6 Ağustos 2019 Salı

Ahlakın Soykütüğü


Biz kendimizi bilmiyoruz, biz bilenler, biz kendimiz, kendimizi bilmiyoruz: iyi bir nedeni var bunun. Hiç aramadık kendimizi - nasıl olacak da bulacağız kendimizi günün birinde? Haklıydılar “hazineniz neredeyse, yüreğiniz de oradadır” demekle; bizim hazinemiz bilgimizin arı kovanlarının durduğu yerdedir. Oraya doğru yol alıyoruz hep, doğuştan kanatlı hayvanlar ve tinin balözü toplayan arıları olarak; yürekten önemsediğimiz tek bir şey var aslında - “yuvaya bir şey getirmek”. Yaşamın diğer yanına, “yaşantı” denen yanına gelince - onun için hangimizin, en azından yetecek kadar ciddiyeti var? Ya da yeterli zamanı? Korkarım hiç tam anlamıyla “vermedik kendimizi” böyle şeylere: yüreğimiz orada değil, hatta kulağımız bile değil

Ahlaksal önyargılarımızın kökeni üzerine düşüncelerim –ki bu polemiğin konusunu bunlar oluşturuyor– ilk, tek tük ve oturmamış ifadelerini, bir gezginin mola vermesi gibi durup, zihnimin o ana kadar kat etmiş olduğu geniş ve tehlikeli topraklara bakma fırsatı bulduğum bir kış vakti, Sorrento’da yazılmaya başlanmış olan İnsanca, Pek İnsanca. Özgür Tinler İçin Bir Kitap adlı aforizma koleksiyonunda buldu.

Herhangi bir konuda tek başına olma hakkımız yoktur bizim: ne tek başımıza yanılabiliriz, ne de tek başımıza hakikati bulabiliriz. Daha çok, bir ağacın meyve vermesine benzer bir zorunlulukla gelişir içimizde düşüncelerimiz, değerlerimiz, evet’lerimiz ve hayır’larımız, eğer’lerimiz ve acaba'larımız –hepsi de birbirleriyle akraba, birbirleriyle ilintilidir ve bir istencin, bir sağlığın, bir toprağın, bir güneşin ürünleridir. –Sizlerin hoşuna gider mi acaba bizim bu meyvelerimizin tadı?– Ama ağaçlara ne bundan! Bize, biz filozoflara ne!..

Bunun üzerine birtakım yanıtlar buldum, dönemleri, halkları, kişilerin toplumsal mevkilerini bir bir ayırdım, sorunumu ayrıntılandırdım, yanıtlar yeni sorular, araştırmalar, tahminler, olasılıklar doğurdu: ta ki sonunda, kimsenin tahmin bile edemeyeceği, bana ait bir diyar, bana ait bir toprak, gizli tutulmuş, büyüyen ve yeşeren bir dünya, adeta saklı bahçeler bulana dek... Ah, nasıl da mutlu oluyoruz biz bilenler, gereği kadar uzun bir süre susmayı becerdiğimizde!..

Ahlakın kökenine ilişkin hipotezlerimi yayınlamama ilk olarak, soy- kütük hipotezlerinin İngilizlere özgü ters ve sapkın bir türünü ilk kez açık seçik gözümün önüne seren, beni, tümüyle bana aykırı ve zıt oluşu ile cezbetmiş, açık seçik, temiz pak, zeki ve bilgiç bir kitapçık sebep oldu. Kitabın adı Ahlaki Duyguların Kökeni'ydi; yazarı Dr. Paul Ree, yayımlanış tarihi ise 1877. Şimdiye kadar belki de hiç böyle her bir cümlesine, her bir vargısına hayır dediğim, ama buna rağmen bıkmadan ve sabırsızlanmadan okuduğum başka bir kitap olmamıştır.

merhametin değersizliği üzerinde hemfikirdi filozoflar şimdiye dek. Platon, Spinoza, La Rochefoucauld ve Kant'ı saymam yeter: birbirlerinden farklı ama bir konuda birlik dört beyin: merhameti aşağılama konusunda.

Bana ise bu sorunlardan daha fazla ciddiye alınmaya değer hiçbir şey yokmuş gibi geliyor; örneğin belki de günün birinde, bu sorunları ciddiye almanın ödülü olarak, onlara neşeyle yaklaşma hakkını elde ederiz. Zira neşe ya da benim dilimde söylersek şen bilim - bir ödüldür: elbette herkesin harcı olmayan, uzun süreli, cesur, gayretkeş, derinleri eşeleyen bir ciddiyetin ödülü.

Bu yazı anlaşılmıyor ve kulağa hoş gelmiyorsa, bunun suçu, bana öyle geliyor ki, ille de bende değil. Bu yeterince açık bir yazı, ama benim de şart koştuğum üzere, bundan önce yazdıklarımın biraz gayret sarf edilerek okunmuş olması koşuluyla, ki anlaması kolay yazılar değil onlar gerçekten de. “Zerdüşt”ümü ele alalım örneğin; o kitabın her bir sözcüğü karşısında kâh derinden yaralanmamış, kâh derin hayranlık duymamış kimseyi, onu tanıyan biri saymam: çünkü ancak o zaman, dingin öğeden doğmuş o yapıtın güneşli aydınlığını, uzaklığını, enginliğini ve kesinliğini huşu ile paylaşma ayrıcalığına hak kazanır.

Tüm asil ahlak, utkulu bir kendini “evetleme”den doğarken, köle ahlakı en başından “hayır” der “dışarıdakine”, “farklı olana”, “kendinden olmayana”: ve bu “hayır”, onun yaratıcı edimidir. Değer belirleyen bakış açısının bu tersine dönüşü - kendine dönmek yerine bu zorunlu dışa yönelim - hınca özgüdür: köle ahlakı oluşmak için ilkin hep bir karşı ve dış dünyayı gereksinir, fizyolojik bir terim ile söylersek, en ufak bir eylemde bulunabilmek için bile dış uyarımlara gereksinim duyar, - eylemi, temelinde bir tepkidir. Asil değerlendirme tarzında ise durum bunun tersidir: o kendiliğinden eyleme geçer ve gelişir; karşıtını, sırf kendini daha minnetle, daha coşkulu bir sevinçle evetlemek için arar,

Avrupa’nın kara yazgısı da burada işte - insana duyulan korku ile birlikte, ona olan sevgiyi, hürmeti, umudu, ve evet, ona olan istenci de yitirdik. İnsana bakmak yoruyor artık - bugün nihilizm bu değilse başka nedir ki?.. İnsan yorgunuyuz...

Kuzuların büyük yırtıcı kuşlara öfke duymaları şaşırtıcı değil: ancak bu, küçük kuzuları kapıyorlar diye yırtıcı kuşlara gücenmek için bir neden oluşturmuyor. Ve kuzular kendi aralarında, “bu yırtıcı kuşlar kötü; kim onlara olabildiğince az benzerse, dahası onların aksiyse, yani kuzuysa, - onun da ‘iyi' olması gerekmez mi?” derlerse, böyle bir ideal kurgulanmasına diyecek bir şey yoktur, yırtıcı kuşlar buna biraz alaylı bakacak olsalar ve belki de kendi kendilerine “biz hiç de öfkeli değiliz bu iyi kuzulara, seviyoruz onları hatta: hiçbir şey yumuşak bir kuzudan daha lezzetli değildir” diyecek olsalar bile.

Acı çekildiğini görmek iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi gelir - sert bir cümle bu; ama eski, kudretli, insanca-pek insanca bir temel ilke,

Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en uzun tarihi - ve cezada da şenlikli çok şey var!

Bir daha soralım: acı ne ölçüde “borç”un telafisi olabilir? Acı çektirmenin son kerte bir hoşnutluk sağlamış olduğu ölçüde, zarara uğrayan, zararı ve buna ek olarak zarara uğramanın sıkıntısını olağanüstü bir karşı haz ile takas etmiş olduğu ölçüde: acı çektirme, - gerçek bir şölen ve daha önce de söylediğim gibi, alacaklının ait olduğu sınıfa ve toplumsal konumuna ters düştüğü oranda da değeri artan bir şeydir. Tahminen söylüyorum bunları: çünkü böylesi yeraltı meselelerinin temelini görmek, nahoş olması bir yana, zordur da; ve bu noktada, araya hoyratça öç kavramım sokan, bu görüşü kolaylaştırmaktan çok kapatır ve karartır (nitekim öç de aynı soruna geri götürür: “nasıl olur da acı çektirmek bir doyum sağlar?”).

Belki de o zamanlar acı - hanım evlatlarına avuntu olsun diye söylüyorum - şimdiki kadar can yakmıyordu;

Bugüne kadarki ahlak soykütükçüleri nasıl yaklaşıyorlar bu konuya? Her zaman olduğu gibi safça -: arayıp tarayıp bir “amaç” buluyorlar cezada, sözgelimi öç ya da caydırma, sonra saf saf bu amacı, cezanın causa fiendi’si (asıl neden) olarak başlangıca oturtuyorlar ve - mesele halloluyor. Oysa “hukukun amacı”, hukukun oluşum tarihi açısından kullanılacak en son şeydir: her türden tarih için, şu bin bir güçlükle erişilmiş olan, ama artık gerçekten de erişilmiş olması gereken önermeden daha önemli bir başka önerme yoktur: - bir şeyin oluşum nedeni ile o şeyin son yararlılığı, fiili kullanımı ve bir amaçlar dizgesi içindeki konumu birbirlerinden toto coelo (bütünüyle) ayrı şeylerdir;

Bu noktada artık, “vicdan rahatsızlıgı”nın kaynağına ilişkin benim kendi hipotezime ilk ve geçici bir anlatım kazandırmak şart oluyor: anlatımı kolay olmayan ve uzun süre düşünülmeyi, gözetilmeyi, özümsenmeyi gerektiren bir hipotez bu. Vicdan rahatsızlığını, geçirmiş olduğu değişimlerin hepsinden daha esaslı bir değişimin, kendini, toplum ve barış büyüsünün içine kesin olarak hapsolmuş bulduğunda yaşadığı o değişimin baskısı altındaki insanın kaçınılmaz olarak yakalandığı ağır bir hastalık olarak görüyorum ben. Deniz hayvanlarının kara hayvanı olmaya, aksi halde yok olup gitmek zorunda kaldıklarında başlarına gelenden farklı değildi yabana, savaşa, gezip dolaşmaya, maceraya mutlulukla uyum sağlamış bu yarı hayvanların başlarına gelen, - tüm içgüdüleri bir anda değerden düşmüş ve “askıya alınmıştı”. O ana değin suyun taşımış olduğu bu hayvanlar, bundan böyle ayakları üzerinde yürümek ve “kendi kendilerini taşımak” zorundaydılar: korkunç bir ağırlık çökmüştü üzerlerine.

Ama bununla, insanlığın bugün bile atlatamamış olduğu, en vahim ve en dehşetli hastalığın yolu açıldı; insanın insandan, kendinden acı çekmesi: hayvan olarak yaşadığı geçmişinden zorla koparılmasının, yeni durumlar ve varoluş koşullan içine düşmesi ve adeta yuvarlanmasının, o ana kadar kuvvetinin, hazzının, korkunçluğunun temellerini oluşturmuş olan içgüdülere karşı açılmış savaşın sonucu olarak.

Tasasız, alaycı, zorba - böyle ister bizi bilgelik: bir dişidir o, bir savaşçıdan başkasını sevmez. İşte Böyle Dedi Zerdüşt

Tüm iyi şeyler vaktiyle kötü şeylerdi; her kalıtsal günahtan bir kalıtsal erdem oluştu. Sözgelimi evlilik, uzun bir süre topluluk hakkının ihlali olarak görüldü; bir kadını sırf kendine mal edecek denli kibirli olanlar ceza öderdi bir zamanlar

kim günün birinde “yeni bir cennet” kurmuşsa, gerekli gücü kendi cehenneminde bulmuştur...

İstenci tümden elemek, duygulanımları topyekûn askıya almak; diyelim ki yapabildik bunu: nasıl? zihni hadım etmek demek olmaz mı bu?..

İnsan usandı, hem de sıkça; bu usanmanın salgınları da var (1348 yılı dolaylarında, ölüm dansı zamanında): ama bu tiksinti bile, bu yorgunluk, bu kendinden bıkma bile - öylesine güçlü bir şekilde açığa çıkar ki onda, tekrar yeni bir zincire dönüşüverir hemen. Onun yaşama dediği “hayır”, âdeta bir büyüyle bir sürü yumuşak “evet”i gün ışığına çıkarır; öyle ki yaralanırsa bu yıkım, “özyıkım” ustası, - yaranın kendisi zorlar sonradan onu yaşamaya...

Beraberinde merhemler ve balsamlar getirir, buna şüphe yok; ama ilkin yaralaması gerekir ki doktor olsun; sonradan, yaranın verdiği ağrıyı dindirirken aynı zamanda zehirler de yarayı

 “Acı çekiyorum: bu birinin suçu olmalı” - böyle düşünür her hastalıklı koyun.

 “Acı çekiyorum: bu birinin suçu olmalı” - böyle düşünür her hastalıklı koyun. Ama çobanı, çileci rahip ona der ki: “Doğrudur koyunum! birinin suçu olmalı bu: ama sen kendinsin o biri, yalnızca sensin bunda suçlu olan, - sen kendinsin yalnızca kendinin suçlusu!”... Yeterince cüretkâr bu, yeterince yanlış: ama bir şey elde edildi bununla en azından; bununla, daha önce de söylediğim gibi, hıncın yönü - değiştirildi.

Acının hafifletilmesi, her tür “avutma”, - dehasının bu olduğu çıkacaktır ortaya: nasıl da yaratıcıdır avutuculuk görevini kavrayışı, nasıl da pervasızca ve cüretle seçmiştir bu görev için kullanılacak araçları! Özellikle de Hıristiyanlık, içinde en ustalıklı avutma yollarının bulunduğu bir hazine odası olarak adlandırılabilir; ferahlatan, rahatlatan, uyuşturan o denli çok şey yığılıdır içinde; bu amaç uğruna o denli çok şey tehlikeye atılmıştır en tehlikeli ve en pervasız şekilde; özellikle fizyolojik açıdan özürlülerin derin çöküntülerinin, kurşun ağırlığındaki bitkinliklerinin, kapkara kederlerinin hangi uyarıcı duygulanımlarla, hiç değilse belirli sürelerle üstesinden gelinebileceğini o denli incelikle, incelmişlikle, güneyli incelmişliğiyle keşfetmiştir. Çünkü, genel olarak söylersek: bütün büyük dinlerde söz konusu olan asıl mesele, salgın haline gelmiş belirli bir yorgunluk ve ağırlıkla mücadele etmek olmuştur. Şunun olası olduğu daha en başından kabul edilebilir ki, yeryüzünün belirli yerlerinde zaman zaman, neredeyse zorunlu olarak, fizyolojik bir tutukluk duygusunun geniş kitleleri hâkimiyeti altına alması kaçınılmaz olmuştur, ne ki fizyolojik konulardaki bilgi eksikliği, bunun fizyolojik bir tutukluk duygusu olduğunun bilincine varılamamasına yol açtığından “nedeni” ve çaresi yalnızca psikolojik-ahlaksal alanda aranabilmiş ve sınanabilmiştir (nitekim bu benim, genel olarak “din“ diye adlandırılan şey için bulduğum en kapsamlı formülümdür).

O baskın çökkünlükle mücadelede önce, yaşam duygusunu iyiden iyiye en alt noktaya çeken araçlar kullanılır. Mümkünse artık hiç istememek, dilememek; duygulanıma yol açan, “kan” yapan her şeyden kaçınmak (tuz yememek: Fakir’in sağlık öğretisi); sevmemek; nefret etmemek; kayıtsızlık; öç almamak; varsıllaşmamak; çalışmamak; dilenmek; mümkünse kadınsız ya da olabildiğince az kadınla olmak: tinsel yönden Pascal'ın ilkesi “il faut s'abetir“ (kişi kendini aptallaştırmalı). Sonuç, psikolojik-ahlaksal ifadeyle: “benliksizleşme”, “kutsanmışlık”; fizyolojik ifadeyle: hipnotize olma, - bazı hayvanlar için kış uykusu, sıcak iklimlerin çoğu bitkisi için de yaz uykusu ne ise, insanlar için de ona benzer bir şeyi yaklaşık olarak elde etme çabası, yaşamın, bilinçte dahi belirmeksizin, kıtı kıtına varlığını sürdürebildiği asgari bir enerji tüketimi ve metabolik etkinlik.

o derin fizyolojik çöküntüden, çeşitli hipnotizma yollarından oluşan sistemleri sayesinde sayısız durumda gerçekten sıyrılmışlardır:

Büyük dinlerdeki “kurtuluş”a saygı duyacağız demek ki; buna karşılık, rüya görmek için bile fazla yorgun düşmüş bu yaşam bezginlerinin derin uykuya dahi atfettikleri değer karşısında ciddiyetimizi korumak biraz güçleşiyor,

tüm pesimist dinlerde hiçliğin adı Tanrı

Her hayır işlemenin, yararlı olmanın, yardımda bulunmanın, ödüllendirmenin beraberinde getirdiği “en küçük bir üstünlük” mutluluğu, fizyolojik açıdan özürlülerin en bolca kullandıkları avunma yoludur, iyi bir doktor nezareti altında olmak şartıyla: aksi halde elbette aynı temel içgüdüye itaat ederek incitirler birbirlerini.

Tüm hastalar ve hastalıklılar o boğucu çökkünlüğü ve güçsüzlük duygusunu üzerlerinden silkip atmak arzusuyla, içgüdüsel olarak bir sürü örgütlenimine yönelirler: çileci rahip bu içgüdüyü sezer ve teşvik eder; sürü olan her yerde güçsüzlük içgüdüsü sürüyü istemiş ve rahip kurnazlığı da onu örgütlemiştir. Çünkü şunu gözden kaçırmamalıyız: zayıflar nasıl birleşmeye yönelirlerse, güçlüler de aynı doğal zorunlulukla birbirlerinden ayrılmaya gayret ederler; güçlüler, iktidar istençlerinin saldırgan bir toplu eylemi ve toplu tatmini söz konusu olduğunda birleşirler ancak, bireysel vicdanın önemli ölçüde direnişi ile karşılaşarak; diğerleri ise bir araya toplanmaktan haz duyarak gelirler bir araya,

Bütün bilim (ve asla yalnızca astronomi değil; onun küçültücü ve yıkıcı etkisine ilişkin olarak Kant dikkate değer bir itirafta bulunmuştur: “o benim önemimi hiçe indiriyor”... ); bütün bilim, doğal olanı gibi doğal olmayanı da - bilginin özeleştirisini böyle adlandırıyorum ben -, insanı şimdiye kadar kendisine duymuş olduğu saygıdan vazgeçirmek peşinde bugün,

aşağılayan, ne olursa olsun, “saygı göstermeyi unutmamış” biridir gene de...).

Tüm modern tarih yazımı mı daha yaşamdan emin, daha idealden emin bir tutum sergilemiş midir peki? Onun bugün en asilane iddiası ayna olmak; tüm teleolojiyi reddediyor; hiçbir şeyi “kanıtlamak” istemiyor bundan böyle; yargıcı oynamayı küçümseyerek geri çeviriyor ve bununla da zevk sahibi olduğunu gösteriyor, - ne denli az reddediyorsa o denli az evetliyor, saptıyor o, “betimliyor”... Tüm bunlar büyük ölçüde çileci; ama aynı zamanda daha da büyük ölçüde nihilistçe, bu noktada hataya düşmeyin! Kederli, sert ama kararlı bir bakış görürsünüz onda, - dışarıya bakan bir göz, yalnız kalmış bir Kuzey Kutbu yolcusunun dışarıya baktığı gibi (yoksa içeriye bakmamak için mi? geriye bakmamak için mi?..) Burada kar var, burada yaşam susmuş; burada öten son kargaların adları “Niçin?”, “Nafile!”, “Nada! “ (Hiçbir şey) - hiçbir şey gelişip büyümüyor burada artık, olsa olsa Petersburg’un siyaset kuramı ve Tolstoy’ca “merhamet”.

Benim zevkime ters düşüyor bu, sabrımı da zorluyor: varsın sabırlarıyla işleri olmayanlar sabretsin böylesi görüntüler karşısında, - beni öfkeden kudurtuyor böyle bir görüntü, böyle “seyirciler”, “oyun”un kendisinden (tarihin kendisi, anlıyorsunuz ya) daha çok kinlendiriyor beni oyuna karşı; Anakreonca{15} bir havaya giriveriyorum birdenbire. Boğaya boynuzu, aslana (khasm' odontön, dişlerin arasındaki boşluk) vermiş olan bu doğa, bana ayağı neden vermiş ki?.. Ezmek için, aziz Anakreon aşkına! yalnızca sıvışmak için değil: çürük koltukları, ödlekçe temaşayı, tarih karşısındaki şehvetli harem ağalığını, çileci ideallere göz süzmeceyi, iktidarsızlığın adalet ikiyüzlülüğünü çiğnemek için!

Çileci ideale hürmetim tam, dürüst olduğu sürece! Kendine inandığı ve bize soytarılık yapmadığı sürece! Ne var ki tüm bu kırıtkan tahtakurularını sevmiyorum, sonunda ‘sonsuz' tahtakurusu kokana dek, ‘sonsuz’u koklama hırsları doymak bilmeyen bu tahtakurularını sevmiyorum; yaşamın tiyatrosunu oynayan yaldızlı mezarları sevmiyorum; bilgelik kisvesine bürünmüş ve “nesnel” bakan yorgunları ve yıpranmışları sevmiyorum; saman kafalarını görünmez kılan bir ideal külahı giymiş, allanıp pullanıp kahraman görünümü verilmiş tahrikçileri sevmiyorum; çileci ve rahip olmaya soyunan, ama aslında acınası birer palyaçodan başka bir şey olmayan ihtiraslı sanatçıları sevmiyorum; şu en yeni idealizm spekülatörlerini de sevmiyorum, bugün gözlerini Hıristiyanca-Arice-dar kafalıca deviren ve en bariz tahrik yolunu, ahlakçı edayı, her sabrı tüketecek kadar kötüye kullanarak halkın tüm ahmakça yanlarını ayağa kaldırmaya çalışan şu Antisemitistleri

Tanrı’ya inanma yalanını kendine yasaklamış olan iki bin yıllık bir hakikat terbiyesinin dehşetle karışık saygı uyandıran felaketidir. (Aynı evrim süreci Hindistan’da gözleniyor, üstelik tamamıyla bağımsız olarak gelişiyor; tanıtsal açıdan önemli yani; aynı sonuca zorlayan aynı ideal; canalıcı noktaya Hıristiyan takviminin başlangıcından beş yüzyıl evvel varılıyor, Buda'yla, daha doğrusu daha da evvel, Sankhya felsefesi ile, bu felsefe sonradan Buda tarafından popülerleştirilip din yapılıyor.)

Çileci ideali hesaba katmazsak, insanın, insan hayvanının bir anlamı yoktu şimdiye kadar. Yeryüzü üzerindeki varoluşu bir amaç içermiyordu; “neden insan?” - sorusu yanıtsız bir soruydu; insan ve yeryüzü için istenç yoktu; her büyük insan yazgısının ardından daha da büyük bir “Boşuna!” nakaratı tınlamaktaydı. Bu anlama gelir işte çileci ideal: bir şeyin eksik olduğu anlamına, insanı muazzam bir boşluğun kuşatmış olduğu anlamına gelir - insan kendi kendini gerekçelendiremiyor, açıklayamıyor, evetleyemiyordu; kendini anlamlandıramama sorunundan dertliydi. Başka dertleri de vardı; hastalıklı bir hayvandı esasında: ama onun sorunu acı çekmenin kendisi değil, “ne uğruna acı çekiyorum?” sorusunun çığlığına yanıt olmayışıydı. İnsan, bu en yürekli ve en acıya alışkın hayvan, acıyı reddetmez kendinde; ister onu; kendi arar acıyı, yeter ki ona bunun için bir anlam, acının bir ‘Şunun için’i gösterilsin. Acı çekmek değil, acı çekmenin anlamsızlığıydı şimdiye kadar insanın üzerine çökmüş olan lanet,

Çileci ideali hesaba katmazsak, insanın, insan hayvanının bir anlamı yoktu şimdiye kadar. Yeryüzü üzerindeki varoluşu bir amaç içermiyordu; “neden insan?” - sorusu yanıtsız bir soruydu; insan ve yeryüzü için istenç yoktu; her büyük insan yazgısının ardından daha da büyük bir “Boşuna!” nakaratı tınlamaktaydı. Bu anlama gelir işte çileci ideal: bir şeyin eksik olduğu anlamına, insanı muazzam bir boşluğun kuşatmış olduğu anlamına gelir - insan kendi kendini gerekçelendiremiyor, açıklayamıyor, evetleyemiyordu; kendini anlamlandıramama sorunundan dertliydi. Başka dertleri de vardı; hastalıklı bir hayvandı esasında: ama onun sorunu acı çekmenin kendisi değil, “ne uğruna acı çekiyorum?” sorusunun çığlığına yanıt olmayışıydı. İnsan, bu en yürekli ve en acıya alışkın hayvan, acıyı reddetmez kendinde; ister onu; kendi arar acıyı, yeter ki ona bunun için bir anlam, acının bir ‘Şunun için’i gösterilsin. Acı çekmek değil, acı çekmenin anlamsızlığıydı şimdiye kadar insanın üzerine çökmüş olan lanet, - ve çileci ideal bir anlam sundu ona!

Acı çekmek yorumlanmıştı onda; o muazzam boşluk doldurulmuşa benziyordu; tüm özkıyımcı nihilizme kapanmıştı kapı. Yorum, - hiç şüphe yok ki - yeni acılar getirmişti beraberinde, daha derin, daha içsel, daha zehirli, daha yaşam kemirici: tüm acıları suç bakış açısı altında toplamıştı... Ama tüm bunlara rağmen - insan kurtarılmıştı bununla; bir anlamı vardı; rüzgarda savrulan bir yaprak değildi artık, saçmalığın, “anlam yokluğu”nun oyuncağı değildi, bir şey isteyebilirdi bundan böyle, - önceleri umursamadan nereye, niçin, nasıl gitmek istediğini: istencin kendisi kurtarılmıştı.

bir hiçlik istenci, yaşama karşı bir isteksizlik, yaşamın en temel koşullarına karşı bir başkaldırı demektir, ama bir istençtir o ve bir istenç olarak da kalır!.. Ve insan - başta söylemiş olduğumu sonda bir kez daha söyleyeyim - hiç istememektense hiçliği istemeyi yeğler...

==========

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder