31 Mart 2020 Salı

Böyle Buyurdu Nietzsche


Nietzsche kadar sözleri anlamlı ve aynı zamanda anlatılacak olan şeyi daha kısa bir şekilde anlatabilen bir yazar olduğunu düşünmüyorum dünyada. Bu yüzden nietzsche hakkında bir şeyler yazarken veya konuşurken kendi cümlelerimle onu anlatmaya çalıştığım zaman bir şeylerin eksik kaldığını çok rahat bir şekilde fark ediyorum ve hemen olaydan sonra ilk fırsatta o bahsedilen konu hakkında Nietzsche’nin kurduğu cümleyi aramak için kitaplarına saldırıyorum. Bunu yapmak benim için hem üzücü oluyor hem de çok zevkli oluyor çünkü her seferinde okuduğum cümlenin muhteşemliği bana büyük bir coşku veriyor. ‘’İşte bu lan!’’ diyorum. Şimdi burada Nietzsche’den bir takım sözler alıntılar yapacağım çünkü bu tarz şeyleri okumak benim için her zaman bir zevk olmuştur. Nietzsche kadar kaliteli bir şekilde kendimi anlatabilmek umuduyla, başlıyorum.

‘’Yanıtları olanlar için soru işaretleri’’ diyordu mesela ‘’Dionysos Dithyrambosları’’ adlı kitabındaki ‘’İşaret Ateşi’’ adlı şiirinde. Bu cümle,  okuduktan sonra hiçbir zaman aklımda çıkmamıştı mesela. Belki basit bir cümle ancak benim için ve tabii ki Nietzsche için ihtiva ettiği anlamlar sonsuzdu ve bu yüzden harikaydı.

Aynı kitapta ‘’Güneş Batıyor’’ isimli şiirde yüreğine sesleniyordu. Kurduğu cümleyle sadece kendi yüreğine seslenmemişti, benim yüreğime de seslenmişti: ‘’Güçlü kal benim cesur yüreğim! Ve sorma bana neden diye-‘’. Her zaman kendi yüreğime bu şekilde hitap etmek istiyorum ben de böylece. Ve yüreğim sözümü dinliyor bu sayede.

‘’Ün ve Sonsuzluk’’ adlı şiirin 3. bölümünde ise nasıl konuşmamız gerektiğini özetliyor: ‘’Büyük şeyler hakkında –görüyorum büyükleri- insan ya susmalı ya da büyük konuşmalı: büyük konuş, ey benim hazzın kucağındaki bilgeliğim!’’ İnsan ya susmalı ya da büyük konuşmalı gerçekten de.

‘’En Zenginin Yoksulluğu Üzerine’’ isimli şiirde ise adeta coşuyor ve coşturuyor: ‘’On yıl geçti –, bana tek damla düşmedi, ne ıslak rüzgâr, ne de sevginin çiy taneleri – yağmursuz bir ülke... Şimdi bir dileğim var bilgeliğimden, cimri olma bu kuraklıkta: sen taş yatağından, kendin terle çiy tanelerini yabanın çatlamış topraklarına sen kendin yağmur ol!’’. Ve şiirin son kıtaları da böyle devam ediyor: ‘’ On yıl geçti –, ve sana tek damla düşmedi, öyle mi? Ne ıslak rüzgâr? Ne de sevginin çiy taneleri? Ama kim sevebilirdi ki seni, sen, ey zenginlerin zengini? mutluluğun bütün çevreni kurutmakta, sevgiden yana yoksullaştırmada – yağmursuz bir ülke... Artık kimse teşekkür etmiyor sana, sen ise teşekkür etmektesin, senden her alana: zaten bundan tanıyorum seni, sen, ey en zengin, sen, en yoksulu bütün zenginlerin! Kurban ediyorsun kendini, zenginliğin acı çektirmekte–, Kendini harcıyorsun, Ne sakınıyorsun kendini, ne de seviyorsun: büyük acınla her dem zorlanmaktasın, onca korkunun, onca sıkışmış bir yüreğin acısı fakat artık kimse sana teşekkür etmemekte... Daha bir yoksullaşmalısın, sen, bilgeliksiz bilge! Sevilmek istiyorsan eğer. Yalnızca acı çekenlerdir sevilenler, sevgi verilenler, yalnızca açlık çekenlerdir: kendini armağan et önce, ey Zerdüşt! – Ben senin hakikatinim...’’

‘’Putların Alacakaranlığı’’na ise Nietzsche, pulara ‘’çekiçle sorular sormak’’tan bahsediyor önsözünde. Ayrıca önsözde ‘...bir davanın ortasında neşesini korumak, hiç de azımsanmayacak bir meziyettir: üstelik, neşeden daha gerekli ne vardır? Delice neşeden payını almamış hiçbir şey başarıya ulaşamaz. Ancak güç fazlasıdır, gücün kanıtı-’’ diyerek başlamıştır. Karşımızdaki zorluklarla hatta iğrençliklerle savaşırken aklımızdan çıkartmamamız gereken bir şeydir bu, delice neşe olmadan bir savaş belki sürdürülebilir ancak delice neşe ile o savaş neşeli bir şekilde sürdürülür. Bizim anladığımız şekilde olduğunu arkasından kurduğu cümleyle kanıtlıyor: ‘’yaralanmada bile iyileştirici bir güç vardır’’.

‘’Ne arıyor musun? On katına , yüz katına mı çıkmak istiyorsun? Yandaşlar mı arıyorsun? – Sıfırları ara!-‘’ Sıfırları aramalıyız. ‘’Kendine yardım et, sonra da herkes yardım eder sana.’’

‘’Kadının derin olduğu kabul edilir – neden? Çünkü asla inilemez onun temeline. Kadın, sığ bile değildir henüz.’’

Nietzsche’nin ahlaksızlık kavramına da değinelim. Ahlaksız derken, ahlaklı olmayanları değil, ahlakı kabul etmeyenleri kastediyor ve şunu söylüyor: ‘’Biz ahlaksızlar erdeme zarar mı veriyoruz? – Anarşistlerin, hükümdarlara verdiğinden daha az.’’ Hükümdarlar anarşistler sayesinde tahtlarına daha sağlam otururlar.

‘’Tenselliğin, tinselleştirilmesi aşktır... Bşr başka zafer de, düşmanlığı tinselleştirmemizdir. Bu zafer düşmanlara sahip olmanın derin değerini kavramaya dayanır...’’

‘’Özellikle yeni bir yaratım, örneğin yeni bir krallık, dostlardan çok düşmanlara gerek duyar: ancak karşıtlık içinde kendini zorunlu hisseder, ancak karşıtlık içinde zorunlu olur... ‘’içimizdeki düşman’’a da farklı davranmayız: düşmanlığı orada da tinselleştirmiş, orada da değerini kavramışızdır. Ancak çelişki dolu olmak pahasına verimli olunur; ancak ruhun gevşememesi, huzuru özlememesi koşuluyla genç kalınır...’’

‘’...Ahlaksal gerçekler diye bir şey yoktur. Ahlaksal yargının, dinsel yargıyla ortak yanı: olmayan gerçeklere inanmasıdır. Ahlak belirli fenomenlerin yalnızca bir yorumlanışıdır, daha doğrusu, bir yanlış yorumlanışıdır.

‘’Düşünmeyi öğrenmek: ...düşüncenin de dans etmenin gerektirdiği gibi, bir tür dans etmek olarak öğrenilmeyi gerektirdiğinin... Tinsel alandaki hafif ayakların tüm kaslara zerk ettiği o ince ürpertiyi... ...kendi deneyiminden bilen var mı hala?’’

‘’Naif bir biçimde ‘’Ben artık beş para etmem’’ demek yerine, der ki dekadansın ağzındaki ahlak yalanı: ‘’Hiçbir şeyin değeri yok- yaşam beş para etmez’’.

‘’Birinci temel ilke: güçlü olmak zorunda olunmalı, yoksa asla güçlü olunmaz.’’

‘’...yeri gelmişken, Dostoyevski kendinde öğrenecek bir şeyler bulduğum biricik psikologdur: yaşamımın en güzel şanslarından biridir. Stendhal’ı keşfedişimden de güzel. Sığ almanları hor görmeye on kat hakkı olan bu  d e r i n  insan, aralarında uzun süre yaşadığı, çoğu ağır suçlulardan oluşan, topluma yeniden karışmaları artık olanaksız Sibirya mahkumlarını, kendi beklediğinden de çok farklı bulmuştu – hemen hemen Rus toprağında yetişen en iyi, en sert, ve en değerli ağaçtan yontulmuşlardı. Suçlu örneğini genelleştirelim: herhangi bir nedenle, toplum tarafından onaylanmayan, iyi, yararlı bulunmadıklarını bilen karakterleri düşünelim, - eşit olunmadığına, dışlanmış, değersiz kirli kabul edildiğine ilişkin o çandala duygusu. Tüm bu kararkterlerin düşünceleri ve eylemleri, yeraltına ait olanın rengini taşır; her şey, varoluşları gün ışığında olanlarınkinden daha soluktur onlarda.’’

‘’Sık sık soruluyor bana, neden Almanca yazıyorum diye: başka hiçbir yerde, anavatanımdaki kadar az okunmuyorum oysa. Peki kim söyleyebilir ki, bugün okunmayı arzu ediyor bile olduğumu? – Zamanın, dişlerini üzerlerinde boş yere denediği şeyler yaratmak; biçimiyle, tözüyle, küçük bir ölümsüzlük için çabalamak – kendimden daha azını bekleyecek kadar mütevazı olmadım şimdiye kadar. Almanların arasında ilk ustası olduğum aforizma, özdeyiş, ‘’bengiliğin’’ biçimleridir; benim hırsım, başkalarının bir kitapta söylediğini on cümlede söylemektir – başka herkesin bir kitapta söyleyemediğini... İnsanlığa sahip olduğum en derin kitabı, Zerdüşt’ümü verdim: çok yakında en bağımsız kitabımı da veereceğim.’’

‘’Gizemler öğretisinde acı kutsaldır: ‘’doğuran kadının sancıları’’ genel olarak acıyı kutsallaştırır, oluş ve büyüme adına ne varsa, geleceği güvenceleyen ne varsa, acıyı gerektirir... Yaratma zevki olması için, yaşama istencinin kendini sonsuza dek olumlaması için, ‘’doğuran kadının çektiği sancının’’ da sonsuza dek var olması gerekir... Tüm bu anlamlara gelir Dionysos sözcüğü...’’

‘’Şen Bilim’’ ise beni, kitabın temel olarak anlatmak istediklerinden çok; yazarın iç dünyasını yansıtması açısından ilgilendiriyordu. Örneğin: ‘’ Kendileriyle ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu yüzden başkalarının mutsuzluğunun resmini yapıyorlar duvara. Her zaman başkalarına muhtaçlar. Bağışlayın dostlarım duvara kendi mutluluğumun resmini yapacak cesaretim var.’’ diyordu Nietzsche.

Benim, düşünmek ve yazmakla ilgili olarak kafamdaki cevapların yerine soru işaretleri oluşmasını sağlayan ise, kitabın şu kısmıydı: ‘’Peki öyleyse neden yazıyorsun? A: Elinde mürekkebe batmış tüyden kalemiyle düşünenlerden değilim, hele koltuğuna gömülüp önündeki kağıda boş gözlerle bakan, mürekkep hokkasını açmadan önce kendini tutkularına terk edenlerden hiç değilim. Tüm yazılara kıza ya da onlardan utanırım; bana göre yazmak doğanın çağrısıdır – ondan konuşmak, mecazii anlamda bile olsa, itici geliyor bana. B: Peki neden yazıyorsun öyleyse? A: Evet, dostum, bunu güven içinde söylüyorum: Şimdiye dek düşüncelerimden kurtulmanın başka bir yolunu bulamadım. B: Peki neden kurtulmak istiyorsun onlardan? A: Neden mi istiyorum? İstiyor muyum? İstemeliyim. B: Tamam! Tamam! ‘’

Chamfort: ‘’Ah dostum, yüreğin kırılmak ya da çelikten olmak zorunda olduğu bu dünyanın sonuna geldim.’’

30 Mart 2020 Pazartesi

Aşkın Metafiziği Üzerine Mülahazalar


Öncelikle sevgili dostum Evren’in de söylediği gibi bu kitabı tek başına bir kriter olarak alamayız çünksa sadece evrimsel açıdan bakamayız bu olaylara. Bu işin sadece bir penceresidir ama iş çok daha katmanlı ve karmaşıktır.

‘’Nasıl ki dişi karınca birleşmeden sonra üreme amaçları için artık lüzumsuz hatta tehlikeli hale gelmiş olan kanatlarını kaybeder, bir kadın da bir veya iki çocuk doğurduktan sonra güzelliğini kaybeder ve muhtemelen aynı sebeplerden ötürü...
Dolayısıyla genç kızların evle ilgili veya başkaca iş ve münasebetlere kalplerinde ikinci sırada hatta safi şaka yahut latife türünden bir şey olarak  yer verdiklerini görürüz. Ciddi bir şekilde dikkat ve emek sarf ettikleri tek şey, aşk, sevdiklerinin gönlünü kazanma, yahut giyim kuşam, cilt bakımı, dans etme ve bunlarla bağlantılı olan her şeydir.’’

‘’Erkek akli melekesinin ve ruhi kabiliyetinin olgunluğuna yirmi sekizinden önce nadiren ulaşır...’’

‘’Her ne kadar bunlar bir sürü sakıncayı beraberinde getiriyorsa da şu faydası hatırdan çıkarılmamalıdır; kadınlar erkeklerden daha fazla şimdiki zamanda yaşarlar ve eğer içinde bulundukları bu an tahammül edilebilirse çok daha kesin ve kararlı bir şekilde onun tadını çıkarırlar. Kadınlara mahsus neşenin kökeni işte budur ve onları erkeklerin efkarını dağıtmak (ya da eğlendirmek) ve ihtiyaç duyulduğunda, yani tasa ve endişe ile bunaldıklarında erkeği teselli etmek için uygun hale getirir.’’

‘’Dolayısıyla, erdemin ilk ve asli niteliklerine kuşkusuz sahiptirler, fakat onları geliştirmek için zorunlu birer araç yahut vasıta olan ikincil niteliklerden çoğunlukla yoksundurlar.’’

‘’Onlar bu konumları gereği kuvvete değil fakat kurnazlığa bağımlıdırlar. Bu yüzdendir ki içgüdüsel olarak desise(oyun) ve kurnazlığa yatkındırlar ve yalan söylemeye karşı iflah olmaz bir temayüle(eğilim) sahiptirler. Zira nasıl ki aslanlar pençeler ve dişleri, filler ve domuzlar azı dişleri, boğalar boynuzları, mürekkep balığı suyu karartan mürekkebimsi sıvı ile donatılmışsa tabiat, kadınları da kendilerini korumaları ve savunmaları için ikiyüzlülük yahut riyakarlık melekesiyle teçhiz etmiştir. Tabiat, erkeklere fiziki güç ve akli meleke biçiminde bahşettiği kabiliyetinin tamamını kadınlara bu şekilde bağışlamıştır.’’

‘’Dolayısıyla, ikiyüzlülük yahut riyakarlık kadınlarda doğuştandır ve neredeyse kurnaz kadının olduğu kadar ahmaklarının da ayırt edici özelliğidir. Bundan ötürü, saldırıya uğradıklarında savunma silahlarına müracaat eden hayvanlar için bu durum ne kadar doğal ise, kadınların da her fırsatta ve vesileyle bundan yararlanmaları o kadar tabiidir ve bundan yararlanırken belli bir ölçüde haklarını kullanmaktan başka bir şey yapmadıkları düşüncesi içerisindedirler. Bu sebeple mükemmelen dürüst ve güvenilir, ikiyüzlülüğe yahut riyakarlığa yüz vermeyecek bir kadın belki de tasavvur edilemez ve yine aynı sebepten ötürü başkalarındaki ikiyüzlülük yahut riyakarlığı bu kadar çabuk görüp fark ederler.’’

‘’Zaten kadınların davranışlarına hakim olan gizli, telaffuz edilmemiş, hatta farkında olunmayan, ama asli ve fıtri olan ahlaki ilke şudur: ‘Ferde, yani bizlere çok az dikkat ederek türün üzerinde haklar elde etmiş olduklarını düşünenleri aldatırken haklı ve makul sebeplerimiz vardır bizim. Türün terkip ve teşekkülü, dolayısıyla mutluluğu bizim ellerimize bırakılmıştır ve dünyaya getirdiğimiz bir sonraki nesil aracılığıyla bizim ihtimamımıza emanet edilmiştir; gelin ödev ve sorumluluklarımızı titizlikle yerine getirelim’ ‘’

‘’ Dolayısıyla, vicdanları genellikle onları bizim zannettiğimiz kadar sıkıntıya sokmaz, çünkü yüreklerinin en karanlık derinliklerinde fert için duydukları ödev ve sorumluluklara karşı gelerek, üzerlerindeki talebi kıyas kabul etmez derecede büyük olan türe karşı vecibelerini çok daha iyi yerine getirdiklerinin idrakindedirler.’’

‘’Kadınlar esasen bütünüyle insan soyunun sürdürülmesi için var olduklarından ve kaderleri burada sona erdiğinden genellikle bireyden ziyade tür için yaşarlar ve yüreklerinin derinliklerinde bireyinkilere göre türün iş ve meseleleri daha derin bir yankı bulur. Bu onların bütün varlıklarına ve hareket tarzlarına belirli bir hafiflik yahut uçarılık, genellikle esaslı biçimde erkeklerinkinden farklı olan belli bir eğilim kazandırır. İşte, evlilik hayatında bu kadar sık karşılaşılan ve adeta normal bir durum haline gelen anlaşmazlık ve uyumsuzluğu doğurup geliştiren şey budur.’’

‘’Çokeşliliğin tartışılacak bir yanı yoktur, her yerde karşılaşılan bir olgu olarak kabul edilmelidir, çözülmesi gereken sorun bu konunun nasıl düzenleneceğinden ibarettir. O halde gerçek tekeşlilik taraftarları nerededir? Hepimiz en azından bir müddet, çoğumuz ise her zaman çok eşli yaşarız.’’

‘’Aşk hakkında söylenmiş olanların, zihnimizde canlandırdıklarından sonra kimse onun gerçekliğinden ve arzettiği önemden kuşku duyamaz. Dolayısıyla, her zaman şairlere mevzu olmuş olan bu konu üzerine bir filozofun bir kez daha neden yazdığına şaşmak yerine, asıl, insan hayatında her zaman böylesine önemli bir yer tutan aşkın bu zamana kadar bütün filozoflar tarafından nadiren ele alınıp değerlendirildiğine ve hala onlar için ele alınıp işlenilecek malzeme olarak durduğuna hayret etmek gerekir.’’

‘’Tabiat, amaçlarını gerçekleştirmek için bu tür hilelere ihtiyaç duyar. Aşık olan her insanın amacı, hayranlığı ne kadar nesnel ne kadar yüce olarak görünürse görünsün, belli bir tabiata sahip bir varlığı dünyaya getirmektir.

‘’Bundan dolayı herkes öncelikle en güzel olanı, başka bir deyişle türün karakterinin en saf manada dışa vurulduğu kimseleri kesinlikle tercih eder ve onu hararetle arzu eder. İkinci olarak, herkes bir başka kimsede kendisinin mahrum olduğu mükemmeliyetleri arzu eder ve kendisininkinin tersi olan kusurları güzellik olarak düşünür. Bu sebepten ötürüdür ki sözgelimi çelimsiz adamlar iri kadınları tercih eder, sarışınlar esmerlerden hoşlanır.’’

Her aşığın aldatılmışlık duygusuna kapılmasının sebebi budur. Aşkın bir oyundan ibaret olması. Karşı taraf elde edildikten sonra bir aldatılmışlık hissi olur çünkü o denli yüksek bir umut almıştır doğadan. Dünyadaki tüm zevklerden daha büyük bir zevk olacağını düşündüğü kişi aslında diğerlerinden farklı bir zevk vermemiştir kişiye. Aldatılmışlığın sebebi budur.

‘’Bir erkeğin aşkı belli bir dönemden, yani tatmine eriştikten sonra hissedilebilir derecede azalır; neredeyse başka her kadın onu sahip olduğundan daha fazla cezbeder, değişikliği arzular, halbuki bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun sebebi tabiatın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir.’’

‘’Zira doğa onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan erkeğin bakımıyla meşgul olmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat, erkek bakımından suni fakat kadın için doğaldır.’’

‘’ Seçimimizi ve eğilimimizi yönlendiren ilk mülahaza yaştır. 18 ila 28 yaş arsındaki kadınları tercih ederiz. İkinci mülahaza sağlıktır. Üçüncü mülahaza kemiklerin yapısıdıır ki beden yapısı türün ayırt edici biçiminin temelidir. Yaşlılık ve hastalıktan sonra hiçbir şey bizi bozuk bir beden yapısı kadar tiksindirmez, hatta en güzel çehre bile bu kusuru telafi edemez. Güzel bir beden her kusuru telafi eder: bizi kendimizden geçirir. Ve bir de küçük ayaklara atfedilen büyük önem! Bunun nedeni ayağın büyüklüğünün türün temel ayırt edici özelliklerinden biri olmasıdır. Zira hiçbir hayvan insanınki kadar küçük bir bilek ve ayak tarağı bileşimine sahip değildir; yürüyüşündeki dikliğin sebebi budur. Dişler de önemlidir. Dördüncü mülahazara belli bir tombulluktur. Nitekim bu özellik cenine bol besin sağlanabileceğinin bir işaretidir. Çok şişman kadınlar da tiksintimizi uyandırır ki bunun sebeb, rahmin dumura uğramış olduğuna ve kısırlığa işaret etmesidir. Seçimimizi etkileyen son mülahazara güzel bir çehredir. O kadar ki neredeyse her şey güzel bir buruna bağlıdır. ‘’ (sıralı cümleler değil)

‘’Bir yönden kendisi gayet mükemmel olan kimse, bu bakımdan kusurlu olanı arzu edip peşine düşmez, ama onunla başka bir kimseden daha kolay bağdaşabili, çünkü kendisi, doğacak çocuğu bu bakımdan kusurlu olmaktan koruyacaktır.’’

‘’Aslında aşk, bir başka benzeri olmayan bir yanılsamadır ki insanın dünyada sahip olduğu her şeyi gerçekte kendisini başka herhangi birisinden daha fazla tatmin etmeyecek olan bir kadını elde etmek uğruna feda etmesine neden olur.’’
‘’Aşk evlilikleri kişilerin değil, türün çıkarına yapılır. Söz konusu kişiler böylelikle, en küçük bir tereddüt bile hissetmeksizin, kendi mutluluklarına katkıda bulunduklarını zannederler; fakat onların gerçek amacı kendilerinin tanımadığı, bilmediği ve ancak onlar sayesinde mümkün olabilecek yeni bir varlığın dünyaya getirilmesinde saklı olan bir amaçtır.’’

‘’Pek iyi bilindiği üzere mutlu evliliklere nadir rastlanır, bunun nedeni bizzat evliliğin özünde yatar, çünkü evlilikte asıl gözetilen amaç, şimdiki değil, gelecek kuşaktır.’’


Bir Kadından Korkmak

Öncelikle bir kadından korkmak ne demek konusuna değinmemiz gerekiyor bu başlığın
anlamlı olması için. O yüzden hemen tanımlayalım ve başlayalım. Bir kadından korkmak ne
demektir? Tabii ki hiç kimse bir kadından yumruk yiyeceğinden korkmaz, bizim bahsettiğimiz
durum da bu tarz bir korku değil. Biz bir kadından korkmak derken daha farklı bir şeylerden
bahsediyoruz. Bir kadından korkmak bizde şu anlamlara gelir: acaba beni terk edecek mi, beni
aldatacak mı, gidecek mi vs.. Bu tür tedirginlikler yaşıyorsak eğer bu, bir kadından
korkmaktır işte. Bir kadın ise kendisinden korkan bir erkeğe saygı duymaz. Kadın erkek
temelinde söylediğimiz için bu şekilde cinsiyet vererek konuşuyoruz yoksa hiçbir insan tabii
ki kendisinden korkan birisine saygı duymaz. Bu da var. Her neyse devam edelim. Eğer bir
kadının senin üzerinde bir takım etkileri olduğunu düşünüyorsan berbat bir haldesindir şu
anda. Bir kadından korkmak karşısında söyleyebileceğimiz tek şey aldatırsa aldatsın,
terk ederse etsin, giderse gitsindir. Biz de cacık adam değiliz. Aynılarını hatta daha iyilerini de
buluruz çünkü biz kıvılcımız. Ne derece güzel olursa olsun onlar yanacak maddedir biz ise
yakan. Onlar bir rüzgar oluşturamazlar örneğin. Rüzgarı biz yaratırız.

Bir kadından bir şey talep etmek kadar ahmakça bir şey yoktur ve ahmaklık yapan bir insan
kendisine öfkeyle dolar. Bir kadın karşısındaki erkeğe şöyle bir bakar ve ona ne vereceğini
belirler. Artık o kadından, onun vermek istediğinden daha fazla bir şey alamazsınız. Ne kadar
ısrar etseniz de ne kadar yalvarsanız da kadın size yumurta vermeye karar verdiyse siz
yumurta alırsınız. Ama ben biftek istiyorum deseniz de yine her zaman karşınızda yumurta
bulursunuz. Bu yüzden bir kadından asla bir şey talep etmemek gerekir. Bir şey verilecekse
eğer o vermelidir. Bu oldukça açık. Peki istediğimiz şeyi anlamasını mı bekleyeceğiz, hayır
tabii ki. Burada da insan gibi istediğimiz bir şeyi bir kere karşımızdakine ileteceğiz ve bir
daha bu konu hakkında konuşmayacağız. Bir kere istedik ve bitti. Bu kadar işte. Artık verip
vermemesi hakkında hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Vermek istiyorsa verecektir, istemiyorsa da
ne kadar isterseniz isteyin vermeyecektir. Bu çok açık. Bu konuda bir gedik kalmadığını
düşünüyorum.

Peki biz küçük tatlı eşekleriz diyelim ve daha önce bir konu hakkında defaatle ısrar etmiş
olalım. Israrlarımız bazen sonuç verse de bazen zıt bir tepkiye yol açtı. Ve karşıdaki net bir
şekilde kabul etmiyor. Bu noktada ne yapacağız. Karşıdaki bazen veriyor bazen vermiyor.
Kafamız iyice karıştı. Bu ne perhiz bu ne lahana çorbası diyoruz artık. Bu noktada da her
onurlu insanın yapacağı gibi artık o ısrar ettiğimiz konu hakkında hiçbir şey söylememeliyiz.
Bu konu bizim için artık kapanmıştır. Ama hala o istediğimiz şeyi istiyoruz diyelim. Ancak
konuyu kendi kapımızdan kapatmıştık da, bir taviz mi vereceğiz kendimizden? Hayır, bu
konuyu karşı taraf açana kadar bir daha asla konuşmayacağız ve karşı taraf açtığı zaman ise
fırsat bu fırsat lan diyerek konuya yapışmayacağız. Bu konu bizim için gerçekten kapanmıştı
sonuçta, vazgeçmesini bilmemiz gerek. Eğer bir oyun oynuyorsak, donumuza kadar
kaybetmeyi göze alarak oynamalıyız bu oyunu. Ve donumuza kadar kaybettiğimizde de hiç
mi hiç üzülmemeliyiz. Biz zaten bunu göze almıştık. Yani bizim açımızdan hiçbir sorun yok.
Ne demiştik yazının başında, bir kadından korkmak. İşte bu da bir kadından korkmaktır.
İstediğimiz şeyi vermemesinden korkmak. Ha ha.

Karşı taraf konuyu açtığında da konuya kene gibi yapışmamalıyız demiştik. Devam edelim.
Burada yapmamız gereken şey, konu hakkındaki karşımızdakinin sorularını yanıtlamak ancak
kendimiz bu konu hakkında ekstra bir şey söylememek. Taa ki o bize sorana kadar. Neyi
sorana kadar? Neden bu konuyu konuşmadığımızı veya hala isteyip istemediğimizi sorana
kadar. Artık istemiyor musun veya neden artık bu konu hakkında konuşmuyorsun dediği anda
bu oyunu kazandık demektir. Cevabımız çok net ve güçlü artık: ‘’Daha önce bu şeyi senden
istedim ve bana vermedin, bu yüzden senin istemediğini düşündüm ve aynı şeyi isteyerek seni
rahatsız etmek istemedim’’ diyeceğiz. Ve yine hiçbir şekilde o teklif etmeden ondan o şeyi
istemeyeceğiz. Sadece bize sorduğu şey hakkında ona gerçekleri söyleyeceğiz. Neden
istemiyorsun? Çünkü sana sormuştum ve hayır demiştin. Taa ki karşımızdaki bize bunu
yapmayı kendisi teklif edene kadar bu konuda hiçbir şekilde isteklerimizi belirtmeyeceğiz. Ve
en sonunda o güzel cevabı alacağız, karşımızdaki bu şeyi kendisi bize teklif edecek ve biz de
kabul edeceğiz. Bunu yaparak da onurumuzu kaybetmeden bir şeyi elde etmiş olacağız.
Bundan daha değerli bir şeyin olabileceğini de düşünemiyorum.

Biz bu noktada durmalıyız her zaman. Trip atmak değil, ısrar etmek değil. Bir şeyi bir kere
söylersin ve bitmiştir, konu kapanmıştır artık. Bir kere daha söylemek olmaz.

Bkz: https://ustuninsanyolu.blogspot.com/2020/03/zafer.html

29 Mart 2020 Pazar

Yazı Yazmak Ciddi Bir İştir


‘’Hadi bakalım nasıl olacak bu yazı bir kendimizi test edelim. Bir bakalım olmuş muyuz? Duvara kendi mutluluğumu resmedecek kadar cesurum? Böyle miydi bu söz hatırlamıyorum. Ancak vardı böyle bir şey. Öncelikle yazı yazdığım bilgisayar oldukça eski olmasına rağmen benim işimi gayet yeterli olarak görüyor.’’

Yukarıdaki metin ne demektir biliyor musunuz? Bu demektir ki, yazarın bu metni yazmasında bir amaç yok. Bu gözle görülebiliyor. Neden, çünkü yazar yazdığı her kelimeyi bir amaçla yazmalıdır. Eğer amacı olmayan kelimeleri metninin içine ekliyorsa bu metin artık okunmaya değer bir metin olmaktan çıkar ve kesinlikle okunmaması gereken bir metin haline gelir. Bu sebeple yazdığımız yazılarda dikkat etmememiz gereken bir husustur bu. Bir şey aktarıyorken o şeyi neden aktardığını kendine açıklayabilmen gerekir böylece okur sorduğu zaman da verebileceğin bir cevap olur. Metninizdeki şu bölümü neden yazdınız diyen birisine verecek cevabı olmayan bir yazar, yazarlık yapmamalıdır. Çok katı olduğum düşünülebilir ancak ben katı değilim, yazı yazmak ciddi bir iştir ve her önüne gelenin yazmaması gerekir. Alelade bir yazarla gerçekten yazması gereken bir adamı ayırmanın en kolay ve en güzel yolu budur. Adam yazısını ne için yazıyor, yazdığı her cümlenin gerçekten yazılmasının bir sebebi var mıdır? Bu sorulara insanın kendi yazdığı bir metin için iç ferahlatıcı cevaplar verebilmesi gerekir aksi takdirde kendi yazdığı metni kendisi yok etmelidir çünkü dünyada böyle bir metnin olmasını hiç kimse istemez. Hiç birimiz okuduğumuz, emek harcadığımız bir yazının değersiz olmasını istemeyiz. Bu sebeple bizim yazdığımız yazıların da başkaları ve kendimiz için değersiz olmaması için elimizden gelenin en güzelini yapmalıyız ve bunu kendimize olan saygımızdan dolayı yapmalıyız. Yazdığımız bir yazıyı kendimize açıklayabilmeliyiz. Nasıl ki yaptığımız davranışları kendimize açıklamak bizim için çok önemli bir kriterse, yazdığımız yazıları da kendimize açıklayabilmemiz de bizim için önemli bir kriter olmalıdır. Yazdığımız yazılar okundukları zaman karşıdakine kendisini kanıtlamalıdır, kafalarda bir soru işareti kalmamalıdır. Yazılarımızda hiçbir gedik bırakmamak bir zevktir de aynı zamanda. Bir fikrimiz vardır ve bu fikri öylesine savunmuşuzdur ki hiç kimse gelip fikrimizi çürütemez. Bu derece güçlü bir yazı, fikir ortaya koymak bizim kendimize olan sorumluluğumuzdur. Aksi takdirde hiçbir şey yazmamamız daha mantıklı olacaktır çünkü insan yaptığı işi güzel yapmalıdır ve sevdiği için yapmalıdır. Kendi hayatının öznesi olmak için çabalayan insanlar, yaptıkları eylemlerden sorumludurlar. Kime karşı, tabii ki kendilerine karşı sorumludurlar.

27 Mart 2020 Cuma

Tek Başına Olan Üstün İnsan


Bir yazı süreci olarak tanımlayabileceğim bir sürecin başlangıcı oluyor bu ilk satırlarım. Burada amacını yitirmiş bir genç olarak bulunuyorum. Burada, bu yazar koltuğunda. Tam olarak eski haline dönmek isteyen bir gencim ben. Bunu koyuyorum ortaya. Ne demek eski haline dönmek. İlk günlere dönmek demek istedim aslında. Fazla açılmayan, cool görünüşlü o eski hale. Tabii ki o zamanları hatırladığım zaman çok daha toy ve her şeyi çok daha fazla kafaya taktığımı fark ediyorum. Bu da demek oluyor ki her zaman eski anlar daha güzel gelir insanın gözüne. Ama bir duruş farkı olduğu kesin. Eskiden gerçekten harika bir kendine çekme dönemi başlamıştı bende. Etrafımdaki insanlar yanıma geliyorlardı ve ilgilerini hiçbir şey yapmadan çekiyordum. Bu harikaydı. Kimseyi takmamaya başladıktan sonra olmuştu aslında. Çözümü basit. Kimseyi ciddi manada takmıyordum ancak öyle fazla ki gerçekten orada değillermiş gibi davranıyordum. Ha ha. Biraz megalomanca bir tavır gibi gelebilir ancak bunun sebebi benim göt kalkıklığım değildi elbette ki. Etrafımdaki insanlar bana yeterli gelmeyecek kadar seviyorlardı beni ve ben de artık böyle yalnız kalmak yerine tek başına olmak gerektiğini düşündüm ve tüm hareketlerimi ona göre şekillendirmeye başladım. Bu nasıl oldu dersiniz? En güzel örneği en hoşuma giden örneği insanlardan hiçbir şey istememem ve eğer isteyeceksem, onu reddedebileceklerini ve bunun çok doğal olduğunu bilerek gidiyordum. Bu muhteşemdi. Reddedilince anlıyordum ki bu insanla bir daha işim olmayacak. Ne zamana kadar? O gelip de bir şeyler söyleyene ve hatasını telafi edene kadar tabii ki. Ve böyle de oluyordu. İnsanlar onlara iyi davranan kişileri ceplerinde görürler ve onlara gerekli ilgiyi ve önemi vermezler. Bu noktada bir çok insan o zaman kötü olalım diye bir tavır takınıyorlar ve kötü olmaya başlıyorlar. Bu da aşırı iyi olmak gibi bir eşeklik. Bu sefer de kimse doğal olarak seni yanında tutmaz veya tutuyorsa da bu samimi değildir. Sonuç olarak yine istediğini elde edemez insanlar böyle bir davranış gösterseler de. Peki senin önerin nedir sayın amına koyduğum dediğinizi duyar gibiyim. Ha ha. Benim önerim ise şu: insanlara iyi veya kötü değil, saygılı bir şekilde ve nötr davranmak. Bu muhteşemdir. Saygılısın, insanları incitmemeye önem veriyorsun ama onlara tak diye yalakalık yapmıyorsun. Ne fino köpeği gibi peşlerinde salyalarını akıtarak seni sevmeleri için yalvarıyorsun ne de bir pitbull gibi onları sana saygı duymak zorunda hissettirerek sana zarar vermemelerini sağlıyorsun. Biz burada herhangi bir köpeği ele alamayız. Bir insan olmanın yollarını ortaya koymalıyız biz. Gerçekten bunu herkesin öğrenmeye ihtiyacı var. Bu insana üstün insan diyoruz. Bu mükemmel yaratığı yaratmak benim en asli görevimdir. Bu muhteşem yaratığın ilk örneklerini ben yetiştireceğim bunu sadece ummuyorum aynı zamanda biliyorum da. Tüm üstün insan olmak isteyenlere selam olsun.

18 Mart 2020 Çarşamba

Goethe - Faust

“Oğlan ve kızı yaratan tanrı,
Bu olanağı onlara da tanımayı,
En asil görev bildi.”


“Bu küçük kafa,
Bir çıkış yolu bulamayınca,
Hemen sonun geldiği sanır.
Yaşasın korkusuzlar!
Başka durumlarda,
Oldukça şeytancaydın.
Daha tatsız bir şey yoktur dünyada,
Çaresiz bir şeytandan.”


“Herşeyi ayrıntılarıyla işittim,
Doktor beye din dersi verildi;
Umarım size yarar.
Kızlar büyük bir ilgi gösterirler,
Birinin geleneğe uygun olarak,
Dindar ve yalın bir yapıda olmasına,
Çünkü bu konuda boyun eğiyorsa,
Bize de boyun eğer diye düşünürler.”

11 Mart 2020 Çarşamba

Over The Garden Wall


Hikayemiz, bir kurbağanın çaldığı piyano eşliğinde söylenen bir şarkıyla başlıyor. Şarkı girdikten sonra etraftaki olayları görme açımız değişiyor ve bir gözün içinden görmeye başlıyoruz bu evreni. Ve bu sırada çalan şarkıda geçen bir söz, tüm hikayeye bir göndermede bulunuyor: ‘’Hayaller gerçek olamıyorsa, neden gerçekmiş gibi davranmayalım?’’. Yani bu gözün açısından bakarken, hikayedeki tüm karakterlerin gerçekteki hallerini görüyoruz.

Oduncu. Hikayemizdeki kendi içinde bir döngüye kapılmış ve bu döngüden çıkamayan iyi niyetli adamımız. Hikayenin başından beri kaybolan çocuklara yardım etmeye çalışıyor. Ancak kesin bir yardımda bulunmuyor bizimkilere. Sadece kendi içini rahatlatacak kadar iyi davranıyor ama isterseniz gidin diye de ekliyor. Burada, bu çocukların kendi işine yarayabileceklerini de -yaptığından emin olmadan- düşünüyor biraz. Ancak daha sonra tekrardan çocukları canavara karşı uyarıyor ve onlara ormanı terk etmeleri gerektiğini salık veriyor ayrıca da çıkış yönünü gösteriyor. Ancak oduncunun tarif ettiği kasaba, ölülerin yaşadığı bir kasaba olarak karşımıza çıkıyor. Korkunç ölüler değil ama; neşeli, eğlenceli, kutlamalar yapan ölüler.

Bu sırada beatrice ile karşılaşıyorlar. Yani mavi kuş. Mavi kuş simgesi, kötü şans olarak bilinir. Ayrıca Dante’nin Beatrice’i ile de benzerlik gösteriyor bizim mavi kuşumuz da. Çünkü hikaye boyunca, kaybolan çocuklarla beraber gezecek. Ve aynı Dante’deki gibi ölülerin yaşadığı kasabaya girerken yanlarına geliyor kahramanlarımızın. Ancak bu mavi kuş, Greg’i kasabaya giderken abisinden ayırmaya çalışıyor. Onu ikna edemeyince ikisini birden götürmeye çalışıyor. Kime? Ormanın iyi kalpli hanımı(!) olarak tanımladığı kişiye.

Bu ölüler kasabasında Wirt’e ‘’senin için biraz erken değil mi?’’ diye soruyorlar. Ancak Wirt, karşısındakilerin ölü olduğundan henüz haberdar olmadığı için anlam veremiyor bu soruya ve ‘’ben sadece geçip gidecektim’’ diyor. Konuştuğu balkabağı kostümlü kişi de ‘’İnsanlar genelde buraya geldikten sonra geri gitmezler’’ diye yanıtlıyor. Gayet açık. Anlıyoruz ki Wirt, gerçek hayatta, şu sahnelerin yaşandığı anlarda, ölmenin eşiğinde geziniyor. Hatta burada geçirdiği zamandan da gayet memnun görünüyor ve ekliyor: ‘’Belki de burada kalmalıyım, bilmiyorum.’’ Tekrardan ölmenin eşiğinde olduğunu kanıtlıyor bu sözler bize. Daha sonra gitmeye karar veriyor ve kasabanın en yetkili kişisi olduğunu anladığımız kişi wirt’e gidebilirsin, bir gün bize katılacaksın diyor. Açık bir ölüm ve yaşam arsında bir sahne.

3. bölümde Beatrice, Greg’e sözünü dinlemediği için dünyanın berbat bir yer olduğundan ve bu yüzden yapmasını söylediği şeyleri yapması gerektiğini söylüyor. Greg ise harika bir çocuklukla, yapılması gerekeni yapacağını söylüyor ve dünyanın daha iyi bir yer olmasını sağlamaya karar veriyor. Patatoes and molasses… sanatın dünyayı daha güzel bir yer haline getirdiğine dair bir sonuca varıyorum buradan. Evet, patatoes and molasses..

4. bölümde ise bir karakter sorununa değiniliyor. Etrafta kendi kişiliklerini ve karakterlerini bulmuş insanlar var ve Wirt’e, onun bu hayatta ne yaptığını soruyorlar. Daha sonra Wirt’in maceracı olduğuna karar veriyorlar. Ancak daha sonra canavardan bahsediyorlar ve feneri taşıyan canavar olarak tanımlıyorlar. Ancak Wirt buna anlam veremiyor ve oduncu’nun iyi birisi olduğunu söylüyor. Ama handakiler, feneri kim taşırsa, canavar o olur diyor. Hikayeyi anlamlandırmak için kaçırılmaması gereken bir sahne bu.

Oduncu, çocukları; kendisinden ve canavardan korumaya çalışıyor. Beatrice çocukları kandırmaya çalıştığı için onları, Beatrice’den de korumaya çalışıyor. Ancak Wirt, oduncunun doğru olan sözlerine inanmıyor ve Beatrice’i oduncudan kurtarıyor.

Daha sonra oduncu ile canavarın konuştuğu bir sahne geliyor. Burada oduncunun, canavardan feneri savaşarak aldığını öğreniyoruz. Yani aslında oduncunun iyi birisi olduğunu anlıyoruz. Ancak fener de onun elinde yani canavar da aslında oduncu. Gezgin ve gölgesi aklıma geliyor burada. İyi olan ve çocukların gitmesini isteyen karakter ile kötü olan ve çocukları da ormanın bir parçası haline getirmeye çalışan karakter, aslında aynı kişi, oduncu.

Gemiyle Adelaide’e gittikleri yolda Greg’in kurbağası -George Washington- bir daha şarkı söylüyor ve şarkı, Wirt ve Greg’in hikayesini anlatıyor, aynı hikayenin başlangıcındaki gibi. Bundan sonra George Washington diğer kurbağalarla kontrat yapıyor ve Greg’den ayrılıyor. Bölümün sonunda ise Benjamin Franklin olarak geri dönüyor hikayeye.

Daha sonra Adelaide’in yanlarına gelen çocukların sahnesinde Adelaide de, canavarın emirlerini yerine getirdiğini söylüyor. Burada adelaide’e dikkat çekelim. Oldukça hasta, güçsüz ve aynı oduncu gibi çaresiz. Canavarın emirlerini yerine getiriyor. Beatrice’in çocukları Adelaide’e getirmek için uğraşmasını ve oduncunun, çocukları Beatrice’den kurtarmaya çalışmasını da aklımızda tutalım. Ama canavar aynı zamanda oduncuydu?

7.bölüm. Tam bir bilinmezlik. Whisper teyze ve Lorna. Lorna’nın kötü davranışlar yapmaması için onu sürekli meşgul tutan Whisper teyze. Whisper teyze, normal canlıları, canavara dönüştüren siyah kurbağaları yiyor. Lorna ise onun emrinde çalışıyor. Lorna’ya kötü davranıyor gibi gözüken Whisper teyze aslında onu kurtarmaya çalışıyor. Burada da Beatrice’de olduğu gibi iyi görünenlerin kötü; kötü görünenlerin iyi olabileceğini görüyoruz. İnsanlara karşı olan güvensizlik, çocukların umudunun azalmasına neden olur. Neye karşı? Hayata karşı. Bunu Beatrice de bilerek veya bilmeyerek çocuklara aşılamaya çalışıyordu. Son sahnede ise canavarın planını açıkça görüyoruz ilk defa. Çocuklara umutlarını kaybettirmek. Umudunu kaybeden çocuklara ihtiyacı var canavarın.

Ve 8. Bölümün başında wirt’in umudunu kaybettiğini görüyoruz. Eve dönemeyeceğini kabul ediyor ve Greg artık liderin kendisi olduğunu söyleyip yüce gök(hehe)’ten yardım istiyor. Göğe çıkarken bir an Greg kendine bulutlardan beyaz sakal ve bıyık yapıyor. Burada bir yaşlı adam arketipi var. Greg’in bilge kurtarıcı olma yolunda olduğu şeklinde yorumluyorum ben burayı. Yukarıda söylenen müzikte de trajedinin kutsanması olarak yorumlayabileceğim ‘’kendi acılarımızdan eğlenceler yaratırız’’ lafı geçiyor ve ardından cehennem ve canavar figürüyle karşılaşıyoruz. Canavarı ekrandayken çalan şarkıda da; sen, buraya neden geldiğini unutana kadar; sen hissizleşene kadar seninle uğraşacak diyor. Greg canavarı yeniyor falan filan. Daha sonra tanrı çıkıp Greg’e bir dilek hakkı sunuyor. Greg, Wirt’le birlikte eve dönmek istiyor ancak tanrı, bunun mümkün olmadığını Wirt’in artık kaybolduğunu ve kaderinin canavarın elinde olduğunu söylüyor. Bu noktada Greg, tanrının kulağına dileğini söylüyor, tabii ki biz burada Greg’in tanrıdan ne dilediğini duymuyoruz. Ancak sonraki sahnede canavarla Greg’in bir anlaşma yaptığını görüyoruz ve Greg, canavarın yanına gidiyor. Buradan Greg’in tanrıdan, Wirt ile kendi kaderinin yer değiştirmesini istediğini anlıyoruz. Ve dediğimiz gibi, tam da yaşlı adam arketipinin yapacağı bir iş. Daha sonra da Wirt uyanıyor ve ‘’neredeyim ben, Greg nerede’’ diyor ve Greg’i aramaya koyuluyor. Greg’i ararken, defalarca gördüğümüz, Wirt’in suya düşme sahnesini tekrardan görüyoruz. Balıkçı ağıyla Wirt’ü kurtarıyorlar ve Greg’in nerede olduğunu Wirt’e soruyorlar.

9. bölüm hakkında pek bir şey yazmayacağım ancak sadece şu: hikaye boyunca gördüğümüz neredeyse tüm olaylara, bu bölümde bir noktada rastlanılıyor. İki yaşlı kedi, oduncu, endicott, 4. bölümdeki han vs… Bu yüzden bu bölümü dikkatli izlemek gerek.

10. bölümde aslında fenerin bir yalan için yandığını fark ediyorlar. Canavar insanları kandırıp, içinde canavarın kendi ruhu olan feneri yanar halde tutmalarını sağlıyor. Bunu Wirt fark ediyor ve oduncu da gerçeği anlayıp yıllarca yanık tuttuğu feneri söndürüyor.

Wirt hastanede uyandığında ilk sorduğu soru: ‘’neredeyim ben, greg nerede’’ oluyor. Bu soruyu daha önce de görmüştük. Gregin, Wirt’ün eve dönmesi için dileğini kullandığı sahnede Wirt’ün uyandığı anda söylediği şeylerin aynısı.

Hikayenin sonunda Wirt’ün ve Greg’in hayatta olduğunu görüyoruz. Ancak burada ‘’yalanların en güzeli’’ adlı şarkı çalıyor ve bize gösterilen hikayenin bir yalan olduğu ortaya çıkıyor. Daha doğrusu, hikayenin bize gösterilen kısmının bir kaya gerçeği olduğu ortaya çıkıyor.

Bahçe duvarının ötesine geçip suya düştükten sonra Wirt’ü buluyorlar. Ancak Greg’i bulamıyorlar, Greg ölüyor. Wirt yaşıyor ve bu, yalanların en güzeli olan hikayeyi yazıyor. 4. bölümde Wirt’ten, hikayesini anlatmasını isteyen insanları da hatırlatayım.

Tekrardan bahçe duvarının ötesine(Wirt’ün uydurduğu hikaye) geçiliyor ve Wirt’ün uydurduğu hikayedeki karakterlerin son halleri gösteriliyor. Herkes mutlu bir halde. Greg’in, çaldığı kayayı; tekrar kendi eliyle yerine koymasıyla da çizgi dizi bitiyor. Wirt gibi mutlu sona inanmak isteyenler olabilir ancak hikaye açıkça bize Greg’in bulunamadığını gösteriyor.

7 Mart 2020 Cumartesi

En Çirkin İnsan

– Ve Zerdüşt’ün ayakları yeniden dağlardan, ormanlardan geçti, gözleri arayıp durdu, ama bu gözlerin görmek istediği kişi, büyük acılar çeken ve yardım çığlığı atan kişi, hiçbir yerde yoktu. Oysa yol boyunca yüreği sevinç ve şükran içindeydi. “Ne kadar güzel şeyler armağan etti bu gün bana,” diye konuştu, “kötü başlamasını telafi etmek için! Ne tuhaf konuşan insanlar çıktı karşıma!

Sözlerini uzun süre hazmedeceğim, iyi tahıllar gibi; dişlerim o sözleri un ufak öğütecek ve çiğneyecek, onlar süt gibi olup da ruhuma akıncaya dek!” –

Ancak, yolu yeniden bir kayanın yanından döndüğünde manzara ansızın değişti ve Zerdüşt bir ölüler ülkesine girdi. Burada siyah ve kızıl kayalıklar yükseliyordu: ne bir ot, ne bir ağaç, ne de bir kuş sesi. Tüm hayvanların, hatta yırtıcı hayvanların bile girmekten kaçındığı bir vadiydi burası; sadece çirkin, kalın, yeşil türden yılanlar buraya geliyorlardı yaşlandıklarında, ölmek için. Bu yüzden çobanlar: “Yılan-Ölümü” adını takmıştı bu vadiye.

Ama Zerdüşt kara bir anıya kapıldı, çünkü sanki bu vadiye daha önce bir kez girmiş gibiydi. Ve zihnine pek çok ağır düşünce doluştu: bu yüzden adımları gitgide yavaşladı ve sonunda durdu. Ama gözlerini açtığında yolunun üzerinde oturan, insan biçiminde, ama insana hiç benzemeyen, tarif edilemeyen bir şey gördü. Ve Zerdüşt, böyle bir şeyi gözleriyle gördüğü için büyük bir utanca kapıldı bir anda: ağarmış saçlarının dibine kadar kızarıp bakışını oradan çevirdi ve bu uğursuz yeri terk etmek için ayağını kaldırdı. Ama o sırada bu cansız ıssızlık ses verdi: yerden, suyun geceleri tıkanmış borularda guruldamasına ve hırıldamasına benzer bir sesle guruldamalar ve hırıldamalar çağıldadı; ve sonunda bu sesler bir insan – sesine, bir insanın – konuşmasına dönüştü: – şöyle diyordu bu ses:

“Zerdüşt! Zerdüşt! Çöz benim bilmecemi! Konuş, konuş! Tanıktan intikam almak nedir?

Seni geri çekiyorum, burası kaygan buz! Aman, dikkat et de gururun burada bacaklarını kırmasın!

Kendini bilge sanıyorsun, seni gururlu Zerdüşt! O zaman çöz bu bilmeceyi, seni meraklı – benim bilmecemi! Hadi söyle bakalım; kimim ben?”

– Zerdüşt bu sözleri duyduğunda, – ruhunda neler olup bitti dersiniz? Merhamet çöktü üzerine; ve bir anda yere çöktü, baltacılara uzun süre direnmiş bir meşe ağacı gibi – ağır, ansızın onu düşürmek isteyenleri bile korkutarak. Ama hemen yeniden ayağa kalktı ve çehresi sertleşti.

“Seni çok iyi tanıyorum,” diye konuştu demir gibi bir sesle: “Sen tanrının katilisin! Bırak beni yoluma gideyim.

Seni görene katlanamadın sen, – seni her zaman ve içyüzünle görene, en çirkin insan seni! İntikam aldın bu tanıktan!”

Böyle söyledi Zerdüşt ve gitmek istedi; ama tarif edilemeyen yaratık, Zerdüşt’ün giysisinin bir ucundan yakaladı ve yeniden guruldamaya ve yeni sözcükler aramaya başladı. “Kal!” dedi sonunda –

“– Kal! Geçip gitme! Seni hangi baltanın devirdiğini biliyorum: selamlar olsun sana, ey Zerdüşt, yeniden kalktın ayağa!

Çok iyi biliyorum ki, anladın onu öldürenin neler hissettiğini – neler hissettiğini tanrının katilinin. Kal! Otur yanıma, boşa gitmez bu.

Sana değil de kime gitmek isterdim ki? Kal, otur! Ama bana bakma! Böyle saygı göster – çirkinliğime!

Takip ediyorlar beni: şimdi son sığınağım sensin. Nefretleriyle değil, iz sürücüleriyle değil – ah, böyle takip etselerdi, alay eder, gurur duyar ve neşelenirdim!

Şimdiye kadar tüm başarıyı iyi takip edilenler kazanmamış mıdır? İyi takip eden de kolay izlemeyi öğrenir: – nasıl olsa bir kere – arkadadır! Ama onların merhametinden –

– onların merhametinden kaçıyorum ve sana sığınıyorum. Ey Zerdüşt, koru beni, sen benim son sığınağım, sen beni bilen biricik kişisin:

– Onu öldürenin neler hissettiğini bildin sen. Kal! Gitmek istiyorsan, ey sabırsız: benim geldiğim yoldan gitme. Kötüdür o yol.

Öfkeleniyor musun bana, uzun süredir lafı geveliyorum diye? Sana öğüt veriyorum diye? Ama bil ki, benim o, en çirkin insan,

– ayakları en büyük, en ağır olan. Benim yürüdüğüm yerde yol kötüdür. Yürüdüğüm yolları ezer ve öldürürüm.

Ama senin susarak beni görmezden gelişini; kıpkırmızı kesilişini çok iyi gördüm: bu yüzden anladım Zerdüşt olduğunu.

Başka kim olsa, sadakasını atardı bana, merhamet ederdi, bakışlarıyla ve konuşmasıyla. Oysa yeterince dilenci değilim, bunu anladın sen –

– aksine fazla zenginim, büyük, korkunç, en çirkin, en tarif edilemez olanlar açısından zenginim! Senin utancın, ey Zerdüşt, onur verdi bana!

Can havliyle çıktım, merhametliler kalabalığından, – bugün, ‘Merhamet etmek usandırıcıdır,’ diye öğreten biricik kişiyi – seni, bulayım diye ey Zerdüşt!

– İster tanrının merhameti olsun, ister insanın: merhamet utanca aykırıdır. Ve yardım etmek istememek, o sırnaşık erdemden daha soylu olabilir.

Tüm en küçük insanlarda bile bugün erdem deniliyor buna, merhamet etmeye: – büyük talihsizliklere, büyük çirkinliklere, büyük başarısızlıklara hiç saygı duymuyorlar.

Bunların tümünün üzerinden bakıyorum, tıpkı bir köpeğin kaynaşan koyun sürülerinin sırtlarının üzerinden bakması gibi. Bunlar küçük, iyi yünlü, iyi niyetli külrengi insanlar.

Bir balıkçıl kuşu sığ göllere nasıl başını geriye atarak aşağılamayla bakarsa: ben de öyle bakıyorum küçük dalgalardan ve istemlerden ve ruhlardan oluşan külrengi kalabalığa.

Çok uzun süre hak verildi onlara, bu küçük insanlara; böylece güç de verildi sonunda onlara – şimdi öğretiyorlar ki: ‘Küçük insanlar neye iyi derlerse, odur iyi sadece.’

Ve onların arasından çıkan o vaizin, o tuhaf ermişin, o küçük insanların savunucusunun, ‘Ben – hakikatim,’ diyerek kendi kendine tanıklık edenin söylediklerine ‘hakikat’ deniyor günümüzde.

Bu kibirli adam çoktandır küçük insanların ibiklerinin de kabarmasına sebep oluyor. – Hiç de küçük bir yanılgı değildi, ‘Ben – hakikatim,’ derken öğrettiği.

Küstah birine daha nazik bir yanıt verilmiş midir şimdiye dek? – Ama sen, ey Zerdüşt, onun önünden geçip gittin ve, ‘Hayır! Hayır! Üç kere hayır!’ dedin.

Yanılgısına karşı, merhamete karşı ilk uyaran sendin – herkesi değil, hiç kimseyi değil, kendini ve kendi türünden olanları.

Büyük acı çekenin utancından utanırsın; ve sahiden, ‘Merhametten bu yana büyük bir bulut geliyor, dikkatli olun, ey insanlar!’ derken.

– ‘Tüm yaratıcılar serttir, bütün büyük sevgiler, onların merhametinin üstündedir,’ diye öğretirken; ey Zerdüşt, hava-işaretlerini okumayı ne kadar da iyi öğrenmişsin!

Ama sen – kendi merhametine karşı da uyar kendini! Çünkü birçok kişi sana gelmek için düştü yollara, acı çeken, kuşkuya düşen, ümitsizliğe kapılan, boğulan, üşüyen birçok kişi –

kendime karşı da uyarıyorum seni. Benim en iyi, en kötü bilmecemi çözdün, kim olduğumu ve ne yaptığımı bildin. Seni deviren baltayı biliyorum ben.

Ama onun, – ölmesi gerekiyordu: her şeyi gören gözleriyle gördü o – insanın derinliklerini ve uçurumlarını, insanın gizli saklı tüm rezaletlerini ve çirkinliklerini.

Onun merhameti utanma nedir bilmiyordu: en kuytu köşelerime kadar sokuldu. Bu en meraklı, aşırı sırnaşık, aşırı-merhametimin ölmesi gerekiyordu.

Her zaman gördü beni: böyle bir tanıktan intikam almak istedim – ya da kendim ölmek.

Her şeyi, insanı da gören tanrı: ölmeliydi bu tanrı! İnsan katlanamaz böyle bir tanığın yaşamasına.”

Böyle söyledi en çirkin insan. Ama Zerdüşt yerinden doğruldu ve yola koyuldu, çünkü iliklerine kadar titriyordu.

“Seni tarif edilemeyen yaratık,” dedi, “kendi yoluna karşı uyardın beni. Buna teşekkür olarak, ben de kendi yolumu övüyorum sana. Bak, şu yukarıdadır Zerdüşt’ün mağarası.

Büyüktür, derindir benim mağaram ve çok sayıda kuytu köşesi vardır; orada en gizli kişi bile gizlenecek bir yer bulur kendine. Sürünen, kanat çırpan ve sıçrayan hayvanlar için yüzlerce delik ve sığınak da vardır hemen yanı başında.

Sen ey dışlanmış, sen kendini dışlayan, insanların arasında ve insanların-merhametinin içinde yaşamak istemiyorsun, öyle mi? Pekâlâ, sen de benim gibi yap! Böylece benden de bir şey öğrenmiş olursun; sadece yapan öğrenir.

Ve her şeyden önce ve önemlisi, hayvanlarımla konuş! En gururlu hayvan ve en akıllı hayvan – bunlar ikimiz için de en doğru yol gösterici olabilirler!” – –

Böyle söyledi Zerdüşt ve kendi yoluna yürüdü, eskisinden daha da düşünceli ve yavaş yürüyordu: çünkü kendine birçok şey soruyor ve kolay kolay da yanıtlayamıyordu.

“Ne kadar zavallı şu insan dedikleri,” diye geçirdi yüreğinden, “ne kadar çirkin, ne kadar hırıltılı, nasıl da gizli utançla dolup taşıyor!

Diyorlar ki bana, insan kendini severmiş: ah, ne kadar büyük olmalı bu kendini-sevme! Ne kadar çok aşağılama var karşısında!

Şuradaki kişi de sevdi kendini, kendini aşağıladığı gibi – büyük bir seven ve büyük bir aşağılayandır o.

Kendini ondan daha çok aşağılayan birini bulamadım henüz; bu da bir yüceliktir. Yazık, belki de oydu çığlığını duyduğum daha yüce insan?

Büyük aşağılayanları severim. Ama insan aşılması gereken bir şeydir.” – –

Lev Şestov - Trajedinin Felsefesi


Ama Ölüler Evinden Notlar kamuoyu ve eleştirmenler tarafından sıradan, bağımsız bir şeymiş gibi kabul edildi. Doğrusu Dostoyevski bu yapıtında -hayatında ilk ve son kez- Tolstoy tarzı gerçekliğin kurulan ideallerle uzlaştırılması sanatını sergiler. Okur, zamanın estetiğinin talep ettiği gibi, Ölüler Evinden Notlar’ı kötülüğe karşı savaşmaya hazır, aydınlanmış, yücelmiş, coşkulu biri olarak bitirir. Bu arada yüce bir ruh hali ve bir şeye hazır olma duygusu içinde Dostoyevski’yi kendisi gibi iyi ve erdemli bir insan olarak görür. Oysa Ölüler Evinden Notlar’da azıcık ilgi ve biraz coşkuyla yeraltında bulamayacağınız ne inciler çıkarırsınız.

Nietzsche’nin itirafına göre, Eğitimci Olarak Schopenhauer ve Wagner Bayreuth’ta artık onun Schopenhauer’in felsefesine de, Wagner’in sanatına da inanmadığı zamanda kaleme alınmıştı. Oysa bu iki yazı baştan aşağı övgüyle doludur. Peki, bu ikiyüzlülüğe neden gerek duymuştu? Nietzsche öğretmenleriyle vedalaşırken geçmiş için onlara minnettarlığını ve şükranlarını ifade etmek istediğinden böyle davrandığını açıklar. Okurun

Bu yeni yola neyle çıktı? Eski inançlarının yerine nesi vardı? Yanıt tek kelimede: hiçbir şey. Şimdinin hayattan bezdirici fiziksel acılarından, geçmişin utanç verici, aşağılayıcı anılarından ve gelecekten duyulan delice korkudan başka hiçbir şey. Hiç umudu olmayabilirdi, zira yaşamının en güzel yıllarını ona hiçbir şey kazandırmayan işe yaramaz uğraşılara harcamış ezik, hasta bir adam ne yapabilir? Otuz yaşına kadar, bizim Muromlu İlya[1] gibi, başkalarının ideallerini seyre dalarak minder çürütmüştü. Şimdi ayağa kalkıp yürümesi gerekecekti ama ayakları ona itaat etmiyordu, hayırsever ihtiyarlar iksirleriyle ortaya çıkmıyordu, çıkmayacaktı da: Zamanımızda mucizeler olmuyor. En sonunda hastalığı öyle boyutlara vardı ki, bütün gününü dolduran her zamanki profesörlük faaliyetini bırakmak ve hiçbir şey yapmadan gece gündüz düşünceleriyle ve anılarıyla baş başa kalmak zorunda kaldı.
==========
İnsanca, Pek İnsanca’nın toplu olarak yeni basımının [1886] önsözünde bakın neler diyor: “O sıralar [yani hastalık döneminde] sadece derin acılar çeken yalnız insanların tanıdığı kuytuların dilini öğrendim: Tanıksız konuşuyordum, daha doğrusu, hiç tanık düşünmeden. Sürekli beni hiç ilgilendirmeyen konulardan söz ediyordum, ama sanki bunlar bana önemliymiş gibi geliyordu. O zaman neşeli, tarafsız, ilgili, her şeyden önce sağlıklı ve alaylı görünme sanatını öğrendim: Sanırım hastanın “zevk sahibi” olduğunun belirtisidir bu. Bununla birlikte bu kitabı özellikle çekici kılan şey, daha keskin ve anlayışlı bir gözden kaçmaz: Burada hasta ve son derece sefil bir insanın hasta ve zavallı değilmiş gibi konuştuğunu fark eder.
==========
Raskolnikov muhakemesinde haklı değil miydi: Aslında biri sıradan, diğeri sıra dışı insanlar için olan iki ahlak vardır, yahut Nietzsche’nin hayli sert ama daha etkileyici terminolojisini kullanırsak, efendi ahlakı ve köle ahlakı olmak üzere iki çeşit ahlak vardır. İşte burada ortaya çıkıyor en önemli soru: Bu iki ahlakın kaynağı nedir? İlk bakışta burada belirleyici etken insanın karakter yapısı gibi görünüyor; köle ya da sıradan insanlar boyun eğer, efendi yahut sıra dışı insanlar emreder. Buna göre, Nietzsche ve Dostoyevski’yi, Faust gibi ikinci kategoriye koymak gerekir. Ne var ki Faust “köpek” yaşamına karşı durmayı kafasına koyana dek bir ömür geçmişti, Mefistofeles’in o bahtiyar müdahalesi olmasaydı, başında erdem halesiyle ölürdü. Dostoyevski ve Nietzsche hakkında da aynısı söylenebilir: Onları Wagner sıradanlığının yolundan tesadüf çıkarmıştır. Birinde kürek cezası, diğerinde korkunç hastalık olmasaydı, kollarından ve ayaklarından zincirlendiğini fark etmeyen pek çok insan gibi onlar da bunun farkında olmazdı. Dünyanın güzelliğini ve zorunluluğa boyun eğen ruhların yüceliğini terennüm eden iyi niyetli eserler verirlerdi. İlk yapıtları buna inandırıcı bir şekilde tanıklık eder. Üstelik okur koşulların Nietzsche’yi yeni “bilgi”yi kabul etmeye her zorladığında -bunu kendisi itiraf eder- onun nasıl dehşete kapıldığını hatırlıyordur. Eskisi gibi yaşamak istiyordu, yeni bilgi bedenine bıçak gibi saplandığında ve tepesinde ancak, “Ya gözlem yap ya da yok ol!” tehdidini duyduğunda gözlerini açmaya karar vermişti. Ya Dostoyevski? Yeraltından Notlar’da bir ses tonu var ki nelere değer! Liza’ya hitap ederken kullandığı umutsuz sözlerin altında öyle bir azap, öyle bir elem duyulur ki! Faust da şeytanı çağırmadan önce bayağı acı çekmişti. Kısacası, doğa yasalarının ve insan ahlakının zorlayıcı yasalarının prangalarına karşı ayaklanan bu “sıra dışı” insanlar kendi iradeleriyle başkaldırmıyordu: Efendilerinin hizmetinde kocayan serfler gibi özgürlüğü seçmek zorunda kalmışlardı. Bu, Nietzsche’nin öğrettiği “köle ahlakının ayaklanması” değil, insan dilinin kifayetsiz kaldığı bir şeydi. Demek ki “karakterin” bununla hiçbir ilgisi yoktu; iki ahlak varsa, bu sıradan ve sıra dışı insanların ahlakı değil, sıradanlığın ahlakı ve trajedinin ahlakıdır: Bu düzeltme Dostoyevski’nin ve Nietzsche’nin terminolojisine yazılmalıdır. Bu arada Dostoyevski’nin ve Nietzsche’nin “köle” ruhunun dolambaçlı yollarına dair böylesi parmak ısırtan bilgi birikiminin -insanların psikolojik sezgi diye övdüğü şeyin- kaynağı budur. Nietzsche bir zamanlar gelecekteki düşmanlarının kısa bir süre tarafını tutmak zorunda kalmasının kendisi için özellikle bir şans olduğunu belirtmişti.[1] Böylece onların tüm “sırlarını” öğrenmiş ve ileride onlara karşı mücadele etmek için elinde güçlü silahları olmuştu.
==========
Bize vaazlarla öyle bir musallat oluyorlar ki sonunda böyle soruları sormak zorunda kalıyoruz. Sahi, vaizler öfkeleri için neden bizle muhatap olmak zorunda? Tolstoy yahut Dostoyevski bizlere neden insanoğlunun musibetlerinden söz eder? Sonunda bizim de onlara bu soruları yöneltmemiz doğal değil mi? Dünyada bu kadar mutsuz insan varken mutlu olmanın utanç verici olduğunu kanıtlamaya çalışan Tolstoy bize iç huzurunun kaynağını, çevresinde onca acı varken sakin ve mutlu (sevdiği sözcüklerdir bunlar) bir hayat sürmekten utanmamasının nedenini açıklar. Nietzsche’ye yalnız görece farklı bir ifadeyle aynı soruyu yöneltebilirdik. Varlıkları için mutsuzları kınamadan önce kendisinin mutlu olması gerektiğini; sadece ruhen güçlü, bedenen sağlıklı olanların korunmasını talep etmeden önce kendisinin ruhen ve bedenen kuvvetli olmasının gerektiğini söylerdik ona. Ve işte bu sorular, kitaplar okunurken yazarlarının biyografilerine aşina olmanın, yani inançların nasıl “doğduğunu” öğrenmenin ne denli önemli olduğunu ortaya koyar. Otuz yaşına kadar Wagner’in zavallı çömezi rolünü oynayan (belki de Wagner’in edebiyat uşağı demeliydim), otuzla kırk dört yaş arasında dermansız bir hastalığın ağır ve korkunç nöbetleriyle ıstırap çeken, kırk dört yaşından ölümüne, yani neredeyse on bir yıl boyunca yarı bilinçsiz durumda bir yaşam süren Nietzsche mutsuz ve hasta olanlara, başka deyişle fizyolojik olarak sakatlanmış olanlara karşı vaazlar vermeye soyunur! Aynı zamanda da onların “iyi ve doğru” savunucularına da! Aslında bu psikolojik muamma üzerine düşünmeye değer! Bu arada, gelinen noktada başka pek çok şeyde olduğu gibi, Nietzsche’nin “inançlarının” Dostoyevski’ninkilere şaşılacak biçimde benzediğini hatırlatayım. Daha önce yerinde belirtildiği gibi, Dostoyevski de “iyi ve doğru” olanlardan nefret ediyordu: Ona göre iyiler ve doğrular liberallerin ve her renkten ilericilerin şahsında cisimleşmişti.
==========
Ama Dostoyevski ve Nietzsche’nin dünyada en fazla nefret ettikleri şey, işte bu türden şefkat gözyaşları ve merhamet uyandıran şiirdi. Gerçek kürek mahkûmlarının, yeraltı insanlarının, trajedinin insanlarının görüşü ya da dilerseniz “zevki” budur. Onların gözyaşları uzun zamandan beri kurumuştur, gözyaşlarının yardımcı olmadığını, merhametinse boş olduğunu bilirler. Öte yandan merhamet ve gözyaşından başka pek de yardımı dokunmayan bir sürü şey vardır - merhamete duyulan bu nefret neden peki? Kaldı ki “kötüler” de biçare mahkûmun yazgısını değiştirecek güçte değildir - o zaman “iyilere ve doğrulara” karşı bu nefret niye?
==========
Ama Nietzsche ve Dostoyevski çoktan geçmişle barışmıştı. Onlar şimdi gelecekle mücadeleye giriyorlardı. “İyi ve doğru olanlar” için merhametse onları son umutlarından mahrum bırakıyordu. Dostoyevski’nin hapishanedeyken küçük bir kız çocuğundan sadaka kabul edişini hatırlayın, ona verilen bu kuruşu uzun zaman sevgiyle korumuştu. Belki Nietzsche’nin de avarelikleri döneminde bir çocuktan yahut bizim iyi ve kötü anlayışımızdan uzak sıradan bir insandan minnetle sevgi ve ilgi sözleri kabul ettiği olmuştur. Yakınlara sevgiyi ve ilahi haklar iddia eden bir teori durumuna gelmiş, nihai ilke katına yükseltilmiş merhameti reddediyordu. Zamanın aydın insanlarının ona bir kuruş değil, yüz hatta binlerce kuruş vereceklerini, besleyip giydireceklerini, soğuktan korumak için barınak sağlayacaklarını, hastalandığında ona öz yakınları gibi bakacaklarını biliyordu. Ama şunu da biliyordu ki ona cömertçe bakmaları karşılıksız değildi, nihayetinde ondan minnet değil, minnet borcunun da ötesinde, gösterdikleri ilgi ve sevginin karşılığında bir itiraf talep edeceklerdi; durumu ne kadar zor olursa olsun, yüreğinin derinliklerinde kendini tamamen mutlu hissetmek zorunda kalacaktı.

Nietzsche acılı bir alayla şöyle der: “Yalnızlıkta kendi kendini yer bitirirsin; insan içindeyse kalabalık seni yer bitirir: Şimdi seçimini yap bakalım!”[5] Ama sonunda ne olursa olsun yalnızlığı seçmek zorundadır, her şeye rağmen “terk edilmişlikten”, yani büyük bir insan kitlesi arasında herkese yabancı olduğunun bilincine varmaktan daha iyidir. Şöyle der Zerdüşt: “Ah, yalnızlık, anayurdum yalnızlık! Yaban ellerde çok uzun yıllar yaşadım bir vahşi gibi, şimdi gözyaşlarıyla sana dönüyorum. Anneler gibi, parmağınla korkut beni, gülümse bana, annelerin gülümsemesi gibi ve de ki: ‘Bir zamanlar benden fırtına gibi uzaklaşan kimdi? Uzaklaşırken kimdi, Yalnızlıkta çok uzun zaman yaşadım, susmayı unuttum, diyen? Artık bunu öğrendin mi? Ey Zerdüşt, her şeyi biliyorum, kalabalığın arasında daha terk edilmiş olduğunu, benden daha yalnız olduğunu. Terk edilmişlik başka, yalnızlık başka: Artık bunu öğrendin mi?’”[6] Okur artık Nietzsche’nin görevinin ne olduğunu anlıyor; Nietzsche iyinin, bilimin ve felsefenin terk ettiği ve unuttuğu insanın davasını üstleniyor. Şimdi Nietzsche’nin neden “özgeciliğe” kapılmadığının anlaşıldığını umuyorum: Terk edilmiş insanlar arasında o çok eski özgecilik-bencillik tartışması yaşanmaz.
==========
Zerdüşt’ün değişmez yoldaşları kartal ve yılandı: Bulutlarda süzülmeyi, yerde sürünmeyi, güneşe cesaretle bakmayı ve yerden kopmamayı onlardan öğrendi. Kaç kez ölümün eşiğinden dönmüştü, üstlendiği görevi tamamlayamayacağı ve sonunda trajedinin yerini sıradanlığa bırakacağı bilinciyle sürekli umutsuzluğa düşüyordu! Zerdüşt’ün sözleri umutsuzluğa karşı bu umut mücadelesinden açık izler taşır. Nietzsche en sonunda yine de amacına ulaştı. Yeraltı adamının sorununu ortaya koymayı göze almakla kalmadı, aynı zamanda ona yanıt vermeye de cesaret etti: “İçimizdeki kötü bildiğimiz şeyi yeniden vaftiz edip iyi adını verme yürekliliğini gösterdiğimizde başlar hayatımızın büyük dönemleri.”
==========
Nietzsche şöyle der: “Filozofta çileci idealin belirtisi nedir? Çilecilik ona aklını çalıştırabileceği en uygun koşulları sağlar; çileci ideal ‘varoluşu’ yadsımaz, tam tersine kendi varoluşunu, yalnızca kendininkini olumlar, belki de hubris’e [kibir] varıncaya dek: “Pereat mundus, fiat philosophia, fiat philosophus, fiam.”[14] Bu söz Yeraltından Notlar’ın sefil kahramanının ünlü cümlesinin neredeyse harfi harfine çevirisidir. “‘Çay mı içmek istersin yoksa dünyanın batmasını mı?’ diye sorsalar, ‘Dünya batsın, yeter ki ben her zaman çayımı içeyim,’ derim.” Yeraltı adamının bahtsız bir fahişeye bir körlük ve öfke patlaması ânında sarf ettiği bu cümlenin ünlü bir filozof tarafından Cicero’nun ve Horatius’un diline çevrileceği ve en yüksek insanın tutkularının özünü tanımlayan bir formül olarak sunulacağını hiç aklına gelir miydi? Evet, Dostoyevski küçük kahramanını böyle büyük bir ünün beklediğini öngörseydi, belki de Yeraltından Notlar’ın girişindeki dipnotunu metinden atardı.
==========
Demek, pereat mundus, fiam, varsın dünya yok olsun, yeraltı adamı haklarından vazgeçmeyecektir, onları merhamet “ideallerine” ve günümüz felsefesi ve ahlakıyla onun için özel olarak hazırlanmış aynı türden diğer tüm nimetlere değişmeyecektir. Dostoyevski için bu, roman kahramanlarının sözlerinde dehşetle ve utançla dile getirmeyi göze aldığı korkunç bir hakikatti. Nietzsche’deyse uğrunda tüm yeraltı faaliyetlerine giriştiği yeni ve çok büyük bir “haklar bildirisi”ydi. Nietzsche’nin acımasızlığı da buradan gelir. Kendini ve başkalarını “ıstıraplardan” kurtarmaya çabalamaz. Bu bağlamda, diğer pek çok insanın yaptığı gibi, gençlik çağındaki öğretmeni Schopenhauer’den belirgin biçimde farklıdır. Schopenhauer, bilindiği üzere, insanlara hayatta huzur aramayı öğretmişti.
==========
Ancak kürek cezası yemiş Dostoyevski, acı karşısında korkusuzlukları onları Ölüler Evi’ne götüren insanlardan, yani mahkûm yoldaşlarından farklı bir hakikati öğrendi. Kürek cezasından bir “inanç”la döndü; bu, Makar Devuşkin için ağlamak yahut kimsenin kimseye hakaret etmeyeceği, her şeyin güllük gülistanlık olacağı bir gelecek hayal etmek değil, bir insanın hakikati tüm dehşetiyle kabul edebilme görevine inançtı. İlkin Platonik bir saygıyla ondan kurtulmayı ve yeniden eskisi gibi yaşamayı düşündü! Ama Schopenhauer’in öngördüğü gibi, insan hakikati kovalamıyor, hakikat insanı kovalıyordu. Mahpushane bilgeliği Sibirya’dan artık çok uzakta yaşadığı Petersburg’da, onu kuşatan pozitivist düşünürler arasında yıllar sonra yakaladı Dostoyevski’yi ve kendine hizmet etmeye, şunu itiraf etmeye zorladı onu: “Rus halkı acı çekmekten hoşlanır.” Dostoyevski’nin rakiplerinin düşündüğü gibi, bu bir paradoks değil hakikatti, ancak eli kalem tutan insanların unuttukları, öfkeden parlayan gözleriyle, “Olamaz!” dedikten sonra hatırladıkları başka bir dünyanın hakikatiydi.
==========
Trajedinin felsefesi hiçbir şekilde popülerlik ve başarı arayışında değildir. Mücadelesi kamuoyuna karşı değildir, onun gerçek düşmanı “doğa yasaları”dır, insan yargıları ona ancak varlığıyla yasaların ebediliğini ve değişmezliğini doğruladığı ölçüde korkutucudur. Yalnız düşünür ne kadar cesur olursa olsun, zaman zaman nefret etmeyi öğrendiği çoğunluğun, “herkes”in her şeye rağmen sonunda haklı olabileceği düşüncesiyle elinde olmadan dehşete kapılır.
==========
Artık Dostoyevski ve Nietzsche gibi acıyı sevmeyi vaaz eden ve her şey gitgide kötü olacağı için üstün insanların yok olması gerektiğini bildiren öğretmenlerin var olabilmesi pozitivistlerin, materyalistlerin ve idealistlerin pembe umutlarının çocukça düşlerden ibaret olduğunu gösterir. Hiçbir toplumsal dönüşüm trajediyi yaşamdan silip atamaz; anlaşılan, acıyı insanın kendini kurtarması gereken kurgusal bir gerçeklik olarak haçla şeytan savarcasına büyülü o “trajedi olmamalı” sözüyle inkâr etmenin zamanı geçti, artık acıyı kabullenmenin, tanımanın ve belki de anlamanın dönemi başladı.
==========
götürdü. Öyle ya da böyle trajedinin felsefesi, sıradanlık felsefesine ilkesel olarak düşmandır. Sıradanlığın “son” sözcüğünü söylediği ve yüz çevirdiği yerde, Dostoyevski ve Nietzsche başlangıcı görür ve arayışa koyulur. Böyle Söyledi Zerdüşt’te simgesel olarak Nietzsche’nin korkunç yaşamının anlatıldığı “En Çirkin İnsan” başlıklı bir hikâye vardır. Çok uzun, burada sadece alıntılar verebileceğim ama Nietzsche’nin felsefesiyle ilgilenen okurlara mümkünse aslından tamamını okumalarını salık veririm:
==========
Ama felsefe trajedinin felsefesidir. Dostoyevski’nin romanları, Nietzsche’nin kitapları sadece “en çirkin” insanlardan ve onların sorunlarından söz eder. Dostoyevski, Nietzsche ve hatta Gogol bizzat çirkin insanlardı ve hiçbir sıradan umutları yoktu. Onlar kimsenin hiçbir zaman aramadığı, genel kanıya göre sonsuz karanlık ve kaostan başka hiçbir şeyin olamayacağı, Mill’in bile nedensiz sonuç olasılığını kabul ettiği yerde kendilerine sığınak bulmaya çalıştı. Orada belki de her yeraltı adamı dünyaya bedeldir, orada belki de trajedinin insanları aradığını bulacaktır. Sıradanlığın insanları böylesine inanılmaz bir “belki de”nin peşinde ölümcül sınırı geçmeyi istemeyecektir. Ama sonuçta kimse onları buna davet etmiyor. Şairin şu sorusu bu yüzden: “Aimes-tu les damnés? Dis, connais-tu l’irrémissible.”
==========