve töreleri düşünün. Böyle bir değişimle her seferinde dünyaya birçok yalan ve riya geldi. Her seferinde de ve bunun karşılığı olarak yeni bir insanüstü kavram, insanı yücelten kavram geldi.

Duygular ve Bunların Yargılar Bakımından Kökeni. — "Duygularına güven!" — Ama duygular hiç de en son, en kökensel şeyler değildir. Duyguların arkasında bize duygular biçiminde (sempatiler, antipatiler) kalıtım yoluyla gelmiş olan yargılar ve değerlendirmeler bulunur. Duygudan kaynaklanan ilham bir yargının torunudur... ve çoğunlukla yanlış bir yargının! — Ve her halükarda senin çocuğun değil! Duygularına güvenmek... bu, büyükbabasına ve büyükannesine ve onların büyükanne ve babalarına içimizdeki tanrılardan daha çok itaat etmemiz anlamına gelir: aklımıza ve deneyimimize.

insan bir şeyi araştırıp ortaya çıkarmayı bilmediği yerde, yaratmayı öğrendi.

—Schopenhauer hakkında, haklı olarak, insanlığın acılarını nihayet yeniden ciddiye aldığı söylenir. Bu acılara karşı panzehiri sonunda ilk kez ciddiye alan ve duyulmamış sahte hekimliği zincire vuran kişi nerede?

Hastalık Üzerine Düşünceler! — Hastanın kuruntusunu yatıştırın ki, en azından şimdiye kadar olduğu gibi hastalığından çok, hastalığıyla ilgili düşüncelerinden dolayı acı çekmesin... bu da bir şeydir diye düşünüyorum! Ve bu az bir şey değil! Görevimizi şimdi anlıyor musunuz?

"Yollar". — İnsanlığı büyük tehlikelere sokan hep sözde "kısa yollar" oldu; daha kısa bir yolun bulunduğu haberinin sevinciyle hep yolundan ayrılıyor... ve yolunu kaybediyor.

==========

Avrupalı Olmayan ve Soylu Olmayan. — Hıristiyanlıkta biraz doğululuk, biraz kadınsılık var: "Tanrı kimi severse onu terbiye eder" düşüncesi bu görüşü açığa vuruyor. Çünkü doğuda kadınlar döverek cezalandırılmalarına ve kendilerinin dünyaya karşı katı şekilde kapalı tutulmalarına kocalarının sevgilerinin bir göstergesi olarak bakarlar ve bu göstergeler olmazsa şikayetçi olurlar.

Bir Teklif— Eğer benimiz, Pascal'a ve Hıristiyanlığa göre, hep nefret edilmeye değer ise, nasıl olur da onu başkalarının sevmesine izin verip, kabul edebiliriz... bu başkası ister tanrı olsun, ister insan! Sadece nefreti hak ettiğini bile bile başka savunucu duygulardan söz etmemek için kendini sevdirmek, yakışık almaz. —"Ama aslında bu, merhamet alanına girer."— Öyleyse sizin yakınınıza karşı duyduğunuz sevgi bir merhamet mi? Acımanız merhamet mi? Şimdi, eğer bu sizin için mümkünse, o zaman bir adım daha atın: Kendinizi merhametten ötürü sevin. — O zaman tanrınıza hiç ihtiyacınız kalmaz ve içinizde günaha girmekle ve kurtuluşla ilgili dramın tümü son bulur!

Bir aziz müminler arasına girmişti ve onların günahtan sürekli nefret etmelerine artık katlanamıyordu. Sonunda şunları söyledi: "Tanrı her şeyi yarattı, sadece günahı yaratmadı. Ona yeltenmemiş olması büyük mucize değil mi? — Ama insan günahı yarattı. — Ve o, bu tek çocuğunu reddetmeliydi, çünkü günahın büyükbabası olan tanrının hoşuna gitmiyordu! Bu insani midir? Bütün onurlar, onuru hak edene! — Ama kalp ile görevin önce çocuğun lehine konuşmaları gerekiyordu... ve ondan sonra ikisi birlikte büyükbabanın onuru için!"

Tahminlerini dogmalar gibi cüretle ortaya koyup, İncil'in her hangi bir yerini yorumlarken nadiren dürüstçe sıkılganlık gösteriyorlar. Her seferinde: "Haklıyım çünkü burada yazılı", diyorlar... ve bunu arkadan utanmazca yapılan yorum izliyor; bunu bir filolog duyduğu zaman öfke ile gülme arasında kalıp defalarca kendine soruyor: Bu mümkün mü? Bu dürüst mü? Bu gerçekten yakışık alır mı? — Bu doğrultuda hala Protestan minberinden ne namussuzluklar yapılıyor, vaiz nasıl da kimsenin sözünü kesmemesinin avantajını terbiyesizce sömürüyor, burada olduğu gibi İncil nasıl da oradan buradan kırpılıp, her türlü berbat okuma sanatı ile halka öğretiliyor. Bunu sadece ya hep kiliseye giden ya da hiç gitmeyen kimse küçümser.

merhamete ihtiyacı olan kimseyse, bunlar onun artık yakınları değil. — Bütün dinlerde, eski, gelişmemiş bir bir insan zekasının ürünü olma özelliği var.., hepsi gerçeği söyleme yükümlülüğünü şaşılacak derecede hafife alıyor. Tanrının insanlığa karşı gerçekten ne gibi görevi olduğu ve bunu açık seçik olarak bildirmesi konusunda henüz hiçbir şey bilmiyorlar.

Ve korkan birisi gibi, gücü yettiği kadar bağıra bağıra konuşuyordu.

Vaktiyle tanrının olmadığı kanıtlanmaya çalışılıyordu... bugün tanrının olduğu inancının nasıl ortaya çıkabildiği ve bu inancın neyle ağırlık ve önem kazandığı gösteriliyor. Böylece tanrının olmadığı konusunda karşı kanıta gerek kalmıyor. — Eskiden ortaya konan "tanrının varlığının kanıtları" çürütüldüğü zaman, bu çürütülenlerden daha iyi deliller bulunamaz mı diye hala bir şüphe vardı. Eskiden ateistler işi kesin bir şekilde çözmeyi bilmiyorlardı.

Hepimizin Akılsızlığı Nerede Yatıyor. — Biz hala yanlış dediğimiz yargılardan, artık inanmadığımız öğretilerden sonuçlar çıkarıyoruz... duygularımızla.

Düşündürücü. — Sadece gelenek olduğu için bir inanca bağlanmak... bu elbette namussuz olmak, korkak olmak, tembel olmak demektir! — Öyleyse, ahlaklılığın ön koşuluna namussuzluk, korkaklık ve tembellik olmuyor mu?

haklı ve her halükarda genel olarak çok yararlı olduğunu anlamazlıktan gelmek istemem. — Yani ahlaklılığı, simyayı reddettiğim gibi reddediyorum; daha doğrusu, onların önkoşullarını reddediyorum. Bu, önkoşulların olduğuna inanan ve ona göre davranan simyacıların var olduğunu inkar ettiğim anlamına gelmez. — Ahlaksızlığı da inkar ediyorum: Çok sayıda insanın kendisini öyle hissettiği için değil, kendisini böyle hissetmek için gerçekten bir neden bulunduğu için. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi — deli olmamam önkoşuluyla — ahlaksız denilen birçok eylemin engellenmesi ve bunlara karşı mücadele edilmesi gerektiğini inkar etmiyorum, keza ahlaklı olduğu ifade edilen şeylerden birçoğunun yapılıp, teşvik edilmesi gerektiğini de inkar etmiyorum... ama ben, birinin olduğu gibi öbürünün de şimdiye değin olduğundan farklı nedenlerden dolayı yapılması gerektiğini düşünüyorum. Farklı şekilde düşünmeyi öğrenmek zorundayız... sonunda, belki çok geç, ama çok fazlasına erişelim diye: farklı hissedelim diye.

Değer Vermelerimiz. — Bütün eylemler onlara verilen değerlere dayanırlar. Saygı duymalarımızın hepsi ya kendimize aittir ya da başkalarından edinilmiştir... edinilmiş olanlar büyük ölçüde daha fazladır. Niçin onları ediniriz? Korkudan. yani, bize aitmiş gibi davranmayı daha yararlı görürüz... ve kendimizi bu bozulmaya öylesine alıştırırız ki, sonuçta bizim karakterimiz haline gelir. Kendimizin değer vermesi: Bu, bir şeyin sadece bize verdiği keyif veya keyifsizlik göz önünde tutulup, başkalarına verdiği keyif veya keyifsizliğin dikkate alınmaması suretiyle ölçülmesi demektir... çok olağanüstü bir şey!

Sahte Bencillik. — Çoğu insan 'egoizm" hakkında ne düşünürse düşünsün, ne söylerse söylesin, yine de yaşamı boyunca egosu için hiçbir şey yapmaz, tersine, sadece çevresindekilerin kafalarında kendi hakkında oluşmuş ve onlara bildirmiş olan ego hayaleti için yapar... bunun sonucu olarak bu tür insanların hepsi şahsına ait olmayan, yarı şahsi fikirlerin ve keyfi, sanki şiirsel değerlendirmelerin sisi içinde yaşar; biri ötekinin kafasında, öteki kafa da başka kafaların içinde. Kendine sakin bir görünüm vermeyi başaran fantezilerin harika dünyası! Bu fikirler ve alışkanlıklar sisi, sardığı insanlardan hemen hemen tamamen bağımsız olarak gelişir ve yaşar. içinde "insanlar" hakkındaki genel yargıların müthiş etkisi bulunur... kendilerine yabancı olan bütün bu insanlar, kansız soyutluk olan "insana", yani bir kurguya inanırlar. Ve bu soyutlamada yapılan her değişiklik, bazı güçlülerin kararlarıyla (hükümdarlar ve filozoflar gibi) olağanüstü ölçüde ve akıldışı derecede büyük kitleleri etkiler... bütün bunlar, bu çoğunluk içinde her bireyin gerçek, kendisi için erişilebilir olan ve kendisi tarafından kurulan bir egoyu, genel, kişisel özelliği olmayan kurguya karşı koruyamayıp onu böylece yok edememesinden kaynaklanır.

Eğer birey mutluluk isterse, ona mutluluğa giden yolu gösterecek bir yönetmelik verilmez. Çünkü bireysel mutluluk başkalarının bilmediği, kişisel kanunlardan çıkar, dışarıdan gelen yönetmeliklerle sadece engellenip, kös teklenir.

Her bilinçli yaratığın (hayvan, insan, insanoğlu vs.) gelişimi sırasında taşıdığı bilinçsiz amacının "en yüce mutluluk" olduğu doğru değildir. Daha ziyade, gelişmenin her basamağında özel ve mukayese edilemez, ne yüksek ne alçak, tersine kendine özgü bir mutluluğa ulaşır. Gelişme mutluluk istemez. Gelişme, gelişme ister, başka bir şey değil. — Eğer insanlığın genel kabul gören bir amacı olsaydı, "şöyle ve böyle davranılmak zorunda" diye öneride bulunmak mümkün olurdu. Şimdilik böyle bir amaç yok. Yani ahlakın talepleri, insanlıkla bir ilişkiye sokulmamalı; böyle bir şey akılsızca ve ciddiyetten uzak olur. — İnsanlığa bir amaç önermek bambaşka bir şeydir: O zaman amaç bizim arzumuza göre düşünülmüş bir şey olur. Önerilen şeyin insanlığın hoşuna gittiğini varsayalım. Bunun üzerine insanlık, kendine de aynı şekilde arzuya dayanan bir ahlak yasası koyabilir. Ama ahlak yasası şimdiye dek arzunun üstünde olmak zorundaydı. İnsan esasen kendisine böyle bir yasa koymak istemiyordu. Tersine, onu bir yerden almak ya da bir yerde bulmak ya da onun bir yerden kendisine emir olarak verilmesini istiyordu.

Hapishanede. — Gözüm, ister güçlü olsun ister zayıf, sadece belirli bir uzaklığı görür. Ve bu belirli uzaklığın içinde yaşayıp dokurum, bu ufuk çizgisi, kaçamadığım şimdiki büyük ve küçük alın yazımdır. Her yaratığın çevresinde yaratığa özgü, orta noktası olan içbükey daire var. Buna benzer bir şekilde, kulağımız da bizi küçük bir alana hapseder, benzer bir şekilde dokunma duygumuz da. Hapishane duvarları gibi, her birimizin içine duyularını hapsettiği bu ufuklara göre dünyayı ölçer bunu yakın, onu uzak, bunu büyük, onu küçük, bunu sert ve onu yumuşak diye adlandırırız. Bu ölçme işine duyumsama deriz... bunların hepsi, hepsi hatadır! İnsan herhangi bir zaman noktasında bizim için mümkün olan ortalama yaşantı ve tahrik (uyarım) miktarına göre yaşamını uzun veya kısa, fakir ya da zengin, dolu ya da boş olarak ölçüyor. Ve diğer bütün yaratıkların ömrünü ortalama insan ömrüne göre ölçüyor... bunların hepsi, hepsi yanlıştır! Eğer yakın mesafe için yüz kat daha keskin gözlerimiz olsaydı, insanlar bize aşırı derecede uzun görünürlerdi; evet, organlar öyle düşünülebilirdi ki, o organları sayesinde insan ölçülemez olarak duyumsanabilirdi. Öte yandan organlar öyle yaratılmış olabilirdi ki, bütün güneş sistemi daralmış ve bir tek hücre gibi sıkışmış olarak da duyumsanabilirdi. Ve karşıt düzenin yaratığı önünde, insan vücudunun bir hücresi kendini devinim, yapı ve uyum içindeki bir güneş sistemi olarak gösterebilirdi. Duyularımızın alışkanlıkları bizi duyumsamanın yalan dolanına sardı. Bunlar tekrar bizim bütün yargılarımızın ve "bilgilerimizin" dayanağı... gerçek dünyaya tümden kaçış, sığınma ve sızma yolu yok! Ağımızın içindeyiz, birer örümcek olan bizler ve ne yakalarsak yakalayalım, ağımıza takılandan başka bir şey yakalayamayız.

—Geçenlerde öğleden önce saat on birde hemen önümde bir adam yıldırım çarpmışçasına birdenbire doğruca yere yıkıldı. Çevredeki kadınlar çığlık attılar; ben ise onu ayağa kaldırıp, tekrar konuşana kadar bekledim... bu sırada, yüzümdeki hiçbir adale hareket etmedi, hiçbir şey hissetmedim, ne korku, ne merhamet, tersine, yapılması gerekeni yaptım ve soğukkanlı bir şekilde oradan uzaklaştım. Bana bir gün önceden sabah saat on birde birisinin yanımda bu şekilde yıkılacağının söylendiğini varsayalım... önceden bin bir türlü acıyla kıvranırdım, gece uyuyamazdım ve belki de en önemli anda ona yardım edecek yerde o adam gibi olurdum. Yani bu arada bütün olası dürtülerin olayı düşünüp yorumlamak için zamanı olurdu.— Yaşantılarımız nedir? İçine koyduğumuzun içinde bulunandan daha çok oluşudur! Ya da esasen içinde hiçbir şey yoktur mu demeli? Başından geçmek için hayal kurmak mı demeli?

Merhamet Edilmek. — Başkasının merhamet etmesi düşüncesi vahşilerde ahlaksal dehşet uyandırır: Bu gibi durumlarda insan bütün erdemlerden yoksundur. Merhamet bahşetmek, aşağılamak gibi bir şeydir: İnsan aşağılık bir yaratığı acı çekerken görmek istemez, bu ona zevk vermez. Buna karşın insanın eşdeğer gururlu olarak kabul ettiği ve işkence altında gururundan vazgeçmeyen bir düşmanı acı çekerken görmek ve esasen merhamet dilemeyi reddeden, yani en utandırıcı ve derin aşağılamalarda bulunan her yaratığı görmek... işte bu zevklerin zevkidir, bu sırada vahşi kişinin ruhu hayranlığa dönüşür: Sonunda, eğer eline geçirirse, böyle cesur bir yaratığı öldürür ve ona, inatçı düşmana, son şerefini teslim eder: Bağırıp çağırsaydı, yüzündeki soğuk alaycı ifadeyi kaybetseydi, kendini aşağılık bir şekilde gösterseydi... o zaman, bir köpek gibi yaşamasına izin verilirdi.., artık ıstırabını seyredenlerin gururunu tahrik etmez ve hayranlığın yerini merhamet etme alırdı.

Merhamet etme, zevki barındıran ve üstünlüğü küçük dozlarda tattıran bir duyum olarak intihara karşı panzehirdir:

==========

İnsan artık kendisini kötü olarak kabul etmezse, kötü olması da sona erer!

Thukydides'in nesinden hoşlanıyorum, ne yapmış ki ona Platondan daha fazla saygı duyuyorum? O bütün insan tiplerinde ve olaylarda en geniş ve en doğal neşeyi buluyor ve her tipin bir miktar iyi akla sahip olduğuna inanıyordu: bunu keşfetmeyi deniyor. Platon'dan daha büyük pratik adaleti var; hoşuna gitmeyen ya da kendisine yaşamda acı veren insanlara ne iftira eder, ne de onları küçültür. Tam tersine: Sadece tipleri görmek suretiyle bütün şeylerin ve insanların içine bazı yüce şeyler koyup, onlardan söz ediyor; eserini adadığı sonradan gelen bütün kuşaklar, tipik olmasaydı onunla ortaya ne koyarlardı!

Eskiden babaları eleştirmek, ahlaksızlık sayılırdı: Şimdi genç idealistler bununla işe başlıyorlar.

Olanaklı Bir Gelecekten. — Suçlunun kendini ihbar ettiği, toplum önünde kendi cezasını kendisinin verdiği, kendi yaptığı yasaya böylece saygı duymanın gururuyla kendi kendini cezalandırıp gücünü kullandığı, yasa koyucunun gücünü kullandığı bir durum düşünülemez mi? İnsan bir kez bir suç işleyebilir ama gönüllü ceza ile suçunu yener açık sözlülük, büyüklük ve ağırbaşlılıkla sadece suçu silmez, bir de toplum yararına iş yapar. — Bu olanaklı bir geleceğin suçlusu olurdu elbette ki geleceğin yasa koyuculuğunu şart koşardı, şu temel düşünceyle: "Sadece kendi koyduğum yasa önünde eğilirim, büyük küçük her şeyde." Daha birçok denemenin yapılması gerek! Daha birçok geleceğin gün ışığına çıkması gerek!

Antik devir insanlarının gençlerini eğittikleri şeyden biz bir şey öğrendik mi? Onlar gibi konuşmayı, onlar gibi yazmayı öğrendik mi? Konuşma eskriminde, eytişimde düzenli alıştırma yaptık mı? Onlar gibi güzel ve mağrur yürümeyi, güreşmeyi, atmayı, yumruklaşmayı öğrendik mi? Bütün Yunanlı filozofların uygulamalı asketliğinden bir şey öğrendik mi? Bir tek antik erdemin alıştırmasını antik devir insanlarının yaptıkları şekilde yaptık mı? Eğitimimizde esasen ahlak üzerine düşünmeyi ihmal etmedik mi, ve daha da fazlası bu düşüncenin olası bir eleştirisini ihmal etmedik mi, bu ya da şu ahlakla yaşamaya ilişkin cesur ve katı denemeler üzerine konuşmayı ihmal etmedik mi? İçimizde antik devir insanları için modern insanlarda olduğundan daha yüce olan bir duygu uyandı mı? Günün, yaşamın bölüşümü ve yaşamın amaçları antik ruhla bize gösterildi mi? Eski dilleri de hiç yaşayan dilleri öğrenir gibi öğrendik mi... yani konuşmak ve rahat ve güzel konuşmak için? Hiçbir yerde gerçek bir yetenek, bu çileli yılların sonucu olarak yeni bir yeti yok! Tersine, sadece eskiden insanların ne yapabildiklerine, ne ye güçlerinin yettiğine dair bilgi! Ve nasıl bir bilgi! Yıllar geçtikçe çok basit ve dünyaca tanınan, önümüze serilmiş görünen Yunan ve antik olan bütün varlıkların çok zor anlaşılmakta olduğunu, evet hemen hemen bunlara nüfuz edilemediğini, ve yine antik insanlar hakkında konuşurken yapılan alışılmış hafifliklerin ya hafiflik ya da eski düşüncesizliğin kalıtımsal küstahlığı olduğunu daha iyi anlıyorum.

Hakikatin En Kişisel Soruları. — "Yaptığım bu şey aslında nedir? Ve bununla ben ne yapmak istiyorum?" — Bu, bizim şimdiki eğitim tarzımızda öğretilmeyen, dolayısıyla sorulmayan hakikatin sorusudur; onun için vaktimiz yok. Buna karşın çocuklarla hakikati değil, muziplikleri konuşmak, anne adayı kadınlarla hakikatleri konuşmak yerine iltifat etmek, gençlerle hakikatleri değil geleceklerini ve eğlencelerini konuşmak... bunlar için her zaman vakit ve heves var!

hepsi, yer değişikliğinin, iklim değişikliğinin, komşuların törelerinin değişmesinin ve ezenlerin değişmesinin insanı eğittiği özgürlükçü bir düşünceye ve hatta ruha sahiptirler; bütün insani ilişkilerde en geniş deneyime sahip olup ihtiraslarında bile bu deneyimin verdiği temkinle hareket ederler. Zihinsel kıvraklık ve kurnazlıklarından o kadar emindirler ki, hiçbir zaman, hatta en zor durumlarda bile, fiziksel güç kullanarak, kaba işçi, hamal ve tarım kölesi olarak ekmeklerini kazanmaya ihtiyaç duymazlar. Davranışlarından, ruhlarına şövalyece asil duyguların hiçbir zaman verilmediği, vücutlarına güzel silahların takılmamış olduğu anlaşılıyor:

Bir Almanın büyük şeyler yapma yeteneği var, ama bunları yapma olasılığı yoktur: Çünkü, tembel ruhların hoşlandığı gibi, yapabildiği her yerde itaat eder. Yalnız kalma ve uyuşukluğunu üzerinden atma mecburiyetiyle karşı karşıya getirilirse, onun için bir meblağın rakamı olarak yok olmak artık mümkün değilse (Bu özelliği bakımından bir Fransız ya da İngiliz kadar değerli değildir)... o zaman gücünü keşfeder: Bundan sonra tehlikeli, kötü, derin, pervasız olur ve içinde taşıdığı, hiç kimsenin inanmadığı (kendisinin de) uyuyan enerjinin hazinesini ortaya çıkarır.

Alman büyük şeyler yapma durumuna girerse, her zaman ahlakın üzerine çıkacağını biliyorum! Ve neden yapmayacakmış? Şimdi yeni bir şey yapması lazım, yani buyurmak... kendine ya da başkalarına! Ama buyurmayı alman ahlakı ona öğretmedi! Alman ahlakı buyurmayı unuttu!

Gurur — Ah, siz işkence edilen kimsenin işkenceden sonra hücreye sırlarıyla birlikte geri getirildiği zamanki duygusunu bilmezsiniz! — Sırlarını dişleriyle hala sıkı sıkıya tutmaktadır. İnsani gururun nağarası hakkında ne bilirsiniz ki!

Hiç Yalnız Kalmış Olan Var Mı! — Korkak, yalnız olmanın ne demek olduğunu bilmez: Sandalyesinin arkasında bir düşman vardır hep. — Ah, keşke birisi bize yalnızlık denilen o güzel duyguyu anlatabilse!

Ama ben tümüyle kendini düşünen, kendine inanan, kendini düşündüğü için dünyayı unutan müziğe suçsuz müzik diyorum... yapa yalnız olmanın kendiliğinden çınlaması, kendi hakkında kendisi ile konuşan ve dışarıda dinleyenin ve kulak kesilenin, etkilerin ve yanlış anlamaların ve başarısızlıkların bulunduğunu bilmeyen yalnızlık.

İçimizde Mevcut Sözcükler: — Düşüncelerimizi elimizdeki kelimelerle ifade ederiz hep. Ya da, bütün bir şüphemi ifade etmek için: Her an elimizin altında sadece düşüncemizi aşağı yukarı ifade edecek kelimeler var.

Arkadaştılar, ama arkadaşlıkları bitti ve her ikisi de karşılıklı olarak arkadaşlıklarını sona erdirdiler: Birisi çok yanlış tanıdığına inandığı için, öteki çok iyi tanıdığına inandığı için.., ve her ikisi de yanıldı! — Çünkü ikisi de kendini yeterince tanımıyordu.

İki Arkadaş. — Arkadaştılar, ama arkadaşlıkları bitti ve her ikisi de karşılıklı olarak arkadaşlıklarını sona erdirdiler: Birisi çok yanlış tanıdığına inandığı için, öteki çok iyi tanıdığına inandığı için.., ve her ikisi de yanıldı! — Çünkü ikisi de kendini yeterince tanımıyordu.

Küstahlık — Küstahlık rol yapan ve riyakar bir gururdur; ama rol, riyakarlık ve ikiyüzlülük edemeyip istememek esasen gurura özgüdür... bu bakımdan küstahlık ikiyüzlülük yapmadaki yeteneksizliğin ikiyüzlülüğüdür, çok zor ve genellikle başarılamayan bir şey. Ama, genellikle olduğu gibi, bu esnada kendini ele verdiğini varsayarsak, o zaman küstahı üç tür uygunsuzluk bekler: Bizi aldatmak istediği için ona öfkeleniriz ve kendisini bizden üstün göstermek istediği için öfkeleniriz... ve nihayet her ikisinde de başarısız olduğu için ona güleriz. Yani küstahlık hiç de tavsiye edilir bir şey değil!

Düello. — Eğer mutlaka yapmam gerekirse, dedi birisi, düello yapabilmeyi kendi çıkarıma görürüm; çünkü etrafımda daima iyi dostlarım var. Düello, intihar etmek için geriye kalan, tümüyle şeref dolu son yoldur; ne yazık ki dolam baçlı bir yoldur, her zamanda da tam güvenli değildir.

Zararlı. — Bir genç, en kesin şekilde kendisiyle aynı düşünenlere farklı düşünenlerden fazla saygı göstermesini öğretmek suretiyle bozulur.

Dünya Tahripçileri. — Bir şey başaramaz; sonunda kızgınlıkla bağırır: "Batsın bütün dünya!" Bu iğrenç duygu, kıskançlığın doruğa ulaşmasıdır, şu sonucu verir: Ben bir şeye sahip olamıyorsam, bütün dünya da hiçbir şeye sahip olmasın! bütün dünya hiç olmasın!

Sözümona Ruh. — İnsan için kolay olan ve bunun sonucu olarak memnuniyetle ve zarafetle yaptığı iç devinimler toplamına ruh denir... eğer kişi iç devinimlerinde zorluk ve sertlik fark ettirirse, ruhsuz kabul edilir.

Sıradışı Yaşamak ve İnanmak. — Çağın peygamberi ve mucize adamı olmanın yolu bugün de eskiden olduğundan farklı değildir: Ayrı yaşamak, az bilgili olmak, biraz düşünce sahibi olmak, aşırı derecede kibri olmak... nihayet insanlığın biz olmadan ilerleyemeyeceği düşüncesi bizde yerleşiyor, çünkü biz gayet açık şekilde insanlık olmadan ilerliyoruz. Bu inanca sahip olur olmaz, içimizde diğer inançları da buluruz. Son olarak ihtiyacı olana bir öğüt (Bu öğüt Wesleye din öğretmeni Böhler tarafından verildi): "Sahip olana dek inancı öğütle, ve sonra onu, ona sahip olduğun için öğütleyeceksin."

Neşe Karalayıcılar — Yaşamın derinden yaraladığı insanlar her neşeden kuşku duyarlar, sanki neşe her zaman çocuksu ve çocukça bir davranışmış ve bir çeşit akılsızlığı ele veriyormuş gibi, onların görünmesi karşısında insan sadece ölüme yakın bir çocuğun yatağında hala oyuncaklarıyla oynarken hissettiği acıma ve duygulanma hissediliyormuş gibi olurmuş. Böyle insanlar güllerin altında gizlenmiş ve saklanmış mezarlar görürler; eğlenceler, gürültü, neşeli müzik onlara bir kez daha yaşamın coşkusunu höpürdeterek içmek isteyen ağır hastanın kendini kararlı bir şekilde aldatması gibi görünür. Ama neşe hakkındaki bu yargı, hastalığın ve yorgunluğun hüzünlü zemininde ışık demetinin yansıyıp kırılmasından başka bir şey değildir: Kendisi duygulandırıcı, akılsız, merhamet etmeye zorlayan ve hatta çocuğa özgü ve çocukça bir şeydir, ama yaşlılığı izleyen ve ölümden önceki o ikinci çocukluktan kaynaklanır.

Bir şeyi kanıtlamak yeterli değil, insanı ona ikna etmek ya da onun düzeyine yükseltmek de gereklidir. Bu yüzden bilen kimse bilgeliğini söylemeyi öğrenmelidir: bir aptallık gibi sık sık tınlayacak şekilde!

ıllık". — Hayvanları ahlaksal yaratıklar olarak görmeyiz. Ama siz hayvanların bizi ahlaksal yaratıklar olarak gördüklerini mi sanıyorsunuz? — Konuşabilen bir hayvan şöyle demiş: "İnsancıllık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır."

"İnsancıllık". — Hayvanları ahlaksal yaratıklar olarak görmeyiz. Ama siz hayvanların bizi ahlaksal yaratıklar olarak gördüklerini mi sanıyorsunuz? — Konuşabilen bir hayvan şöyle demiş: "İnsancıllık, en azından biz hayvanların acısını çekmediği bir önyargıdır."

==========

Konuşmacının Okulu. — Her kim bir yıl boyunca susarsa, gevezelik etmeyi unutup konuşmayı öğrenir. Pitagorasçılar çağlarının en iyi devlet adamlarıydılar.

==========

Konuşma Özgürlüğü. — "Dünya paramparça olacak olsa bile, hakikatin söylenmesi gerek!" — Böyle bağırmıştı yüksek sesle büyük Fichte! — Evet! Evet! Ama insanın hakikate de sahip olması gerekirdi! — Ama o her şey altüst olacak olsa bile herkesin kendi fikrini söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Bu konuda onunla tartışılabilirdi.

==========

Bir Şeyi Uygun Bulmak. — Evlilik onanır, birincisi henüz bilinmediğinden, ikincisi alışıldığından, üçüncüsü evlenildi ğinden dolayı... bu hemen hemen bütün hallerde böyle demektir. Ve bununla evliliğin iyi bir şey olduğu hakkında henüz hiçbir şey ispatlanmış değildir.

Düşünür Düşmanını Ne Derece Sever — Düşüncelerine karşı düşünülebilecek bir şeyden hiçbir zaman çekinme, ya da kendine karşı susma! Onu öv! Düşünürün ilk dürüstlüğü budur. Her gün kendine karşı da savaşmak zorundasın. Utku ve ele geçirilen mücevher artık senin meselen değil, gerçeğin meselesidir.., ama yenilgin de artık senin meselen değil!

Fantastik İdealleri Ne Öğütler — Eksiklerimizin olduğu yerde coşkunluğumuz aşırı dereceye varır. "Düşmanlarınızı sevin!" coşkulu cümlesini gelmiş geçmiş içleri en çok nefret dolu olan Yahudiler bulmuş, ve iffetin en güzel methiyesini gençliğinde ahlaksız ve iğrenç bir yaşam süren kimseler bestelenmiş olmalı.

En Kötü Düşman Nerede? — Kim işini iyi yapıyorsa ve bunun bilincindeyse, düşmanına karşı genellikle barışçı bir tutum sergiler. Ancak, iyi şeye sahip olduğuna inanmak ve bunu savunmada maharetli olmadığını bilmek... bu, insanda kendi işinin karşıtına yönelik garazkar ve amansız bir nefret doğurur. — Herkes en kötü düşmanını nerede arayacağını buna göre hesaplasın!

Eğitim Hakkında. — Bizim eğitim ve öğretim tarzımızın en genel eksiği konusunu yavaş yavaş anladım: Kimse öğrenmiyor, kimse öğrenmek için çaba göstermiyor, kimse öğretmiyor... Yalnızlığa katlanılacak.

Direniş Konusunda Hayret. — Bir şey bizim için saydamlaşmışsa, bize artık direnemeyeceğini sanırız.., ve sonra içine doğru bakıp gördüğümüz şeyin içinden geçemediğimiz için şaşırırız! Bu bir sineğin her cam pencerenin önünde düştüğü ahmaklık ve şaşkınlığın tıpkısıdır.

Usta ile Öğrenci. — Bir ustanın insancıllığı öğrencilerini kendi hakkında uyarmasında yatar.

Yavaş Kürler — Ruhun kronik hastalıkları, vücuttakiler gibi, vücudun ve ruhun aklına karşı bir kez işlenen kaba bir suç sonucunda çok nadir olarak ortaya çıkarlar, ama genellikle sayısız kez dikkat edilmeden yapılan ihmaller sonucunda. — Örneğin her kim günden güne çok az nefes alır ve ciğerlerine çok az hava çekerse, öyle ki bir bütün olarak yeterince zorlanmaz ve çalışmazsa, sonunda kronik akciğer ağrıları çeker: Böyle bir durumda iyileşme, yeniden ters yönde sayısız küçük çalışmaların yapılması ve farkına varmadan başka alışkanlıkları itiyat haline getirmesi, örneğin her çeyrek saatte bir kez derin nefes alıp vermenin kural haline getirilmesi dışında başka bir yoldan olmaz (mümkünse düz şekilde yerde yatarak; her çeyrek saatte çalan bir saat, yaşam arkadaşı olarak seçilmelidir). Bütün bu kürler yavaş ve zorlayıcı değildirler; ruhunu sağlığa kavuşturmak isteyen kimse de, en küçük alışkanlığın değiştirilmesi konusunu düşünmek zorundadır. Birisi günde on kez çevresine kötü söz söyler ve bu sırada, özellikle birkaç yıl sonra, kendi kendine günde on kez çevresini gücendirmeye zorlayan bir alışkanlık yasası koyduğunu çok az düşünür. Ama kendini onlara on kez iyilik yapmaya da alıştırabilir!

Kendi Ağacı Üstünde. — A: "Kendi fikirlerimden zevk aldığım kadar hiçbir düşünürün fikirlerinden zevk almıyorum: Elbette bu, onların değeri konusunda hiçbir şey ifade etmiyor, ama, bana en lezzetli gelen meyveleri sadece tesadüfen benim ağacımda bitiyorlar diye geri çevirmem, delilik olurdu! — Ve birinde bu deliliği yaşadım." — B: "Başkalarında tam tersi oluyor: Bu da düşüncelerinin değeri hakkında hiçbir şey ifade etmiyor, özellikle de kendi değerlerine karşı."

Sınırlar ve Güzellik. — Güzel, kültürlü insanlar mı arıyorsun? Ama o zaman güzel bölgeleri ararken yaptığın gibi kısıtlı manzaraları ve görünümleri de kabul etmek zorundasın. — Kuşkusuz panoramatik insanlar var; bunlar elbette panoramatik yerler gibi öğretici ve şaşırtıcıdırlar: ama güzel değil.

Aldatılmak. — Eylemde bulunmayı istediğiniz an, kuşkuya kapıyı kapatmak zorundasınız,., demiş bir eylem adamı. — Ve sen bu şekilde aldatılan kişi olmaktan korkmuyor musun?., diye cevap vermiş bir dalgın.

Ustalık. — İnsan ustalığa, yapım esnasında hem yanılmıyor, hem de duraksamıyorsa, erişmiştir.

Ama Biz Size İnanmıyoruz! — Kendinizi zevkle insan sarrafı olarak tanıtmak istiyorsunuz, ama böyle yapmanıza izin vermeyiz! Kendinizi olduğunuzdan daha deneyimli, daha derin, daha heyecanlı, daha eksiksiz gösterdiğinizi fark etmeyelim mi? Tıpkı daha ressamın fırçasını kullanılışındaki ölçüsüzlüğü hissettiğimiz gibi: Tıpkı müzisyenin giriş tarzı ile konuyu olduğundan daha yüce sunmak istediğini duyduğumuz gibi. Kendinizde tarihi yaşadınız mı, sarsıntıları, depremleri, uzun hüzünleri ve ani mutlulukları? Büyük ve küçük delilerle deli oldunuz mu? iyi insanların saçmalıklarına ve acılarına gerçekten katlandınız mı? Ve aynı şekilde en kötülerin acılarına ve mutluluk tarzlarına? Eğer öyleyse, bana ahlaktan söz et, başka şeylerden değil!

eylemlere susamıştır, çünkü eylemler bizi bizden düşüncelerin, duyguların ve eserlerin uzaklaştırdığından daha çok uzaklaştırırlar! Ve acaba eylem baskısı temelde kendinden kaçış mıdır?... diye Pascal bize sorardı. Ve Gerçekten! Önerme, eylem baskısının en yüce örneklerinde kendini ispatlıyor: En uygun olduğu veçhile, bir ruh doktorunun bilgileriyle ve tecrübeleriyle düşünülsün... bütün çağların eyleme susamış en büyük dört kişisi saralıydı (yani İskender, Sezar, Muhammet ve Napoleon):

"Çok Fazla Değil!" — Kişinin kendine ulaşamayacağı, gücünü aşan bir hedef koyması, çok sık tavsiye edilir. Böylelikle en azından gücünü sonuna kadar zorlayınca başarıyı yakalayacağı düşünülür! Ama bu, gerçekten arzu etmeye değer mi? Bu öğretiye göre yaşayan en iyi insanlar, özellikle içlerinde çok fazla gerilim bulunduğundan zorunlu olarak en iyi işlerini üstünkörü, çarpık çurpuk yapmıyorlar mı? İnsan hep mücadele eden atletleri, müthiş gayretleri görüp, hiçbir yerde başarılı, çelenkle ödüllendirilen galipler görmemesi, dünyanın üzerine başarısızlığın gri perdesini indirmiyor mu?

Savaş Meydanında. — "Olayları hak ettiklerinden daha çok mizahi olarak görmeliyiz; üstelik uzun süre biz onları hak ettiklerinden daha ciddiye aldık." — Bilginin akıllı askerleri böyle konuşurlar.

Yalnız Kimselere. — Eğer başkalarının şereflerine, kendi kendimize yaptığımız konuşmalarda, toplum önündeki konuşmalarımızda olduğu gibi itina göstermezsek, dürüst insan değiliz.

Ruhun Sahra Eczanesi. — En güçlü ilaç nedir? — Utku.

Yaşam Bizi Sakinleştirmeli. — Eğer insan, düşünür gibi normal olarak düşünce ve duygunun büyük akımında yaşarsa ve bizzat rüyalarımız geleceğin bu akımını izlerlerse, o zaman insan yaşamdan huzur ve sessizlik ister... oysa başkaları kendilerini meditasyona vererek dinlenmek isterler.

Biz nereye gitmek istiyoruz? Denizi mi aşacağız? Bizim için herhangi bir istekten daha belirleyici olan bu güçlü arzu bizi nereye sürüklüyor? Neden tam da şimdiye değin insanlığın bütün güneşlerinin battığı yöne? Belki bizim arkamızdan da bir gün, batıya doğru seyrederek Hindistan'a ulaşmayı ummuşlardı diyecekler, ama sonsuzlukta başarısızlık bizim yazgımız mı? Ya da, kardeşim? Ya da?

==========