İç dünyası zengin bir insan, her şeyden önce acı çekmemeye,
kendini ihmal etmemeye, dinginliğe ve kendi başına kalmaya yönelecektir, yani
sakin, alçakgönüllü ama olabildiğince engellenmemiş bir yaşam arayacaktır ve
buna göre, sözümona insanlarla kimi tanışıklıklardan sonra, kendi köşesine
çekilmişliği ve hatta, büyük bir kafaysa eğer, yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir
kimse kendinde ne çok şeye sahipse, dışarıdan o denli az şeye gereksinir ve
ötekiler de o denli az onun olabilirler. Bu yüzden, zihnin kendinde
olağanüstülüğü, toplumdan uzak durmasına yol açar.
İşte aptal adam, kendi zavallı bireyselliğinin sırtından
atamayacağı yükü altında inim inim inliyor; öte yanda yüksek yetenekli kişi, en
ıssız ortamı bile kendi düşünceleriyle şenliklendiriyor ve canlandırıyor. Bu
yüzden Seneca'nın söylediği çok doğrudur: Omnis stultitia laborat fastidio sui
(Ep.
Sıradan insanlar sadece zamanı geçirmeyi düşünürler;
herhangi bir yeteneği olan kimse ise ondan yararlanmayı düşünür.
Sınırlı kafaların, can sıkıntısına çok maruz kalıyor
olmalarını nedeni, onların zihninin, istençlerinin konularının ortamı olmaktan
daha fazla bir şey olmamasıdır. İmdi, eğer ortada ele alacak bir konu yoksa,
istenç dinlenir ve zihin bayram eder; biri de öteki gibi kendi kendine
etkinlikte bulunamadığı için, bunun sonucunda insanın tüm kuvvetleri müthiş bir
durgunluk içine –can sıkıntısına– düşerler. Bunun üstesinden gelebilmek için,
istencin önüne, onu uyandırmak ve böylelikle bu konuyu kavrayacak zihnin de
etkinliğe geçmesini sağlamak için, küçük, salt geçici ve gelişigüzel kabul
edilmiş konular sürülür. Bu konular gerçek ve doğal konular yanında, gümüş
paranın yanındaki kâğıt para gibidirler; çünkü geçerlilikleri sadece keyfi
olarak kabul edilmiştir: Bu tür konular, sözü edilen amaca yönelik olarak
uydurulmuş, iskambil vb. oyunlardır. Bu oyunlar olmazsa, sınırlı insan çareyi
eline ne geçirdiyse şıkırdatmakta ve tıngırdatmakta bulur. Sigara da seve seve
düşüncelerin yerine koyacağı bir şeydir. Bu yüzden tüm ülkelerde, tüm toplumun
baş uğraşısı iskambil oyunu olmuştur: Bu oyun topluluğun değerinin ölçütüdür ve
tüm düşüncelerin iflasıdır. İnsanların birbirleriyle alışverişte bulunacakları
düşünceleri olmadığı için, iskambil kâğıdı alıp verirler ve birbirlerinin
parasını almaya çalışırlar. Ah, acınası insanoğlu!
Aslında bizim pratik, gerçek yaşamımız, tutkular tarafından
yönlendirilmediği sürece can sıkıcı ve yavandır; onu tutkular yönlendirdiğinde
ise, çok geçmeden acı vermeye başlar: Bu yüzden yalnızca, istençlerinin hizmeti
için gereken ölçünün üstünde herhangi bir zekâ fazlalığına sahip olanlar
mutludurlar. Çünkü böylelikle, gerçek yaşamlarının yanı sıra, kendilerini
sürekli olarak ve acısız ama yine de canlı bir biçimde meşgul eden ve
eğlendiren, entelektüel bir yaşam da sürdürürler. Salt bir boş zaman, yani
istencin hizmetinde uğraşıda bulunmayan zekâ, bunun için yeterli değildir;
gerçek bir kuvvet fazlalığı gereklidir: Çünkü ancak bu fazlalık, istencin
hizmetinde olmayan, salt zihinsel bir uğraşıyı sürdürebilir: "Zihinsel bir
uğraşı içermeyen boş zaman ölümdür ve diri diri gömülmektir" (Seneca. Ep.,
82). Ama bu fazlalığın küçük ya da büyük oluşuna göre, gerçek yaşamla, öncü
entelektüel yaşam arasında, salt böcek, kuş, mineral, madeni para
biriktirmekten ve betimlemekten, şiir sanatının ve felsefenin en yüksek
başarımlarına dek uzanan sayısız basamak vardır. Böyle bir entelektüel yaşam,
salt can sıkıntısına karşı değil, onun yıkıcı sonuçlarına karşı da korur. Yani
kötü topluma ve insanın mutluluğunu bütünüyle gerçek dünyada aradığı zaman
içine düştüğü çok sayıda tehlikeye, musibete, yitime ve savurganlığa karşı bir
koruma duvarı oluşturur. Örneğin felsefem bana asla bir şeyler getirmedi, ama
çok şeyi benden uzak tuttu.
Buna karşılık normal insan, yaşamından haz alması
bakımından, kendi dışındaki şeylere, mala mülke, mevkiye, kadınlara ve
çocuklara, arkadaşlara topluma vb. muhtaçtır; yaşamının mutluluğu bunlara
dayanır: Bu yüzden, onları yitirdiğinde ya da onların kendisini aldattığını
düşündüğünde yıkılır. Bu ilişkiyi anlatabilmek için, ağırlık merkezinin kendi
dışında olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu yüzden sürekli değişen istekleri ve
kaygıları vardır: Olanakları izin verdiğince, kâh çiftlikler, kâh atlar satın
alır; kâh şölenler verir, kâh yolculuklara çıkar, ama genel olarak her türlü
nesnede bir tür dışsal yetinme aradığı için, büyük bir lüks içinde yaşar; tıpkı
zayıf düşmüş bir kimsenin, asıl kaynağı kendi yaşama enerjisi olan sağlığına ve
gücüne, et suyu içerek ve eczanelerden aldığı haplarla ulaşmayı umması gibi.
Böyle içsel zenginliğe sahip birisi artık dışarıdan, olumsuz
bir armağandan, yani kendi zihinsel yeteneklerini eğitebilmek ve kendi içsel
zenginliğinin tadını çıkarabilmek için özgür boş zamandan, demek ki aslında tüm
yaşamı boyunca her gün ve her saat bütünüyle kendi başına olabilme izninden
başka bir şeye gereksinmez. Bir kimsenin yazgısında zihninin izini tüm insan
soyuna bırakmak varsa, o zaman onun için yalnızca tek bir mutluluk ya da
mutsuzluk, yani yeteneklerini eksiksiz bir biçimde eğitebilmek ve yapıtlarını
tamamlayabilmek ya da bunları yapmaktan alıkoyulmak söz konusudur. Onun gözünde
başka her şey önemsizdir. Bundan dolayı, tüm zamanların büyük kafalarının,
kendisiyle baş başa kalmaya en büyük değeri verdiklerini görüyoruz. Çünkü böyle
biri, kendisiyle baş başa kalmaya, kendi kendisine verdiği değeri verir.
"Mutluluk, kendi kendinle baş başa kalmakta görünüyor" diyor
Aristoteles (Nikomakhos'a
zihinsel açıdan en sınırlı insanın aslında en mutlu insan
olduğu, yeterince sıklıkta öne sürülmüş ve bu kanıtsız da kalmamıştır; yine de
kimse onun bu mutluluğunu kıskanmak istemez.
aileden gelen zenginlik içinde doğan birisine, bu
zenginliğin vazgeçilmez bir şey, olası biricik yaşamın unsuru, solunan hava
gibi önemli bir şey olarak görünmesi olsa gerektir; bu yüzden o, zenginliğe de
yaşamına gösterdiği özeni gösterir, bunun sonucunda genellikle düzeni sever,
dikkatli ve tutumlu davranır. Buna karşılık, yoksul bir ailede doğan birine, bu
yoksulluk doğal durum olarak, daha sonra bir biçimde ulaştığı zenginlik ise
geçici, sadece tadını çıkarmaya ve saçıp savurmaya yarayan bir şey olarak
görünür; zenginlik yok olduğunda, yine eskisi gibi, onsuz da yaşanır ve bir
dertten daha kurtulmuş olunur. Burada Shakespeare'in dediği gibi: Dilenci,
atını çatlatıncaya dek koşturduğuna göre, Deyim doğrulanmış olmalı.
Kızlıklarında yoksul olan kadınların, zengin bir çeyiz
getirmiş olanlardan daha talepkâr ve daha savurgan olmaları da, bu insani
özellikle açıklanmalıdır; zengin kızların çoğu beraberlerinde sadece sermaye
değil, bu zenginliğin korunmasına yönelik, yoksullardakinden daha büyük bir
gayreti, yani kalıtımsal bir dürtüyü de getirirler.
Ama yine de ben, yoksul bir kızla evlenen birine, ona
sermayeyi değil sadece geliri miras bırakmasını, özellikle de çocukların
servetinin kadının eline geçmemesine özen göstermesini tavsiye ederim.
herhangi bir bilimi iyice öğrenip, hiç olmazsa bu bilimi
geliştirme olanağını bile açmayan bir kimse, doğuştan gelen servetiyle bir
avaredir ve hor görülmeye layıktır. O da mutlu olmayacaktır: Çünkü açlıktan
uzak olma, onu insan sefaletinin öteki kutbunun, can sıkıntısının eline
düşürmüştür, bu kutup ona öyle işkence eder ki, açlıkla uğraşsaydı daha mutlu
olurdu. Ama tam da bu can sıkıntısı onu kolayca, layık olmadığı avantajları
elinden alan garipliklere yöneltir. Gerçekten de çoğu kimse, sırf, para sahibi
olduklarında, kendilerini ezen can sıkıntısını bir anlığına olsun gidermek
üzere bu parayı harcadıklarından ötürü yokluk içine düşmüşlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder