20 Ekim 2019 Pazar

Liriği İstemek


Birisinin sana vermediği şeyi zorla istemek, bunu dayatmak, dayatmasan bile içten içe istemek ayıptır. Ayıpların ayıbıdır hatta.

 

Birisinin sana bir şey vermesini istiyorsan bunu dilenerek, ısrar ederek, trip atarak elde etmek onursuzlaşmak, insanlığını kaybetmektir. Bunu yaptığını hissettiğin anda bu hatadan dönüp istemeyi bırakmak gerekir. O ödül, bir ödül olmaktan çıkmış, artık senin insanlığını yitirmene yol açan bir tuzağa dönüşmüştür. Onu elde etmek veya edememek önemsizdir artık.

 

Birisi sana bir şeyi zorla verecekse eğer, vermemesi daha iyidir. Gururumuz var bizim, yavşak değiliz. Biz, bizi asmayın diye yalvarmayız, biz kendi idam sehpamızı tekmeleriz.

 

Birisinin bize 3 birim değer verdiğini varsayalım. Bu noktada tutup o kişiye ‘’neden bana 10 birim değer vermiyorsun’’ demek eblehliktir. 3 birim değer görüyorsan eğer yapabileceğin en aşırı tepki, senin de karşındakine 3 birim değer vermen olabilir ancak. Bunun birazcık bile ötesine geçmek, saldırganlaşmaktır.

 

Bir kişiye yumruk atmadan da o kişiye vurulabilirsin. Ve saldırganlaşmak, birisine yumruk atmadan ona vurmak demektir.

 

Biz hiç kimseye durduk yere vurmayız. Vuracaksak eğer, vurmamızın mantıklı bir sebebi olmalıdır ve bu sebep asla istediğimiz bir şeyin yapılmaması olamaz. Eğer olursa bu noktada gaddar, zalim, iğrenç ve köle ahlaklı bir yaratığa dönüşmüş oluruz.

 

Köle ahlakı, güçlü olanın her zaman her şeyi hakettiğini söyler. Biz burada duramayız. Bir sözleşme olmadığı takdirde, sırf güçlü olduğun için bir şeyleri elde etmenin ‘’ahlak’’ olduğunu kabul edemeyiz.

Bu noktada, yanımızda olmayan birisine ‘’neden yanımda değilsin’’ demenin de saçmalığını gözler önüne seriyoruz. Birisi yanımızda olmamayı tercih ediyorsa, bu durumda bizim yapabileceğimiz, yapmamamız gereken ve yapacağımız hiçbir şey yoktur. Bu, çok açık.

 

Bir de vermek var. Bizim vermemiz mevzubahis şu anda. Bir şeyi verirken asla ama sala karşılık beklediğimiz için vermemeliyiz. Bu da ahlaksızlıktır. Birisine karşılık istemeden 1.000.000 dolar verip sonra ondan bir şeyler istemek ne kadar ahlaksızlıksa, bu mantıkla verilen her şey de ahlaksızlıktır. Karşılığında henüz bir şey istenmese bile bu mantıkla vermek ahlaksızcadır.

 

Birisine 1.000.000 dolar verdikten sonra o adam, ondan istediğimiz her şeyi yapar. Yapmak istemese bile yapar. ‘’lan adam o kadar para verdi bunu mu yapmayacağım’’ der ve yapar. Bu karşındakini ezmektir. Ezmek, ahlaksızcadır.

 

Verilen şeyin meblağsından veya niteliğinden bağımsız olarak bir şeyi ezmek için vermek ahlaksız olduğu gibi, verilen şeyin, o amaçla verilmese bile sonradan o mantığa bürünebilme ihtimali de ahlaksızdır. ‘’lan adama o kadar para verdik şimdi küçük bir isteğimiz oldu ama onu bile yapmıyor’’ denildiği anda ahlaksız olmuşuzdur. Buraya savrulmamalıyız.

 

Öfke, zayıflık; keder, gurur göstergesidir. Birisine, yaptığı bir şeyden dolay öfke duyuyorsan zayıf olduğun ortadadır. Zayıf olduğun için öfkeleniyorsundur. Ancak eğer güçlü olsaydın, ona karşı öfke değil, sana yaptığı şeyden dolayı keder duyardın. Sana yapmasından dolayı da değil, aranızdaki ilişki ve değerin yüceliğine yapılan hakaretten dolayı.

 

Öfke, yataktaki sigara külüne benzer. Dedektiflikte küllüğe bakmak yetmez, yatağa da bakılmalıdır. Ortada öfke varsa, orada aynı zamanda bir köle ahlakı da vardır.

 

İdam sehpasına kendisi çıkıp, ilmeği kendi boğazından kendisi geçiren kadın, tam bir gurur örneğidir. İnsanların eskiden gururları vardı. Kendilerine değer veriyorlardı. Verdikleri değer sadece yaşamalarına değil, değerli yaşamalarınaydı. İşte bu yüzden ‘’beni asma’’ demek yerine, asılırken dimdik durup ilmeği boyunlarından kendileri geçirebiliyorlardı.

 

 Eskiden, şimdikinin aksine, ‘’pişmanım, yapma, etme’’ demek yerine ’’evet, yaptım ve yine olsa yine yaparım, cezama da razıyım’’ deniliyordu. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek yoktu. Yani insanlar eskiden, daha çok insanlardı. Ve eskiden; acı, şimdiki kadar acıtmıyordu canları.

 

İnsanlar yaşamayı sayı olarak görmüyorlardı. Bir olaylar bütünü olarak da görmüyorlardı yaşamı. Duygu olarak görüyorlardı. Medeniyetten önce, yani insanın gerçekten insan olabildiği zamanlarda; lirik, sayıdan önemliydi. Daha fazla yaşamak için lirikten ödün verilmezdi. Aksine daha çok yaşamak, liriğin verdiği tatmini vermiyordu insanlara.

 

Sayı değildi yaşamak sadece. Tarih, o kadar da önemli sayılmıyordu eskiden. Eskiden zaman, şimdiki kadar hızlı akmıyordu. Tarih, değerli değildi ve bu yüzden tarihçi gibi yaşamanın da önemi yoktu. 20, 30, 40, 60 yıl değildi insanın istediği hatta buna gereksinmiyordu bile eski zaman insanları.

 

Sadece ve sadece insanların sana verdiği şeylerle ilgili düşünmelisin. Vermedikleri veya önceden verip artık vermekten vazgeçtikleri şeyleri de düşünmemeli ve bunlar üzerinde bir hakka sahipmiş gibi onlar için duygulanmamalı insan.

 

Duygulanımları düşünmek, verilmeyenleri düşünmek, acizliktir. Kimse bize hiçbir şey vermek zorunda değil. Verirse evet, mutlu oluruz. Vermezse, zaten neden vermesi gereksin ki? Hali hazırda zaten herkes bize hiçbir şey vermiyor. Kimsenin de vermesini beklemiyoruz, çünkü neden bekleyelim? Verilmesini beklemek, saçmalamaktır. Verilmeyeni istemek, saçmalıktır.

 

Emretmeyi öğrenmeli insan ama önce kendisine emretmeyi öğrenmeli. Deve, aslan, bebek.

 

İnsanlar, her zaman ‘’iyi’’ olmak için son anı beklerler ve asla ‘’iyi’’ olamazlar.

 

İyilik denilen şey bir anlık değildir. Hep o mükemmel an için bekleyip o arada hiçbir şey yapmadan beklersen iyi birisi olamazsın. Olsan bile, bir işe yaramaz bu.

 

Olması gereken, her daim iyi olmaktır. Nasıl her daim? Mesela insanlarla sürekli kavga edip sonra küslük noktasına geldiğinde canın istemese bile iyi davranmak. Bu, güzeldir, evet. Epiktir de. ‘’İyi ayrıldık’’, ‘’kötü bir şey söylemedik birbirimize’’ vs. Bunlar çok güzel ve değerli şeyler, ama.

 

Ama bir de şöyle düşün; ilişki sırasında da hiç kötü bir söz söylememek, sürekli iyi geçinmek daha harika olmaz mıydı? Alttan almak, ses çıkarmamak olarak algılanmasın bu. Sadece eğer böyle olursa ben yokum demek yeterli. Bağırmadan, kızmadan, vurmadan, sinirlenmeden, trip atmadan, küsmeden. Kötü hislerden sadece ve sadece ‘’keder’’ duygusuna kapılınılabilir. Sadece gururlu ve yoğun bir keder.

 

Her zaman son anı beklemek ve o anın asla gelmemesi şeklinde cereyan eder olaylar genelde. Karşılıklı bağrışmalar, küfürler, kavgalar olur. Ama en sonunda artık bir daha konuşmayacak şekilde küsme noktasına gelince az önce birbirlerine öldüreceklermiş gibi dayılanan iki taraf da birden son derece medeni bir şekilde ‘’tamam o halde, iyi birisin, güzeldi her şey’’ vs gibi laflar eder. Ha ha. Saçmalığa bakın sayın bakan. Resmen bir tiyatro sahnesi. İğrenç.

 

Bunun yerine durduğumuz noktayı adam akıllı ayarlamalıyız. Biz, asla ve asla epik bir son peşinde koşmamalıyız. Lirik şekilde yaşarız hayatımızı. Her daim bu, böyle olur. Karşımızdaki kişinin tavrı, hareketleri; bizim ona olan tavrımızın, hareketlerimizin belirleyicisi olamaz. Yön verir elbette ama asla belirleyicisi olamaz. Biz iyiyizdir ve iyi davranıyoruzdur. İşte bu kadarı bağlar bizi. İyi olmak için ilişkinin sonunu beklemek saçmadır, gereksizdir, aptalcadır ve üzülerek söylüyorum ki köylülüktür.

 

Biz, liriği istemeliyiz. Eski insanlar gibi, insan olmak için buna ihtiyacımız var.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Teori vs Pratik


Bir fikir sahibi olmak ve bu fikri yaşamının içinde yoğun bir şekilde hissetmek. Yani sadece teorik olarak değil pratik olarak da o fikri benimsemek. Bu, anlatması çok zor bir konu. Ancak şöyle söyleyebilirim; evrim teorisine inanıyorsundur ama hala aklında ulan nasıl olacak bu değişimler diyorsundur. Ama aynı zamanda da evrimin doğru olduğuna fikirsel olarak yani teoride gerçekten hiçbir şüphe olmadan inanıyorsundur. Bu senin teorik dünyandadır. Ama pratik dünyan senin buna inanmana izin vermez. İnandığını söylemene izin verir ama inanmak ve benimsemek elinde değildir. Kuantum teorisini anlamak gibi bir durum. Madde, karşı madde evet. Ama pratik dünyada durumlar aynı olmuyor. Aklına bile gelmiyor belki de bu durum.

 

Komünizm istiyorsun ama olay pratiğe gelince bir evim olsun, sokakta sürekli müzik çalmasın, özel alanım olsun diyorsundur ama her ortamda da kapitalizme lanet ediyorsun. Teorik dünyanda komünist, sosyalistsin ancak pratik dünyada şüpheye yer vermeyecek derecede kapitalistsindir ve bu durumdan oldukça memnunsun.

 

Teori dünyanda çok entelektüel bir adamsındır birçok kitap okumuşusundur. Halkın şiveli konuşmaları sana hoş gelmez. Küfürden nefret edersin. Ancak durum pratiğe geldiği zaman, yani düşünceden uygulamaya geçtiği zaman olay. Okuduğun kitapların hiçbirisini hatırlamazsın belki içlerinden bir iki cümle eklersin konuşmalarına. Ama pratik olarak etkisizdir yine de. Şiven olmamasına rağmen arada ağzından şiveli konuşma kalıpları kaçar gider ve bu hoşuna da gider. Küfür zaten hak getire. Habire ona orospu çocuğu buna piç kurusu diye söversin ve rahatsız da olmazsın bundan.

 

Tüm bu olaylarda bahsedilen şey eylemlerimizle teorik olarak kafamızda kurduğumuz ‘’olması gereken dünya’’mızın sürekli bir çatışmasıdır. Ya kafamızda kurduğumuzu teorik dünyamız fazlaca abartılı veya bunları kafamızda kursak bile gerçekleşeceğine inanmıyoruz, sadece bunları düşünmek bize mutluluk veriyor. Bir çocuğun küçükken süper kahraman olduğunu düşünmesi gibi. O hayalle yaşamak ona yeter. O demir adamdır artık. Kimse ona dokunamaz bile. Ama tek başınayken demir adamdır. Bir başkası ortama girdiğinde zırhı etkisiz hale gelir. Yani kral çıplak olur. İşte bizim de teori dünyamız yani aslında öyle olsa süper olur diye düşündüğümüz ama asla gerçekleştirmediğimiz hatta ve hatta gerçekleştirmek için hiç çaba sarf etmediğimiz tüm o kurgularımız da bir çocuğun süper kahraman olmak hayalleriyle eşdeğerdir. Yani bir nevi kendini olumlama olarak ortaya çıktığını söyleyebiliyorum.

 

İnsan yalnız kalabilen bir varlık. Yalnız kalması zor olsa bile. Yalnız kalmaya alıştıktan sonra yalnızlık kadar rahat etiği hiçbir alan kalmıyor insanın. Neden?

 

Az önce bahsettiğimiz pratik ve teorik dünya arasındaki çatışmayı yaşamadığı veya minimum düzeyde yaşadığı için. Yalnızken kendisinin mutlu olduğunu söylüyordur. Doğrudur da. Ama neden mutludur? Çünkü kendine taktığı demir adam zırhını çıkaracak kimse yoktur artık. Kral çıplak değildir. Kral, demir adamdır ve bunun aksini söyleyebilecek kimse de yoktur. Demir adam zırhını çıkarmak zorunda kalmadığı için de mutludur yalnız kişi.

 

Yalnız kişi yalnızlığına devam ettiğinde ise bir noktadan sonra giydiği zırhı başkalarının yanında da giymeye devam eder. Kendisi demir adamdır, evet bu harika ancak başkaları ona baktığında sadece ve sadece don kişot’u görecektir. Ve bununla eğleneceklerdir. Ve bizim don kişot, bir noktadan sonra buna da alışacak ve uyumlanacaktır. Hiç umursamadan demir adam olmaya devam edecektir. Sağa sola ateş etmeden sadece zırhıyla yürüyen bir demir adam olacaktır ama. İşte bu noktada, yani don kişot olarak görünmeyecek bir demir adam, zırhını insanlardan gizleyen bir demir adam, gerçekten insanların arasında da mutlu olacaktır.

 

Kendi teorik dünyasını pratiğe de geçirebilmiştir artık. Ancak bunu yapmak için geçtiği yollar gerçekten zahmetli olmuştur. Kendi teori dünyasını pratiğe de geçirebilmesinin en önemli sebebi ise gerçekten kendi yarattığı teoriye inanmış olmasıdır. Kendi teorik dünyasını yalnızken bile olsa hiçbir gedik olmayacak şekilde gerçeğe çevirmiştir. Yalnızken yapması mühimdir bunu çünkü yalnızken bunu bozabilecek hiç kimse yoktur ortada. Yani teorisini sadece kendisi bozabilir ve düzeltebilir. İşte düzelttiği vakit, hem elinde harika bir teori dünyası kalmış olacak hem de bunu tek başına pratiğe koyduğu için etrafında insanlar olduğu zaman da bunu uygulayabilecek. Ne kadar insanlar onu ilk başta don kişot olarak görecek olsa da. İnsanlara, kendi mücadelesini anlattıkça insanlar böyle bir düşünsel zeminden mahrum olduklarını anlayacak ve ona saygı duymaya başlayacaklardır. Hatta ve hatta don kişot olarak gördükleri kişiye imtinala bakarak kendi demir adam zırhlarını da o kişiye kafalarında giydireceklerdir. Kendi teori dünyalarındaki kişiyle bağdaştıracaklardır onu.

 

İnsanın kendi teorik dünyasının pratiğe uyumunun evrelerini anlattık. Şimdi geriye nasıl bir teorik dünyanın kurulması gerektiği kalıyor. Öncelikle kant ahlakı olmalı ancak tek başına yetmez aynı zamanda Nietzsche’nin de ahlak anlayışını eklemeliyiz buna. Bir duruş, kaybetmekten korkmayan bir yaklaşım, faydacılıktan tiksinen bir yapı, ödül için küçülmemek, kendine güvenmeyi öğrenmek, Beethoven gibi sağır olmak, kendi köprünün kazanacağını bilmek, sanatçı olmak, değer oluşturmak yani rozet takmak, tahakküm karşıtı olmak vs…

 

Bu gibi teorik dünyasında yaşayıp da her hareketini buna göre düzenleyen bir insanın karşısında kimse duramaz ama daha da önemlisi bu insan, kendisini tanıyordur artık. Asla ve asla savrulmaz. Asla ve asla yanlış bir şey yapmaz, yapsa bile neden yanlış olduğunu anlar ve düzeltir. Onun kusursuz teori dünyasında yanlışa yer yoktur. Ve onun pratik dünyası da teorik dünyasıyla aynı olduğu için onun pratik dünyasında da yanlışa yer yoktur.

 

İşte bu nokta önemli. Hepimizin teorik dünyası vardır ama hiçbirimiz onu pratik dünyamızla uyumlayamaya çabalamayız hatta pratik dünyaya uyumlamayı da geçiyorum kendimizle bile uyumlamayız onu. Çünkü ‘’gerçekleşmeyecek bir düşünce işte’’ ve ‘’arada bir sızlanmamız için bir fırsat daha’’ olarak görürüz onları ama aslında yapmamız gereken teorik dünyamızı ilk başta bizim uygulamamızdır. Böyle de yaşanır, hatta asıl böyle yaşanır diyebilmemizdir.

 

Teorik dünyamızı yaşamaya başlamamız için yalnız kalmak ise en güzel ortam olur elbette.

 

 Yalnızlığına dön dostum…

8 Ekim 2019 Salı

Kendime Düşünceleri Unutmak


Kendime Düşünceleri Unutmak

 

Bir trajediden bahsedeceğiz bugün. O denli üzücü ki oturup saatlerce ağlayabilirim bunun için. Evet. Konumuz kendi oluşturduğun, bulduğun ve gerçekten de dehşet şekilde sana yararı olan düşüncelerini unutmak. Lanet olsun. Hayır, ağlamıyorum sadece biraz duygulandım.

 

Bu o denli üzücü ki insana kendisini hem aptal hissettirirken hem de zeki hissettirebiliyor. Zeki hissettirme sebebi zaten şuanda unutulan düşünceyi bulan kişinin biz olmamız. Bu bize faydalı bir düşünce bulduğumuz için zeki hissettiriyor. Ancak kazın diğer ayağına baktığımız zaman da tam bir aptal olduğumuzu hissediyoruz. Nasıl bir insan sadece ve sadece kendisinin düşündüğü, bulduğu, uyguladığı ve fayda gördüğü bir düşünceyi; hatta ve hatta hayatını değiştiren düşünceyi unutabilir. Tanrı demek istiyorum kendime. O kadar bile ileri gidebilirim. Bilmeyenler için söyleyeyim: Tanrı bir küfürdür bizde. Evet.

 

Ne yaparsan yap en iyisini sen biliyormuşsun gibi yap ve ben dünyaları yaratmış bir filim sense cılız bir dere. Bu kadar ulan. Bunu nasıl unutabilir ki insan. Ancak unutuluyor işte. Hatta 3-4 ayda bir kere bile aklına gelmeyebiliyor. Gördüğü ilk çıkışta yıllardır kazdığı tünelden çıkıp o tünelde edindiği tüm tecrübelerini unutan bir adam gibiyiz. Evet, tünelden çıktık ama tekrar tünele girebiliriz. Bu çok açık. Ne demek tünelde edindiğin tecrübelerin hepsini yok saymak. Bu bir eblehlik. Evet.

 

Şuanda bu yazının başlığını değiştirip ‘’kendi düşüncelerini unutmak’’ yerine ‘’kendime düşünceleri unutmak’’ yapmaya karar verdim. Hem Marcus Aurelius’a bir gönderme yapacağız. Hem yazıya başlama amacımızı hatırlatacak bize ki bu amaç wp’dan kendime gönderdiğim yazıları birleştirme amaçlı bir yazıydı. Ve en önemlisi de başta bahsettiğim trajediye bir gönderme yapacak. Kendime düşünceler. Ama yine unutulacak düşünceler belki de. Hatta kendi düşüncelerini unutmanın acısını düşündüğünü de unutmak. Ha ha.

 

‘’Fazla bıkkınlığın, keyifsizliğin, can sıkıntısının – dostlar, kitaplar, ödevler, tutkular içermeyen bir yalnızlığı beraberinde getirmesi gereken tüm bunların – ödülü olarak, kendine ve doğaya en derin dönüş için çeyrek saatler alınır. Can sıkıntısından tamamen kaçan, kendisinden de kaçmaktadır: en içteki pınarından çağlayan en güçlü ferahlatıcı suyu asla içemeyecektir.’’

 

‘’Gizemler öğretisinde acı kutsaldır: ‘’doğuran kadının sancıları’’ genel olarak acıyı kutsallaştırır. Oluş ve büyüme adına ne varsa acıyı gerektirir. Yaratma zevki olması için, yaşama istencinin kendini sonsuza dek olumlaması için ‘’doğuran kadının çektiği sancının’’ da sonsuza dek var olması gerekir. Tüm bu anlamlara gelir Dionysos sözcüğü.’’

 

‘’Tragedya, Helenlerde Schopenhauer’in anladığı gibi bir kötümserliği kanıtlamaktan çok uzaktır. Böyle bir kötümserliğin kesin reddedilişi ve karşı mercii olarak kabul edilebilir ancak. En tuhaf ve en sert sorunlar karşısında bile yaşama evet demek; yaşamın en üstün tiplerinin kurban oluşunda, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşama istenci – buna Dionysos’ça dedim ben, bunu keşfettim. Korkudan ve acımadan kurtulmak için değil, kendini, tehlikeli bir duygulanımdan, onu şiddetle boşaltarak arındırmak için değil: tersine, korkunun ve acımanın ötesinde, bizzat oluşun bengi hazzı olmak, yok etme hazzını da içinde barındıran o haz. ‘’

 

‘’Türk aydını, dış dinamiğe aşırı önem ve ağırlık veriyor. Kendisini anlamayı dışarıdan tutulan bir aynada arıyor, kendisini kanıtlamayı dışarıda basılmış bir yazıda buluyor, kendisini düşünmeye dışarıda telaffuz edilmiş bir sözle başlıyor, dışarıda eli sıkılmamış bir yurttaşını ‘’adam’’ yerine koymuyor; bütün çirkinlikleri ve bütün güzellikleri dışarıdan bekliyor.’’ Şimdi bu metindeki Türk aydınını çıkar ve onun yerine kendi adını koy ve tekrar oku bakalım.

 

‘’Düşüncenin de dans etmenin gerektirdiği gibi, bir tür dans etmek olarak öğrenilmeyi gerektirdiğinin . Tinsel alandaki hafif ayakların tüm kaslara zerk ettiği o ince ürpertiyi, kendi deneyiminden bilen var mı hala?’’

 

‘’Her biçimde dans etmek, seçkin eğitimin dışında tutulamaz, ayaklarla, kavramlarla, sözcüklerle dans edebilmek; kalemle de dans edebilmek gerektiğini söylememe gerek var mı hala – yazmayı öğrenmek gerektiğini?’’

5 Ekim 2019 Cumartesi

Fiko??


Sabahın tam üçündeyim. Dertlerin en gücünde değilim ama. İçimdeki derin sancı, tasko. En sonunda ben de sevdim şimdi beni sakın kurtarma gönül. İçimizdeki derin sancının aslında olmadığının keşfi. Bu bizim en büyük keşfimiz oldu. Bunu keşfetmek bize oldukça fazla şey kattı ancak yüce önder Schopenhauer’in dediği gibi sancının geçtiği her an yakamıza yapışan can sıkıntısı var. Bundan kurtulmak mümkün mü? Bunu da binlerce yıllık zen budizminde bulmalıyız belki ama Nirvana denilen lanet şey. Tanrı değil de nedir bu? Bundan da sakınmalı mıyız? Her neyse, ne amaçlıyordu acaba bu öğreti? Sessizliğin ortasında kımıldamadan ve hiçbir şey düşünmeden saatlerce durmamızı söyleyen o öğreti bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Düşünür gününün en azından 1/3’ünü insanlardan, tutkularından, kitaplardan uzak geçirmesi gerekir. Bunun haricinde nasıl düşünür olur ki o? Cevapları olanlar için soru işaretleri. Peki cevapları olmayanlar ne yapacak? Soru işaretleri olanlar için daha fazla soru işareti. Sorum yok soranım yok…

 

Her gecenin sabahı, her kışın baharı, tan kızıllığı. İyinin ve kötünün ötesinde buldum eşsiz dünyamı. Acıma, nihilizmin pratiğidir. Kimse hiçlik demez ama ona. Kimisi tanrı der kimisi günahtan kurtuluş kimisi de Nirvana der. Hiçlik. Hiçliğe açılan savaşın fedaileriyiz biz. Ne demiştik. Dionysos. Esriklik. Bunu koymuştuk hiçliğin karşısına. Hiçlik karşısında bir tanrı. Hiçliğin gücünü de görüyoruz buradan. Hafife alınamayacak denli güçlü. Tarih, büyük düşmanımız.

 

Bir teori oluşturmak bir teoriye bağlanmaktan kat be kat zordur. Bu yüzden ayaktakımı peşine düşer görkemli öğretilerin. Biz Zerdüşt’ün peşindekiler, ayaktakımı olmadığımızı söyleyebilir miyiz? Biz de mi ayaktakımıyız? Cevap, katı bir yürek dürüstlüğüyle, evet. Biz de ayaktakımıyız. Bizim peşinde olduğumuz fikrin önemi yok. Peşinde olmak ayaktakımının işidir. Yol arkadaşlarımız olabilir bizim ancak. Ama peşinde olduğumuz birisi veya bir düşünce bizi bitirir. Biz düşünürüz. Düşünce, kendi düşündüğümüzdür. Bir başkasının açtığı yolu tekrardan yürümek değildir. Bir yol açmaktır. Kendi kazımızı yapmalıyız. Ayrıca tek başına çıkmamız da yetmez, biz çıkış kapısı olmalıyız.

 

Kitaplardan uzak durmalıyız mesela. Bunu becermek biz entelektüellerin en büyük imtihanıdır. Biz bununla sınanırız. Ayaktakımından tek farkımız bir bilgi kütüphanesi olmaksa eğer, ayaktakımından gerçek bir farkımız olduğunu söyleyemeyiz.

 

En yükseklerden aşağı bakmayan kimsenin Nietzsche’yi anlayabileceğini düşünmüyorum demiştim. Şimdi tekrar ve daha güzel söylüyorum. En yükseklerden bakmayanın beni anlayabileceğini hiç düşünmüyorum.

 

İnsan övgüsü nedir? En nihayetinde kendimize açtığımız kredidir. Kendimize açtığımız kredi ile yaşamak. Bunu öğrendik üstattan. Yol arkadaşları demiştik. Yol arkadaşlarımız kıymetlidir bizim. Yürüdüğümüz yolda yalnız olmadığımızı hatırlatan insanlar vardır bize. Bu insanları ilahlaştırmak, onlara yapacağımız en büyük ihanettir. Çünkü bunu yaptığımız anda yani onların açtığı yolu tek ve mutlak yol olarak ele almak aslında kendi savaştığımız kişilere dönüşmemiz demektir.

 

Düşüncenin gelmesini beklemek mi gerekir? Düşüncenin gelmesinin yollarını aramak mı? Bu bizim yolumuz olabilir. Düşünmeyi öğretmek. Öğretmeden önce öğrenmek gerek. Öğrenmeden öğretmeye kalkmak aldatmaktır. Öncelikle kendini aldatmaktır. Aldatmak, kendini aldatmaktır.

 

Kafamızın içinin boş olması bizim suçumuz değildir. Ancak bunu fark ettikten sonra hala kafamızın içinin boş olması tamamen bizim suçumuzdur. Ne yapacağız, suçu başkalarına atmaya devam mı edeceğiz? Sonsuz döngüye mi gireceğiz böylece. Tüm suçu başkalarına yükleyerek kendi sorumluklarımızdan kaçmak. Sorumluluktan kaçmanın en sinsi yoludur. Sinsilik, kendini kandırmaktır.

 

İnsanın sürekli bir şeyler bulması kendisine yaptığı bir kötülüktür. Top oynamak insanlığı tekmelemektir. Topa atılan her tekme kendi insanlığına, düşüncelerine atılan bir tekmedir aynı zamanda. Müzik dinlemek, aklın tellerini koparmaktır. İnsanlarla konuşmak düşünceyi kocakarı sohbetine maruz bırakmaktır. Müzik durdu. Top patladı. Akıl çarkları dönüyor.