Nietzsche kadar sözleri
anlamlı ve aynı zamanda anlatılacak olan şeyi daha kısa bir şekilde anlatabilen
bir yazar olduğunu düşünmüyorum dünyada. Bu yüzden nietzsche hakkında bir
şeyler yazarken veya konuşurken kendi cümlelerimle onu anlatmaya çalıştığım zaman
bir şeylerin eksik kaldığını çok rahat bir şekilde fark ediyorum ve hemen
olaydan sonra ilk fırsatta o bahsedilen konu hakkında Nietzsche’nin kurduğu
cümleyi aramak için kitaplarına saldırıyorum. Bunu yapmak benim için hem üzücü
oluyor hem de çok zevkli oluyor çünkü her seferinde okuduğum cümlenin
muhteşemliği bana büyük bir coşku veriyor. ‘’İşte bu lan!’’ diyorum. Şimdi
burada Nietzsche’den bir takım sözler alıntılar yapacağım çünkü bu tarz şeyleri
okumak benim için her zaman bir zevk olmuştur. Nietzsche kadar kaliteli bir
şekilde kendimi anlatabilmek umuduyla, başlıyorum.
‘’Yanıtları olanlar için
soru işaretleri’’ diyordu mesela ‘’Dionysos Dithyrambosları’’ adlı kitabındaki
‘’İşaret Ateşi’’ adlı şiirinde. Bu cümle,
okuduktan sonra hiçbir zaman aklımda çıkmamıştı mesela. Belki basit bir
cümle ancak benim için ve tabii ki Nietzsche için ihtiva ettiği anlamlar
sonsuzdu ve bu yüzden harikaydı.
Aynı kitapta ‘’Güneş
Batıyor’’ isimli şiirde yüreğine sesleniyordu. Kurduğu cümleyle sadece kendi
yüreğine seslenmemişti, benim yüreğime de seslenmişti: ‘’Güçlü kal benim cesur
yüreğim! Ve sorma bana neden diye-‘’. Her zaman kendi yüreğime bu şekilde hitap
etmek istiyorum ben de böylece. Ve yüreğim sözümü dinliyor bu sayede.
‘’Ün ve Sonsuzluk’’ adlı
şiirin 3. bölümünde ise nasıl konuşmamız gerektiğini özetliyor: ‘’Büyük şeyler
hakkında –görüyorum büyükleri- insan ya susmalı ya da büyük konuşmalı: büyük konuş,
ey benim hazzın kucağındaki bilgeliğim!’’ İnsan ya susmalı ya da büyük
konuşmalı gerçekten de.
‘’En Zenginin Yoksulluğu
Üzerine’’ isimli şiirde ise adeta coşuyor ve coşturuyor: ‘’On yıl geçti
–, bana tek damla düşmedi, ne ıslak rüzgâr, ne de sevginin çiy taneleri –
yağmursuz bir ülke... Şimdi bir dileğim var bilgeliğimden, cimri olma bu
kuraklıkta: sen taş yatağından, kendin terle çiy tanelerini yabanın çatlamış
topraklarına sen kendin yağmur ol!’’. Ve şiirin son kıtaları da böyle devam
ediyor: ‘’ On yıl geçti –, ve sana tek damla düşmedi, öyle mi? Ne ıslak rüzgâr?
Ne de sevginin çiy taneleri? Ama kim sevebilirdi ki seni, sen, ey zenginlerin
zengini? mutluluğun bütün çevreni kurutmakta, sevgiden yana yoksullaştırmada –
yağmursuz bir ülke... Artık kimse teşekkür etmiyor sana, sen ise teşekkür
etmektesin, senden her alana: zaten bundan tanıyorum seni, sen, ey en zengin,
sen, en yoksulu bütün zenginlerin! Kurban ediyorsun kendini, zenginliğin acı
çektirmekte–, Kendini harcıyorsun, Ne sakınıyorsun kendini, ne de seviyorsun:
büyük acınla her dem zorlanmaktasın, onca korkunun, onca sıkışmış bir yüreğin
acısı fakat artık kimse sana teşekkür etmemekte... Daha bir yoksullaşmalısın,
sen, bilgeliksiz bilge! Sevilmek istiyorsan eğer. Yalnızca acı çekenlerdir sevilenler,
sevgi verilenler, yalnızca açlık çekenlerdir: kendini armağan et önce, ey
Zerdüşt! – Ben senin hakikatinim...’’
‘’Putların
Alacakaranlığı’’na ise Nietzsche, pulara ‘’çekiçle sorular sormak’’tan
bahsediyor önsözünde. Ayrıca önsözde ‘...bir davanın ortasında neşesini
korumak, hiç de azımsanmayacak bir meziyettir: üstelik, neşeden daha gerekli ne
vardır? Delice neşeden payını almamış hiçbir şey başarıya ulaşamaz. Ancak güç
fazlasıdır, gücün kanıtı-’’ diyerek başlamıştır. Karşımızdaki zorluklarla hatta
iğrençliklerle savaşırken aklımızdan çıkartmamamız gereken bir şeydir bu,
delice neşe olmadan bir savaş belki sürdürülebilir ancak delice neşe ile o
savaş neşeli bir şekilde sürdürülür. Bizim anladığımız şekilde olduğunu
arkasından kurduğu cümleyle kanıtlıyor: ‘’yaralanmada bile iyileştirici bir güç
vardır’’.
‘’Ne arıyor musun? On
katına , yüz katına mı çıkmak istiyorsun? Yandaşlar mı arıyorsun? – Sıfırları
ara!-‘’ Sıfırları aramalıyız. ‘’Kendine yardım et, sonra da herkes yardım eder
sana.’’
‘’Kadının derin olduğu
kabul edilir – neden? Çünkü asla inilemez onun temeline. Kadın, sığ bile
değildir henüz.’’
Nietzsche’nin ahlaksızlık
kavramına da değinelim. Ahlaksız derken, ahlaklı olmayanları değil, ahlakı
kabul etmeyenleri kastediyor ve şunu söylüyor: ‘’Biz ahlaksızlar erdeme zarar
mı veriyoruz? – Anarşistlerin, hükümdarlara verdiğinden daha az.’’ Hükümdarlar
anarşistler sayesinde tahtlarına daha sağlam otururlar.
‘’Tenselliğin,
tinselleştirilmesi aşktır... Bşr başka zafer de, düşmanlığı tinselleştirmemizdir.
Bu zafer düşmanlara sahip olmanın derin değerini kavramaya dayanır...’’
‘’Özellikle yeni bir
yaratım, örneğin yeni bir krallık, dostlardan çok düşmanlara gerek duyar: ancak
karşıtlık içinde kendini zorunlu hisseder, ancak karşıtlık içinde zorunlu olur...
‘’içimizdeki düşman’’a da farklı davranmayız: düşmanlığı orada da
tinselleştirmiş, orada da değerini kavramışızdır. Ancak çelişki dolu olmak
pahasına verimli olunur; ancak ruhun gevşememesi, huzuru özlememesi koşuluyla
genç kalınır...’’
‘’...Ahlaksal gerçekler
diye bir şey yoktur. Ahlaksal yargının, dinsel yargıyla ortak yanı: olmayan
gerçeklere inanmasıdır. Ahlak belirli fenomenlerin yalnızca bir yorumlanışıdır,
daha doğrusu, bir yanlış yorumlanışıdır.
‘’Düşünmeyi öğrenmek:
...düşüncenin de dans etmenin gerektirdiği gibi, bir tür dans etmek olarak
öğrenilmeyi gerektirdiğinin... Tinsel alandaki hafif ayakların tüm kaslara zerk
ettiği o ince ürpertiyi... ...kendi deneyiminden bilen var mı hala?’’
‘’Naif bir biçimde ‘’Ben
artık beş para etmem’’ demek yerine, der ki dekadansın ağzındaki ahlak yalanı:
‘’Hiçbir şeyin değeri yok- yaşam beş para etmez’’.
‘’Birinci temel ilke:
güçlü olmak zorunda olunmalı, yoksa asla güçlü olunmaz.’’
‘’...yeri gelmişken,
Dostoyevski kendinde öğrenecek bir şeyler bulduğum biricik psikologdur:
yaşamımın en güzel şanslarından biridir. Stendhal’ı keşfedişimden de güzel. Sığ
almanları hor görmeye on kat hakkı olan bu
d e r i n insan, aralarında uzun
süre yaşadığı, çoğu ağır suçlulardan oluşan, topluma yeniden karışmaları artık
olanaksız Sibirya mahkumlarını, kendi beklediğinden de çok farklı bulmuştu –
hemen hemen Rus toprağında yetişen en iyi, en sert, ve en değerli ağaçtan
yontulmuşlardı. Suçlu örneğini genelleştirelim: herhangi bir nedenle, toplum
tarafından onaylanmayan, iyi, yararlı bulunmadıklarını bilen karakterleri
düşünelim, - eşit olunmadığına, dışlanmış, değersiz kirli kabul edildiğine
ilişkin o çandala duygusu. Tüm bu kararkterlerin düşünceleri ve eylemleri,
yeraltına ait olanın rengini taşır; her şey, varoluşları gün ışığında
olanlarınkinden daha soluktur onlarda.’’
‘’Sık sık soruluyor bana,
neden Almanca yazıyorum diye: başka hiçbir yerde, anavatanımdaki kadar az
okunmuyorum oysa. Peki kim söyleyebilir ki, bugün okunmayı arzu ediyor bile
olduğumu? – Zamanın, dişlerini üzerlerinde boş yere denediği şeyler yaratmak;
biçimiyle, tözüyle, küçük bir ölümsüzlük için çabalamak – kendimden daha azını
bekleyecek kadar mütevazı olmadım şimdiye kadar. Almanların arasında ilk ustası
olduğum aforizma, özdeyiş, ‘’bengiliğin’’ biçimleridir; benim hırsım,
başkalarının bir kitapta söylediğini on cümlede söylemektir – başka herkesin
bir kitapta söyleyemediğini... İnsanlığa sahip olduğum en derin kitabı,
Zerdüşt’ümü verdim: çok yakında en bağımsız kitabımı da veereceğim.’’
‘’Gizemler öğretisinde
acı kutsaldır: ‘’doğuran kadının sancıları’’ genel olarak acıyı kutsallaştırır,
oluş ve büyüme adına ne varsa, geleceği güvenceleyen ne varsa, acıyı
gerektirir... Yaratma zevki olması için, yaşama istencinin kendini sonsuza dek
olumlaması için, ‘’doğuran kadının çektiği sancının’’ da sonsuza dek var olması
gerekir... Tüm bu anlamlara gelir Dionysos sözcüğü...’’
‘’Şen Bilim’’ ise beni,
kitabın temel olarak anlatmak istediklerinden çok; yazarın iç dünyasını
yansıtması açısından ilgilendiriyordu. Örneğin: ‘’ Kendileriyle ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu yüzden
başkalarının mutsuzluğunun resmini yapıyorlar duvara. Her zaman başkalarına
muhtaçlar. Bağışlayın dostlarım duvara kendi mutluluğumun resmini yapacak
cesaretim var.’’ diyordu Nietzsche.
Benim, düşünmek ve yazmakla ilgili olarak kafamdaki cevapların yerine
soru işaretleri oluşmasını sağlayan ise, kitabın şu kısmıydı: ‘’Peki öyleyse
neden yazıyorsun? A: Elinde mürekkebe batmış tüyden kalemiyle düşünenlerden
değilim, hele koltuğuna gömülüp önündeki kağıda boş gözlerle bakan, mürekkep
hokkasını açmadan önce kendini tutkularına terk edenlerden hiç değilim. Tüm
yazılara kıza ya da onlardan utanırım; bana göre yazmak doğanın çağrısıdır –
ondan konuşmak, mecazii anlamda bile olsa, itici geliyor bana. B: Peki neden
yazıyorsun öyleyse? A: Evet, dostum, bunu güven içinde söylüyorum: Şimdiye dek
düşüncelerimden kurtulmanın başka bir yolunu bulamadım. B: Peki neden kurtulmak
istiyorsun onlardan? A: Neden mi istiyorum? İstiyor muyum? İstemeliyim. B:
Tamam! Tamam! ‘’
Chamfort: ‘’Ah dostum, yüreğin kırılmak ya da çelikten olmak zorunda
olduğu bu dünyanın sonuna geldim.’’
teşekkür ederim
YanıtlaSil