Biz kendimizi bilmiyoruz, biz bilenler, biz kendimiz,
kendimizi bilmiyoruz: iyi bir nedeni var bunun. Hiç aramadık kendimizi - nasıl
olacak da bulacağız kendimizi günün birinde? Haklıydılar “hazineniz neredeyse,
yüreğiniz de oradadır” demekle; bizim hazinemiz bilgimizin arı kovanlarının
durduğu yerdedir. Oraya doğru yol alıyoruz hep, doğuştan kanatlı hayvanlar ve
tinin balözü toplayan arıları olarak; yürekten önemsediğimiz tek bir şey var
aslında - “yuvaya bir şey getirmek”. Yaşamın diğer yanına, “yaşantı” denen
yanına gelince - onun için hangimizin, en azından yetecek kadar ciddiyeti var?
Ya da yeterli zamanı? Korkarım hiç tam anlamıyla “vermedik kendimizi” böyle
şeylere: yüreğimiz orada değil, hatta kulağımız bile değil
Ahlaksal önyargılarımızın kökeni üzerine düşüncelerim –ki bu
polemiğin konusunu bunlar oluşturuyor– ilk, tek tük ve oturmamış ifadelerini,
bir gezginin mola vermesi gibi durup, zihnimin o ana kadar kat etmiş olduğu
geniş ve tehlikeli topraklara bakma fırsatı bulduğum bir kış vakti, Sorrento’da
yazılmaya başlanmış olan İnsanca, Pek İnsanca. Özgür Tinler İçin Bir Kitap adlı
aforizma koleksiyonunda buldu.
Herhangi bir konuda tek başına olma hakkımız yoktur bizim:
ne tek başımıza yanılabiliriz, ne de tek başımıza hakikati bulabiliriz. Daha
çok, bir ağacın meyve vermesine benzer bir zorunlulukla gelişir içimizde
düşüncelerimiz, değerlerimiz, evet’lerimiz ve hayır’larımız, eğer’lerimiz ve
acaba'larımız –hepsi de birbirleriyle akraba, birbirleriyle ilintilidir ve bir
istencin, bir sağlığın, bir toprağın, bir güneşin ürünleridir. –Sizlerin hoşuna
gider mi acaba bizim bu meyvelerimizin tadı?– Ama ağaçlara ne bundan! Bize, biz
filozoflara ne!..
Bunun üzerine birtakım yanıtlar buldum, dönemleri, halkları,
kişilerin toplumsal mevkilerini bir bir ayırdım, sorunumu ayrıntılandırdım,
yanıtlar yeni sorular, araştırmalar, tahminler, olasılıklar doğurdu: ta ki
sonunda, kimsenin tahmin bile edemeyeceği, bana ait bir diyar, bana ait bir
toprak, gizli tutulmuş, büyüyen ve yeşeren bir dünya, adeta saklı bahçeler
bulana dek... Ah, nasıl da mutlu oluyoruz biz bilenler, gereği kadar uzun bir
süre susmayı becerdiğimizde!..
Ahlakın kökenine ilişkin hipotezlerimi yayınlamama ilk
olarak, soy- kütük hipotezlerinin İngilizlere özgü ters ve sapkın bir türünü
ilk kez açık seçik gözümün önüne seren, beni, tümüyle bana aykırı ve zıt oluşu
ile cezbetmiş, açık seçik, temiz pak, zeki ve bilgiç bir kitapçık sebep oldu.
Kitabın adı Ahlaki Duyguların Kökeni'ydi; yazarı Dr. Paul Ree, yayımlanış
tarihi ise 1877. Şimdiye kadar belki de hiç böyle her bir cümlesine, her bir
vargısına hayır dediğim, ama buna rağmen bıkmadan ve sabırsızlanmadan okuduğum
başka bir kitap olmamıştır.
merhametin değersizliği üzerinde hemfikirdi filozoflar
şimdiye dek. Platon, Spinoza, La Rochefoucauld ve Kant'ı saymam yeter:
birbirlerinden farklı ama bir konuda birlik dört beyin: merhameti aşağılama
konusunda.
Bana ise bu sorunlardan daha fazla ciddiye alınmaya değer
hiçbir şey yokmuş gibi geliyor; örneğin belki de günün birinde, bu sorunları
ciddiye almanın ödülü olarak, onlara neşeyle yaklaşma hakkını elde ederiz. Zira
neşe ya da benim dilimde söylersek şen bilim - bir ödüldür: elbette herkesin
harcı olmayan, uzun süreli, cesur, gayretkeş, derinleri eşeleyen bir ciddiyetin
ödülü.
Bu yazı anlaşılmıyor ve kulağa hoş gelmiyorsa, bunun suçu,
bana öyle geliyor ki, ille de bende değil. Bu yeterince açık bir yazı, ama
benim de şart koştuğum üzere, bundan önce yazdıklarımın biraz gayret sarf
edilerek okunmuş olması koşuluyla, ki anlaması kolay yazılar değil onlar
gerçekten de. “Zerdüşt”ümü ele alalım örneğin; o kitabın her bir sözcüğü
karşısında kâh derinden yaralanmamış, kâh derin hayranlık duymamış kimseyi, onu
tanıyan biri saymam: çünkü ancak o zaman, dingin öğeden doğmuş o yapıtın
güneşli aydınlığını, uzaklığını, enginliğini ve kesinliğini huşu ile paylaşma
ayrıcalığına hak kazanır.
Tüm asil ahlak, utkulu bir kendini “evetleme”den doğarken,
köle ahlakı en başından “hayır” der “dışarıdakine”, “farklı olana”, “kendinden
olmayana”: ve bu “hayır”, onun yaratıcı edimidir. Değer belirleyen bakış
açısının bu tersine dönüşü - kendine dönmek yerine bu zorunlu dışa yönelim -
hınca özgüdür: köle ahlakı oluşmak için ilkin hep bir karşı ve dış dünyayı
gereksinir, fizyolojik bir terim ile söylersek, en ufak bir eylemde
bulunabilmek için bile dış uyarımlara gereksinim duyar, - eylemi, temelinde bir
tepkidir. Asil değerlendirme tarzında ise durum bunun tersidir: o kendiliğinden
eyleme geçer ve gelişir; karşıtını, sırf kendini daha minnetle, daha coşkulu
bir sevinçle evetlemek için arar,
Avrupa’nın kara yazgısı da burada işte - insana duyulan
korku ile birlikte, ona olan sevgiyi, hürmeti, umudu, ve evet, ona olan istenci
de yitirdik. İnsana bakmak yoruyor artık - bugün nihilizm bu değilse başka
nedir ki?.. İnsan yorgunuyuz...
Kuzuların büyük yırtıcı kuşlara öfke duymaları şaşırtıcı
değil: ancak bu, küçük kuzuları kapıyorlar diye yırtıcı kuşlara gücenmek için
bir neden oluşturmuyor. Ve kuzular kendi aralarında, “bu yırtıcı kuşlar kötü;
kim onlara olabildiğince az benzerse, dahası onların aksiyse, yani kuzuysa, -
onun da ‘iyi' olması gerekmez mi?” derlerse, böyle bir ideal kurgulanmasına
diyecek bir şey yoktur, yırtıcı kuşlar buna biraz alaylı bakacak olsalar ve
belki de kendi kendilerine “biz hiç de öfkeli değiliz bu iyi kuzulara,
seviyoruz onları hatta: hiçbir şey yumuşak bir kuzudan daha lezzetli değildir”
diyecek olsalar bile.
Acı çekildiğini görmek iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi
gelir - sert bir cümle bu; ama eski, kudretli, insanca-pek insanca bir temel
ilke,
Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en
uzun tarihi - ve cezada da şenlikli çok şey var!
Bir daha soralım: acı ne ölçüde “borç”un telafisi olabilir?
Acı çektirmenin son kerte bir hoşnutluk sağlamış olduğu ölçüde, zarara uğrayan,
zararı ve buna ek olarak zarara uğramanın sıkıntısını olağanüstü bir karşı haz
ile takas etmiş olduğu ölçüde: acı çektirme, - gerçek bir şölen ve daha önce de
söylediğim gibi, alacaklının ait olduğu sınıfa ve toplumsal konumuna ters
düştüğü oranda da değeri artan bir şeydir. Tahminen söylüyorum bunları: çünkü
böylesi yeraltı meselelerinin temelini görmek, nahoş olması bir yana, zordur
da; ve bu noktada, araya hoyratça öç kavramım sokan, bu görüşü
kolaylaştırmaktan çok kapatır ve karartır (nitekim öç de aynı soruna geri
götürür: “nasıl olur da acı çektirmek bir doyum sağlar?”).
Belki de o zamanlar acı - hanım evlatlarına avuntu olsun
diye söylüyorum - şimdiki kadar can yakmıyordu;
Bugüne kadarki ahlak soykütükçüleri nasıl yaklaşıyorlar bu
konuya? Her zaman olduğu gibi safça -: arayıp tarayıp bir “amaç” buluyorlar
cezada, sözgelimi öç ya da caydırma, sonra saf saf bu amacı, cezanın causa
fiendi’si (asıl neden) olarak başlangıca oturtuyorlar ve - mesele halloluyor.
Oysa “hukukun amacı”, hukukun oluşum tarihi açısından kullanılacak en son
şeydir: her türden tarih için, şu bin bir güçlükle erişilmiş olan, ama artık
gerçekten de erişilmiş olması gereken önermeden daha önemli bir başka önerme
yoktur: - bir şeyin oluşum nedeni ile o şeyin son yararlılığı, fiili kullanımı
ve bir amaçlar dizgesi içindeki konumu birbirlerinden toto coelo (bütünüyle) ayrı
şeylerdir;
Bu noktada artık, “vicdan rahatsızlıgı”nın kaynağına ilişkin
benim kendi hipotezime ilk ve geçici bir anlatım kazandırmak şart oluyor:
anlatımı kolay olmayan ve uzun süre düşünülmeyi, gözetilmeyi, özümsenmeyi
gerektiren bir hipotez bu. Vicdan rahatsızlığını, geçirmiş olduğu değişimlerin
hepsinden daha esaslı bir değişimin, kendini, toplum ve barış büyüsünün içine
kesin olarak hapsolmuş bulduğunda yaşadığı o değişimin baskısı altındaki
insanın kaçınılmaz olarak yakalandığı ağır bir hastalık olarak görüyorum ben.
Deniz hayvanlarının kara hayvanı olmaya, aksi halde yok olup gitmek zorunda
kaldıklarında başlarına gelenden farklı değildi yabana, savaşa, gezip
dolaşmaya, maceraya mutlulukla uyum sağlamış bu yarı hayvanların başlarına
gelen, - tüm içgüdüleri bir anda değerden düşmüş ve “askıya alınmıştı”. O ana
değin suyun taşımış olduğu bu hayvanlar, bundan böyle ayakları üzerinde yürümek
ve “kendi kendilerini taşımak” zorundaydılar: korkunç bir ağırlık çökmüştü
üzerlerine.
Ama bununla, insanlığın bugün bile atlatamamış olduğu, en
vahim ve en dehşetli hastalığın yolu açıldı; insanın insandan, kendinden acı
çekmesi: hayvan olarak yaşadığı geçmişinden zorla koparılmasının, yeni durumlar
ve varoluş koşullan içine düşmesi ve adeta yuvarlanmasının, o ana kadar
kuvvetinin, hazzının, korkunçluğunun temellerini oluşturmuş olan içgüdülere
karşı açılmış savaşın sonucu olarak.
Tasasız, alaycı, zorba - böyle ister bizi bilgelik: bir
dişidir o, bir savaşçıdan başkasını sevmez. İşte Böyle Dedi Zerdüşt
Tüm iyi şeyler vaktiyle kötü şeylerdi; her kalıtsal günahtan
bir kalıtsal erdem oluştu. Sözgelimi evlilik, uzun bir süre topluluk hakkının
ihlali olarak görüldü; bir kadını sırf kendine mal edecek denli kibirli olanlar
ceza öderdi bir zamanlar
kim günün birinde “yeni bir cennet” kurmuşsa, gerekli gücü
kendi cehenneminde bulmuştur...
İstenci tümden elemek, duygulanımları topyekûn askıya almak;
diyelim ki yapabildik bunu: nasıl? zihni hadım etmek demek olmaz mı bu?..
İnsan usandı, hem de sıkça; bu usanmanın salgınları da var
(1348 yılı dolaylarında, ölüm dansı zamanında): ama bu tiksinti bile, bu
yorgunluk, bu kendinden bıkma bile - öylesine güçlü bir şekilde açığa çıkar ki
onda, tekrar yeni bir zincire dönüşüverir hemen. Onun yaşama dediği “hayır”,
âdeta bir büyüyle bir sürü yumuşak “evet”i gün ışığına çıkarır; öyle ki
yaralanırsa bu yıkım, “özyıkım” ustası, - yaranın kendisi zorlar sonradan onu
yaşamaya...
Beraberinde merhemler ve balsamlar getirir, buna şüphe yok;
ama ilkin yaralaması gerekir ki doktor olsun; sonradan, yaranın verdiği ağrıyı
dindirirken aynı zamanda zehirler de yarayı
“Acı çekiyorum: bu
birinin suçu olmalı” - böyle düşünür her hastalıklı koyun.
“Acı çekiyorum: bu
birinin suçu olmalı” - böyle düşünür her hastalıklı koyun. Ama çobanı, çileci
rahip ona der ki: “Doğrudur koyunum! birinin suçu olmalı bu: ama sen kendinsin
o biri, yalnızca sensin bunda suçlu olan, - sen kendinsin yalnızca kendinin
suçlusu!”... Yeterince cüretkâr bu, yeterince yanlış: ama bir şey elde edildi bununla
en azından; bununla, daha önce de söylediğim gibi, hıncın yönü - değiştirildi.
Acının hafifletilmesi, her tür “avutma”, - dehasının bu
olduğu çıkacaktır ortaya: nasıl da yaratıcıdır avutuculuk görevini kavrayışı,
nasıl da pervasızca ve cüretle seçmiştir bu görev için kullanılacak araçları!
Özellikle de Hıristiyanlık, içinde en ustalıklı avutma yollarının bulunduğu bir
hazine odası olarak adlandırılabilir; ferahlatan, rahatlatan, uyuşturan o denli
çok şey yığılıdır içinde; bu amaç uğruna o denli çok şey tehlikeye atılmıştır
en tehlikeli ve en pervasız şekilde; özellikle fizyolojik açıdan özürlülerin derin
çöküntülerinin, kurşun ağırlığındaki bitkinliklerinin, kapkara kederlerinin
hangi uyarıcı duygulanımlarla, hiç değilse belirli sürelerle üstesinden
gelinebileceğini o denli incelikle, incelmişlikle, güneyli incelmişliğiyle
keşfetmiştir. Çünkü, genel olarak söylersek: bütün büyük dinlerde söz konusu
olan asıl mesele, salgın haline gelmiş belirli bir yorgunluk ve ağırlıkla
mücadele etmek olmuştur. Şunun olası olduğu daha en başından kabul edilebilir
ki, yeryüzünün belirli yerlerinde zaman zaman, neredeyse zorunlu olarak,
fizyolojik bir tutukluk duygusunun geniş kitleleri hâkimiyeti altına alması
kaçınılmaz olmuştur, ne ki fizyolojik konulardaki bilgi eksikliği, bunun
fizyolojik bir tutukluk duygusu olduğunun bilincine varılamamasına yol
açtığından “nedeni” ve çaresi yalnızca psikolojik-ahlaksal alanda aranabilmiş
ve sınanabilmiştir (nitekim bu benim, genel olarak “din“ diye adlandırılan şey
için bulduğum en kapsamlı formülümdür).
O baskın çökkünlükle mücadelede önce, yaşam duygusunu iyiden
iyiye en alt noktaya çeken araçlar kullanılır. Mümkünse artık hiç istememek,
dilememek; duygulanıma yol açan, “kan” yapan her şeyden kaçınmak (tuz yememek:
Fakir’in sağlık öğretisi); sevmemek; nefret etmemek; kayıtsızlık; öç almamak;
varsıllaşmamak; çalışmamak; dilenmek; mümkünse kadınsız ya da olabildiğince az
kadınla olmak: tinsel yönden Pascal'ın ilkesi “il faut s'abetir“ (kişi kendini
aptallaştırmalı). Sonuç, psikolojik-ahlaksal ifadeyle: “benliksizleşme”,
“kutsanmışlık”; fizyolojik ifadeyle: hipnotize olma, - bazı hayvanlar için kış
uykusu, sıcak iklimlerin çoğu bitkisi için de yaz uykusu ne ise, insanlar için
de ona benzer bir şeyi yaklaşık olarak elde etme çabası, yaşamın, bilinçte dahi
belirmeksizin, kıtı kıtına varlığını sürdürebildiği asgari bir enerji tüketimi
ve metabolik etkinlik.
o derin fizyolojik çöküntüden, çeşitli hipnotizma
yollarından oluşan sistemleri sayesinde sayısız durumda gerçekten
sıyrılmışlardır:
Büyük dinlerdeki “kurtuluş”a saygı duyacağız demek ki; buna
karşılık, rüya görmek için bile fazla yorgun düşmüş bu yaşam bezginlerinin derin
uykuya dahi atfettikleri değer karşısında ciddiyetimizi korumak biraz
güçleşiyor,
tüm pesimist dinlerde hiçliğin adı Tanrı
Her hayır işlemenin, yararlı olmanın, yardımda bulunmanın,
ödüllendirmenin beraberinde getirdiği “en küçük bir üstünlük” mutluluğu,
fizyolojik açıdan özürlülerin en bolca kullandıkları avunma yoludur, iyi bir
doktor nezareti altında olmak şartıyla: aksi halde elbette aynı temel içgüdüye
itaat ederek incitirler birbirlerini.
Tüm hastalar ve hastalıklılar o boğucu çökkünlüğü ve
güçsüzlük duygusunu üzerlerinden silkip atmak arzusuyla, içgüdüsel olarak bir
sürü örgütlenimine yönelirler: çileci rahip bu içgüdüyü sezer ve teşvik eder;
sürü olan her yerde güçsüzlük içgüdüsü sürüyü istemiş ve rahip kurnazlığı da
onu örgütlemiştir. Çünkü şunu gözden kaçırmamalıyız: zayıflar nasıl birleşmeye
yönelirlerse, güçlüler de aynı doğal zorunlulukla birbirlerinden ayrılmaya
gayret ederler; güçlüler, iktidar istençlerinin saldırgan bir toplu eylemi ve
toplu tatmini söz konusu olduğunda birleşirler ancak, bireysel vicdanın önemli
ölçüde direnişi ile karşılaşarak; diğerleri ise bir araya toplanmaktan haz
duyarak gelirler bir araya,
Bütün bilim (ve asla yalnızca astronomi değil; onun
küçültücü ve yıkıcı etkisine ilişkin olarak Kant dikkate değer bir itirafta
bulunmuştur: “o benim önemimi hiçe indiriyor”... ); bütün bilim, doğal olanı
gibi doğal olmayanı da - bilginin özeleştirisini böyle adlandırıyorum ben -,
insanı şimdiye kadar kendisine duymuş olduğu saygıdan vazgeçirmek peşinde
bugün,
aşağılayan, ne olursa olsun, “saygı göstermeyi unutmamış”
biridir gene de...).
Tüm modern tarih yazımı mı daha yaşamdan emin, daha idealden
emin bir tutum sergilemiş midir peki? Onun bugün en asilane iddiası ayna olmak;
tüm teleolojiyi reddediyor; hiçbir şeyi “kanıtlamak” istemiyor bundan böyle;
yargıcı oynamayı küçümseyerek geri çeviriyor ve bununla da zevk sahibi olduğunu
gösteriyor, - ne denli az reddediyorsa o denli az evetliyor, saptıyor o,
“betimliyor”... Tüm bunlar büyük ölçüde çileci; ama aynı zamanda daha da büyük
ölçüde nihilistçe, bu noktada hataya düşmeyin! Kederli, sert ama kararlı bir
bakış görürsünüz onda, - dışarıya bakan bir göz, yalnız kalmış bir Kuzey Kutbu
yolcusunun dışarıya baktığı gibi (yoksa içeriye bakmamak için mi? geriye
bakmamak için mi?..) Burada kar var, burada yaşam susmuş; burada öten son
kargaların adları “Niçin?”, “Nafile!”, “Nada! “ (Hiçbir şey) - hiçbir şey
gelişip büyümüyor burada artık, olsa olsa Petersburg’un siyaset kuramı ve
Tolstoy’ca “merhamet”.
Benim zevkime ters düşüyor bu, sabrımı da zorluyor: varsın
sabırlarıyla işleri olmayanlar sabretsin böylesi görüntüler karşısında, - beni
öfkeden kudurtuyor böyle bir görüntü, böyle “seyirciler”, “oyun”un kendisinden
(tarihin kendisi, anlıyorsunuz ya) daha çok kinlendiriyor beni oyuna karşı;
Anakreonca{15} bir havaya giriveriyorum birdenbire. Boğaya boynuzu, aslana
(khasm' odontön, dişlerin arasındaki boşluk) vermiş olan bu doğa, bana ayağı
neden vermiş ki?.. Ezmek için, aziz Anakreon aşkına! yalnızca sıvışmak için
değil: çürük koltukları, ödlekçe temaşayı, tarih karşısındaki şehvetli harem
ağalığını, çileci ideallere göz süzmeceyi, iktidarsızlığın adalet
ikiyüzlülüğünü çiğnemek için!
Çileci ideale hürmetim tam, dürüst olduğu sürece! Kendine
inandığı ve bize soytarılık yapmadığı sürece! Ne var ki tüm bu kırıtkan
tahtakurularını sevmiyorum, sonunda ‘sonsuz' tahtakurusu kokana dek, ‘sonsuz’u
koklama hırsları doymak bilmeyen bu tahtakurularını sevmiyorum; yaşamın
tiyatrosunu oynayan yaldızlı mezarları sevmiyorum; bilgelik kisvesine bürünmüş
ve “nesnel” bakan yorgunları ve yıpranmışları sevmiyorum; saman kafalarını
görünmez kılan bir ideal külahı giymiş, allanıp pullanıp kahraman görünümü
verilmiş tahrikçileri sevmiyorum; çileci ve rahip olmaya soyunan, ama aslında
acınası birer palyaçodan başka bir şey olmayan ihtiraslı sanatçıları
sevmiyorum; şu en yeni idealizm spekülatörlerini de sevmiyorum, bugün gözlerini
Hıristiyanca-Arice-dar kafalıca deviren ve en bariz tahrik yolunu, ahlakçı
edayı, her sabrı tüketecek kadar kötüye kullanarak halkın tüm ahmakça yanlarını
ayağa kaldırmaya çalışan şu Antisemitistleri
Tanrı’ya inanma yalanını kendine yasaklamış olan iki bin
yıllık bir hakikat terbiyesinin dehşetle karışık saygı uyandıran felaketidir.
(Aynı evrim süreci Hindistan’da gözleniyor, üstelik tamamıyla bağımsız olarak
gelişiyor; tanıtsal açıdan önemli yani; aynı sonuca zorlayan aynı ideal;
canalıcı noktaya Hıristiyan takviminin başlangıcından beş yüzyıl evvel
varılıyor, Buda'yla, daha doğrusu daha da evvel, Sankhya felsefesi ile, bu
felsefe sonradan Buda tarafından popülerleştirilip din yapılıyor.)
Çileci ideali hesaba katmazsak, insanın, insan hayvanının
bir anlamı yoktu şimdiye kadar. Yeryüzü üzerindeki varoluşu bir amaç
içermiyordu; “neden insan?” - sorusu yanıtsız bir soruydu; insan ve yeryüzü
için istenç yoktu; her büyük insan yazgısının ardından daha da büyük bir
“Boşuna!” nakaratı tınlamaktaydı. Bu anlama gelir işte çileci ideal: bir şeyin
eksik olduğu anlamına, insanı muazzam bir boşluğun kuşatmış olduğu anlamına
gelir - insan kendi kendini gerekçelendiremiyor, açıklayamıyor,
evetleyemiyordu; kendini anlamlandıramama sorunundan dertliydi. Başka dertleri
de vardı; hastalıklı bir hayvandı esasında: ama onun sorunu acı çekmenin
kendisi değil, “ne uğruna acı çekiyorum?” sorusunun çığlığına yanıt
olmayışıydı. İnsan, bu en yürekli ve en acıya alışkın hayvan, acıyı reddetmez
kendinde; ister onu; kendi arar acıyı, yeter ki ona bunun için bir anlam,
acının bir ‘Şunun için’i gösterilsin. Acı çekmek değil, acı çekmenin
anlamsızlığıydı şimdiye kadar insanın üzerine çökmüş olan lanet,
Çileci ideali hesaba katmazsak, insanın, insan hayvanının
bir anlamı yoktu şimdiye kadar. Yeryüzü üzerindeki varoluşu bir amaç
içermiyordu; “neden insan?” - sorusu yanıtsız bir soruydu; insan ve yeryüzü
için istenç yoktu; her büyük insan yazgısının ardından daha da büyük bir
“Boşuna!” nakaratı tınlamaktaydı. Bu anlama gelir işte çileci ideal: bir şeyin
eksik olduğu anlamına, insanı muazzam bir boşluğun kuşatmış olduğu anlamına
gelir - insan kendi kendini gerekçelendiremiyor, açıklayamıyor, evetleyemiyordu;
kendini anlamlandıramama sorunundan dertliydi. Başka dertleri de vardı;
hastalıklı bir hayvandı esasında: ama onun sorunu acı çekmenin kendisi değil,
“ne uğruna acı çekiyorum?” sorusunun çığlığına yanıt olmayışıydı. İnsan, bu en
yürekli ve en acıya alışkın hayvan, acıyı reddetmez kendinde; ister onu; kendi
arar acıyı, yeter ki ona bunun için bir anlam, acının bir ‘Şunun için’i
gösterilsin. Acı çekmek değil, acı çekmenin anlamsızlığıydı şimdiye kadar
insanın üzerine çökmüş olan lanet, - ve çileci ideal bir anlam sundu ona!
Acı çekmek yorumlanmıştı onda; o muazzam boşluk doldurulmuşa
benziyordu; tüm özkıyımcı nihilizme kapanmıştı kapı. Yorum, - hiç şüphe yok ki
- yeni acılar getirmişti beraberinde, daha derin, daha içsel, daha zehirli,
daha yaşam kemirici: tüm acıları suç bakış açısı altında toplamıştı... Ama tüm
bunlara rağmen - insan kurtarılmıştı bununla; bir anlamı vardı; rüzgarda
savrulan bir yaprak değildi artık, saçmalığın, “anlam yokluğu”nun oyuncağı
değildi, bir şey isteyebilirdi bundan böyle, - önceleri umursamadan nereye,
niçin, nasıl gitmek istediğini: istencin kendisi kurtarılmıştı.
bir hiçlik istenci, yaşama karşı bir isteksizlik, yaşamın en
temel koşullarına karşı bir başkaldırı demektir, ama bir istençtir o ve bir
istenç olarak da kalır!.. Ve insan - başta söylemiş olduğumu sonda bir kez daha
söyleyeyim - hiç istememektense hiçliği istemeyi yeğler...
==========
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder