Plak başladı
"some of these days you'll miss me honey!" Gerçekleşen şey şu: bulantı ortadan kayboldu. kadın, sessizlik içinde şarkıya başlayınca, gövdemin katılaştığını, bulantının ortadan kaybolduğunu duydum. "and when you leave me" güçsüz bir gece dışarıda sürtüp duruken şarkı söyleyen zenci bir kadını dinliyordum. plak durdu.11 Ekim 2021 Pazartesi
30 Eylül 2021 Perşembe
Bıyık
Tan kızıllığı 4. kitap. 381. aforizma.
Kendi "Ayrıntılarını" Tanımak. — Genellikle bizi ilk kez gören yabancıların gözünde kendi kendimizi gördüğümüzden değişik olduğumuzu çok kolay unuturuz: izlenimi belirleyen, normal olarak göze çarpan bir ayrıntıdan başka bir şey değildir. Böylece en uysal ve ılımlı insan, sadece büyük bir bıyığı varsa, sanki onun gölgesindeymiş gibi oturup rahat edebilir. normal gözler onda büyük bir bıyığın aksesuarını görür, yani, askeri, kolayca öfkelenen, duruma göre şiddete başvuran bir karakter görür. . ve onun karşısında buna göre davranır.
2 Haziran 2021 Çarşamba
Sosyal Duruş
Bir şeyin en iyisini kim yapabilir sorusuna vereceğim veya vermem gereken cevap ‘ben’ olmalıdır. Bu, bizim hayata karşı duruşumuzdur en azından. Duruştan, bir çözüm olarak bahsediyorsak eğer ve bu çözümün de lirik olduğundan son derece eminsek duruşu hayatta bir şiar edinmemek için hiçbir sebebimiz olmaz. Bu halde, biz duruşu son derece olumlamış ve duruşa inanmış oluyoruz. Bu noktada kendi sorunlarımız üzerinde, evet, her biri üzerinde tek tek belirli duruşlar geliştirmemiz son derece mantıklı ve aynı zamanda gereklidir. Lirik yaşamın destekleyicisidir duruş çünkü ve biz lirik yaşamayı dünyada en büyük hedef olarak görüyoruz. Bu halde hem lirik olan hem de sosyal olan bir duruş yaratmamız gerekmektedir. Biz sosyalliği her zaman bir duruş eksikliği olarak değerlendirmiştik bundan önce, bunun altında elbette kendi fikirlerine olan inancın sönmüş olması ve buna benzeyen önemli durumlar da yatıyordu ama en nihayetinde ortada olan şey, sosyalliğin duruşumuzu bozduğu inancıydı. Bu yazımızda ise sosyal bir duruş inşa ederek, sosyalliğin duruşumuzu bozmasını imkansız hale getireceğiz ve böylece sosyalleşmek konusundaki tüm sıkıntılarımızı da ortadan kaldıracağız. İşte başlıyoruz, öncelikle sosyal olmanın son derece zevkli olduğunu belirtelim, sosyallik bir tür içkidir insan için ve sosyalliğe de ancak içkiye karşı olduğumuz kadar karşı çıkabiliriz. İçki kullanmanın kötü sonuçları olabileceği gibi harika sonuçları da olabilir insan için, aynı şekilde sosyalliğin de insan için iyi veya kötü sonuçları olabilir ve tüm bu sonuçların temel noktası, bunları uygularken bir duruşumuzun olup olmamasıdır. Örneğin içki kullanımı konusunda bir duruşa sahip olmak, içkinin rezalet içeren tüm sonuçlarını ortadan kaldırır, bu durumu başka insanlar maalesef ‘içki adabı’ veya ‘kiminle içtiğini bileceksin’ gibi laflarla aslında kullanıyorlar, ancak tüm bu ‘içki adabı’ muhabbetlerinin hepsini tek kelimeyle anlatmamız mümkündür, bu kelime de duruştur. Şimdi aynı şekilde sosyallik için de bir duruş inşa ettiğimiz zaman, sosyalliğin adabı üzerine de bir değil binlerce kalıbı, hiç zorlanmadan ve aptal gibi binlerce cümleyi ezberlemeden, hatta cümleye bile ihtiyacımız kalmadan tek bir kelime ile öğrenmiş ve benimsemiş olacağız. İşte başlıyoruz. Öncelikle sosyal bir insan olmanın eğlenceli olduğunu biliyoruz, birisiyle konuşmak ve espri yapmak elbette ki suratsız bir şekilde durmaktan daha eğlencelidir. Bunun doğruluğunu, ne kadar aksini iddia etsek bile kendimizi her zaman güldüğümüz durumların içinde olma isteğimizden çıkartabiliriz. Etrafta eğlenceli bir sohbet duyduğumuzda istemsiz olarak dikkatimiz oraya doğru çevrilir. Ancak bir sohbet eğlenceli olmasa bile ortada bir sohbetin veya konuşmanın olması bile, o konuşmayı dinlememize sebep olur. İşte bu noktada türümüzde böyle bir gerçeğin olduğunu kabul etmek durumunda kalırız. Bir insan karşımıza geçip konuşmaya başladığı zaman, onu dinleriz, dinlemek istemesek bile onun söylediklerini anlarız ve bunları o anda düşünürüz, çünkü konuşmak direkt olarak akıldan ortaya çıkmış sözcüklerle oluşmuştur. Bu sebeple, dünyada kurulmuş en aptalca cümle bile bir düşünmenin ürünüdür. Yani asla, sözcükleri düşünceden bağımsız olarak düşünemeyiz.
Bunun altında,
konuşmanın, bizim türümüze özgü olduğu gerçeğinin yattığını düşünüyorum. Bizim
türümüzün, diğer türlerden ayırt edilmesini sağlayan şey, konuşmaktır. Bizim
türümüz dışında hiçbir türde bu görülmez. İşte bu sebeple konuşmak, türümüzün
ayırt edici özelliğidir ve türün ayırt edici özellikleri, o tür için öne
çıkmıştır ve değerlidir. Bu yüzden, dünyanın en aptalca düşüncelerinden oluşan
bir konuşmayı bile dinleyen ve etkileyici bulan insanlar her zaman çıkacaktır
çünkü konuşmanın dinlenilmesini sağlayan tek şey içindeki deha değil, sadece ve
sadece konuşmanın kendisidir. Konuşmak, türün ayırt edici özelliği olduğu için,
içeriğinden bağımsız olarak tüm insanlar için dinlenilmeye değer olarak
algılanır. Bunu, harika yeleleri ile tanınan aslanlarda görebiliriz, en güzel
yeleye sahip olan aslan elbette ki en çok değer gören olacaktır ancak en çirkin
yeleye sahip olan bir kedinin bile yelesi dikkat çekicidir. Ancak, yelesi
olmayan bir aslanın, aslanlar arasında nasıl hor görüleceğini tahmin
edebiliriz, yelesi olmadığı için aslan olduğundan bile şüpheye düşülebilir.
İşte bu sebeple de insanın konuşması değerlidir, bunu Platon’un şu sözlerinden
çıkarabiliriz: “İnsan, düşünebilen hayvandır.” İşte bu cümle ile türümüzün
ayırt edici özelliği olan düşünmenin değerini görürüz. Günlük hayatımızda,
düşünmenin bir dış görünüşe yani bir yeleye dönüşmesi için en etkili yöntem de konuşmaktır.
İşte bu sebeple söyledikleri ne kadar aptalca olursa olsun konuşan bir insan,
çirkin bir yelesi olan bir aslan gibidir, belki yelesi çirkindir ancak ne kadar
kötü bir yeleye sahip olsa bile o bir aslandır. İşte konuşan kişiyi değerli
yapan durum da tam olarak budur.
Şimdi sosyalliğin temel
elementi olan konuşmaya da verilmesi gereken değeri verdikten sonra sosyallik
duruşunu oturtmaya başlayabiliriz. Yukarıda bahsettiğim realiteden
çıkarabileceğimiz en temel sonuç şudur: “Kötü konuşan bir insan bile hiç
konuşmayan insandan kat be kat değerli olarak görülür.” Sosyalleşmek için
yapmamız gereken ilk şey de dolayısıyla ne kadar aptalca olsa bile konuşmaktır.
Elbette iyi konuşmak her zaman daha iyidir ancak hiç konuşmamak yerine aptalca
da olsa bir şeyler söylemek gereklidir. Etraftaki insanların bizim aptal
olduğumuzu düşünmeleri bile sosyalliğimiz açısından konuşmamamızdan daha
iyidir. Çünkü yelesi olmayan bir aslan, aslanlar arasında tanımlayamadıkları
bir ‘yaratık’ olarak gözükecekken, en kötü yeleye sahip bir aslan ise ‘kötü
yeleli’ bir ‘aslan’ olarak gözükecektir. İşte bizde yelenin karşılığı olan
konuşmak da diğer insanlar arasında ‘insan’ olarak tanımlanmamızı
sağlayacaktır. Hiçbir aslan, yelesi olmayan bir yaratık ile arkadaş
olmayacaktır, bunun yanında çok çirkin yeleli bir aslanın ise birden çok aslan
arkadaşı olacaktır.
Elbette biz, insanlara en
kötü yeleyi, yani aptalca konuşmayı vaat etmiyoruz. Bu eblehlik olurdu, bu
bölümde yaptığımız sadece ve sadece konuşmanın ne demek olduğunu gerçek manada
kavramamız ve bunun diğer insanlar üzerinde olan etkisinin de ortaya
konmasıydı. Ancak yine de “bana bu kadar bilgi yeterli” diyerek sadece bu
söylediklerimizi tatbik edecek olan tembel insanların bile bu temel bilgi ile
eski durumundan çok daha üst bir noktaya taşınacağını da kesinlikle
söyleyebiliriz.
Şimdi biz, bu konu
hakkında gerçekten de etkili olacak bir şeyler öne sürmenin derdine düşeceğiz,
ayrıca bu söyleyeceklerimin Aristoteles’in Retorik’inden çok daha faydalı
olacağını kolay bir şekilde iddia edebilirim çünkü Aristoteles’in bir reçete
sunmadığını, ilgili kitabı okuyan herkes rahatlıkla görecektir. Bizim
yapacağımız şey ise bir duruş oluşturmak ve reçeteye bile ihtiyaç duymadan
sağlığa kavuşmak olacaktır. Sağlıklı beslenip düzenli spor yapan bir insanın
her zaman fit ve sağlıklı olacağını biliriz ancak sadece bir reçete ile fit
olmak için uğraşan insanların genellikle hayal kırıklığına uğradığını veya
nadiren de olsa sadece bir süre için fit olup daha sonra tekrardan eski
sağlıksız hallerine geri döndüklerini de görürüz. İşte bu yüzden
söylediklerimiz reçete olmayan bir reçetedir. Nasıl ki fit olmakla ilgilenmeyen
ama sürekli olarak spor yapan ve sağlıklı beslenen bir insan fit olarak
kalıyorsa, biz de aynı şekilde sosyal olmakla ilgilenmesek bile sosyal olarak
kalacağız.
Şimdi duruşumuzu
temellendirmeye başlayabiliriz. Öncelikle sosyalliğin zorunlu olarak konuşmayı
gerektirdiğini söylemiştik. Konuşmayı birinci sıraya koyuyoruz ve konuşma
konusunda söylediklerimizin bir önemi olmadığını da söylemiştik bu sebeple ne
hakkında konuştuğumuzun bir önemi de kalmıyor. Bir diğer mesele de kendimizin
sosyal bir insan olduğunu kabul etmemizdir, bu kabulün bize sağlayacağı fayda,
hangi durumda olursak olalım konuşmamızın önündeki engeli kaldırmasıdır, yani
normalde konuşmayacağımız bir ortamdayken bile “Ben sosyal bir insanım, bu
yüzden konuşabilirim” diyebileceğiz ve konuşmaya başlayacağız. Bu lafı
söyleyebilmek için ise ihtiyacımız olan şey sosyal olmak kavramını net bir
zemine oturtup bir duruş ile temellendirmektir. İnsanların bir ortamda hiçbir
şey konuşmamaları bizi rahatsız eder çünkü konuşmamak bir baskı ve tedirginlik
yaratır üzerimizde. Örneğin bir anda bizimle konuşmayı kesen sevgilimizi
gördüğümüzde geriliriz ve “kesin bir şeyler olmuş” diye düşünürüz. Bu durum,
birbirini tanımayan insanlar arasında da geçerlidir ancak sadece yoğunluğu ve
derecesi daha düşüktür. İşte biz nasıl ki bizimle konuşmayan sevgilimize bir
şeyler söyleyerek bizimle konuşmasını sağlıyorsak, diğer insanlarla olan iletişimimizde
de bir şeyler söyleyebiliriz ve bunu sadece ve sadece karşımızdaki insanı rahat
ettirmek için yapmış oluruz.
Karşımızdaki insan daha
rahat olsun diye düşünerek yaptığımız bir hareket için ise hiçbir durumda suçlu
olmayız. Bunu neden yaptın diye soran biri olursa cevabımız açık ve nettir
çünkü, “İnsanlar birbirleriyle konuştukları zaman kendilerini daha rahat
hissederler ve ben de karşımdaki insanların daha rahat hissetmelerini
istiyorum”. Karşısındaki insanı rahat hissettirmek, aslında adabı muaşeret
kuralları denilen olgunun temelidir. Bunun kanıtlarını Bira İçelim’in ilgili
konu ile düşüncelerinde görebiliriz. Yani aslında biz, karşımızdaki insanlar
ile konuştuğumuzda aslında onların daha rahat hissetmelerini sağlıyoruz ve
dolayısı ile bu davranışlarımız adabı muaşeret temellerine oturuyor. Elbette
böyle bir noktada söylediklerimizin de karşımızdaki insanı rahatsız
hissettirecek şeyler olmamasına kesinlikle dikkat etmeliyiz çünkü insanları
rahat ettirme temelli bir çalışmanın hiçbir parçası insanları rahatsız
hissettirmemelidir. İşte burada devreye bir kumar oyunu devreye giriyor.
Karşımızdaki insan, rahat etmek istiyor mu? Burada bunu anlamamız için her
kumarda olduğu gibi riskin her zaman var olacağını ve ilk adımımız ile
karşımızdaki insanı rahatsız edebileceğimizi ve bununla da temeldeki amacımızın
yıkılma ihtimalini göz önüne almamız gerekir. Burada şu örneği verebiliriz,
hepimiz bize sürekli “yemekten biraz daha ister misin” sorusunu defalarca soran
bir büyükle karşı karşıya gelmişizdir ve bu soruyu defalarca soran insanın
karşısında hiç de rahat hissetmez bilakis daha çok geriliriz. Çünkü rahat
hissetmenin anahtarı aslında kelimenin kendisinde de açıkça ortada duran
“rahat” bırakmadır. Yani karşımızdaki kişiyi rahat ettirmek istiyorsak onu öncelikle
rahat bırakmamız gerekir. Karşımızdaki kişiyi rahat bırakmamanın en etkili yolu
da yukarıdaki örneğimizde olduğu gibi ısrarcı davranmaktır. Peki yemek bize hiç
teklif edilmezse ne hissederiz? Yemekten biraz daha yemek istesek bile, bu kapı
bize açılmadığı için kendimizi rahat hissetmeyiz. Bu sebeple de rahat
hissettirmek istiyorsak eğer, bir teklifi sadece bir kere açık yüreklilikle ve
samimiyetle sunmalı ve bundan sonra bu konuyu tekrardan açmamalıyız. İşte bunu
yaptığımız zaman karşımızdaki insan olabilecek en rahat pozisyona çekilmiştir.
Yemek örneğinden devam edersek, “yemekten biraz daha ister misin?” sorusunu bir
kere sormak, yemekten isteyen bir kişi için gerçekten en rahat nokta olarak
kalacaktır. Şimdi de sosyalleşmek noktasına geri dönelim ve tüm bu
söylediklerimiz sosyalleşmek üzerinden tekrar konuşalım. Konuşmak, bizim
yaptığımız yemektir. Bir insana yemekten ister misin diye sormamız ise onunla
olan konuşmayı başlatmamızdır. İşte bu noktada sadece bir kere bunu yapmamız
gerekir, sürekli olarak bunu yaparsak karşımızdaki insan rahat
hissetmeyecektir. Bu noktada ise “her neyse, iyi günler” diyerek onu rahatsız
etmek istemediğimizi belirtmiş oluruz ve konuşmak isterse bunu yapabileceğini
de ona söylemiş oluruz.
Bu noktada fazla çekingen
insanlar olabilir, yani konuşmayı isteyen ancak bundan çekindiği için sizinle
konuşmuyor olabilirler. İşte biz karşımızdaki insanın böyle bir insan olmadığı
ön kabulü ile yaklaşmamız gerekir ve maalesef fazla çekingen insanlarla
sosyalleşemeyiz. Yine de bizim durumumuzdaki en zararsız kabul budur çünkü
fazla çekingen olan insan bizim en azından iyi niyetimizi görür. Ancak zıttı
bir kabulle girseydik noktaya, yani karşımızdaki insanın çok çekingen olduğunu
düşünerek başlasaydık ve karşımızdaki çekingen bir insan olmasaydı, işte o
zaman karşımızdaki insana baskı kurarak onu rahatsız etmiş olurduk. Bizim
kabulümüzde ise rahatsız edilen hiç kimse yoktur.
Elbette insanları rahat
ettirmenin önemli bir parçası da gülümsemektir. Yani gülümseyerek sunulan bir
yemeği rahatlıkla kabul edebiliriz ancak çatık bir kaş ile sunulan yemeği kabul
etmeyiz. Tamamen ifadesiz bir şekilde sunulan yemek de ise bizi ne rahatsız
eder ne de rahat hissettirir. Ancak ortamın gerektirdiği gülümseme seviyesinin
üstünde bir gülümseme ile teklif edilen yemek de bizi rahatsız hissettirir.
Yani bir insana yemek sunarken kahkaha atmayız, histerik bir şekilde gülmeyiz
ve sanki ortada çok komik bir şey varmış gibi davranmayız. Aynı şekilde
insanlarla konuşurken de yüzümüzde sadece rahatlık sağlayacak derecede bir
gülümseme olmalıdır. Bu gülümseme de karşımızdaki insanı rahat hissettirmek
amacıyla oluşturulmuş gülümsemedir. Konuşurken ne kadar gülümseyeceğimizi
şaşırmamızın asıl sebebi aslında karşımızdaki insanla hangi amaçla
konuştuğumuzu unutmaktır, yani konuşurken aslında yapmak istediğimiz şekilde
yani karşımızdakini rahat hissettirmek amaçlı konuştuğumuzu bilerek
konuşmalıyız ve bu durumda gereken seviyedeki gülümseme derhal bilinçsizce
yüzümüzde belirecektir.
Şimdilik tüm bu
noktalardan sonra mükemmelliğe ulaşmanın mümkün olup olmadığı hakkında
konuşmamız gerekiyor. Öncelikle mükemmel olmanın ne demek olduğunu tanımlamamız
gereklidir. Ancak hepimiz böyle bir tanımı yapmaya çalıştığımızda bu tanımı
yapmanın imkânsız olduğunu fark ederiz çünkü mükemmellik, belirli olan
kurallara yaklaşmak ve onları tam olarak sağlamaktan gelir, tabii ki insanlar
için böyle belirlenmiş kurallar yoktur ve bu yüzden de mükemmel olmak
imkansızdır çünkü mükemmel diye bir şey yoktur. Mükemmel diye bir şey
olmamasına rağmen mükemmel diye bir terim olması ise bizim avantajımızdır ve
biz bu terimi kullanacağız ve kendimiz için bir mükemmellik oluşturacağız. Bunu
da kendi oluşturduğumuz belirlenmiş kurallara uyarak başaracağız. Bu kurallara
uymak bizi mükemmel kavramına -Böyle bir kavramın gerçekte mümkün olmamasına
rağmen- ulaştıracaktır.
Mükemmel olmak için kendi
kurallarımızı kendimiz oluşturacağız. Bu kurallar da basitçe duruşlardan
oluşacaktır. Hayatın içindeki her bir duruma uygun olan duruşlar oluşturduğumuz
zaman mükemmele ulaşmış oluruz. Şimdi bize kalan şey hayatın içinde
bulunabileceğimiz tüm durumları düşünmektir. Mümkün olan tüm durumları
düşündükten sonra da bu durumlara uygun duruşları ortaya koymamız
gerekmektedir. Bu durumların her birini elbette ki düşünemeyeceğiz çünkü
bunların sayısı neredeyse sonsuz olacaktır, biz de bu noktada bizi rahatsız
hissettiren durumları düşünerek bu durumlar için uygun duruşlar yaratacağız,
yarattığımız durumlar belirli bir sayıya gelince hepsinin altında yatan asıl
meselenin aynı olduğunu göreceğiz ve böylece de tamamen yeni bir durumla
karşılaştığımızda da diğer duruşlarımızdan aldığımız altyapı ile bu yepyeni
duruma göre de bir duruşu anlık olarak oluşturabileceğiz. Bunun yanında,
durumların her birine göre özel değil de durumların bizde oluşturduğu duyguları
çözümleyerek hissettiğimiz duygulara karşı duruşlar oluşturarak karşılaştığımız
durum ne olursa olsun bizde oluşturduğu etkiye karşı bir duruş koyacağımız için
böylece yeni durumların bizim için hiçbir önemi olmayacak ve derhal duruşumuzu
açığa çıkartabileceğiz. Bu bahsettiğimiz duruş oluşturmaları elbette tüm hayat
için de belirleyebiliriz ve hatta belirlemeliyiz de zira duruşu olmayan bir
insanın ne için yaşadığı, gerçekten neyi istediği belli değildir ve bir
koyundan farksız bir şekilde yaşayacaktır; yine de biz şimdilik bu duruşları
sosyallik ile alakalalı olanlar üzerinden oluşturacağız.
30 Mayıs 2021 Pazar
Aptallaşmak
Aptallaştığım konusunda herhangi bir soru işareti görmüyorum ve bu sebeple de “Aptallaştık mı?” gibi bir soruyu sormak yerine “Ne derecede aptallaştık?” sorusunu sormayı tercih ediyorum kendime. İşte bu noktada kendi kendime söyleyebileceğim şeylerin sınırını ötesini bilmiyorum. Öncelikle çerçeve denilen olguyu tamamen kaybettiğimi fark ediyorum, bu iyi veya kötü çerçeveye sahip olduğum zamanlar bundan neredeyse iki sene önceydi. Bir çerçeveye sahip olmak için aslında belirli kalıplar üretmiştim kendime ama bunların hepsi daha sonradan neden oluşturulduğu unutulmuş törelere döndü ve yapılmaya devam edilse bile asıl amaçları ortadan kayboldu ve tüm bu davranışlar yozlaştı. Öncelikle yalnız olmanın kabul edilmesi gerektiği gerçeğini ortaya koymuş ve bunun ne biçimde radikalleştirilmesi gerektiği üzerine düşünceler arasında dolaşmıştım. Bu noktada bulduğum çözümün etraftaki insanların gerçekten ne kadar ahmak olduklarının anlaşılması ve bir yandan da bu tür insanlarla beraber gezmenin dolaşmanın, sahip oldukları ahmaklığı bana da bulaştıracakları korkusuydu. Ancak buraya gelmeden önce aldığım harika ve kesinlikle yerinde bir karar olan “Madem beni arzulamıyorsunuz o halde ben de çeker giderim” mantalitesinin nüvelerini barındıran ama kendisini şu cümleyle açığa çıkaran yaklaşım oldu: “Siktirin gidin lan o zaman.” Evet, bu bir kıvılcımın ortaya konulmasını sağlayan temel noktaydı ve bu noktaya ulaşmak için çok fazla kan dökülmüştü, bu kanlar ortaya çıkan mantalitenin bedelleriydi aslında ve iyi bir savaş vermenin her türlü amacı anlamlı kılacağı noktasına büyük bir destek sağladı. Her şeye rağmen yalnız olmaya katlanmak konusunda atılmış ufak bir adım, bir kar topunun çığa dönüşmesi gibi büyüdü, belirginleşti ve en sonunda yıkılması imkânsız olan devasa bir yapıya dönüştü. Elbette atılan ilk adımdan sonra hemen geri çekilmek radikalleştirildi ve bilinen ve rahatlık olan alışılmış alana geri dönüldü. Ancak bu noktadaki birtakım durumların bana ilk yalnızlaşma adımını atmamı sağlayan olayları çağrıştırdığı için derhal yalnızlaşma noktasına geri çekilme kararı aldım ve bu aynı iki karar arasında yaklaşık olarak altı aylık bir süre vardı. Bu, rahatlığın ve alışılmış olanın insanın kararlarını etkileme gücünü açık bir şekilde ortaya koyuyor. Tercih edilen kişi olmadığım müddetçe, katlanılan kişi olmaktan da vazgeçmek olgusuydu işte tüm bunlar. Bu noktada yaptığım ikinci bir hata da elbette şu sıralar yaşadığım rezaletlerin de müsebbibidirler. Bu noktada şimdilik bir yorum yapmayacağım. Bir ilişkiler zincirini bitirmeye karar verdikten sonra en ufak açıkta verdiğim karardan geri döndüğüm gerçeğiyle yüzleşmek zorundayım şu anda. Aslında temel olarak Zerdüşt’ün buyruklarına uymam gerektiğini düşünmüş ve yalnızlığıma kaçmam gerektiğini ortaya koymuştum ve bundan sonra da o kutlu vecizeyi ortaya koymuştum: “Bir kitabı on kere okumak -kitabın ne olduğundan bağımsız olarak- kişinin hayatını değiştirir.” Evet, bu tam olarak böyleydi aslında bunun altında yatan düşünceyi de daha da temellendirilmiş olarak bulmak mümkün; bu, Evren’in bize emrettiği “Duruş sağlamlığı” yasasında da açıkça ortaya konulmuştur.
Bir duruşun şart olduğunu
ortaya koyduktan sonra bir duruşun nasıl inşa edileceği konusuna da gelmek
zorunda kalıyorum şimdi, bir duruş demek ne demektir öncelikle buna bakalım.
Bir duruş ortaya koymak aslında, “Bedeli ne olursa olsun belirli bir davranış
kalıbını yapmayacağım” demektir. Bu belirli davranış kalıplarını ise insan
kendi tiksindiği davranışlardan ortaya çıkarabilir. Bu davranış kalıplarına bir
örnek olarak çirkinleşmemeyi verebiliriz. “Ben, ne olursa olsun
çirkinleşmeyeceğim” demek bir duruş ortaya koymaktır ve bu duruşu yürütmek de
insanın kendi karakter inşasını oluşturmasıdır. Ortaya koyduğumuz duruş, bizi
özümüzde istediğimiz şeylerden vazgeçiremez ancak istediğimiz şeyleri hangi
yolla elde edeceğimiz veya hangi yolla elde etmekten kaçınacağımız konusunda
bize harika bir yol gösterir ve bu duruş bizim davranışlarımızı kendimize
açıklamamız demektir ve davranışlarını kendisine açıklayabilen bir insan da
özgüvenli bir insandır. Özgüven hakkında söylenen tüm saçmalıklardan öte bir
yerde bu tanımı kullanabiliriz. Özgüven, insanın kendisini tanıması ve
kendisini taşımasıdır aslında ve bir duruşu ortaya koyduğumuz anda hem
kendimizi tanırız hem de kendimizi taşımayı da beceririz ve bu kusursuz bir
özgüveni bize dolaylı yoldan getirir. İşte bu yüzden, özgüven çalışmak asla
hiçbir işe yaramaz. Özgüven, çalışılarak elde edilecek bir olgu değil, kendi
davranışlarını kendine kusursuz bir şekilde açıklayabilmenin dolaylı sonucudur.
Bu sonuç elbette ki insan için faydalıdır ancak burada tüm değeri özgüvene
vermek aptallıktır, itiraf etmeliyim ki ben de bu hataya düştüm. Özgüven
tamamen önemsiz bir kavramdır, önemli ve elde tutulmaya çalışılması gereken şey
ise duruştur. Bir duruşunun olması insanın yaşamına anlam da katacaktır ve tüm
kuralsızlıkların içerisinde kendisine bir kural oluşturmasını sağlayacaktır.
Evet, belki bunlar dinlerle bir noktada benzeşiyorlardır ancak duruş noktasında
kendi eylemlerimizi bir başkası değil, kendi saf aklımız sağlamaktadır ve bu
yüzden de çok değerlidir.
Duruş noktasında birkaç
örnek vermem gerekirse, kendini bir başkasına açıklama zorunluluğu hissetmemek
ve açıklamamak bir duruştur. İnsanlar beni yanlarına çağırana kadar ben onları
çağırmayacağım demek bir duruştur. Hiçbir kıza ben yürümeyeceğim demek bir
duruştur. Kızlarla konuşurken sadece onları anlamaya ve aynı zamanda eğlenmeye
odaklanacağım demek bir duruştur. Bir davranışı yapmadan önce bu davranışı
kendime açıklayacağım demek de bir duruştur, yani bir nevi “Benim, durum ne
olursa olsun bir duruşum olacak” demek de bir duruştur. Yani, insanın bir
duruşunun olması da aslında bir duruş örneğidir. Bana yazılmadan asla
yazmayacağım çünkü onların beni istemesi gerekiyor demek bir duruştur. Bu duruşların
temelleri de duruşları sağlam kılacaklardır.
Bir kadına yazmayacağım
duruşunu ortaya koymak, bir müddet sonra neden yazmayayım sorgusunu akla
getirebilir ve bu noktadan sonra duruş kolaylıkla bozulabilir hale gelir. İşte
tam bu noktada “kızlara yazmayacağım çünkü yavşak bir insan olarak anılmak
istemiyorum” demek duruşu sağlamlaştırır ve ölümsüz kılar. Bir duruş olarak
yediklerine dikkat etmek de ortaya konulabilir, ben sağlıksız yemeyeceğim çünkü
vücudumun iyi gözükmesini istiyorum temellendirmesi ve bu düşünceye biat etmek,
insanın bir daha sağlıksız şeyler yemeyeceğini garanti altına alır. Duruş demek
tam olarak bu demektir.
Şimdi, bir erkeğin
hayatında ortaya koyması gereken birkaç duruştan bahsedeceğim. Bir ülkücünün
davranışlarına yakınsamamak için hiçbir insana -gerekmedikçe- kaba davranmamak.
Kandıran insanlara karşı duyduğum eğreti hissinden dolayı kendime bakıp
iğrenmemek için başka insanları kandırmamak. Bir fino köpeğine dönüşmemek için
hiçbir insanın bana kaba davranmasına izin vermemek ve kesin yargılarımdan
sonra asla gülmemek veya ortamı yumuşatma hamlelerinde bulunmamak, isterse
ortalık yansın ve kavga çıksın bu davranışı yapmamak. Kendi düşüncelerime olan
güvenimden emin olmak için bir ortamda konuşmamı gerektirecek noktalarda susmamak
ve korkmadan fikirlerimden ve dolayısıyla kendimden utanmadığımı, konuşarak
kendime kanıtlamak. Taşlara takılmamak için nasıl ki taşların nerede olduğuna
dikkat ederek yürüyorsam, insanlara takılmamak için de insanların hareketlerini
izleyerek nereye varmak istediklerini gözlemlemek ve bunlar üzerinde
yönlendirici etkilerde bulunmak.
1 Mayıs 2021 Cumartesi
Var Olmanın Tadını Çıkarmak
Elimizdekilere şükretmek değil bugün bahsedeceğim şey, sadece elimizdekilerin tadını çıkartmaktan bahsedeceğim. Hayatımızda olmak istediğimiz her şeyi olduğumuzu, elde etmek istediğimiz her şeyi elde ettiğimizi düşünelim. Böyle bir durumda ne yapacaktık acaba, şu anda yaptığımızdan farklı olarak ne yapacaktık gerçekten. Bu sorunun cevabı insan için ufuk açıcı olabiliyor. Benim için bu sorunun tatmin edici bir yanı yok. Yani deli gibi param da olsa, istediğim her şey olsa da şu anda oturduğum gibi bir koltukta oturacak ve kitabımı okuyacaktım, sonrasında aklıma gelen düşünceleri yazıya dökecek, birazcık gitarımla oyalanacaktım ve sonrasında da uyuyacaktım. Onlara sahip olan insanlara baktığımız zaman da aslında bunu net bir şekilde görebiliriz. En güzel arabalara binen insanların hayatlarında hiçbir şey değişmiyor, en güzel evi olan insanların da hayatlarında hiçbir şey değişmiyor. Kendilerine vakit ayırdıklarında ellerinde olan tek şey yine kendileri oluyor, en güzel evler veya arabalar bu konuda hiçbir şey değiştirmiyor. Hiçbir durumda, en azından harika bir eve sahibim demiyorlar, can sıkıntısı ve üzüntü onlar için de en az bizim için olduğu kadar can yakıcı olmaya devam ediyor. Hatta tarihte, her şeye sahip olan varlıklı insanlar, bir süre sonra bu zenginlikten sıkılmış ve varlıklı hayatını bırakarak normal bir yaşam sürmek için uğraşmıştır. Bunu sebebi, zenginliğin hayattaki sorunları çözmek konusunda yetersiz olmasıdır. İnsanlar olarak içimizde çoğu zaman bir tatminsizlik hissi ile yaşarız. Bu tatminsizlik hissi de etrafımızda olanlardan veya bizim ne olduğumuzdan bağımsızdır. Adı üstünde, tatminsizliktir bu. Ne kadar yüksekte olursan ol, hep daha yükseği vardır bunun ve tatminsizlik var olduğu sürece gözlerimiz her zaman bir üsttekinde olacaktır. Bu tatminsizliğin sebebi de bir şeylerin eksik olduğu hissinden kaynaklanmaktadır. Hayatımızda ne yaparsak yapalım, ne kadar kusursuzluğa yakınsarsak yakınsayalım, her zaman bir şeyler eksik olacaktır. Bunun, maalesef ki, kaçarı yoktur. Bir şeyler her zaman eksiktir, tamlık diye bir durum yoktur, çünkü tam olanın ne olduğu bizim için belirlenmiş değildir, “Şunlar varsa sen tamamsın” diyebileceğimiz bir nokta belirlenmemiştir. Daha önce, kendi hareketlerimizden emin olmamız gerektiğinden bahsetmiştim. Şimdi de hayatımızda hiçbir şey eksik değilmiş gibi davranmamız gerektiğini söylüyorum. Evet, hiçbir eksik yokmuş gibi, her şey zaten olması gerektiği gibiymiş gibi davranmalıyız. Böyle davranmamız gerekiyor çünkü aslında hiçbir şey eksik değil hayatımızda. Eksik olan şey, asla tamamlanamaz. Tamamlanamama hissi her zaman yanı başımızda olacak, her şeye sahip olsak da köşe başında bizim geleceğimizi bilerek bekliyor olacak bu his. İşte bu sebeple, şimdi ne olursak olalım, ne yaşıyorsak yaşayalım, neye sahip olursak olalım, tüm bunlardan ötürü üzülmenin, tatminsizliğin saçmalığının farkına varmamız gerekiyor. Biz varız, elimizde de bunlar var. Elimizde olanın tadını çıkaralım. Fazlasını istememek, bir dindar gibi şükretmek değil bahsettiğim.
Fazlasını istemek başkadır,
fazlası yok diye karalar bağlamak başkadır. Fazlası için çabalarken de mutlu ve
tatmin dolu olabiliriz. Şu anda, içinde bulunduğumuz durum dışında hiçbir şeye
sahip değiliz. Bu an, bir daha gelmeyecek bizim için, geçip gitti bile
şimdiden. İşte bu sebeple, şu anda elimizde olan durumda yapabileceklerimizi
yapalım ve elimizde olanın tadını çıkaralım. Durumlar değiştiğinde ise, yeni
durumların tadını çıkarırız. Tatminsizlik anlamsızdır. Var olan her an,
elimizdedir. Elimizde yeşil vadiler yok diye ağlayamayız, kimse bize yeşil
vadileri vaat etmedi çünkü. Şimdilik karaya tutunacağız, zamanı gelince yeşil
vadilerin de tadını çıkarırız. Yeşil vadideki birisi asla karaya tutunmanın
nasıl bir şey olduğunu bilemez, ama biz bunu biliyoruz ve aynı zamanda bunu
kutsuyoruz da. Var olsun, var olmak. Parmağımızı var oluşa daldırdıktan sonra
parmağımızı ağzımıza çalalım ve var oluşun tadını çıkaralım.
10 Nisan 2021 Cumartesi
Sağır Olmak
Tanrı istemezse istemesin, ben istiyorum ulan. Ne büyük bir yanılgıdır bu tanrı yanılgısı. Tanrının istekleri maalesef bu dünyada geçerli değildir. Bu dünya insanların dünyasıdır, insanların kuralları geçerlidir burada. İnsanlar iyidir veya kötüdür diye bir genelleme yapmak da bizim için imkansızdır. Nerden bakarsak bakalım, iyi, onurlu saydığımız insanların sonları üzücü olmuştur. Onurlu yaşamanın bir bedeli vardır yani, maalesef böyle bir bedel vardır ve biz de eğer onurlu olmak istiyorsak, bu bedeli ödemek zorundayız. Biz bu bedeli ödemek için gönüllü olmuş insanlarız, başka insanların bizim için ne düşündüğü değil de kendimizin, yine kendimiz hakkında ne düşündüğümüzü önemseriz biz. Kendi hakkımızda iyi düşünüyorsak bizim için konu kapanır. Böyle yaşamak ne demektir peki, kendi ilkelerinin olması ve bu ilkelerin, yine kendi ahlak kurallarına uygun olması demektir. Ahmet Kaya, Deniz Gezmiş, Nazım Hikmet gibi isimler belirli bir ilkeyle yaşamışlardır örneğin, nedir bu ilke, kendi doğruları için sonuna kadar savaşmaktır. Kendi doğruları için savaşan insanlar olmak ne kadar gururlu bir meseledir, bunu ben insanın lirik yaşaması olarak tanımlıyorum. Liriğin insan için büyük bir önemi vardır aslında. Eski Yunan’da tiyatrolarda insanlar her zaman lirik hikayeleri izlemeyi severlerdi örneğin, aksiyonun önde olduğu oyunlar eksik sayılırdı. Lirik bir oyun, her şeyin üzerinde tutulurdu, eski Yunan insanlarının lirik olanı yüce tutmasının bir sebebi vardı. Elbette bu sebebi açıklamakla uğraşmayacağım, lirik olan benim için de her zaman daha yukarıda olmuştur. Lirik, benim için de bir anlam ifade ediyorsa eğer, lirik yaşamak benim için gereklidir. İnsanız biz, yıkanmak istemeyen çocuklarız biz. İnsanın kendi istediğini yapması en önemli olan şeydir bu dünyada, ne yaparsan yap, kendi istediğini yapıyorsan doğru yoldasındır. Bir başkasının istekleri doğrultusunda hareket ediyorsan eğer, bu yol seni mükemmel bir refaha kavuşturacak olsa bile, yanlış yoldasın demektir. Çocukken arkadaşlarımın oyun esnasında yaptığı saçmalıkları anlamlandıramazdım ben. Bir müddet sonra tamam o zaman ben de oynamam demeyi öğrenmiştim. Tek başıma oynamayı da severdim ben, tek başıma kafamdaki o ulaşılmaz dünyada dolaşır dururdum. Hiç kimse beni anlayamazdı, kafamda bir dünya vardı ve o dünyanın kesinlikle en doğru dünya olduğuna inanıyor ve bu inancı sorgulamak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Büyüyünce ise işler karıştı işte, etraftaki sesler kulağıma daha net gelmeye başladı, kulağıma daha net gelen sesleri dinlemeye başladım ve kendi dünyamdan çıkış biletimi elime almış oldum böyle yaparak da. Sanatçı olmak için, Beethoven gibi sağır olmak gerekir halbuki. Sağır olması gerekir insanın, sağır olmak, kendine güvenmeyi gerektirir zaten. Sağır insanın kendisine güvenmekten başka bir şansı yoktur. Kendisine güvenen insanın ise, doğru yoldan çıkma ihtimali yoktur. Büyüyünce ne oldu peki, sağırlık geçti, etrafı dinlemeler başladı, kendini sorgulamalar başladı sonra da.
Kendini sorgulamak
elbette kötü bir şey değildir, ama insanın kendi kendisini sorgulaması gerekir
sadece, bir başkası tarafından sorgulanmaması gereklidir. İnsanı
yargılayabilecek tek güç, insanın kendisidir. Başka bir gücün insanı
yargılayabileceğini söylüyorlarsa, bilin ki yalan söylüyorlar. Dışarıdaki dünya
ile ilgilenmeyen bir çocuktan daha güçlü ne olabilir gerçekten, bir aslan ve
bir deveden de daha güçlüdür o çocuk. Sağır bir çocuktan daha kaliteli bir
sanatçı var mıdır dünyada, sağır olalım dostlarım. Sağırlığı kutsayalım. Belki
de hiçbir insanın, kör bir insandan daha renkli bir dünyası yoktur. Hiç
kimsenin sağır bir insandan daha sesli bir dünyası yoktur. Sağır bir insanın şöyle
sorduğunu okumuştum bir yerde: “Güneş, doğup batarken nasıl bir ses çıkarıyor?”
5 Mart 2021 Cuma
Güzel Yaşamak
Hayatın karşısında hüzünle karşılaşmış, birçok konuda afallamış ama bir noktada ayakları yere basmış bir insan olarak, hayatla ilgili bir takım konularda kendi kendime ahkam kesmek, zor günlerde okumak için birkaç şey karalamak istiyordum uzun zamandır. Bu işe ilk defa şimdi girişiyorum, uzun ve anlamlı bir metin olmasını dileyerek başlıyorum.
Hayat konusunda ne
yapacağını bilemeyen insanlar olmamız aslında bir sorun değil, çünkü hepimiz,
ne kadar klişe olarak gelse de, sistem kurbanlarıyız. Doğduktan hemen sonra
kreşe, okullara gitmeye başlamamız bunun en önemli göstergesidir. Hiçbirimiz
okula neden gittiğimizi anlayamadan okula gidiyorduk, birileri bize “okula
gideceksin” dediği için gidiyorduk okula, başka bir sebep yoktu. Daha neler
olduğunu anlayamadan bir oraya bir buraya savuruyorlardı bizi yani, ödevler,
kitaplar, aile, arkadaşlıklar. Şöyle bir silkinip, “ne oluyor lan” bile
diyemiyorduk, bunu demek aklımıza bile gelmiyordu. Süt üretim fabrikasında
doğmuş bir inek gibiydik, herkes süt veriyordu, biz de süt verecektik. Tüm
bunları yaşadıktan sonra, sonunda “ne oluyor lan” gibi bir soruyu sorabilecek
akli yetiye kavuştuğumuzda ise, koca bir “hassiktir” çıkıyordu ağzımızdan. Bir
anda olmuştu her şey, şimdiye kadar yaptığımız hiçbir şeyi kendimiz seçmemiştik.
İşte şimdi, en azından bundan sonraki hayatımızda olacak şeyleri kendimiz
yönlendirmek istiyoruz. Biz, şimdiye kadar hep bir nesne olmuştuk, bundan sonra
özne olmak için çabalamamız gerekiyordu. Yıllarca köle olarak yaşayan bir
insanın, aslında kölelik diye bir şey olmadığını öğrenmesi gibi bir şeydi
yaşadığımız olay. Afallamamak elde değildi, alışmış olduğumuz şeye dönmek de
her zaman daha rahat gelecekti. Ama artık bu yolun dönüşü yok, biz özne olmanın
ne demek olduğunu öğrendiğimiz için, artık nesne olduğumuz zamanlarda bunun
farkında oluyoruz. Kırmızı hapı almıştık yani bir kere, buradan dönmek istesek
bile her şey eskisi gibi olamazdı.
Özne olmak, olaylarda, olayı yapanın,
kişinin kendisi olmasıdır. Edilgen olmamasıdır. Kendi hayatının öznesi olmak
da, kendi hayatındaki olaylarda belirleyici olanın, olayları yapan kişinin,
insanın kendisi olması demektir. Kışın ortasında, canımız dondurma isterken,
herkes sahlep içiyor diye bizim de sahlep içmemiz, hayatımızın öznesi
olmadığımızı gösterir örneğin, basit bir olay gibi duruyor ama aslında devasa
bir derinlik var bunda. Havalar soğuk diye, soğuk kahveyi sevdiğin halde sıcak
kahve içmek de özne olmamaktır. Herkes BMW istiyor diye, canın Mercedes
istediği halde, BMW alıyorsan, yine hayatının öznesi olamamışsın demektir.
Hayatının öznesi olmak, hayatın en ufağından en büyüğüne kadar, her durumunda
kendisini gösteren bir durumdur. Bizim, öncelikle kendi hayatımızın öznesi
durumuna gelmemiz gerekiyor.
Kendi hayatının öznesi olabilmek için gereken
şartlardan bir tanesi, vazgeçmeyi öğrenmektir. En güzel oyuncaklardan, en güzel
kadınlardan, dünyada var olan şeylerin en güzelinden bile vazgeçebilecek bir
insan olmamız gerekir. İstediğimiz bir şey için, her zaman başka bir şeyden
vazgeçmemiz gerekir. Hayat böyledir, hep bir avantaj ve dezavantaj vardır.
Örneğin, kendi istediğimiz konuya çalışırken, geriye kalan tüm konulardan
vazgeçmiş oluruz. Soğuk kahve içiyorsak, geriye kalan tüm kahvelerden vazgeçmiş
oluruz. Hayatımızda her an, ne yapıyorsak yapalım, o anda yaptığımız şey için,
hayatta yapılabilecek diğer her şeyden vazgeçmemiz gerekir. Eğer vazgeçemezsek,
bunu beceremezsek, elimizde olabilecek o tek şeyi de kaybederiz ve koca bir
hiçle otururuz. Bir abimin bana verdiği örneği, ben de kullanmak istiyorum:
farzı misal, kız arkadaşınla sinemaya gitmek istiyorsun ancak cebinde paran
yok, o esnada da pek sevmediğin amcan size ziyarete gelmiş, elini öpüp biraz
yalakalık yaparsan sana sinema parası vereceğini biliyorsun, sinemaya gitmeyi
de çok istiyorsun, işte burada vazgeçmek, çok değerli bir durum olarak geliyor
karşına. Bu durumda, yalakalık yaparak parayı almaktan değil, kız arkadaşınla
gitmeyi çok istediğin o sinema biletinden vazgeçmen gerekir, hayatının öznesi
olmak için, bu harika olaydan vazgeçmen gereklidir işte. Vazgeçmeyi öğrenmek,
işte bu yüzden çok zor ancak çok da değerlidir. Burada sinemaya gitmemek,
insanın sırtına bir yük gibi binebilir.
İnsanın hayatında, sürekli olarak
sırtına alması geren yükler çıkacaktır. İnsan olarak, bizim yapmamız gereken
şey, bu yükleri sırtımıza alabilmeyi, çile de olsa bunları taşımayı
öğrenmektir. Her türlü derdi çeken insan, ağırlıkları kaldıran insan için, tüm
bu ağırlıklar gitgide daha hafif gelmeye başlayacaktır. İnsanın, tüm yükleri
taşıyabilir hale gelmesi gerekmektedir, ama insan tüm yükleri taşıyabiliyor
diye, hayatı boyunca yük taşıması gerekmez, ama yük taşımayı bilmesi gerekir.
Karşımıza çıkan her sorun da bir yüktür, yüklerin altında ezilmemek için,
bacaklarımızı güçlendirmemiz gerekir ve güçlü bacakların, insanın kendisine
hiçbir zararı yoktur, bilakis faydası vardır.
Güçlü bacaklara sahip olan insan, artık
hayatla ilgili bir şeyler öğrenmeye başlamıştır. Hayatın, karşısına sorunlar
çıkarabileceğini görmüş ve bu sorunları tatmıştır. İşte bu noktada insan, hayat
karşısında ne yapacağını bilen bir insana dönüşmeye başlamıştır. Hayat
karşısında ne yapacağını bilen bir insanın fark edeceği ilk şey, kendisi bir
şeyleri biliyormuş gibi davrandığı her anda, diğer insanların da, o kişiye bir
şeyleri biliyormuş gibi davrandığını görmesi olacaktır. Eğer ne yapacağını
biliyormuş gibi davranırsan, diğer insanlar da senin ne yapacağını bildiğine
emin olurlar.
Hatta öyle emin olurlar
ki, sen ne yapacağını bilmesen bile, diğer insanlar, senin bildiğinden emin
olurlar. Bunu keşfeden insan, derhal, hayat karşısında ne olursa olsun, hiç
bilmediği bir durumla bile karşılaşsa, ne yapacağını bilmese bile, biliyormuş
gibi davranması gerekir. Bu durumu, kendi düşünceleri için de kullanabilir. Bu
durumun altında yatan düşünce şudur, insan kendi davranışlarından bile emin
olmuyorsa, bir başkası ondan nasıl emin olabilir? İşte bunu tersine çevirerek,
kendi davranışlarından eminmiş gibi davranarak, diğer insanların da, bizim
davranışlarımızdan emin olmalarını sağlıyoruz.
Ne yapacağını biliyormuş gibi davranmak,
aslında bir hile de değildir. Ne yapacağını biliyormuş gibi davranması
gerektiğini bilen insan, aslında nasıl davranması gerektiğini gerçekten
biliyordur, yapması gereken tek şey, nasıl davranacağını biliyormuş gibi
davranmaktır. İşte bu kadar. Yapması gereken şey, ne yapacağını biliyormuş gibi
davranarak, bir şeyler yapmaktır. Hiçbir hile yok, hiçbir kandırmaca yok. Zaten
insan, birazcık durup da, diğer insanları gözlemlediğinde, diğer insanların, etraftaki
olayları hep abarttığını görecektir. Bunu gören insanın, diğer insanları
ciddiye alması imkansızdır artır. Yaşadığı her şeyi abartan insanların
hareketlerine güvenmek yerine, insanın kendi hareketlerine güvenmesi daha
mantıklıdır. Kendisi, en azından güzel bir akıl süzgecinden geçirerek olayları
tartmış ve kendine göre en iyi çözümü bulmuştur, bu noktadan sonra ne
yapacağını bilmesi de çok doğaldır. Çıkardığı sonuç yanlış olsa bile,
başkasının aklıyla zeki olacağına, kendi aklıyla deli olmayı da bilmesi gerekir
insanın. İnsanın, deli veya aptal olması ayıp değildir, ayıp olan şey, insanın
kendi aptallığını ve deliliğini saklamasıdır aslında. İnsanın kendi zekası ne
kadarsa, olduğu gibi diğer insanlara göstermesi ve bundan da utanmaması
gerekir, çünkü kimseyi kandırmıyordur böyle davranarak. Asıl kendi zekasını,
olduğundan büyük göstermek için uğraşan insanların, kendilerinden utanması
gerekir. İnsan, kendisi ne olursa olsun, üzerine kendi hırkasını geçirmelidir,
bir başkasınınkini değil. Bir başkasının hırkasını üzerine geçirmekten
utanmalıdır insan. Vazgeçmek demiştik; insan, kendisini zeki olarak
göstermekten de vazgeçmeli, kendisini olduğu gibi göstermekten korkmamalı,
utanmamalıdır.
İnsan, kendisinin aptal olup olmadığını da
umursamamalıdır dedik. Bunun sebebi, aptal olup olmamasının hiçbir şeyi
değiştirmeyecek olmasıdır. İnsan aptal olsa da zeki olsa da, kendisinden
başkası olamaz ve insanın değeri, sadece ve sadece kendisi olabilmesinden
geçer. Aptal veya zeki olmasının hiçbir değeri yoktur. Ayrıca bir başkasının,
insana aptal demesi, insanı ilgilendiremez. İnsanların her şeyi ne kadar
abarttığını, her durumdan nasıl yanlış sonuçlar çıkardığını biliyoruz. Tüm
bunları bilmemize rağmen, diğer insanların, bizim üzerimizdeki fikirlerine mi
değer vereceğiz?
Bizi ne kadar tanıyorlar ki, yani öylesine
bir insandan bahsetmiyorum, en yakınınız olan birisi bile, bizi ne kadar
tanıyor, ben söyleyeyim, neredeyse hiç tanımıyor. Çok iyi bilse bile bizi,
kendi hayatımızın iplerini onun ellerine bırakamayız. Biz kendi hayatımızın
öznesi olmayı öğrenmiş insanlarız. Bir başkasına, kendi hayatımızı teslim
edemeyiz. Bir başkasının size aptal olduğunu söylemesi sizi gerçekten neden
ilgilendirsin ki. Aslında ilgilendirmez, ama insan savaşmaktan, mücadele
etmektense rahatlık içinde olmayı tercih etme eğilimindedir. Savaş meydanından
kaçmak için sürekli olarak bahane arar insanlar. “Birisi benim aptal olduğumu
söylesin de, ben de bu savaşı vermekten kurtulayım” diye düşünür. Amaç aslında,
yazının başlarında bahsettiğimiz kırmızı haptan kurtulmaktır. O hapı yuttuğuna
pişman olmuştur ama kaçabileceği bir bahanesi de yoktur. Bir bahane, en
ufağından en büyüğüne kadar bir bahane arar durur insan. Bahane aradığını
bilmeyen insan, bir bahane bulduğunda, bunun bir bahane olduğunu bilmez, ona
bir başka mavi hap olarak sarılır. Ancak insanın bahane aradığını bilen bir
insan, bunu yapamaz artık, kırmızı hapın ikinci dozunu da almıştır artık. Bunu
okuduysak, artık biz de bu bahanelere sığınamayız. Bir başkası bizi
kurgulayamaz, başından beri söylediğimiz, savaştığımız şey budur aslında bizim,
özne olmak. Özne olmak için savaşırken, özne olmaktan da kaçarız aslında, çünkü
çok zordur özne olmak. Birisinin sizin yerinize karar vermesi çok daha
basittir. Ama yaşamaya değer olan hangisidir, gerçekten yaşamağa değer olan,
özne olmaktır.
Özne olmak için ciddi bir savaş vermemiz
gerekiyor, ancak şunu çok iyi biliyoruz ki, ne kadar acı olursa olsun, sonucuna
değecek bir savaş vereceğiz. İnsan, doğal olarak iyi bir savaş vermeyi ve hatta
belki de savaş vermeyi bile bilmeyebilir, bu önemli değildir. Savaş vermeyi de
öğrenmek gerekir. Savaşmayı öğrenmenin en güzel yolu da savaşmaktır, sürekli
savaşmak. Savaşmayı, savaştan kaçarak asla öğrenemeyiz. Yapmamız gereken şey,
savaşmayı öğrenmek için, savaşabilmek için savaşmaktır. Savaştan kaçmak bize
sadece bir sonraki savaşta yenilmeyi katacaktır; savaşmak ise, en sonunda bize
savaşmayı, güzel savaşmayı öğretecektir, şunu da söyleyerek neden savaşmamız
gerektiğini daha da katmerlendirelim, verdiğimiz hiçbir savaş, son savaşımız
olmayacaktır, bu yüzden savaşmayı en erken bir şekilde öğrenmemiz gerekir,
bunun en hızlı yolu da savaşmaktır. Verdiğimiz savaşları hiçbir zaman yenmek ve
yenilmek olarak değerlendirmemeliyiz, verdiğimiz her savaş, bizi bir sonraki
savaş için daha güçlü hale getirecektir, biz savaşmayı öğrenmeliyiz ilk etapta,
daha sonra yenmeye de bakarız.
Yenmek veya yenilmek önemli değil dedik
diye de, yine bir savaştan kaçma yöntemi olarak, bilerek yenilmek tuzağına
düşmemeliyiz, her zaman yenmek için savaşmalıyız, ancak her zaman yenemeyiz, güzel
bir savaş verdikten sonra, yenilmek önemli değildir diyorum. Önemli olan,
savaşmaktır, savaş da yenmek için yapılır. Savaşmak, savaşmayı öğrenmek bizim
görevimizdir. Tüm bunları yaparken de, neyi neden yaptığımızı bilmeli ve bundan
dolayı da kendi düşüncelerimize dayandığımız için hiçbir hareketimizden
utanmamalıyız.
Kendi hareketlerinden utananlar, henüz
bizden değildir. Hiçbir davranışımızdan utanmadığımız gibi, verdiğimiz savaştan
da utanmamalıyız. Şöyle ya da böyle, kendinden utanıyorsan eğer, bizden
değilsin henüz. Özgürleşmenin mührü nedir? İnsanın artık kendi kendinden
utanmaması. Bir başkası ile olan fikir ayrılıklarımızda veya savaşımızda, “O x
ise, ben de Hakan’ım” şiarını edinmeliyiz, zaten bunların altyapılarını
sağlamayı öğrendik, artık ihtiyacımız olan tek şey, kendinden utanmamak ve
kendinden emin olmaktır. Bu noktada artık yüreklilikle “O x ise, ben de
Hakan’ım” diyebiliriz. Bunu sadece savaşırken de değil, hayatımızın her anında
söyleyebilmeliyiz. Bunu söyleyemememizin nedenlerinden birisi, istemeyi
bilmememizdir. Yani istememeyi bilmemek derken, bir şeyi gerçekten istemekten
bahsediyorum, yoksa herkes, “şunu istiyorum” diyebilir. Gerçekten istemek ise
tüm bunlardan farklıdır, gerçekten istemek, isteyebilmek de zordur. Örneğin,
birisinin bize ne vereceğine bakıp, verdiği şeyle yetinecek miyiz yoksa
yetinemeyecek miyiz diye bakmak ile, vermesini istediğimiz şeyi söylemek farklı
şeylerdir. “Yapmalısın” ile “İstiyorum” kelimeleri arasında bile çok büyük
farklar vardır. İstemeyi öğrenmek aslında, “Yapmalısın” kelimesine karşı,
“İstiyorum” cevabını vermek, verebilmektir. “İstiyorum” diyebilmek için de,
insanın kendi işlerini kendisinin yapması gerekir.
Kurda sormuşlar: “Boynun neden kalın”, kurt
cevap vermiş: “Kendi işimi kendim yaparım da ondan” demiş. Bizler de her zaman,
kendi işimizi kendimiz yapmalıyız, bunları bir başkasının arkasına saklanarak
halletmeye çalışmamalıyız. Her zaman söylerim, bir işin doğru yapılmasını
istiyorsan, o işi kendin yapacaksın. Bu her şeyde böyledir, en ufağından en
büyüğüne kadar tüm işlerde böyledir bu. Her ne olursa olsun, kendi işini kendin
yapmak, hem boynunu kalınlaştırır, hem de iş yapmayı öğretir insana. İş yapmayı
öğrenen insan, kendi işini yapmaktan daha az korkar hale gelir. Kendi işini
kendisi yapmayan ise, o işi yapacak başka birisini bulamadığı durumda, işini
yapmaktan kaçacaktır, yapmaya çalışsa bile bocalayacaktır. Kendi işini kendisi
yapan insan, zamanla işleri yapmak konusunda hiçbir sıkıntı çekmeyecektir.
İstemeyi ve kendi işini yapmayı öğrenmiş insanın, öğrenmesi gereken bir şey
daha vardır: Çocuk olmak.
Bir devenin ve bir
aslanın yapamayıp da, çocuğun yapabileceği ne vardır? Ciddiyet. Bir çocuğu
gözlemlediğimizde, eylemlerinde gördüğümüz ciddiyet hemen dikkatimizi çeker.
Oyun oynuyor da olsa, yemek yapıyor da olsa, çizgi film izliyor da olsa, bir
çocuk kendi işini yaparken olması gerektiği kadar ciddidir aslında. Bu
ciddiyeti, çocukça bir ciddiyet olarak aşağıda görmemiz yanlıştır. Aslında,
zamanla kaybettiğimiz bir şeydir ciddiyet bizim. Bir çocuğun, oyun oynarken
sahip olduğu ciddiyet, bizim de hayatımızdaki her işi yaparken sahip olmamamız gereken
ciddiyettir aslında. Bir çocuğun oyun oynarken olduğu ciddiyete sahip
olabilmeliyiz hayatta. Yaptığımız iş ne olursa olsun, en azından bir çocuğun
oyun oynarken sahip olduğu ciddiyetle yapmalıyız onu.
Tüm bu yukarıdakileri gerçekten anlamak, bize
sağlam bir omurga ve çerçeve oluşturmak için güzel basamaklar olacaktır. Bir
omurgaya sahip olduğumuzda ise, artık yaşamak bizim için daha anlamlı ve daha
kolay olacaktır. Çünkü yaşamaya anlamını, bir başkası değil, biz kendimiz
vermiş olacağız tüm bunlardan sonra. Kendi yarattığımız bu dünyada, oyun
oynayan bir çocuğun ciddiyetiyle yaşamak, bizim için bir zevke dönüşecektir.
Artık başkalarının “Yapmalısın” laflarına karşılık, gerçek bir “İstiyorum”
cevabımız oluşmuştur. Kimsenin bize söylediği şekilde değil, kendi istediğimiz
şekilde yaşamaya başlıyoruz demektir artık. Bu noktadan sonra ne olursa olsun
artık sırtımız yere gelmeyecektir. Çok sağlam bir temelimiz var artık, bu
temeli de bir başkası değil, kendimiz attık. İşte özne olmanın ve gerçekten yaşıyor
olmanın ilk şartlarını ve temellerini konuştuk. Sırada ise artık kendimize
verdiğimiz ödevler ve görevlerimiz var. İlerlememizi nasıl yöneteceğiz, nasıl
ilerleyeceğiz, bunları konuşacağız.
İlerlemek için öncelikle bir hedef
seçmeliyiz kendimize. Evet, klişe, biliyorum. Ancak bir şeyin klişe olmasında,
o şeyin gerçek olmasının da etkisi vardır. Bir hedefimiz olması gerekiyor, yani
hayatınız boyunca onu istemeniz gerekmiyor, bu tarz bir hedefi bulmak zor
olacaktır. Böyle bir hedefi nasıl belirleyebilirsiniz ki zaten, bu gerçekten
klişedir. Bizim bahsettiğimiz hedef ise daha mütevazı bir hedef, örneğin,
“Gitar çalmayı öğrenmek istiyorum” dersiniz ve gitar öğrenmek hedefiniz olur.
Bu kadar basit aslında, ama mutlaka bir hedef olmalı. Bir hedef yoksa, ilerlemek
için de hiçbir nedeni kalmıyor insanın. İlerlemek için bir tane asli hedef
belirledikten sonra, onun yanına, “Bunlarda da gelişmek isterim” diyeceğiniz
birtakım hedefler belirleyebilirsiniz. Bu hedefleri belirlemek, ilerlemeden
öylece boş vakit geçirmekten alıkoyacaktır. Zaten daha önce istemeyi öğrenmemiz
gerektiğinden bahsetmiştik, şimdi işte, ne konuda ilerlemek istediğimizi
belirliyoruz. Bu hedeflerimizi seçerken de ilerlememiz konusunda gerçekten
faydalı olacak şeyler seçmeliyiz.
Hedefimizi belirledik, bu
hedefi neden yapacağız, ne elde etmek için yapacağız, gibi soruları da mantıklı
bir şekilde cevaplayabilmeliyiz. Tüm bunlara başladıktan sonra da sorgumuzu,
“Ne elde ettik” olarak güncelleyeceğiz. Bu sorumuzda da tatmin edici bir cevap
verebilmemiz gerekiyor. Bu soruya tatmin edici bir cevap veremiyorsak eğer,
hemen ilk sorgulara geri dönüp, ilerlememizi engelleyen şeyleri öğrenmemiz,
gerekirse hedeflerimizi de değiştirmemiz gerekir. Ama şimdilik hedeflerimizi
belirledikten sonra ne yapacağımıza dönelim. Öncelikle bir karar vermemiz
gerekiyor, hedeflerimizi gerçekleştirmek için neler yapabileceğimizi adam
akıllı düşünmemiz gerekiyor. Tüm bunları mantıklı bir zeminde düşündükten sonra
ise, aldığımız kararları anında uygulamamız gerekiyor. Eğer kararlarımızı
anında uygulamazsak, o kararları uygulamaya geçirmemiz sürekli olarak
ertelenecektir. Bu erteleme süresince geçen zamanımızda da hiçbir şey yapamamış
olarak kalacağız. Sonradan dönüp baktığımızda ise, “Daha erken başlasaydım, on
gün önce şimdiki yaptığım şeyleri yapmış olacaktım” gibi bir düşünceye
kapılacağız. İşte bu düşünceye kapılmamak için, aldığımız kararları gerçekten
anında uygulamamız gerekir. Eğer verdiğimiz bir kararı, anında
uygulayamıyorsak, yani gerçekten uygulamak için çabalıyor ama beceremiyorsak;
bu bize, verdiğimiz kararın hatalı olduğunu gösterir. Hedeflerimizi
belirlerken, gerçekleştirilebilir hedefler belirlemeye özen göstermeliyiz.
Karar alma aşamasında, sadece düşünürken, kendimize koyduğumuz hedef bize
basitmiş gibi görünebilir, ama uygulamaya geçildiğinde görürüz ki, aslında o
kadar da kolay bir şekilde uygulanamıyormuş. Sadece düşünmek, yani hayal kurmak
basittir, on saat boyunca çalışmayı düşünmek ile sadece bir saat çalışmayı
düşünmek, aynı sürede gerçekleşir. Ama bunlar uygulamaya geçtiğinde, arada en
az on katlık bir zorluk farkı vardır. İşte bu sebeple, ilk başta belirlediğimiz
hedefleri, gerçekten uygulanabilir ve devam edilebilir olacak şekilde
ayarlamamız gerekir.
Kararlarımızı uygularken fark edeceğimiz
birçok nokta olabilir, örneğin bu kadarı az geldi veya bu kadarı fazla geldi
diyebiliriz. Çünkü yaptığımız şeyi daha yeni tecrübe ediyoruz. Tecrübe sahibi
olmadığımız bir konuda, sadece tahmin yürüterek elbette bir hedef belirledik,
ama bunları uygulamaya başladıktan sonra, tecrübe edinmeye de başlıyoruz. İşte
bu noktada, tecrübe edinmenin en hızlı yolu, o işleri yapmak olacaktır. Her şey
iyi olarak başlamaz, ama her şey git gide iyileştirilebilir. Bu tecrübe
sayesinde olur. Bir şeylerin iyi gitmediğini düşündüğümüzde sadece iki
seçeneğimiz vardır, ya vazgeçeriz ya da o şeyi daha iyi hale getirmeye
çalışırız. Bunun tek yolu da, söylediğimiz gibi, o şeyi yapmak, yani tecrübe
edinmektir. Tecrübe edinmenin bile en iyi yolu, o konuda bir şeyler yaparak, o
konu hakkında tecrübe edinmektir.
Tüm bunları belirledikten
sonra, yalnız kaldığımızda yapacağımız şeyleri de belirlemiş oluyoruz aslında.
İnsan yalnız başına kaldığında sıkılıyorsa eğer, hedefleri, görevleri yoktur.
Bir hedefi olan insan, sıkılmaya vakit bulamaz. Aslında sıkılmak da, tam olarak
bu anlama gelir, yapılacak bir işi olmamak anlamına gelir. İşte biz, kendi
başımızayken neler yapacağımızı, neler yapmak istediğimizi, ne konuda ilerlemek
istediğimizi ve ne konuda ilerlememiz gerektiğini de düşünerek, kendimize,
“Yalnız kaldığımda yapacağımız işler” diye bir dosya oluşturmamız gerekir. Tüm
bunlar, aslında yalnızlığa çare olarak görünse de, insanın yalnız kalmayı
sevmesinin adımlarıdır. Bir müddet sonra, “Etrafımdaki insanlar gitse de, artık
şu işlerimi halledebilsem” demeye başlarsınız. Bunu derken kendinize bile
şaşırır halde bulursunuz kendinizi, çünkü daha önce böyle bir cümleyi size
hiçbir güç kurduramazdı. Eskiden bir buluşma iptal olduğunda hemen üzülürdünüz
ama şimdi bir buluşma iptal olduğunda işlerinizi halletmeniz için fazladan
zamanınız olduğu için sevineceksiniz. İnsanlarla daha az görüşeceksiniz, ama
bu, sizi üzmeyecek bilakis sevindirecek. Yalnızlığın tadına bir kere bakanlar
için, yalnız kalamamak bir eziyettir çünkü. Çünkü en çok orada kendiniz olmayı
öğrenebilirsiniz. Peki yalnız olmadığınız anlar, örneğin dışarıya çıkmanız
gerekli, dışarıda olmanız gerekiyor, bu durumda ne yapacaksınız. Tabii ki, en
iyi bildiğiniz şeyi yapacaksınız.
Dışarıda olduğunuzda, yalnızken
yaptığınız gibi, kendinize birtakım görevler vermeniz gerekir. Bu görevleri
tamamlamak için çabalarken, “Ne arıyorum ben burada” diye düşünmeniz gerekmez,
çünkü artık ne aradığınızı biliyorsunuz. İnsan dışarıya çıkıyorsa, ne
yapacağını bilerek çıkmalıdır, bir amacı olarak çıkmalıdır. Bir amacı yoksa,
onu yaratmalıdır da. Dışarıya çıkmak da, en az yalnız kalmak kadar önemli bir
konudur. Hayatın farklı alanlarıdır bunlar ama ikisi de hayatın içindedir.
Hayatla ilgili olan her şeyi ciddiye alabilmeliyiz. Nasıl ki dışarı çıkmak için
sabırsızlanmamamız gerekiyorsa, eve gitmek ve yalnız kalmak için de
sabırsızlanmamamız gerekir. İşte bunun için, içeride ve dışarıda hedeflerimiz
olmalı. Bu hedefler sayesinde edineceğimiz bir kazanım da, ne yapacağını bilen
adam olmaktır.
En son olarak da, ilerlemek açısından en
önemli olan konuya değinmek istiyorum. Düzenli olarak yapmaktır bu. Her ne
konuda ilerlemek isteniyorsa istensin, bunu sağlayacak en önemli şey, her gün
yapmaktır. Her gün yapmanın değeri, uzun edimde ortaya çıkar. Bunu anlayabilmek
için yeteri kadar sabırlı olmak da gerekir. Örneğin bir kitabı bitirmek
istiyoruz, günde elli sayfa yüz sayfa da okuyabiliriz. Ama bunu yaptığımız
zaman, üç dört gün sonra okumak eyleminden istemsiz olarak sıkılabiliriz.
Bunun yerine, günde on sayfa okuma
hedefi koyarsak sadece. Düzenli olarak bunu yapabiliriz. Otuz gün sonra da,
günde on sayfa okumaya devam edebiliriz. On sayfadan daha fazla da okuyabiliriz
elbette, ama on sayfa okuduktan sonra, artık yapmamız gereken bir şey olmadığını
biliriz ve eğer sıkılırsak, on sayfada bırakırız okumayı. Böylece aylarca hiç
durmadan ilerleyebiliriz. Kendimize elli sayfalık bir görev verseydik eğer, ilk
üç gün kendimizi zorlayarak yapabiliriz belki, ama daha sonrasında, elli sayfa
okumak zorunda olmak, bize işkence gibi gelebilir ve bu işkenceyi çekmek
istemiyorum diyerek okumayı tamamen bırakabiliriz. İşte bu noktaya savrulmamak
için, ilerlemek istediğimiz işlerde, her gün yapmamız gereken ama yaparken de
bizi zorlamayacak bir görev koymalıyız kendimize. Bu görevleri bitirmek oldukça
basit olacağı için, eğer istiyorsak, o gün istediğimiz başka işlerde de bir
şeyler yapabiliriz, çünkü bunları yapmak için de epey zamanımız olacaktır.
Şimdi yalnızken neler yapacağımızı
biliyoruz. Artık yalnız olmak bizim için bir sorun olmaktan çıktı. Çevremizdeki
insanlarla olan ilişkilerimize de değinmenin vakti geldi. İlk olarak tekrardan,
yalnız olmanın, maalesef, hayattaki tek gerçek olduğunu bilmek zorundayız.
İnsan, yalnızlığı bir esas olarak kabul etmelidir. Yalnızlığının etrafına ise
güzel bir çevre kurabilir. Yani esas olan şeyi unutmamamız gerekir asla. Yalnız
olmanın insana sağladığı faydaları, etrafımızda insanlar varken kolayca
unutabiliriz. Bunları unutup, bir müddet tamamen diğer insanlarla vakit
geçirdiğimizde, sadece bir gün bile yalnız kalırsak, ne kadar büyük bir hata
yaptığımızı anlarız ama her şey için çok geç olur, her şeye baştan başlamamız
gerekebilir. Her şeye baştan başlamamak için, dışarıyla olan iletişimimizde de
dikkatli olmalıyız. Diğer insanlarla, yalnızlığı unutmadan etkileşim
kurmalıyız.
İnsanlarla etkileşim kurarken dikkat
etmemiz gereken bir şey vardır. İnsanlar, maalesef ne yapacakları belli olmayan
yaratıklardır. Kendimizi asla onlara tamamen yaslamamalıyız. Akıllı insanlar,
taşlara takılıp tökezlemedikleri gibi, insanlara da takılıp tökezlemezler.
Nasıl ki taşlara takılıp yere düştüğümüzde, bunun suçunu taşlara atamıyorsak;
insanlara takılıp düştüğümüzde de, bunun suçunu insanlara atamayız. Biz
dikkatli bir şekilde yürümeliyiz. İnsanlara, bizi düşürebilecek olan konularda
yaslanmamalıyız. Yaslanırsak eğer, düşmemiz bir başkasının değil, kendi suçumuz
olur.
İnsanları kendi yanımıza çekmeye de
uğraşmamalıyız. Biz çıkarsız bir şekilde konuşuruz elbette, onlar isterlerse
zaten yanımıza geleceklerdir. Bunun için ayrıca çabalamamıza lüzum yoktur.
Mıknatıs olmalıyız, yeteri kadar çekemiyorsak, dahası için uğraşmamalıyız. Bir
konuda fikrimizi söylerken de asla, insanları çekmek için uğraşmamalıyız.
Yapmamız gereken şey, gerçekten ne düşündüğümüzü söylemektir.
Ne düşündüğümüzü, bir demire söylersek bize
doğru çekilecektir zaten, bunun için uğraşmış olmayacağız. Ama bir plastiğe
söylersek, ne kadar çekmek için uğraşırsak uğraşalım çekemeyeceğiz, elimizle
alıp yanımıza getirsek bile, asla bize yapışmayacaktır bir plastik. İşte bu yüzden,
çekmek için asla uğraşmamalıyız. Düşüncelerimizi doğrudan söyleyerek, zaten
mıknatıs oluyoruz, gerisi bizim işimiz değil. Önemli olan, ne düşündüğümüzü
mantıklı bir şekilde açıklayarak söylemektir. Kendi zekamızla kattığımız yorum
bizim mıknatısımızdır. Birisini çekmek için uğraşmayız böylece, ama yalan
söyleseydik aslında birisini çekmek için uğraşmış olacaktır. Ve zorla
çekilenler, asla gelmek istemezler çekildikleri yöne. Gerçek anlamada gelmeleri
için, kendi ayaklarıyla gelmelidirler.
Kendi ayaklarıyla gelmeleri için de
anlatabilmemiz gerekir. Anlaşılmayı beklememiz değil. Eğer anlaşılmak
istiyorsak, anlatmamız gerekir sadece. Mantıklı bir şekilde anlattığımız
takdirde, anlaşılmayı beklememiz gerekmez. Zaten anlaşılırız, çünkü
anlatmışızdır, kimsenin anlamasını beklememiz gerekmez artık. Bir konuyu bir
kere anlattıktan sonra ise, daha fazla anlaşılmak için uğraşmamamız gerekir.
Çünkü bizim üstümüze düşen şey, anlatmaktı. Biz üstümüze düşeni yaptık, şimdi
onların anlaması gerekir. Bir de onların anlaması için uğraşmamalıyız, bu
anlamsız olacaktır. Bir konuda asla ısrar etmemeliyiz, anlaşılmak konusunda da
ısrarcı olmamalıyız. Anlatmak bizim görevimizdir, evet, ama anlaşılmak tek
başına sağlanamaz, karşıdakilerin de anlamak için uğraşması gerekir.
Uğraşmıyorlarsa, onları uğraşmaları için zorlayamayız, ısrar edemeyiz. Biz
üstümüze düşeni yaptık diyerek, gururlu olmalıyız. Başkalarının yanlışları bizi
ilgilendirmez.
Bazı ortamlarda, özellikle de yeni
tanışılan ortamlarda, herkes çok ince, çok kibar bir şekilde konuşur
birbiriyle. Ancak o ortamdaki herkes, bu konuşma tarzının gerçek olmadığını da
bilir. Buna rağmen, hiç kimse de çıkıp, “Ne yapıyoruz lan biz” diye sormaz.
İşte bu soruyu sorması gereken kişi, bu saçmalığı fark eden kişi olmalıdır. Bu
gerçek dışılığı fark ettiğimiz anda, “Bu gerçek değil” diyebilmeliyiz. Biz
özneyiz çünkü, hiç kimseyle konuşmak istemediğimiz yapay bir tarzda konuşmak da
istemeyiz. Hadi bitirelim şunu deyip, samimi bir şekilde konuşmaya doğru
çekeriz karşımızdakileri. Bunu yapmanın güzel bir yolu da, karşımızdaki kişiye,
sanki kırk yıllık dostumuzmuş gibi davranmaktır, bunu yaparken de bir takım
kırmızı çizgilere de dikkat etmek gerekir. Kırk yıllık dostunuz gibi
davranacaksınız elbette ama onların kırk yıllık dostunuz olmadığını da
aklınızdan çıkarmayacaksınız. Örneğin, küfür etmeyeceksiniz, konuşmak istemiyor
olabileceği konularda zorla konuşturmaya çalışmayacaksınız, belirli bir ahlak
çerçevesinde, olabildiğince ince davranacaksınız. İşte bunu yaptığınızda, o
yapaylıktan rahatça sıyrılacaksınız.
Bir diğer yapaylık türü de, türkücü
alçakgönüllülüğü göstermektir. Bir şeyi güzel yaptığını düşünüyorsan, bu konuda
mütevazı olmana da gerek yoktur. Ne demiştik, yapaylık istemiyoruz. Biz özneyiz
ve bir özne gibi davranmasını da biliriz, bir konuda iyi olduğunuzu
söylediklerinde, “Estafirullah, üstatlar varken” gibi laflar kurmamıza gerek
yoktur. Bir iltifat aldığınızda, teşekkür ederek o iltifatı
karşılayabilirsiniz, “Yok ben öyle değilim, şöyle kötüyüm, böyle berbatım”
demenize gerek yok. Bu da yapaylığın tillahıdır.
Çevre konusunda belki de en önemli şey,
sahnede olmaktır. Sahnede olmak demek, aslında özne de olmaktır. Bir noktada,
sahneye çıkabilmeye cüret edebilmek gerekir. Sahneye çıkma vaktiniz geldiyse, o
sahneye çıkacaksınız. O sahneye çıkmak, sizin dansınızın başlayacağının da bir
işaretidir. Sahneye çıkmaktan çekinmememiz gerekir, ama her bulduğumuz sahneye
de atlamamamız gerekir. Örneğin bilmediğimiz bir konuda konuşulurken, dur şimdi
sahneye çıkayım derseniz, gereksiz bir davranışta bulunduğunuzu gösterirsiniz.
Ancak konu, iyi bildiğiniz veya bir fikrinizin olduğu alana gelirse de, bu
sahneye çıkmayı hak ediyorsunuzdur. O sahneye çıkmaktan korkmamanız, oraya
çıkmaya cüret etmeniz gerekir. Sahnedeki adam olmak, olabilmek, değerlidir.
Önemli bulduğum tüm noktalara değindiğim
bir noktadayım şimdi. Bundan sonra söylemek istediğim son bir şeyler var
elbette. Öncelikle, tüm yazılar bir bütündür, yani sonunu anlamak için başını,
başını anlamak için de sonunu bilmek gerekir. Bu sebeple, bu yazıyı gerçekten
anlamak için, derhal ikinci kere de okumanızı öneririm. Söylemek istediğim
diğer nokta da şu, güzel bir hayat yaşamak da yazı yazmak gibidir, aslında çok
kolaydır ama bir takım kurallara dikkat etmek gerekir, kurallara dikkat
edeceğim diye ise, yazmaktan nasıl vazgeçmiyorsak, güzel yaşamaktan da
vazgeçmemeliyiz. Güzel ve bütünlüklü bir yazı yazmak için nasıl ki o yazıyı
kurgulayarak başlamamız gerekiyor, güzel bir hayat yaşamak için de öncelikle o
hayatı kurgulamamız gerekiyor. Bu yazıyla aslında, güzel bir hayatı kurgulama
işlemini yaptık. Güzel bir yazı yazmanın tek şartı, kurallara dikkat ederek,
bir şekilde yazmaya başlamaktır. Güzel bir hayat yaşamanın tek şartı da,
kurallara dikkat ederek, bir şekilde yaşamaya başlamaktır. Nasıl ki yazmaya
başlamadan bir yazıyı tamamlayamıyorsak, yaşamaya başlamadan da güzel bir
şekilde yaşayamayız. İşte bu yüzden, ne için olursa olsun, o işi oturup yapmak
gerekiyor. Yazı yazmak için de oturup yapmamız gerekiyor, güzel yaşamak için de
oturup yapmamız gerekiyor. Tüm kuralları bilsek de, oturup yapmazsak,
bütünlüklü bir yazı yazamayız; aynı şey, yaşamak için de geçerlidir.
12 Şubat 2021 Cuma
Günü Planlama
Hayatımın düzeni ne halde diye bir düşünüyorum da, aslında gayet iyi bir şekilde elimdeki görev listesine çarpılarımı atıyorum, ancak bu artık bana yeterli gelmiyor. Neden mi, çünkü güzel kardeşim, yapmam gerekenin daha fazlası, hem de çok daha fazlası olduğunu görüyorum. Ama yine de hiçbir şey yapmamaktan çok daha iyi bir noktadayım şimdilik. Günde on sayfa ders çalışmak meselesi asıl beni tedirgin eden, bir kaplumbağa hızıyla ilerlemekteyim gerçekten, ancak bunu yapmadığım zamanlarda da hikayedeki tavşan gibi oluyordum. Hangisi daha mantıklı bunu kestiremiyorum, kaplumbağa zihniyetinde bir tavşan olmam gerekiyor, bunu yapmam lazım benim. Yalçın paşa gibi, dördüncü sınıftaki pediatri dönemi gibi olmalı her şey, oturup gerçekten bir şeylere çalışmak, devamlı çalışmak gerek. Zaten elimdeki görev listesindeki en zorlu görev bu ders çalışma aşaması, onu hallettikten sonra diğer görevler bir şekilde bitiyor, başlamak önemli olan, başladıktan sonra devamı da rahatça geliyor. Gün başladığı andan itibaren neler yapılması gerektiği ile ilgili bir plan her zaman uygulanabilir olmuyor. Ama en azından bir taslak olsa, belki ona uymak daha da kolaylaşabilir. Yani, en azından akşam dokuza kadar yapacağın her şeyi yapıp, dokuzdan sonrasını kendine ayırmak mesela güzel bir nokta olur, çünkü günün boşa geçmediğini anlamış bir şekilde, iç rahatlığıyla takılabilirsin o noktadan sonra. Aynısını sabah yaptığında ise, bir suçluluk duygusuyla akşam oturup her şeyi yapıyorum aslında, ama yetişmeme kaygısı içerisinde hallediyorum hepsini, bu da olaylara odaklanmamı engelliyordur haliyle eminim. Ders çalışıyorum ama çalıştığımın bile farkında olmuyorum bazen. Kaplumbağa hızıyla ilerliyorum, bu hem iyi anlamda hem de kötü anlamdadır. Hız artırılmalıdır, coşku eklenmelidir, bunu da denemeden yapamam. Yarın o zaman, güzel bir güne başlangıç listesi yapabilirim, sesli kitap okumakla başlamak olabilir aslında, okuduğunu anlamayı kolaylaştırır, ancak kitap okumaya başlama işi sürekli ertelenen bir iş oluyor genelde. Bu sebeple de bununla başlamak beni ürkütüyor, bununla başlayamam diyorum. En zor işten başlamak aslında en iyisidir, en zorunu bitirince insan, artık devamı da gelir zaten gibi bir psikolojiye giriyor. Yine de denenebilir, kitapla başlamak. Spor, kitap, düşünme, ders, yazı. Nasıl bir sıralamayla en iyi hale gelir bilmiyorum. Yazı ve düşünme genelde sona kalıyor, düşünme olayında sabahları günü planlamak olarak bir düşünme yapılabilir, bu oldukça faydalı olabilir, günü planlamak aslında birçok şeyi tamamlanılabilir hale getirir. Yapabilir miyim bilmiyorum ancak durum bu. En kötü durumda, şu andaki halimle devam ederim, ne olacak. Denemekten zarar gelmez, tüm işleri tamamladıktan sonra, zaten şimdikinden daha kötü hale gelemez işler, en kötü aynı derecede kalırım. Ama düşünmekle kastettiğim şey, kesinlikle sabahları günü planlamak değildi, yine de şimdiki düşünme zamanlarım nasıl geçiyor dersem, elle tutulur bir şeyler söyleyemem. En azından düşünceye, gelmesi için fırsat tanıyorum, bu da bir şeydir. Bir sayfa yazıda beş yüz kelime olduğunu düşünüyordum ancak şu anda dört yüz kırk küsür kelime ile ikinci sayfaya taşmış bulunuyoruz. O halde yarın ne yapacağıma, bu yazıda da değinelim. Sabah kalkıyorum ve günü planlamak üzerine düşünüyorum ve daha sonra beş görevi arka arkaya tamamlamaya çalışıyorum, bunların hepsi yaklaşık dört saatte biter diye düşünüyorum, hadi daha uzun sürsün, beş saat diyelim. On ikide kalktığımı düşünürsem, -ki bu konuda da kesinlikle bir şeyler yapmam gerekli- saat beşte hiçbir görev kalmıyor, bu da bana gece on ikiye kadar yedi saatlik bir serbest zaman veriyor. Bu serbest zamanın iki veya üç saatini kendime ayırırsam, dört saatlik ekstra zaman diliminde ders çalışabilirim, veya başka işler yapabilirim. Saat yedide kalktığımı düşünürsem eğer, sekizde işlere başlarsam, saat on üçte işler tamamlanmış olur. Bu da bana on bir saatlik bir boş zaman bırakır. Bu, gerçekten kocaman bir zaman dilimi, bu zamanın da dört veya beş saatini kendime ayırırsam eğer, altı saatlik bir süre ders çalışmak için elime geçmiş olur. Kesinlikle artık erken kalkmaya başlamam gerekiyor. O zaman öncelikle şunu söyleyebilirim bu yazı sonucunda: sabah kalkar kalkmaz görevleri yapmaya başlamam gerekiyor, ve ilk görev olarak da düşünme ve günü planlamayı yapmam gerekiyor, daha sonra ders çalışmaya geçmeliyim, beş görev bittiği zaman da ders çalışmaya geri dönerek günün verimli kısmını tamamlamalıyım. İkinci olarak erken kalkmaya alışmam gerekiyor. Boş zamanlarımda, acil kitabına göz gezdirebilirim. Bunların birkaçını uygulamaya geçirebilirsem eğer, günlük ders çalışma hızımı dört katına çıkarabilirim, bu harika bir hız olurdu aslında. Ayrıca günün kendime ayırdığım kısımlarında da, beş görevden hoşuma giden şeylerle de hasbıhal olabilirim, illa ki ekşide boş boş gezmem veya youtube’da saçma içerikleri izlemem gerekmiyor, İngilizce film de izleyebilirim, katkısı olur eminim. Dopdolu günler geçireceğim, evet, kaplumbağa gibi yavaş da olsa, bilge kaplumbağa olmağa doğru ilerliyorum. Yaşasın kendim!
16 Ocak 2021 Cumartesi
Hegel'in Papağanı
Zinciri kırmamanın en büyük faydasını bu taşınma sürecimde gördüm gerçekten. İbretlik bir olaydı benim için. Ev bulma, taşınma, eve yerleşme süreci için geçen yaklaşık 5 günlük süreçte elimde olan listelerin hiçbirisine çarpı atamıyordum ve bundan dolayı bir vicdan azabı duyuyordum. İşte bu taşınma süreci benim için güzel bir motivasyon oldu. Spor yapamadım, düşünmek için zaman ayıramadım, kitap okuyamadım, ders çalışamadım ve yazı yazamadım. Şimdi ise oturmuş, bu beşlinin içindeki son görevimi tamamlamak için bu yazıyı yazıyorum. Rahat içinde bunu tamamlamak gerçekten büyük bir lüks, ama aslında bu zinciri kırma metodunda beni aydınlanmaya doğru iten süreç, bu metoda başlamadan önce hayatımın neredeyse her gününü taşınan bir insan gibi geçiriyor olduğumu fark etmem oldu. Bu rezil bir şeydi gerçekten, hiçbir şey yapmadan geçip gidiyordu günler ama bunun farkında bile değildim. Ama zinciri kırma tablosunu çıkarttığımdan beri, geçen beş günlük dilim bana çok zor gelmeye başladı, kendimi suçlu hissediyordum hiçbir şey yapmadığım için. Aslında bu tabloya sahip olmadan önceki hayatım da böyle geçiyordu, ancak bunun farkında bile değildim ve hiçbir suçluluk hissetmiyordum. Ancak suçluluk yerine hissettiğim bazı olumsuz duygular vardı, bir şeylerin yanlış gittiği hissi, sıkılmak, yalnızlığı savuşturmak için bir başkasını yanında aramak gibi şeylerdi bunlar. Ancak bu olumsuz hisleri net bir şekilde tanımlayamıyordum. Adorno’nun kutlu sözüne, bir parazit gibi yapışarak savuşturmaya çalışıyordum her şeyi: ‘’yanlış hayat doğru yaşanmaz’’. Ha ha. Yanlış hayat doğru yaşanmazmış, gerçekten bu muydu yani sorun, yanlış bir hayat olduğu için mi doğru yaşayamıyordum. Gerçekten tanrıları utandıran bir bahane bulmuştum kendime, ve işin garibi, adorno söylüyorsa konunun kapanmasıydı. Erasmus’a, Adorno’ya güvendiğimiz kadar güvenmemizdeydi aslında tüm sorun. Deliliğin ve çirkinliğin hırkasını sırtımıza asmamızdaydı sorun, kendi aklımıza güvenmemekti sorun, güvenilecek olanı her zaman dışarıda aramaktı sorun. Bir sorun vardı evet, ancak bu sorun hayatta değildi. Yani, evet hayatta da sorunlar var; ancak bulaşık makinesinin çalışmamasının sebebini tost makinesinin bozuk olmasına bağlamak gibiydi bu. Bunu göz göre göre yapmaya kalkışmak da insanı utandıran cinsten bir davranıştı. Ancak yine de ne söyleyebilirim ki; insan, konu kendisi olduğu zaman tanrıları kıskandıracak kadar bağışlayıcı olabiliyor. Bir başkası yaptığı zaman, hiç tereddüt etmeden idam cezasını onaylayacağımız suçları kendimiz yaptığımız zaman ortada bir suçlu olduğunu bile tartışır hale gelebiliyoruz. Sonra da yaşamanın anlamsız olduğunu söylüyoruz, tıpkı bir papağanın ‘’hegel’’in en anlaşılmaz cümlesini kavramış özümsemiş ve bizlere anlamamız için tefsir edermişçesine tekrarlaması gibi, biz de anlamadığımız ama duyduğumuz cümleleri tekrarlayıp, bunları gerçekten kendimize sorduğumuz soruların cevabı olarak kendimize sunuyoruz..