Ama Ölüler Evinden Notlar kamuoyu ve eleştirmenler
tarafından sıradan, bağımsız bir şeymiş gibi kabul edildi. Doğrusu Dostoyevski
bu yapıtında -hayatında ilk ve son kez- Tolstoy tarzı gerçekliğin kurulan
ideallerle uzlaştırılması sanatını sergiler. Okur, zamanın estetiğinin talep
ettiği gibi, Ölüler Evinden Notlar’ı kötülüğe karşı savaşmaya hazır,
aydınlanmış, yücelmiş, coşkulu biri olarak bitirir. Bu arada yüce bir ruh hali
ve bir şeye hazır olma duygusu içinde Dostoyevski’yi kendisi gibi iyi ve
erdemli bir insan olarak görür. Oysa Ölüler Evinden Notlar’da azıcık ilgi ve
biraz coşkuyla yeraltında bulamayacağınız ne inciler çıkarırsınız.
Nietzsche’nin itirafına göre, Eğitimci Olarak Schopenhauer
ve Wagner Bayreuth’ta artık onun Schopenhauer’in felsefesine de, Wagner’in
sanatına da inanmadığı zamanda kaleme alınmıştı. Oysa bu iki yazı baştan aşağı
övgüyle doludur. Peki, bu ikiyüzlülüğe neden gerek duymuştu? Nietzsche
öğretmenleriyle vedalaşırken geçmiş için onlara minnettarlığını ve şükranlarını
ifade etmek istediğinden böyle davrandığını açıklar. Okurun
Bu yeni yola neyle çıktı? Eski inançlarının yerine nesi
vardı? Yanıt tek kelimede: hiçbir şey. Şimdinin hayattan bezdirici fiziksel
acılarından, geçmişin utanç verici, aşağılayıcı anılarından ve gelecekten
duyulan delice korkudan başka hiçbir şey. Hiç umudu olmayabilirdi, zira
yaşamının en güzel yıllarını ona hiçbir şey kazandırmayan işe yaramaz
uğraşılara harcamış ezik, hasta bir adam ne yapabilir? Otuz yaşına kadar, bizim
Muromlu İlya[1] gibi, başkalarının ideallerini seyre dalarak minder çürütmüştü.
Şimdi ayağa kalkıp yürümesi gerekecekti ama ayakları ona itaat etmiyordu,
hayırsever ihtiyarlar iksirleriyle ortaya çıkmıyordu, çıkmayacaktı da:
Zamanımızda mucizeler olmuyor. En sonunda hastalığı öyle boyutlara vardı ki,
bütün gününü dolduran her zamanki profesörlük faaliyetini bırakmak ve hiçbir
şey yapmadan gece gündüz düşünceleriyle ve anılarıyla baş başa kalmak zorunda
kaldı.
==========
İnsanca, Pek İnsanca’nın toplu olarak yeni basımının [1886]
önsözünde bakın neler diyor: “O sıralar [yani hastalık döneminde] sadece derin
acılar çeken yalnız insanların tanıdığı kuytuların dilini öğrendim: Tanıksız
konuşuyordum, daha doğrusu, hiç tanık düşünmeden. Sürekli beni hiç
ilgilendirmeyen konulardan söz ediyordum, ama sanki bunlar bana önemliymiş gibi
geliyordu. O zaman neşeli, tarafsız, ilgili, her şeyden önce sağlıklı ve alaylı
görünme sanatını öğrendim: Sanırım hastanın “zevk sahibi” olduğunun
belirtisidir bu. Bununla birlikte bu kitabı özellikle çekici kılan şey, daha
keskin ve anlayışlı bir gözden kaçmaz: Burada hasta ve son derece sefil bir
insanın hasta ve zavallı değilmiş gibi konuştuğunu fark eder.
==========
Raskolnikov muhakemesinde haklı değil miydi: Aslında biri
sıradan, diğeri sıra dışı insanlar için olan iki ahlak vardır, yahut
Nietzsche’nin hayli sert ama daha etkileyici terminolojisini kullanırsak,
efendi ahlakı ve köle ahlakı olmak üzere iki çeşit ahlak vardır. İşte burada
ortaya çıkıyor en önemli soru: Bu iki ahlakın kaynağı nedir? İlk bakışta burada
belirleyici etken insanın karakter yapısı gibi görünüyor; köle ya da sıradan
insanlar boyun eğer, efendi yahut sıra dışı insanlar emreder. Buna göre,
Nietzsche ve Dostoyevski’yi, Faust gibi ikinci kategoriye koymak gerekir. Ne
var ki Faust “köpek” yaşamına karşı durmayı kafasına koyana dek bir ömür
geçmişti, Mefistofeles’in o bahtiyar müdahalesi olmasaydı, başında erdem
halesiyle ölürdü. Dostoyevski ve Nietzsche hakkında da aynısı söylenebilir:
Onları Wagner sıradanlığının yolundan tesadüf çıkarmıştır. Birinde kürek
cezası, diğerinde korkunç hastalık olmasaydı, kollarından ve ayaklarından
zincirlendiğini fark etmeyen pek çok insan gibi onlar da bunun farkında
olmazdı. Dünyanın güzelliğini ve zorunluluğa boyun eğen ruhların yüceliğini
terennüm eden iyi niyetli eserler verirlerdi. İlk yapıtları buna inandırıcı bir
şekilde tanıklık eder. Üstelik okur koşulların Nietzsche’yi yeni “bilgi”yi
kabul etmeye her zorladığında -bunu kendisi itiraf eder- onun nasıl dehşete
kapıldığını hatırlıyordur. Eskisi gibi yaşamak istiyordu, yeni bilgi bedenine
bıçak gibi saplandığında ve tepesinde ancak, “Ya gözlem yap ya da yok ol!”
tehdidini duyduğunda gözlerini açmaya karar vermişti. Ya Dostoyevski?
Yeraltından Notlar’da bir ses tonu var ki nelere değer! Liza’ya hitap ederken
kullandığı umutsuz sözlerin altında öyle bir azap, öyle bir elem duyulur ki!
Faust da şeytanı çağırmadan önce bayağı acı çekmişti. Kısacası, doğa
yasalarının ve insan ahlakının zorlayıcı yasalarının prangalarına karşı
ayaklanan bu “sıra dışı” insanlar kendi iradeleriyle başkaldırmıyordu:
Efendilerinin hizmetinde kocayan serfler gibi özgürlüğü seçmek zorunda
kalmışlardı. Bu, Nietzsche’nin öğrettiği “köle ahlakının ayaklanması” değil,
insan dilinin kifayetsiz kaldığı bir şeydi. Demek ki “karakterin” bununla hiçbir
ilgisi yoktu; iki ahlak varsa, bu sıradan ve sıra dışı insanların ahlakı değil,
sıradanlığın ahlakı ve trajedinin ahlakıdır: Bu düzeltme Dostoyevski’nin ve
Nietzsche’nin terminolojisine yazılmalıdır. Bu arada Dostoyevski’nin ve
Nietzsche’nin “köle” ruhunun dolambaçlı yollarına dair böylesi parmak ısırtan
bilgi birikiminin -insanların psikolojik sezgi diye övdüğü şeyin- kaynağı
budur. Nietzsche bir zamanlar gelecekteki düşmanlarının kısa bir süre tarafını
tutmak zorunda kalmasının kendisi için özellikle bir şans olduğunu
belirtmişti.[1] Böylece onların tüm “sırlarını” öğrenmiş ve ileride onlara
karşı mücadele etmek için elinde güçlü silahları olmuştu.
==========
Bize vaazlarla öyle bir musallat oluyorlar ki sonunda böyle
soruları sormak zorunda kalıyoruz. Sahi, vaizler öfkeleri için neden bizle
muhatap olmak zorunda? Tolstoy yahut Dostoyevski bizlere neden insanoğlunun
musibetlerinden söz eder? Sonunda bizim de onlara bu soruları yöneltmemiz doğal
değil mi? Dünyada bu kadar mutsuz insan varken mutlu olmanın utanç verici
olduğunu kanıtlamaya çalışan Tolstoy bize iç huzurunun kaynağını, çevresinde
onca acı varken sakin ve mutlu (sevdiği sözcüklerdir bunlar) bir hayat
sürmekten utanmamasının nedenini açıklar. Nietzsche’ye yalnız görece farklı bir
ifadeyle aynı soruyu yöneltebilirdik. Varlıkları için mutsuzları kınamadan önce
kendisinin mutlu olması gerektiğini; sadece ruhen güçlü, bedenen sağlıklı
olanların korunmasını talep etmeden önce kendisinin ruhen ve bedenen kuvvetli
olmasının gerektiğini söylerdik ona. Ve işte bu sorular, kitaplar okunurken
yazarlarının biyografilerine aşina olmanın, yani inançların nasıl “doğduğunu”
öğrenmenin ne denli önemli olduğunu ortaya koyar. Otuz yaşına kadar Wagner’in
zavallı çömezi rolünü oynayan (belki de Wagner’in edebiyat uşağı demeliydim),
otuzla kırk dört yaş arasında dermansız bir hastalığın ağır ve korkunç
nöbetleriyle ıstırap çeken, kırk dört yaşından ölümüne, yani neredeyse on bir
yıl boyunca yarı bilinçsiz durumda bir yaşam süren Nietzsche mutsuz ve hasta
olanlara, başka deyişle fizyolojik olarak sakatlanmış olanlara karşı vaazlar
vermeye soyunur! Aynı zamanda da onların “iyi ve doğru” savunucularına da!
Aslında bu psikolojik muamma üzerine düşünmeye değer! Bu arada, gelinen noktada
başka pek çok şeyde olduğu gibi, Nietzsche’nin “inançlarının”
Dostoyevski’ninkilere şaşılacak biçimde benzediğini hatırlatayım. Daha önce yerinde
belirtildiği gibi, Dostoyevski de “iyi ve doğru” olanlardan nefret ediyordu:
Ona göre iyiler ve doğrular liberallerin ve her renkten ilericilerin şahsında
cisimleşmişti.
==========
Ama Dostoyevski ve Nietzsche’nin dünyada en fazla nefret
ettikleri şey, işte bu türden şefkat gözyaşları ve merhamet uyandıran şiirdi.
Gerçek kürek mahkûmlarının, yeraltı insanlarının, trajedinin insanlarının
görüşü ya da dilerseniz “zevki” budur. Onların gözyaşları uzun zamandan beri
kurumuştur, gözyaşlarının yardımcı olmadığını, merhametinse boş olduğunu
bilirler. Öte yandan merhamet ve gözyaşından başka pek de yardımı dokunmayan
bir sürü şey vardır - merhamete duyulan bu nefret neden peki? Kaldı ki
“kötüler” de biçare mahkûmun yazgısını değiştirecek güçte değildir - o zaman
“iyilere ve doğrulara” karşı bu nefret niye?
==========
Ama Nietzsche ve Dostoyevski çoktan geçmişle barışmıştı.
Onlar şimdi gelecekle mücadeleye giriyorlardı. “İyi ve doğru olanlar” için
merhametse onları son umutlarından mahrum bırakıyordu. Dostoyevski’nin
hapishanedeyken küçük bir kız çocuğundan sadaka kabul edişini hatırlayın, ona
verilen bu kuruşu uzun zaman sevgiyle korumuştu. Belki Nietzsche’nin de
avarelikleri döneminde bir çocuktan yahut bizim iyi ve kötü anlayışımızdan uzak
sıradan bir insandan minnetle sevgi ve ilgi sözleri kabul ettiği olmuştur.
Yakınlara sevgiyi ve ilahi haklar iddia eden bir teori durumuna gelmiş, nihai
ilke katına yükseltilmiş merhameti reddediyordu. Zamanın aydın insanlarının ona
bir kuruş değil, yüz hatta binlerce kuruş vereceklerini, besleyip
giydireceklerini, soğuktan korumak için barınak sağlayacaklarını,
hastalandığında ona öz yakınları gibi bakacaklarını biliyordu. Ama şunu da
biliyordu ki ona cömertçe bakmaları karşılıksız değildi, nihayetinde ondan
minnet değil, minnet borcunun da ötesinde, gösterdikleri ilgi ve sevginin
karşılığında bir itiraf talep edeceklerdi; durumu ne kadar zor olursa olsun,
yüreğinin derinliklerinde kendini tamamen mutlu hissetmek zorunda kalacaktı.
Nietzsche acılı bir alayla şöyle der: “Yalnızlıkta kendi
kendini yer bitirirsin; insan içindeyse kalabalık seni yer bitirir: Şimdi
seçimini yap bakalım!”[5] Ama sonunda ne olursa olsun yalnızlığı seçmek
zorundadır, her şeye rağmen “terk edilmişlikten”, yani büyük bir insan kitlesi
arasında herkese yabancı olduğunun bilincine varmaktan daha iyidir. Şöyle der
Zerdüşt: “Ah, yalnızlık, anayurdum yalnızlık! Yaban ellerde çok uzun yıllar
yaşadım bir vahşi gibi, şimdi gözyaşlarıyla sana dönüyorum. Anneler gibi,
parmağınla korkut beni, gülümse bana, annelerin gülümsemesi gibi ve de ki: ‘Bir
zamanlar benden fırtına gibi uzaklaşan kimdi? Uzaklaşırken kimdi, Yalnızlıkta
çok uzun zaman yaşadım, susmayı unuttum, diyen? Artık bunu öğrendin mi? Ey
Zerdüşt, her şeyi biliyorum, kalabalığın arasında daha terk edilmiş olduğunu,
benden daha yalnız olduğunu. Terk edilmişlik başka, yalnızlık başka: Artık bunu
öğrendin mi?’”[6] Okur artık Nietzsche’nin görevinin ne olduğunu anlıyor;
Nietzsche iyinin, bilimin ve felsefenin terk ettiği ve unuttuğu insanın
davasını üstleniyor. Şimdi Nietzsche’nin neden “özgeciliğe” kapılmadığının
anlaşıldığını umuyorum: Terk edilmiş insanlar arasında o çok eski
özgecilik-bencillik tartışması yaşanmaz.
==========
Zerdüşt’ün değişmez yoldaşları kartal ve yılandı: Bulutlarda
süzülmeyi, yerde sürünmeyi, güneşe cesaretle bakmayı ve yerden kopmamayı
onlardan öğrendi. Kaç kez ölümün eşiğinden dönmüştü, üstlendiği görevi
tamamlayamayacağı ve sonunda trajedinin yerini sıradanlığa bırakacağı
bilinciyle sürekli umutsuzluğa düşüyordu! Zerdüşt’ün sözleri umutsuzluğa karşı
bu umut mücadelesinden açık izler taşır. Nietzsche en sonunda yine de amacına
ulaştı. Yeraltı adamının sorununu ortaya koymayı göze almakla kalmadı, aynı zamanda
ona yanıt vermeye de cesaret etti: “İçimizdeki kötü bildiğimiz şeyi yeniden
vaftiz edip iyi adını verme yürekliliğini gösterdiğimizde başlar hayatımızın
büyük dönemleri.”
==========
Nietzsche şöyle der: “Filozofta çileci idealin belirtisi
nedir? Çilecilik ona aklını çalıştırabileceği en uygun koşulları sağlar; çileci
ideal ‘varoluşu’ yadsımaz, tam tersine kendi varoluşunu, yalnızca kendininkini
olumlar, belki de hubris’e [kibir] varıncaya dek: “Pereat mundus, fiat
philosophia, fiat philosophus, fiam.”[14] Bu söz Yeraltından Notlar’ın sefil
kahramanının ünlü cümlesinin neredeyse harfi harfine çevirisidir. “‘Çay mı
içmek istersin yoksa dünyanın batmasını mı?’ diye sorsalar, ‘Dünya batsın,
yeter ki ben her zaman çayımı içeyim,’ derim.” Yeraltı adamının bahtsız bir
fahişeye bir körlük ve öfke patlaması ânında sarf ettiği bu cümlenin ünlü bir
filozof tarafından Cicero’nun ve Horatius’un diline çevrileceği ve en yüksek
insanın tutkularının özünü tanımlayan bir formül olarak sunulacağını hiç aklına
gelir miydi? Evet, Dostoyevski küçük kahramanını böyle büyük bir ünün
beklediğini öngörseydi, belki de Yeraltından Notlar’ın girişindeki dipnotunu
metinden atardı.
==========
Demek, pereat mundus, fiam, varsın dünya yok olsun, yeraltı
adamı haklarından vazgeçmeyecektir, onları merhamet “ideallerine” ve günümüz
felsefesi ve ahlakıyla onun için özel olarak hazırlanmış aynı türden diğer tüm
nimetlere değişmeyecektir. Dostoyevski için bu, roman kahramanlarının
sözlerinde dehşetle ve utançla dile getirmeyi göze aldığı korkunç bir
hakikatti. Nietzsche’deyse uğrunda tüm yeraltı faaliyetlerine giriştiği yeni ve
çok büyük bir “haklar bildirisi”ydi. Nietzsche’nin acımasızlığı da buradan
gelir. Kendini ve başkalarını “ıstıraplardan” kurtarmaya çabalamaz. Bu
bağlamda, diğer pek çok insanın yaptığı gibi, gençlik çağındaki öğretmeni
Schopenhauer’den belirgin biçimde farklıdır. Schopenhauer, bilindiği üzere,
insanlara hayatta huzur aramayı öğretmişti.
==========
Ancak kürek cezası yemiş Dostoyevski, acı karşısında
korkusuzlukları onları Ölüler Evi’ne götüren insanlardan, yani mahkûm yoldaşlarından
farklı bir hakikati öğrendi. Kürek cezasından bir “inanç”la döndü; bu, Makar
Devuşkin için ağlamak yahut kimsenin kimseye hakaret etmeyeceği, her şeyin
güllük gülistanlık olacağı bir gelecek hayal etmek değil, bir insanın hakikati
tüm dehşetiyle kabul edebilme görevine inançtı. İlkin Platonik bir saygıyla
ondan kurtulmayı ve yeniden eskisi gibi yaşamayı düşündü! Ama Schopenhauer’in
öngördüğü gibi, insan hakikati kovalamıyor, hakikat insanı kovalıyordu.
Mahpushane bilgeliği Sibirya’dan artık çok uzakta yaşadığı Petersburg’da, onu
kuşatan pozitivist düşünürler arasında yıllar sonra yakaladı Dostoyevski’yi ve
kendine hizmet etmeye, şunu itiraf etmeye zorladı onu: “Rus halkı acı çekmekten
hoşlanır.” Dostoyevski’nin rakiplerinin düşündüğü gibi, bu bir paradoks değil
hakikatti, ancak eli kalem tutan insanların unuttukları, öfkeden parlayan
gözleriyle, “Olamaz!” dedikten sonra hatırladıkları başka bir dünyanın
hakikatiydi.
==========
Trajedinin felsefesi hiçbir şekilde popülerlik ve başarı
arayışında değildir. Mücadelesi kamuoyuna karşı değildir, onun gerçek düşmanı
“doğa yasaları”dır, insan yargıları ona ancak varlığıyla yasaların ebediliğini
ve değişmezliğini doğruladığı ölçüde korkutucudur. Yalnız düşünür ne kadar
cesur olursa olsun, zaman zaman nefret etmeyi öğrendiği çoğunluğun, “herkes”in
her şeye rağmen sonunda haklı olabileceği düşüncesiyle elinde olmadan dehşete
kapılır.
==========
Artık Dostoyevski ve Nietzsche gibi acıyı sevmeyi vaaz eden
ve her şey gitgide kötü olacağı için üstün insanların yok olması gerektiğini
bildiren öğretmenlerin var olabilmesi pozitivistlerin, materyalistlerin ve
idealistlerin pembe umutlarının çocukça düşlerden ibaret olduğunu gösterir.
Hiçbir toplumsal dönüşüm trajediyi yaşamdan silip atamaz; anlaşılan, acıyı
insanın kendini kurtarması gereken kurgusal bir gerçeklik olarak haçla şeytan
savarcasına büyülü o “trajedi olmamalı” sözüyle inkâr etmenin zamanı geçti,
artık acıyı kabullenmenin, tanımanın ve belki de anlamanın dönemi başladı.
==========
götürdü. Öyle ya da böyle trajedinin felsefesi, sıradanlık
felsefesine ilkesel olarak düşmandır. Sıradanlığın “son” sözcüğünü söylediği ve
yüz çevirdiği yerde, Dostoyevski ve Nietzsche başlangıcı görür ve arayışa
koyulur. Böyle Söyledi Zerdüşt’te simgesel olarak Nietzsche’nin korkunç
yaşamının anlatıldığı “En Çirkin İnsan” başlıklı bir hikâye vardır. Çok uzun,
burada sadece alıntılar verebileceğim ama Nietzsche’nin felsefesiyle ilgilenen
okurlara mümkünse aslından tamamını okumalarını salık veririm:
==========
Ama felsefe trajedinin felsefesidir. Dostoyevski’nin
romanları, Nietzsche’nin kitapları sadece “en çirkin” insanlardan ve onların
sorunlarından söz eder. Dostoyevski, Nietzsche ve hatta Gogol bizzat çirkin
insanlardı ve hiçbir sıradan umutları yoktu. Onlar kimsenin hiçbir zaman
aramadığı, genel kanıya göre sonsuz karanlık ve kaostan başka hiçbir şeyin olamayacağı,
Mill’in bile nedensiz sonuç olasılığını kabul ettiği yerde kendilerine sığınak
bulmaya çalıştı. Orada belki de her yeraltı adamı dünyaya bedeldir, orada belki
de trajedinin insanları aradığını bulacaktır. Sıradanlığın insanları böylesine
inanılmaz bir “belki de”nin peşinde ölümcül sınırı geçmeyi istemeyecektir. Ama
sonuçta kimse onları buna davet etmiyor. Şairin şu sorusu bu yüzden: “Aimes-tu
les damnés? Dis, connais-tu l’irrémissible.”
==========
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder