31 Mart 2020 Salı

Böyle Buyurdu Nietzsche


Nietzsche kadar sözleri anlamlı ve aynı zamanda anlatılacak olan şeyi daha kısa bir şekilde anlatabilen bir yazar olduğunu düşünmüyorum dünyada. Bu yüzden nietzsche hakkında bir şeyler yazarken veya konuşurken kendi cümlelerimle onu anlatmaya çalıştığım zaman bir şeylerin eksik kaldığını çok rahat bir şekilde fark ediyorum ve hemen olaydan sonra ilk fırsatta o bahsedilen konu hakkında Nietzsche’nin kurduğu cümleyi aramak için kitaplarına saldırıyorum. Bunu yapmak benim için hem üzücü oluyor hem de çok zevkli oluyor çünkü her seferinde okuduğum cümlenin muhteşemliği bana büyük bir coşku veriyor. ‘’İşte bu lan!’’ diyorum. Şimdi burada Nietzsche’den bir takım sözler alıntılar yapacağım çünkü bu tarz şeyleri okumak benim için her zaman bir zevk olmuştur. Nietzsche kadar kaliteli bir şekilde kendimi anlatabilmek umuduyla, başlıyorum.

‘’Yanıtları olanlar için soru işaretleri’’ diyordu mesela ‘’Dionysos Dithyrambosları’’ adlı kitabındaki ‘’İşaret Ateşi’’ adlı şiirinde. Bu cümle,  okuduktan sonra hiçbir zaman aklımda çıkmamıştı mesela. Belki basit bir cümle ancak benim için ve tabii ki Nietzsche için ihtiva ettiği anlamlar sonsuzdu ve bu yüzden harikaydı.

Aynı kitapta ‘’Güneş Batıyor’’ isimli şiirde yüreğine sesleniyordu. Kurduğu cümleyle sadece kendi yüreğine seslenmemişti, benim yüreğime de seslenmişti: ‘’Güçlü kal benim cesur yüreğim! Ve sorma bana neden diye-‘’. Her zaman kendi yüreğime bu şekilde hitap etmek istiyorum ben de böylece. Ve yüreğim sözümü dinliyor bu sayede.

‘’Ün ve Sonsuzluk’’ adlı şiirin 3. bölümünde ise nasıl konuşmamız gerektiğini özetliyor: ‘’Büyük şeyler hakkında –görüyorum büyükleri- insan ya susmalı ya da büyük konuşmalı: büyük konuş, ey benim hazzın kucağındaki bilgeliğim!’’ İnsan ya susmalı ya da büyük konuşmalı gerçekten de.

‘’En Zenginin Yoksulluğu Üzerine’’ isimli şiirde ise adeta coşuyor ve coşturuyor: ‘’On yıl geçti –, bana tek damla düşmedi, ne ıslak rüzgâr, ne de sevginin çiy taneleri – yağmursuz bir ülke... Şimdi bir dileğim var bilgeliğimden, cimri olma bu kuraklıkta: sen taş yatağından, kendin terle çiy tanelerini yabanın çatlamış topraklarına sen kendin yağmur ol!’’. Ve şiirin son kıtaları da böyle devam ediyor: ‘’ On yıl geçti –, ve sana tek damla düşmedi, öyle mi? Ne ıslak rüzgâr? Ne de sevginin çiy taneleri? Ama kim sevebilirdi ki seni, sen, ey zenginlerin zengini? mutluluğun bütün çevreni kurutmakta, sevgiden yana yoksullaştırmada – yağmursuz bir ülke... Artık kimse teşekkür etmiyor sana, sen ise teşekkür etmektesin, senden her alana: zaten bundan tanıyorum seni, sen, ey en zengin, sen, en yoksulu bütün zenginlerin! Kurban ediyorsun kendini, zenginliğin acı çektirmekte–, Kendini harcıyorsun, Ne sakınıyorsun kendini, ne de seviyorsun: büyük acınla her dem zorlanmaktasın, onca korkunun, onca sıkışmış bir yüreğin acısı fakat artık kimse sana teşekkür etmemekte... Daha bir yoksullaşmalısın, sen, bilgeliksiz bilge! Sevilmek istiyorsan eğer. Yalnızca acı çekenlerdir sevilenler, sevgi verilenler, yalnızca açlık çekenlerdir: kendini armağan et önce, ey Zerdüşt! – Ben senin hakikatinim...’’

‘’Putların Alacakaranlığı’’na ise Nietzsche, pulara ‘’çekiçle sorular sormak’’tan bahsediyor önsözünde. Ayrıca önsözde ‘...bir davanın ortasında neşesini korumak, hiç de azımsanmayacak bir meziyettir: üstelik, neşeden daha gerekli ne vardır? Delice neşeden payını almamış hiçbir şey başarıya ulaşamaz. Ancak güç fazlasıdır, gücün kanıtı-’’ diyerek başlamıştır. Karşımızdaki zorluklarla hatta iğrençliklerle savaşırken aklımızdan çıkartmamamız gereken bir şeydir bu, delice neşe olmadan bir savaş belki sürdürülebilir ancak delice neşe ile o savaş neşeli bir şekilde sürdürülür. Bizim anladığımız şekilde olduğunu arkasından kurduğu cümleyle kanıtlıyor: ‘’yaralanmada bile iyileştirici bir güç vardır’’.

‘’Ne arıyor musun? On katına , yüz katına mı çıkmak istiyorsun? Yandaşlar mı arıyorsun? – Sıfırları ara!-‘’ Sıfırları aramalıyız. ‘’Kendine yardım et, sonra da herkes yardım eder sana.’’

‘’Kadının derin olduğu kabul edilir – neden? Çünkü asla inilemez onun temeline. Kadın, sığ bile değildir henüz.’’

Nietzsche’nin ahlaksızlık kavramına da değinelim. Ahlaksız derken, ahlaklı olmayanları değil, ahlakı kabul etmeyenleri kastediyor ve şunu söylüyor: ‘’Biz ahlaksızlar erdeme zarar mı veriyoruz? – Anarşistlerin, hükümdarlara verdiğinden daha az.’’ Hükümdarlar anarşistler sayesinde tahtlarına daha sağlam otururlar.

‘’Tenselliğin, tinselleştirilmesi aşktır... Bşr başka zafer de, düşmanlığı tinselleştirmemizdir. Bu zafer düşmanlara sahip olmanın derin değerini kavramaya dayanır...’’

‘’Özellikle yeni bir yaratım, örneğin yeni bir krallık, dostlardan çok düşmanlara gerek duyar: ancak karşıtlık içinde kendini zorunlu hisseder, ancak karşıtlık içinde zorunlu olur... ‘’içimizdeki düşman’’a da farklı davranmayız: düşmanlığı orada da tinselleştirmiş, orada da değerini kavramışızdır. Ancak çelişki dolu olmak pahasına verimli olunur; ancak ruhun gevşememesi, huzuru özlememesi koşuluyla genç kalınır...’’

‘’...Ahlaksal gerçekler diye bir şey yoktur. Ahlaksal yargının, dinsel yargıyla ortak yanı: olmayan gerçeklere inanmasıdır. Ahlak belirli fenomenlerin yalnızca bir yorumlanışıdır, daha doğrusu, bir yanlış yorumlanışıdır.

‘’Düşünmeyi öğrenmek: ...düşüncenin de dans etmenin gerektirdiği gibi, bir tür dans etmek olarak öğrenilmeyi gerektirdiğinin... Tinsel alandaki hafif ayakların tüm kaslara zerk ettiği o ince ürpertiyi... ...kendi deneyiminden bilen var mı hala?’’

‘’Naif bir biçimde ‘’Ben artık beş para etmem’’ demek yerine, der ki dekadansın ağzındaki ahlak yalanı: ‘’Hiçbir şeyin değeri yok- yaşam beş para etmez’’.

‘’Birinci temel ilke: güçlü olmak zorunda olunmalı, yoksa asla güçlü olunmaz.’’

‘’...yeri gelmişken, Dostoyevski kendinde öğrenecek bir şeyler bulduğum biricik psikologdur: yaşamımın en güzel şanslarından biridir. Stendhal’ı keşfedişimden de güzel. Sığ almanları hor görmeye on kat hakkı olan bu  d e r i n  insan, aralarında uzun süre yaşadığı, çoğu ağır suçlulardan oluşan, topluma yeniden karışmaları artık olanaksız Sibirya mahkumlarını, kendi beklediğinden de çok farklı bulmuştu – hemen hemen Rus toprağında yetişen en iyi, en sert, ve en değerli ağaçtan yontulmuşlardı. Suçlu örneğini genelleştirelim: herhangi bir nedenle, toplum tarafından onaylanmayan, iyi, yararlı bulunmadıklarını bilen karakterleri düşünelim, - eşit olunmadığına, dışlanmış, değersiz kirli kabul edildiğine ilişkin o çandala duygusu. Tüm bu kararkterlerin düşünceleri ve eylemleri, yeraltına ait olanın rengini taşır; her şey, varoluşları gün ışığında olanlarınkinden daha soluktur onlarda.’’

‘’Sık sık soruluyor bana, neden Almanca yazıyorum diye: başka hiçbir yerde, anavatanımdaki kadar az okunmuyorum oysa. Peki kim söyleyebilir ki, bugün okunmayı arzu ediyor bile olduğumu? – Zamanın, dişlerini üzerlerinde boş yere denediği şeyler yaratmak; biçimiyle, tözüyle, küçük bir ölümsüzlük için çabalamak – kendimden daha azını bekleyecek kadar mütevazı olmadım şimdiye kadar. Almanların arasında ilk ustası olduğum aforizma, özdeyiş, ‘’bengiliğin’’ biçimleridir; benim hırsım, başkalarının bir kitapta söylediğini on cümlede söylemektir – başka herkesin bir kitapta söyleyemediğini... İnsanlığa sahip olduğum en derin kitabı, Zerdüşt’ümü verdim: çok yakında en bağımsız kitabımı da veereceğim.’’

‘’Gizemler öğretisinde acı kutsaldır: ‘’doğuran kadının sancıları’’ genel olarak acıyı kutsallaştırır, oluş ve büyüme adına ne varsa, geleceği güvenceleyen ne varsa, acıyı gerektirir... Yaratma zevki olması için, yaşama istencinin kendini sonsuza dek olumlaması için, ‘’doğuran kadının çektiği sancının’’ da sonsuza dek var olması gerekir... Tüm bu anlamlara gelir Dionysos sözcüğü...’’

‘’Şen Bilim’’ ise beni, kitabın temel olarak anlatmak istediklerinden çok; yazarın iç dünyasını yansıtması açısından ilgilendiriyordu. Örneğin: ‘’ Kendileriyle ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu yüzden başkalarının mutsuzluğunun resmini yapıyorlar duvara. Her zaman başkalarına muhtaçlar. Bağışlayın dostlarım duvara kendi mutluluğumun resmini yapacak cesaretim var.’’ diyordu Nietzsche.

Benim, düşünmek ve yazmakla ilgili olarak kafamdaki cevapların yerine soru işaretleri oluşmasını sağlayan ise, kitabın şu kısmıydı: ‘’Peki öyleyse neden yazıyorsun? A: Elinde mürekkebe batmış tüyden kalemiyle düşünenlerden değilim, hele koltuğuna gömülüp önündeki kağıda boş gözlerle bakan, mürekkep hokkasını açmadan önce kendini tutkularına terk edenlerden hiç değilim. Tüm yazılara kıza ya da onlardan utanırım; bana göre yazmak doğanın çağrısıdır – ondan konuşmak, mecazii anlamda bile olsa, itici geliyor bana. B: Peki neden yazıyorsun öyleyse? A: Evet, dostum, bunu güven içinde söylüyorum: Şimdiye dek düşüncelerimden kurtulmanın başka bir yolunu bulamadım. B: Peki neden kurtulmak istiyorsun onlardan? A: Neden mi istiyorum? İstiyor muyum? İstemeliyim. B: Tamam! Tamam! ‘’

Chamfort: ‘’Ah dostum, yüreğin kırılmak ya da çelikten olmak zorunda olduğu bu dünyanın sonuna geldim.’’

1 yorum: