19 Eylül 2019 Perşembe

Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar (57)


İç dünyası zengin bir insan, her şeyden önce acı çekmemeye, kendini ihmal etmemeye, dinginliğe ve kendi başına kalmaya yönelecektir, yani sakin, alçakgönüllü ama olabildiğince engellenmemiş bir yaşam arayacaktır ve buna göre, sözümona insanlarla kimi tanışıklıklardan sonra, kendi köşesine çekilmişliği ve hatta, büyük bir kafaysa eğer, yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir kimse kendinde ne çok şeye sahipse, dışarıdan o denli az şeye gereksinir ve ötekiler de o denli az onun olabilirler. Bu yüzden, zihnin kendinde olağanüstülüğü, toplumdan uzak durmasına yol açar.

İşte aptal adam, kendi zavallı bireyselliğinin sırtından atamayacağı yükü altında inim inim inliyor; öte yanda yüksek yetenekli kişi, en ıssız ortamı bile kendi düşünceleriyle şenliklendiriyor ve canlandırıyor. Bu yüzden Seneca'nın söylediği çok doğrudur: Omnis stultitia laborat fastidio sui (Ep.

Sıradan insanlar sadece zamanı geçirmeyi düşünürler; herhangi bir yeteneği olan kimse ise ondan yararlanmayı düşünür.

Sınırlı kafaların, can sıkıntısına çok maruz kalıyor olmalarını nedeni, onların zihninin, istençlerinin konularının ortamı olmaktan daha fazla bir şey olmamasıdır. İmdi, eğer ortada ele alacak bir konu yoksa, istenç dinlenir ve zihin bayram eder; biri de öteki gibi kendi kendine etkinlikte bulunamadığı için, bunun sonucunda insanın tüm kuvvetleri müthiş bir durgunluk içine –can sıkıntısına– düşerler. Bunun üstesinden gelebilmek için, istencin önüne, onu uyandırmak ve böylelikle bu konuyu kavrayacak zihnin de etkinliğe geçmesini sağlamak için, küçük, salt geçici ve gelişigüzel kabul edilmiş konular sürülür. Bu konular gerçek ve doğal konular yanında, gümüş paranın yanındaki kâğıt para gibidirler; çünkü geçerlilikleri sadece keyfi olarak kabul edilmiştir: Bu tür konular, sözü edilen amaca yönelik olarak uydurulmuş, iskambil vb. oyunlardır. Bu oyunlar olmazsa, sınırlı insan çareyi eline ne geçirdiyse şıkırdatmakta ve tıngırdatmakta bulur. Sigara da seve seve düşüncelerin yerine koyacağı bir şeydir. Bu yüzden tüm ülkelerde, tüm toplumun baş uğraşısı iskambil oyunu olmuştur: Bu oyun topluluğun değerinin ölçütüdür ve tüm düşüncelerin iflasıdır. İnsanların birbirleriyle alışverişte bulunacakları düşünceleri olmadığı için, iskambil kâğıdı alıp verirler ve birbirlerinin parasını almaya çalışırlar. Ah, acınası insanoğlu!

Aslında bizim pratik, gerçek yaşamımız, tutkular tarafından yönlendirilmediği sürece can sıkıcı ve yavandır; onu tutkular yönlendirdiğinde ise, çok geçmeden acı vermeye başlar: Bu yüzden yalnızca, istençlerinin hizmeti için gereken ölçünün üstünde herhangi bir zekâ fazlalığına sahip olanlar mutludurlar. Çünkü böylelikle, gerçek yaşamlarının yanı sıra, kendilerini sürekli olarak ve acısız ama yine de canlı bir biçimde meşgul eden ve eğlendiren, entelektüel bir yaşam da sürdürürler. Salt bir boş zaman, yani istencin hizmetinde uğraşıda bulunmayan zekâ, bunun için yeterli değildir; gerçek bir kuvvet fazlalığı gereklidir: Çünkü ancak bu fazlalık, istencin hizmetinde olmayan, salt zihinsel bir uğraşıyı sürdürebilir: "Zihinsel bir uğraşı içermeyen boş zaman ölümdür ve diri diri gömülmektir" (Seneca. Ep., 82). Ama bu fazlalığın küçük ya da büyük oluşuna göre, gerçek yaşamla, öncü entelektüel yaşam arasında, salt böcek, kuş, mineral, madeni para biriktirmekten ve betimlemekten, şiir sanatının ve felsefenin en yüksek başarımlarına dek uzanan sayısız basamak vardır. Böyle bir entelektüel yaşam, salt can sıkıntısına karşı değil, onun yıkıcı sonuçlarına karşı da korur. Yani kötü topluma ve insanın mutluluğunu bütünüyle gerçek dünyada aradığı zaman içine düştüğü çok sayıda tehlikeye, musibete, yitime ve savurganlığa karşı bir koruma duvarı oluşturur. Örneğin felsefem bana asla bir şeyler getirmedi, ama çok şeyi benden uzak tuttu.

Buna karşılık normal insan, yaşamından haz alması bakımından, kendi dışındaki şeylere, mala mülke, mevkiye, kadınlara ve çocuklara, arkadaşlara topluma vb. muhtaçtır; yaşamının mutluluğu bunlara dayanır: Bu yüzden, onları yitirdiğinde ya da onların kendisini aldattığını düşündüğünde yıkılır. Bu ilişkiyi anlatabilmek için, ağırlık merkezinin kendi dışında olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu yüzden sürekli değişen istekleri ve kaygıları vardır: Olanakları izin verdiğince, kâh çiftlikler, kâh atlar satın alır; kâh şölenler verir, kâh yolculuklara çıkar, ama genel olarak her türlü nesnede bir tür dışsal yetinme aradığı için, büyük bir lüks içinde yaşar; tıpkı zayıf düşmüş bir kimsenin, asıl kaynağı kendi yaşama enerjisi olan sağlığına ve gücüne, et suyu içerek ve eczanelerden aldığı haplarla ulaşmayı umması gibi.

Böyle içsel zenginliğe sahip birisi artık dışarıdan, olumsuz bir armağandan, yani kendi zihinsel yeteneklerini eğitebilmek ve kendi içsel zenginliğinin tadını çıkarabilmek için özgür boş zamandan, demek ki aslında tüm yaşamı boyunca her gün ve her saat bütünüyle kendi başına olabilme izninden başka bir şeye gereksinmez. Bir kimsenin yazgısında zihninin izini tüm insan soyuna bırakmak varsa, o zaman onun için yalnızca tek bir mutluluk ya da mutsuzluk, yani yeteneklerini eksiksiz bir biçimde eğitebilmek ve yapıtlarını tamamlayabilmek ya da bunları yapmaktan alıkoyulmak söz konusudur. Onun gözünde başka her şey önemsizdir. Bundan dolayı, tüm zamanların büyük kafalarının, kendisiyle baş başa kalmaya en büyük değeri verdiklerini görüyoruz. Çünkü böyle biri, kendisiyle baş başa kalmaya, kendi kendisine verdiği değeri verir. "Mutluluk, kendi kendinle baş başa kalmakta görünüyor" diyor Aristoteles (Nikomakhos'a

zihinsel açıdan en sınırlı insanın aslında en mutlu insan olduğu, yeterince sıklıkta öne sürülmüş ve bu kanıtsız da kalmamıştır; yine de kimse onun bu mutluluğunu kıskanmak istemez.

aileden gelen zenginlik içinde doğan birisine, bu zenginliğin vazgeçilmez bir şey, olası biricik yaşamın unsuru, solunan hava gibi önemli bir şey olarak görünmesi olsa gerektir; bu yüzden o, zenginliğe de yaşamına gösterdiği özeni gösterir, bunun sonucunda genellikle düzeni sever, dikkatli ve tutumlu davranır. Buna karşılık, yoksul bir ailede doğan birine, bu yoksulluk doğal durum olarak, daha sonra bir biçimde ulaştığı zenginlik ise geçici, sadece tadını çıkarmaya ve saçıp savurmaya yarayan bir şey olarak görünür; zenginlik yok olduğunda, yine eskisi gibi, onsuz da yaşanır ve bir dertten daha kurtulmuş olunur. Burada Shakespeare'in dediği gibi: Dilenci, atını çatlatıncaya dek koşturduğuna göre, Deyim doğrulanmış olmalı.

Kızlıklarında yoksul olan kadınların, zengin bir çeyiz getirmiş olanlardan daha talepkâr ve daha savurgan olmaları da, bu insani özellikle açıklanmalıdır; zengin kızların çoğu beraberlerinde sadece sermaye değil, bu zenginliğin korunmasına yönelik, yoksullardakinden daha büyük bir gayreti, yani kalıtımsal bir dürtüyü de getirirler.

Ama yine de ben, yoksul bir kızla evlenen birine, ona sermayeyi değil sadece geliri miras bırakmasını, özellikle de çocukların servetinin kadının eline geçmemesine özen göstermesini tavsiye ederim.

herhangi bir bilimi iyice öğrenip, hiç olmazsa bu bilimi geliştirme olanağını bile açmayan bir kimse, doğuştan gelen servetiyle bir avaredir ve hor görülmeye layıktır. O da mutlu olmayacaktır: Çünkü açlıktan uzak olma, onu insan sefaletinin öteki kutbunun, can sıkıntısının eline düşürmüştür, bu kutup ona öyle işkence eder ki, açlıkla uğraşsaydı daha mutlu olurdu. Ama tam da bu can sıkıntısı onu kolayca, layık olmadığı avantajları elinden alan garipliklere yöneltir. Gerçekten de çoğu kimse, sırf, para sahibi olduklarında, kendilerini ezen can sıkıntısını bir anlığına olsun gidermek üzere bu parayı harcadıklarından ötürü yokluk içine düşmüşlerdir.

11 Eylül 2019 Çarşamba

Bir Ömür Nasıl Yaşanmalı


Bir Ömür Tarihle Yaşanır mı?

 

İlber hocamın kitabına açıkça bir gönderme var. Evet, selam çakmışlar. Ha ha.

 

Bir ömür nasıl yaşanmalı’yı aklıma getiren şey Prosper Merimee’nin Carmen’i oldu. İlk başta kadınlar hakkında bir takım tespitler olarak baktığım kitaba bir anda istemsizce bambaşka bir gözlükle bakmıştım. Bu, aşkından her şeyi berbat eden bir adamın hikayesi miydi yoksa hayatını mükemmel bir şekilde yaşayan Carmen’in hikayesi miydi? Evet, kitabın adı Carmen olabilir ancak hikayeyi anlatan kişi Carmen olmadığı için ilk başta kitaba böyle bir perspektiften bakmak zorlaşıyor. Ancak bir noktada adamın düştüğü iğrenç çukuru görüyorsunuz. Ve onu oraya düşüren kişi Carmen değil. Evet, Carmen’le alakası yok bunun; bu tamamen kendi sorumluluğu. Ancak adam ve ahmaklıkları bizi asıl ilgilendiren şey değil. Bizi asıl ilgilendiren Carmen ve onun mükemmel yaşamı.

 

Carmen aşığına hiçbir zaman yalan söylemiyor. Başkasını sevdiğini bile açıkça söylüyor. Ben özgürüm diyor ve bu açıdan hiçbir taviz vermiyor. Hatta öyle ki beni öldürmeye hakkın var ama ben seni sevmiyorum artık diyor. Ahlaksız birisinden, sürekli birilerini dolandıran birisinden beklenemeyecek bir laf değil mi. Ancak ahlaklı ve özgür bir birey olmanın önemini gözler önüne seriyor. Hırsızlık yapacağı kişileri zenginlerden seçiyor.

 

Bir özgürlük hikayesi. Bir nasıl yaşanılmalı öyküsü. Ya da bunu ben çıkarıyorum kafamdan. Buna mı ihtiyacım var acaba şuan. Nasıl yaşanmalı? Heyecan lazım ancak heyecan azalıyor. İsteklerimizi gerçekleştirmeyen sevgilimize kızmamızın haksızlığını kanıtlayan hikayedir Carmen. Budur. Özgür birey olmanın önemidir. Kimse üzerinde tahakküm kurmamak gerektiğini bize anlatır. Birisinin üzerinde tahakküm kurmaya çalışıldığında asıl tahakküm kurulanın kendimiz olduğunu anladığımız öyküdür bu.

 

Ne diyor aşığımız. Bana defol dediğinde, çekip gidemedim. Ha ha. Acizliğe bak. Benim ol diye sürekli ısrar ediyor ve Carmen de sürekli onun olduğunu anlatıyor ancak adam buna inanmıyor ve sürekli bir tahakküm kurma çabası içinde direnip duruyor. Carmen de kural koyuyorsan şunu bil ki ben o kuralı yıkacağım diyor. İşte bu. Bu, olması gereken özgürlük. Özgürlük budur lan işte. Bağırmak istiyorum.

 

Aşk, ıstırap veya hüzün değil. Özgürlük. Gerçekleri yüreklilikle, kaybetmeyi bilen bir yüreklilikle -yani zorbaca bir yüreklilikle değil- söylemeyi bilmenin önemidir bu. Bu hem kişisel ahlaktır hem de kişisel özgürlük duygusudur. Kendimize açıklayabileceğimiz eylemlerimiz için şart koştuğumuz iki ilke. Özgürlük ve ahlak. Sadece kendi özgürlüğümüzü gözetmek değil. İnsanların da özgür olduklarını bilmek. Ve onların da hayatlarında her şeyi yapmaya hakları olduklarını bilmek. Sizi kahretse bile bunu kabul etmek. İşte budur. Yıkılmayan adamın da dediği gibi: Gözlerime mil çekerim, yüreğimi dağlarım, adını bir daha anmam, ara sıra ağlarım, ama asla yıkılmam. İşte bu lan! Arka planda State of siege 2 açılmalı bu satırlar okunurken. Evet.

 

Aptal çocuk, ben şeytanım, benim peşimi bırak, senin hayatını rezil ederim ben. Bunu kim söyleyebilir ki? Ancak ve ancak özgür ve ahlaklı birisi söyleyebilir. Seni seviyorum, sen de beni seviyorsun ancak beni bırakmalısın çünkü tehlikeliyim. İşte bu. Bu gerçeklerin yiğitçe söylenmesi. Kaybedecek çok büyük şeylerin olmasına rağmen doğruları söylemek. Kaybetmekten korkmamak. Açıkça benim hayatımın kuralları var demek bu.

 

İnsan şeytanlara inanmaz, ancak ve ancak faust gibi ahlaklı bir şeytana inanır insan. Kendi kuralları olan ve bunları asla çiğnemeyecek bir şeytana. Bu şeytan kendi dünyasını kurmuştur çünkü tanrıya gereksinimi yoktur onun. Tanrıyı arayanlar artık onu bulabilirler. Ve bir tanrı da bir başka tanrıyı arayabilir elbette. Ölümlülerle de birlikte oluyor diye tanrıları kaçırması gerekmez tanrının. Tanrılık, bir dünya yaratma mesleğidir.

 

Bir haydutun yanında sıkılmaz insan. Ama bir haydutun bile sıkılmamasını sağlayan Carmen’dir. Yaşamayı bilir. İnsanlara göre değil. Kendine göre yaşamayı bilir. O an eğleniyorsa eğlenir, sıkılıyorsa sıkılır. Kimsenin ne düşündüğü umurunda değildir.

Coşku


Her şeye başkaldırması gereken, tutku dolu olması gereken gençlik nerede şimdi? Nerede hapishaneye atılınca uysal olan ama aslında delirmesi ve vahşileşmesi gereken insanoğlu? Nerede düşünebilen hayvanlar? Nerede doğanın getirdiği en üstün yaratıklar?

 

Nerede sahip olmamamız gereken gençlik ateşi? Gezme, öğrenme, sevme arzusu. Nerede tüm insanlığımız? Nerede düşüncelerimiz? Nerede bir işe yarayan icatlarımız? M.Ö. 1000 yılında aletler yapan bu becerikli hayvanlardan daha üstün olmamız gerekirken daha alçakta oluşumuzun sebebi ne peki? Neden hiçbir şey üretemiyoruz? Neden sevinçlerimiz kısa sürüyor? Neden tutkularımız kısa sürüyor?

 

Bizi sokaktaki köpeklerden daha üstün yapan özelliğimiz ne peki? Telefon kullanabiliyor oluşumuz mu? Yoksa bir yerden bir yere giderken araçlara biniyor oluşumuz mu? Nasıl bir farkla ayrıldık diğer hayvanlardan? Neden bize düşünen hayvan demişlerdi? Hala bu tanıma uyuyor muyuz peki? Yoksa artık sadece hayvan mı olduk? Düşünmek kelimesi yasaklandı mı?

 

Nerede kararlılıkla yapmamız gereken işler? Nerede İngilizce öğrenme hevesimiz? Gerçi dil öğrenme, bir araçtan amaca dönüşmüş durumda şu anda. Bu yüzden öğrenilemediğini tespit ettim. Dil öğrenmek, önceden anlayamadığını anlama çabasıdır. Ancak amaca dönüştüğü zaman içi boşalıyor. Tıpkı şimdinin insanları gibi.

 

Nerede kendimize dikkat edişimiz? Sağlığımızı koruyuşumuz nerede? Nerede kilomuza dikkat edişimiz? Nerede öğrenme sevincimiz? Nerede Dionysos? Nerede Zerdüşt? Nerede Apollon? Arıyorum. Tanrım, arıyorum. Ve tanrı kelimesinin bir küfür olarak kullanılması nerede? Tanrı artık bir küfürdür.

 

Özgürlük nerede? Kişi nasıl kendisi olur? Daha iyi olmak için birçok şey yapıyoruz peki kendimiz olmak için ne yapıyoruz? Bilinçle okunması gereken kitaplar vardır. Neredeyse tüm kitaplardır bunlar. Bu kitaplar Schopenhauer’un da dediği gibi derhal ikinci kere okunmalıdır. Hatta tüm kitaplar derhal ikinci kez okunmalıdır. Burada bahsedilen, ikinci kez okununca farklı anlamlar çıkarmak değildir. Bu, kitabı gerçekten anlamak içindir. Eğer bir kitaptan ikinci okuyuşunda farklı bir anlam çıkarıyorsan ilk anlam yanlıştır. Bu yüzden kitabın sonunu bildiğin haliyle, yani kitap biter bitmez derhal tekrar okunmalıdır. Bu, kitabın özümsenmesi değildir, kitabın anlaşılmasıdır. Özümsemek bambaşka bir mevzudur. Belki asla mümkün olmayacak bir şeydir bir kitabı özümsemek. Ancak anlamak da yeterlidir bizim için. Ancak anlamak asla tek okuma ile olmaz. Derhal ikinci kere okunmamış bir kitabı anlaşılmış bir kitap sayamayız. Sadece fikrimiz olur o kitap hakkında. Çünkü sonunu bilmediğin bir kitapta baştaki fikirler dayanaksız kalır. Neden söylendiği bilinmeyen bir cümle nasıl anlamsızsa bu kitap da öyle anlamsız olacaktır ilk kez okunduğunda. Bir cümlenin neden kurulduğu, cümlenin kendisinden daha önemlidir.

 

Ne elde etmek istedin ne elde ettin. Bu mevzu gerçekten mühim bir soru. Bu soru gerçekten sorulmalıdır. Bu sürekli tetikte olmak veya sürekli gardda durmak değildir. Bu ikisi farklı şeylerdir. Ancak bu gelecek tehlikelerden tamamıyla soyutlanmamak demektir. Bir boks maçının içinde olduğunu bilmek demektir. Boks yapmak yetmez, boks maçında olduğunun farkında olmak da gerekir. Nasıl ki sürekli gardda durmak bizi küçültecek ve yoracaksa asla gard almamak da en ufak yumrukta bizi yere yapıştıracaktır. Bu yüzden söylüyoruz her an bir yumruk gelebileceğinin yani bir maçın içinde olduğumuzun farkında olmamız gerekir.

 

Bir mevzuyu ilk defa anlatıyormuş gibi anlatmak için bir coşku gerekir. Yoksa asla anlatılmaz anlatmak için verdiğimiz çabaya değip değmeyeceği önemlidir. Bu yüzden sapıkça zevkler almamız gerekebilir. Bunlardan birisi, karşımızdakini hiç beklemediği şekilde nakavt etmektir. Asla beklemediği bir hamleyle darmadağın etmek karşındakini, güzel, eğlenceli bir sapıklıktır. Bir diğer sapıklık da çok konuşmaktır. Ha ha. Harika. Karşındakinin suratında ‘’artık sus, yeter amk’’ ifadesini görmek mükemmeldir. İnsana içten içe rollercoaster’a binmiş kadar zevk verebilir. Bunun dışında Yalçın Paşa’ya dayanarak, biraz da onun gibi davranarak insanlarla öyle konuşmak ha ha. Bu da harika. Ama en güzel yollardan bir tanesi Schopenhauer’un Eristik Diyalektiğini okuyup özümseyip onu uygulamak olabilir. Gerçekten muazzam bir kitap. Bunun dışında aptal Tongue’fu gibi saçmalıklara bulaşılmamasını öneririm. Aptala anlatır gibi anlatmak etkili olabilir ancak bunu neden yapalım? Ayrıca bu bize değil daha çok karşımızdakine zevk verecektir. Bunu istemiyoruz. Biz anlatmak için bir sebep arıyoruz. Bu da haklı çıkmak olabilir. Başarı bir zevktir. Başarıya giden yol da bir zevktir ancak tuzağa düşülmemesi gerekir bu durumda. Bunu başarısızlığı kabullenme ve savaşa devam etmeme bileti olarak kullanmamalı insan. Bu tuzak ayırt edilmesi zor bir tuzaktır. Başarıyı da aynı şekilde mubah olan yollardan elde etmeliyiz. Bunun dışı bizi ahlak dışılığa iter. Peki biten bir binanın dışındaki iskelelere ihtiyacımız var mı? Ha ha. Her neyse. Ahlak içinde durarak mücadele ettiğimizde ne yaparsak yapalım kazanamamışsak eğer. İyi vuruştu dedirtmek de bir zevktir. Tabi ki üstteki tuzaklara düşülmedikçe. Evet. Burası böyle.

 

İşte yazma inadı da bununla tetikleniyor aslında. Üstte yazdığım satırlar. Yani bir sapıklık. Ufak sapıklıklar, harika bir coşku katabiliyor insana. Bir coşku üretmek çok değerli olduğu için buna tutunmalıyız. Coşku, çok zordur. Yaşlı insanlara, emeklilere lanet ettirmek bir inattır mesela. Veya bir insan senden yalvarmanı istediğinde asla ve asla yalvarmamak, ona istediğini vermemek bir coşkudur. İşkenceye uğradığı halde elindeki sırları düşmanına vermeyen insanın yaşadığı tatmin duygusu mesela. Tüm işkencelere değer bu gerçekten. Bu coşkudur. Coşku, bizim elimizdeki silahtır. Yaşama, ölüme, hayata karşı kullanabileceğimiz harika bir silahtır. Bir diğeri de gülmektir bunların. Birdi, iki oldu. Önce ağlayarak gülmeyi öğrendik. Şimdi ise nihilistliğin kaşarlarından olarak coşkuyu öğrendik. Biz buyuz işte. Biz önce gülmeyi yarattık. Şimdi de coşkuyu yaratıyoruz. Tanrı değiliz. Tanrı bir küfürdür bizde.

 

Bir şeyin değeri. Coşku duyduğumuzun değeri her zaman yadırganacaktır. Bunda şüphe yok. Peki dünya üzerinde yadırganmayacak bir tek eylem gösterebilir misiniz bana? Asla gösteremezsiniz. Hiçbir eylemin değeri yoktur. Her eylem, gerçekleştirilmesi için harcanan değerden daha ucuzdur. Tüm eylemler için geçerlidir bu. Bir eylem, hayata geçiriliyorsa eğer orada bir, değerinden daha pahalıya satın alınma vardır. Eylem, hak ettiğinden daha yüksek bir meblağa satın alınmıştır. Evet. İster coşkuyla yapılsın ister hiç istemeyerek yapılsın, bu değişmez. O eyleme yine de ederinden daha fazla paha verilmiştir. Ancak bunun, bizim için bir önemi yok. Biz eylemi yapmayı paha biçilemez bir koleksiyon gibi görüyoruz. Görmeye çalışıyoruz. Ona coşku yüklüyoruz. Evet, ellerimizle veriyoruz ona bu değeri ancak mühim değil. Ona bu değeri kimin verdiğinin bir önemi yok. Hatta bir eylemin değerini biz koyuyorsak o şey her zaman daha değeri olur. İnsan olmaktır bunun tanımı aslında. İnsan olabilmek.

3 Eylül 2019 Salı

Tragedya, Dionysos ve Apollon


Bilime, sanatçının gözlüğüyle; sanata, yaşamın gözlüğüyle bakmak.

 

Tragedya, acıya duyulan bir istek. Acının kutsanması olarak çıkıyor. Dionysos.

 

Yunanlar genç, zengin ve trajedi istiyorlarken kötümserdiler. Öte yandan çözülme ve zayıflama dönemlerinde daha iyimser, yüzeysel, tiyatrocu, mantıkçı yani daha neşeli ve daha bilimsel oldular.

 

Yaşamın gözlüğüyle bakılırsa ne anlama gelir ahlak?

 

Öteki dünya istemi aynı zamanda şimdiki dünyadan daha başka bir dünya istemidir. Yani bu dünyadan tiksinme ve bıkkınlıktır.

 

Öteki dünya istemine, dünya yorgunluğuna karşı bir öğreti: Dionysosçuluk.

 

Dünyanın ve yaşamın asla gerçek bir tatmin ve doyum veremeyeceğini, bu yüzden tüm bağlılığımızın değersiz olduğunu söylüyordu pesimistler. Ama nasıl da farklı konuşuyordu Dionysos benimle.

 

Dünyadaki avuntu sanatını öğrenmeli tüm pesimistler. Gülmeyi öğrenmeli. Bunu söyler Dionysos. Böyle söyledi Zerdüşt: Bu gülenlerin tacını, bu gül çelengi tacı; ben taktım bu tacı kendime, ben kutsadım kahkahamı. Bunu yapacak kadar güçlü başka birini bulamadım.

 

Bir düş bu! Bu düşü görmeye devam etmek istiyorum.

 

Dionysosçulukla insanla insan hatta doğa ile insan arasındaki bağ da yeniden kurulur.

 

Dionysosça heyecanlar, ya uyuşturucu içkinin etkisiyle ya da ilkbaharın muazzam yakınlaşması sayesinde uyanır der kadim halklar. Deneyimsiz kalın kafalılar ise esrik Dionysosçulara bakıp kendilerinin sağlıklı olduğunu ancak Dionysosçuların hasta olduklarını söylerler. Dionysosçuların kor gibi yanan yaşamı önlerinden geçtiğinde, kendilerinin sağlığının ne denli ceset rengi ve hortlak görünümlü olduğunun farkına varmazlar.

 

Doğanın içindekileri taklittir bir yerde sanat. Düş olarak Apollon, esriklik olarak da Dionysos. Veya her ikisi olarak Yunan tragedyası.

 

Apollon, ölçülülük. Dionysos işe aşırılık. Yani tam zıttı birbirlerinin. Ancak şu işe bakın, Apollon, Dionysos olmadan yaşayamıyordu.

 

Dionysosçu tragedya: Yaşamın, şeylerin temelinde görünüşlerin tüm değişimlerine karşın sarsılmaz derecede güçlü ve zevkli olduğu yönündeki avuntu. Her gerçek tragedya bu hislerle gönderir bizi evimize.

 

Sanatçı, neden gücünü sadece sayısından alan bir topluluğun onayına ihtiyaç duysun ve bunu önemsesin ki? Sanatçı, bu kitlenin her birinden daha yetenekli olduğunu duyumsuyorsa ve bunu biliyorsa nasıl olur da onlara söz hakkı tanır?

 

Tragedyanın etkisi asla epik gerilime ve nelerin olup biteceğinin çekici belirsizliğine dayanmıyordu. Daha çok baş kahramanın tutkusunun kabardığı lirik sahnelere dayanıyordu. Her şey eyleme değil, duygulara hazırlıyordu. Duyguya hazırlamayan ne varsa aşağılık kabul ediliyordu.

 

Faydacılık ilk olarak Sokrates’le başladı. Zevk için yapılan şeyleri lanetledi.

 

Dionysos ve Apollon birbirinin dilleriyle konuşmalı. Esriklik ve kusursuz güzellik.

 

Beethoven ve Shakespear ile eğlenebilen bir insanla hala iletişim kurulabilir mi?

 

Hiçbir dönemde sanattan bu kadar çok bahsedilip sanat hakkında bu kadar az söz edilmiş değildir.

 

Yunan tragedyası Apollon ve Dionysos’un birbirinden kopmasıyla çöktü.

 

Şunu da söyle ama ey yabancı: Ne kadar acı çekmesi gerekmişti bu halkın, bu kadar güzel olabilmek için. Hadi şimdi tragedyaya gel ve iki tanrının tapınağına kurban ver.